13.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1244

Temiz Toplum

Dua:
Allah’ım!
Gönüllerimiz çöle döndü muhabbet ver.
Ümmet param parça oldu vahdet ver.
Küfrün pençesinde zillete düştük izzet ver.
Ayrılık canımıza tak etti ülfet ver.
Yüzyıllarca mutluluğun kaynağıydık şimdi fukarası olduk saadet ve selamet ver.
Sahte rehberlerin peşinde, kendi evimizde mahkûm olduk hidayet ver.
Taşlaşmış yüreklerimizin gözü kör, kulağı sağır, dili lal oldu basiret ve feraset ver.
Kendi korkularımızın esiri vehimlerimizin hizmetçisi olduk celadet, şecaat ve sükûnet ver.
ÂMİN.

Peygamber(sav)’in hayatından bir anekdot ile başlayalım;
Asrı sadette bir gün iki adam bir mal taksimi yüzünden anlaşmazlığa düşer ve peygamberimizin huzuruna gelirler. Her ikisi de halklı olduklarını uzun uzun izah ederler. Onları dinleyen Peygamber(sav) şöyle buyurur; “İçinizden birisi derdini ve haklı olduğunu daha iyi anlatarak ikna edebilir beni.” Böylece ben hükmümü onun lehine veririm. Çünkü bende bir insanım fakat ahirette işlerin aslına göre hüküm verilecektir.

“Bütün zalimler cezasını görecek bütün mazlumlar hakkını eksiksiz alacaktır.”
Peygamber(sav)’i dikkatlice dinleyen bu iki adam birden
“Ey Allah’ın resulü benim hakkımda onun olsun ben hakkımdan vazgeçtim” dediler.

Peygamber Aleyhisselam;
“Öyleyse gidin malınızı aranızda adil bir şekilde taksim ediniz ve kura çekin kime ne düşerse ona razı olunuz ve karşılıklı helalleşiniz” buyurdu.

Bu cemaat:

  • Hz. Hamza (r.a)’ın şahadet ve yiğitliğini
  • Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anha)’nın Kerbela’da ki susuz günleri ve kâbus dolu gecelerini…
  • Hz. Ebubekir (r.a)’in sadakatini
  • Hz. Ömer (r.a)’in adaletini
  • Hz. Osman (r.a)’nın cömertliğini

Bilmeli, öğrenmeli, yaşamalı ve çocuklarına anlatmalı.

Yusuf (a.s)’dan bir anekdot:
Yusuf (a.s) Mısır’a sultan olduktan sonra acıktığında bir parça bayat arpa ekmeği yemeyi adet haline getirmişti.
Bir gün yakınlarından birisi “Efendim Mısır’ın bütün hazineleri elinizin altında olduğu halde niçin arpa ekmeği ile yetiniyorsunuz.” diye sormuş.
Yusuf (a.s) peygamber ahlakıyla şu cevabı vermiş.
“Tok olursam açları unuturum diye korkarım.”
Çeşmenin başını tutup testisini dolduranlara duyurulur.

Fi tarihinde orta halli geçim standardına sahip bir Müslüman karın yağdığı bir kış gününde evinin penceresinden dışarı bakar.
Dışarısı karla kaplıdır.
Karın üzerinde bir ayağı yerde bir ayağını karnına çekmiş soğuktan büzülen bir kuş görür ve çok üzülür.
Aradan yıllar geçer bu Müslüman çok zenginleşir ve yine karın yağdığı bir kış gününde pencereden dışarı bakar, karın üzerinde tek ayağı üzerinde soğuktan büzülerek durduğu halde kuşu göremez olur.
Diyeceksiniz ki neden olur mu öyle şey.
Zenginleşti ya ne tarafa baksa kendini görür oldu.
Arabası değişti, evi değişti, yürümesi değişti, konuşması değişti.
Özünü koruyup ta değişmeyenleri tenzih ediyorum.
O kuş geçim zorluğu çeken halk, o kişide adını siz koyun.

Dostları Baki’ye sormuşlar:
Kaç çeşit dostunuz var diye.
Şair genel bir cevap vermiş;
Üç çeşit dost vardır.

  • Birincisi; Gıda gibidir sen onu her gün ararsın.
  • İkincisi; İlaç gibidir gerektiğinde ararsın.
  • Üçüncüsü; Öyle dostlar vardır ki hastalık gibi, o seni arar bulur.

Müşirevan bir ilim meclisindeyken;
“Dünya da en zor ve en kolay şey nedir?” diye ortaya bir soru sorar.
Orada bulunan âlimlerden birisi de şu cevabı verir.
“Dünya da en kolay şey konuşmaktır, en zor şey ise verilen sözü yerine getirmektir.”
Ağzı olan konuşuyor ama adam olan verdiği sözün arkasında duruyor.

  • Özlü konuşmanın yolu yerli yersiz sözleri bırakmaktır.  ( Atasözü )
  • Söylenen her söz içinden çıktığı kalbin kılığını üzerinde taşır. ( A. İSKENDERİ )
  • Bir hadiste Peygamberimiz (sav) “Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayır konuşsun ya da sussun.” Buyuruyor
  • Susmayı becerip de lüzumsuz konuşmayan insanlar özlü konuşmuş olurlar.
  • Unutmayalım ki bal küpünden sirke, sirke küpünden de bal sızmaz, her kap içindekini sızdırır.

Haccacı zalim bir gün boğuluyordu, bunu gören birisi hemen suya atladı ve onu kurtardı. Haccac kendine gelince adama sordu.
“Beni tanıyarak mı kurtardın?”
Adam: “Evet sen Haccacı zalimsin seni tanıdım ve kurtardım.
Niçin?
“Çünkü bir vaizden, suda boğulanların kul hakkından da kurtulacağını söylediğini duymuştum. Sen de ise çok ama pek çok kul hakkı var.”
Suda boğulursan yarın ahirette kul hakkından kurtulursun diye korktum, onun için seni kurtardım.
Esnaf; hocam veresiye defteri kabardı, borçlular borçlarını ödemiyor, zor durumdayız lütfen şu konuyu işleyin diyor. Bende size hayatta iken birbirinize ve esnafa olan borçlarınızı ödeyin, kul hakkı ile ahirete gitmeyin diyorum.
Ödemeyecekseniz gidin kendinizi Körfez’e atın siz kul hakkından, alacaklılarda sıkıntıdan, toplumda sizden kurtulsun.
Bu konuyla ilgili son sözüm alacaklılara.
Borcunu ödememeyi alışkanlık haline getirip de ölenlere cenaze namazı kılınacağı zaman imam cemaatten helallik istediğinde yüksek sesle hakkınızı helal etmediğinizi söyleyin. Hakkınızı helal etmek zorunda değilsiniz. İki üç cenazede bu olursa millet borcunu ödemek için kuyruğa girer.
Bu toplumun düzeltilmesi için birkaç cenazenin musalla da kalması lazım.
Nasıl olsa bu kerizler haklarını bana musallada helal eder düşüncesi hâkim olduğu müddet bu işlerin sonu gelmez.
Temiz toplumun yolu her camide birkaç cenazenin musallada kalmasından geçer.

Nasrettin Hoca’dan bir anekdot;
Hoca çarşıdan gelip evine gireceği sırada içeriden bir yabancının fırladığını ve sırtındaki çuvalla tabana kuvvet kaçtığını görür.
Hoca bunun hırsız olduğunu hemen anlarsa da peşinden koşmaz ve tam aksi istikametteki mezarlığa doğru yönelir.
Komşular hocaya mezarlıkta yetişir ve
“Hocam hırsızın kaçtığı yeri gördüğün halde neden buraya geldin?” diye sorarlar.
Bunun üzerine hoca asırlarca unutulmayacak şu mesajı verir.
“Siz hiç merak etmeyin eninde, sonunda geleceği yer burası değil mi?”
Kul hakkıyla ahirete gitmememiz temennisiyle…
Yarınınız bugününüzden daha güzel ve aydınlık olsun.
Allah’a emanet olun…

16 Ekim Dünya Gıda Günü

0

Üyesi olduğumuz Birleşmiş Milletler Gıda Tarım Teşkilatı (FAO)’nın 1979 yılında yapılan 20. konferansında 147 üye ülkenin ortak kararıyla, dünyada gıda sorunlarının boyutları ve önemi hakkında kamuoyunu aydınlatmak, herkesi yanlış beslenme ve açlığa karşı mücadeleye çağırmak amacıyla 16 Ekim  DÜNYA GIDA GÜNÜ olarak ilan edilmiştir.

Bütün canlılar gibi insanoğlu da var oluşundan bu yana gıda ve beslenme sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Başlangıçta doğada ki gıda kaynakları canlıların ihtiyaçlarını karşılamaktaydı, ancak dünya nüfusunun hızla artması, gıda kaynaklarının sınırlı kalması, üretim artışının dünya nüfusuna paralel bir şekilde artmaması gibi sebeplerden dolayı gıda ve beslenme sorunu dünyanın en önemli konularından biri haline gelmiştir. Tabii afetlerin üretimi düşürdüğü bölgelerde açlık yetersiz beslenme milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. Bugün 7 milyara yaklaşan dünya nüfusunun 800 milyondan fazlası açlık ve yetersiz beslenme ile karşı karşıyadır.

Dünyada gıda ve beslenme sorunları güncelliğini korurken ülkemiz gıda üretimi ve beslenme açısından oldukça şanslı ve iyi durumdadır. Bugün dünya ülkeleri arasında sattığı gıda miktarı aldığından daha fazla olan, net ihracatçı durumunda olan, az sayıdaki ülkelerden biriyiz  Gıda üretim kaynaklarını artırma imkânımız da oldukça fazladır. Ancak yetersiz ve dengesiz beslenme problemleri mevcuttur. Bu problemler eğitim yetersizliği, ekonomik yetersizlik, hızlı nüfus artışı ve kalabalık aileler, alışkanlıklar, bazı gelenek görenekler, bölgesel üretim gibi nedenlerden meydana gelmektedir. Gıda ve beslenme seviyemiz sosyal ve ekonomik yapımıza bağlı olarak her geçen gün daha da iyileşmektedir. Aksayan yönlerin düzeltilmesi, yetersiz ve dengesiz beslenmenin tamamen ortadan kaldırılması konuları Dünya Gıda Günü’nde daha çok ağırlık kazanmaktadır.

Dünyada Gıda günü ile ilgili olarak, gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkede kutlama   faaliyetleri yürütülmektedir. Dünya Gıda günü ile ilgili yapılan çalışmaların koordinatörlüğü, Tarım ve Köyişleri   Bakanlığı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü’nce yapılmaktadır.

Bizde böylesi önemli bir günde alınması gereken tedbirlerden bahsedecek olursak, öncelikle ülkemizin durumuna bakıldığında; tabii kaynaklarımızın ve var olan milli varlıklarımızın yeterince korunamadığı, üretimden tüketime kadarki süreçte ürün kaybının mevcut olduğunu görürüz. Bu kayıpları önlemek için, yüksek verimli tohum ve damızlık çeşitleri kullanılmalı, tarım ürünleri hastalık ve zararlılarıyla mücadele edilmeli, gıda sanayi artıklarını değerlendirmek için teknoloji geliştirilmeli, iç ve dış pazar ihtiyaçlarına göre üretim planlanması yapılarak üretim yönlendirilmeli, kırsal kesime daha fazla tarımsal yatırımlar yapılmalı ve üretimi artırıcı teşvikler uygulanmalıdır.

Son söz olarak şunu belirtmek isterim ki; görülmemiş bir zenginliğin ve herkesin ihtiyacına yetecek kadar besinin bulunduğu bir zamanda hala milyonlarca insanın açlık çekmesi utanç verici bir durumdur. Ancak açlık ağır ekonomik yükün bir getirisidir. Sürekli tekrarlanan açlık sorunundan bıkmış bir dünya toplumu için politik ve finansal kazanımlar elde etmede ekonomik tartışma daha etkili olabilir. Sebep ne olursa olsun cevap aynı olmalıdır. Buda insanların açlık ve yoksulluk tuzağından kurtarılmasına yardım için, hemen ve kararlı bir şekilde harekete geçmektir.

Bugün harekete geçmek için 800 milyon neden vardır.              

Küresel Karabatak

Kerkük’te petrol kuşu
Bir tankın namlusuna kondu
Bir annenin emzirdiği insanlık
Kan kusuyordu bu sırada
Eğildi bir çocuk yerden
Plastik bir bebek aldı
Tuttu gamzesini okşadı
Pazaryerindeki bombanın merhameti
Tüm haber bültenlerini dolaştı
Sonra bir çöle vurdu kendini zaman
Firavun bile ürktü bu kronik zulümden
Nemrut yana yakıla ağlıyordu
Sararıyordu beti-benzi Etna’nın
Wall Street’te zebaniler dolaşıyordu
Ve güneş müşteki
Ve gün münkesir
Batıdan doğmaya çalışıyordu

Mantar misal bir patlamanın ısıttığı
Sarışın bir toz kuşağının ardından
Kabil’in neftonik kervanı geldi
Sanki tarihlerin eskitemediği
Sanki mezarlıklar sürüsü
Yükleri teknik
Yükleri tek tip
Medeniyet virüsü

Ki Bağdat’ta kopan bir bacağı
Srebrenika’da yürürken görmüşler
Kulaklarımda bir milyon ölüm
Bir milyon tecavüz
Ve sonra Aleks’in golü sayın seyirciler
Korkunç tezahürat var
Haniyse deprem uğultusu
Cennette cemaline erişilmez
Şeytan kulağına kurşun

“Amerika, sen çok yaşa
Canım feda olsun sana
Hiçbir şeye değişilmez

Ermeni Açılımı: Bir İnceleme ve İrdeleme (2)

“Ermeni açılımı” yazı dizimizin ikincisiyle devam ediyoruz.

Ermeniler bu protokollerden çok memnunlar…

“Ermeni açılımı” projesinin baş mimarları Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ermenistan devletinin başı Serj Sarkisyan ajandalarındaki “bilinmezleri” kamufle etmek için, suratlarına yansımış samimi olduğu şüpheli gülücüklerle tarihe kayıt olmuş pozlarını, konuya renk katsın diye, bu metin arasında yorumunuza sunuyorum.

Resme bakınız

Suratlara yansıyan ifadelerin tahlili ve yorumu okuyucuya aittir…

Onların yanında ise, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan Temmuz 2009’da bir araya gelerek “Karabağ” sorununu konuştular, fakat çözüm üretemediler.

Türkiye-Ermenistan arasında imzalanan mutabakat metnin ana konusu, Ermenilerin Azerbaycan toprağı “Karabağ”ı işgal etmeleri noktasında düğümleniyor. Sorunu görüşmelerine rağmen bir sonuç alamamışlardır. Ermenistan tarafı, milli hedefleri için her dönemde düşüncelerinden ve uyguladıkları milli politikalarından vaz geçmemişlerdir. Bunun sonucu olarak da Ermeni milliyetçiler, bu protokole son derece tepkilidirler. Örneğin Ermeni milliyetçiler, “uzlaşmaya” büyük tepki gösterirken, Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, “Karabağ sorununun önkoşul olmadığını, soykırım olayının da tarihi bir gerçek olduğunu” açıkça söylemektedir. Ayrıca, varolan sofradan ikramı yapılacak karnütürlerin bulunduğunu da ifade etmektedir.

Türkiye ile Ermenistan arasında varılan mutabakatın somut belgeleri olan iki protokol, Ermeni ideolojisinin temel amaçlarından olan Türkiye’den toprak talebi ve tazminat isteklerinin önünü kapatacağı endişesini taşıyan milliyetçi Ermeniler, varılan mutabakata karşıdırlar. Farklı bir sonuç da beklenemezdi.

Fakat projenin tarafı olan Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan ise farklı düşündüğünü ileri sürmektedir. Aslında milliyetçi Ermeniler, “ölümden tutturup sıtmaya raz olmak” hesabını yapmayı her zaman önemserler. Fakat Sarkisyan son derece diplomatic manevralarla istediğini milliyetçilerden daha ileri derecede elde ettiği izlenimini veriyor. Basına yaptığı açıklama son derece kapalı, fakat hedef mesaj anlam yüklü niteliktedir.

Bay Sarkisyan’a göre imzalanan protokollerin mevcut bazı sorunların çözümüne yardımcı olacağı inancı vardır; “21. Yüzyılda çağdaş dünyaya yakışan bir şekilde komşumuzla ilişkilerimizi düzenlemeye çalıştık” diyerek, son derece geniş manevra potansiyelli beyanatlar vermiştir. Sarkisyan çok önemli bir açıklamayı daha yapmıştır; “Karabağ sorunuyla ilgili bir önkoşul bulunmadığı protokol metinlerinin açıklanmasıyla ortaya çıktı. Ayrıca, birçok kez söylediğim gibi tarihi konular tarihçiler tarafından değil hükümetlerarası komisyona bağlı alt komisyon tarafından ele alınacak demesi bizim muhteremleri yalanlıyor.

Neymiş efendim, “biz, Azerbaycan aleyhine olacak hiç bir işleme imza atmayız!…” Breh… breh… Nasıl da inandırıcı!

İktidardaki Sarkisyan bunları söylerken birileri gibi “işkembeyi kübradan” atıp-tutmuyor; son derece bilinçli ve hesabı-kitabı belli sonuçlara göre konuşuyor. Diasporanın onayını almadan da bu yaklaşımların içine de girmez. Eksik kalanların da (sofradaki garnitür dediği şeyler…) daha sonra “ağababa” tarfafından yapılacak baskılarla “halolunacağına” inanmaktadır.

Buna karşın Ermeni milliyetçisi Taşnaksütyun partisinin mensupları ise iktidarın Türkiye ile yakınlaşma siyasetine karşı direnişe bile geçeceklerini saklamıyorlar ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbantyan‘ın istifasını istemektedirler. Çok ilginçtir bakan Nalbantyan, “..protokolleri biz yazdık, Ankara imzaladı..” diye Ermeni milliyetçilere garanti veriyor. Fakat bizim muhteremler hâlâ “takkiye” yapmakla meşguller…

Birinci Dünya Savaşından önce ve esnasında Anadolu’da isyan çıkartıp, devlete ihanet eden Ermenilerin oluşturduğu çetelerin çoğu işte bu Taşnaksütyun partisinin mensuplarıydı. Onların hedefi dün belliydi, bugünde, yarın da bellidir.

“Batı Ermenistan” hayali biter mi?!

Birinci Dünya Savaşını çıkaran ve devam ettiren emperyalist güçlerin bir ana hedefi vardı; Osmanl İmparatorluğunu parçalayıp paylaşmak. Bunu aidiyet fikrini yayarak, aşılayarak, destekleyerek yaptılar. Örneğin Balkanlarda çok kısa sürede başardılar. 1912-1913 yıllarında Osmanlının en büyük hazimeti olan Balkan savaşını kaybetmesidir. Koca Balkanları 17 gün gibi kısa bir sürede kaybeden Osmanlı, kalan Anadolunun da paylaşılması için isyan ettirilen Ermenilere “Batı Ermenistan” diye vaat edilen Doğu Anadolu bölgesi bugün yine Ermeni milli ideolojisi olan 4T hedefleri içindedir. Bunu görmemek, anlamamak için ancak “hain” ya da “kaçık” olmak gerekir.

Bu nedenle Diaspora Ermenileriyle Ermenistan’daki milliyetçi Ermeniler 4T ideolojisinden ısrarlıdırlar. Taşnaksütyun partisi bunların başında gelmektedir. Özetle bu gruplar Türkiye’den toprak talebinde bulundukları ve “soykırım tazminatı” almayı amaçladıkları için, Türkiye kara sınırlarının tanınmasına karşı çıkmaktadırlar. Türkiye-Ermenistan arasında 22 Nisan’da imzalanan ilk protokole karşı (hatırlatmakta yarar var: Obama Amca TBMM de konuşup direktifler verirken alel acele bu protokol imzalandı ki güneş yanığı tenli Bay Başkan Türkiye için “soykırımcı” demesin diye…) eylemde bulunmayı ihmal etmediler. Biraz daha ileri giderek Taşnaksütyun partisi iktidardaki koalisyondan çekildi. Taşnakların diğer bir gerekçesi ise, Ermeni hükümetinin Karabağ konusunda ödün vermeye hazırlandığı yönünde fikir ileri sürülmesidir.

ABD’deki Diasporanın en etkili yayın organlarından biri “Asbarez gazetesi” dir. Bu gazatenin internet sitesinde şöyle bir yorum yayınlanmıştır: “Var olan sınırlar tanınacakmış. O halde anavatanımızı, Batı Ermenistan’ı (Doğu Anadolu) kaybediyoruz. Kendi isteğimizle anavatanımızdan vazgeçiyoruz” dedi.

Gördünüz mü Ermeni idealinin şahsiyetli savunuculuğunu?

Elin oğlu bunu açıktan söylüyor, yaziyor ve gerçekleşmesi için her türlü fırsatı değerlendiriyor. Siz, durmadan “emir eri” misali söyleneni yapıyor duruma geliyorsunuz.

Bu ne biçim devlet idaresi?

Kişilikli milli ülkünün savunuculuğunu yapıyorlar Ermenistan idarecileri ve de diasporası…

Kendileri adına saygı duymak ve kendimiz için biraz da ders çıkarmak gerekir…

Erivan’daki siyasi gözlemciler ne diyorlar?

Yabanci siyasi gözlemcilerin kanaati şu noktada toplanıyor; “Ermeni diplomasisi başarılı bir sonuç elde etmiştir.” Bunun somut örneği ise Doğu Bilimleri Enstitüsü Müdürü Ruben Safrastyan protokoller hakkında, özellikle Karabağ konusunu içermediğini hatırlatarak aynen şunu söylüyor; “Bu bize Ankara’nın yaklaşımının değiştiğini kanıtlıyor” ifadesinde çok anlam vardır.

Görüldüğü üzere Ermeni tarafı, bazı uç siyasi örgütler hariç, genel hatlarıyla protokollerden son derece memnunlar. Tabii ki memnun olacaklar; amaçları sınırların açılmasını sağlayıp fukaralıklarına care bulmaktı, onu da başardılar. Sınırların tanınıp tanınmadığı, toprak ve tazminat talepleri muallakta bırakılmıştır. Karabağ hiç konu edilmemiştir. Tarih komisyonu ise tamamen politik üyelerden oluşmuş kişiler temsil edeceklerdir. Komisyonlar devlet düzeyinde değil hükümetler düzeyinde olcaktır.

Bundan daha alası ne olabiklirdi ki?

Peki, Türkiye ne kazandı bu işte?

Hiç bir şey!

Sadece, geçmişte parlamantoda söylediklerine yüzde yüz ters şeyler söyleme ustalığını göstererek, gerçek yüzünü saklayan birilerinin görüntüyü kurtarmak ve işgal ettiği makamda daha uzun süre tutunabilmek için “ego tatmini” hazzını sağlamıştır.

Protokollerin geçerli olması için TBMMeclisinin onayı şart mı?

Doğrsunu isterseniz bu soruya olumlu ya da olumsuz bir cevap vermek pek kolay değildir. Cumhurun başına göre gerek yok, Başbakana gore var!?

TBMM Başkanına göre ise, hem var hem de yok!?

Şimdi siz sade vatandaş olarak bunlardan hangisine inanacaksınız?

Elbetteki icranın başında olan Bşbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediklerine…

Ancak pratikte işler öyle olmuyor.

Ne diyor başbakan?

Ermenistanla mutabakata vardıkları iki protokolün yürürlüğe girebilmesi için, “Parlamento onayı olmadan işlerlik kazanmayacak” diyor.

Buyurun ziyafet sofrasına!

Mutabakat dış basında nasıl bir yankı buldu?

Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri normalleştirmek için dünya kamuoyuna ilan edilen “mutabakat” metinleri hakkında dünya basını farklı yorumlarda bulndu. Genel anlamda yabancı basın tarafından “olumlu” destek veriliyor.

Şimdi bakalım yabancı basının yazdıklarına

New York Times (ABD): İki ülke arasındaki yüzyıllık düşmanlığın olduğunu, bu düşmanlığın da dünyanın en uzun süren düşmanlık olduğunu, sürekli bir çekişme halinde devam ettiğini ifade ederek, bu iki ülke arasında kurulacak diplomatik ilişkilerin bu çekişmeye son vermek için bir başlangıç olabileceği yönünde kanaat belirtilmiş. İlginçtir, Türkiyenin Ermenistan’la ilişkilerini iyileştirmesi demek, Türkiye’nin AB’ye üye olma şansını artırabilir demekmiş!

Wall Street Journal (ABD): İki ülke arasında varılan mutabakatla, geçmişten gelen düşmanlığa çare bulma çabası olduğunu, Osmanlı yönemi altında “Ermenilerin katledilmesinin” esas alındığı düşmanlığı görünürde onarılmasının çok zor olduğunu, bu çatlağın üstesinden gelmenin de zor olduğunu, ancak bu mutabakatla bir başlangıç yapıldığını belirtiyor.

Yorum ve irdeleme: AB’nin Türkiye’nin önüne yeni kurallar koyduğunu biliyorduk ta ABD bunu tam olarak açıklamamıştı. Bu vesile ile şu ifadeyi kullanmak yanlış olmaz: buyurun “dost-kurtlar sofrasına…” Meğer AB üyeliği için, Ermenistan iddialarının tanıma ön koşulunu ABD de istiyormuş ta yüksek sesle bir türlü ifade edilmiyormuş. Bu vesileyle bunu da öğrendik.

Osmanlı idaresinde 850 yıl birlikte yaşayan Ermenilere hiç bir zararın verilmediğni, Osmanlıdan once de Anadolu’da Türklerin egemenliğinde Ermenilerin yaşadığını ifade etmekten kaçınmış, basın organları. En önemlisi Ermenilerin vatana ihanet suçu işlediklerini de yazmamışlar, muhtemelen bilinçli olarak. Aksi halde diyasporanın hışmına uğrayabilirlerdi.

The Times (İngiltere): ABD basınına benzer yorumlar yapmış. On yıllardır süren düşmanlığın kolayca atlatılamayacağını vurguladıktan sonar, iki ülke arasındaki ilişkiler “düşmanlık” temelinde sürdüğünü, hâlâ birçok tehlikeyle karşı karşıya bulunulduğunu, özellikle Ermenistan’ın, Türkiye’nin “Ermeni soykırımı” yaptığı iddiası ve bunun uluslararası toplum tarafından tanınması konusundaki kampanyasına dikkat çekiyor.

Bu konuda Türk milletindeki “milliyetçi” duygular çok yoğun olduğunu vurgulaması, bu düşmanlığın devam edeceğine işaret ediyor. Benzer bir yaklaşımla, Türkiye’nin Ermenistan ile diplomatik ilişkiler kurması, Türkiye’nin AB üyelik şansını artıracağı vurgusu da yapılıyor.

BBC (İngiltere): Türkiye ve Ermenistan, aralarında on yıllarca süren güvensizlikten sonra diplomatik bağları kurmaya bir adım daha yaklaştığını belirterek, bunun “tarihi atılım” olduğunu vurgulamış. Ayrıca, Türkiye’deki artan demokratikleşme ve ordunun siyasi alandan geri durması da bu ilişkilerin kurulmasına yardımcı olduğu yönünde görüş belirtilmiş.

Yorum ve irdeleme: Burada farklı bir yaklaşım olarak Ordunun siyasi erk üzerinde etkisinin azaldığı noktasındaki yaklaşımdır. Bunu herkes fark ediyor. Değişen şartlara bağlı olarak Ordunun da kendine yeni stratejiler oluşturması doğal sayılmalıdır. Zaman içinde yapılacakları gözlemek ve her an tetikte beklemek şimdilik en doğru yöntem olduğu yönünde tavır sergileyen ordu, zaten siyasetin dışında durmayı hep tercih etmiştir. Mecbur olmadıkça siyasete müdahil olmamıştır. Bir anlamda orduyu buna mecbur edenler, yine siyasetçilerin beceriksizliği ve düşük yetenek düzeyleridir.

AB üyeliği için Ermeni soykırım iddialarını kabullenme ön şartının İngiliz basını tarafından zikredilmesini hiç yadırgamadım. AB ye almamak için “olmayacak” veye “hiç kabullenilmeyecek” şartları öne sürmek AB nin siyasetidir. Bundan gocunulacak bir husus yoktu. Önemli olan bizim muhteremlerin bunu anlamaları ve hala oyalamalardan ders almamalarıdır.

Deutsche Welle (Almanya): Türkiye ile Ermenistan arasındaki diplomatik gelişmeleri “futbol maçı” merkezli yorumlamış. İlişkilerin normalleştirmek için sporun aracı olarak kullanıldığını yazıyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın 14 Ekim’de Bursa’da oynanacak futbol karşılaşmasına gelmesini sağlamak için protokollere imza atarak sürpriz yaptığını belirtiyor.

El Pais (İspanya): Ermenistan ve Türkiye, diplomatik ilişkileri kurmak istediğini, yüzyıla yakın bir zamandır devam eden düşmanlığı azaltmak için yakınlaşmanın olduğunu ve sınırlarını açma eşiğine gelindiğini ifade etmiş.

ABD ve AB durumdan çok memnun!

İşin perde arkasındakiler olarak bilinen AB ve ABD memnun olduğuna göre, bu sonuçtan başkasının şikâyetçi olması beklenmez. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye-Ermenistan mutabakatı konusundaki memnuniyetini belirtmekte acele bile etti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü olan “Ian Kelly” imzasıyla bir açıklama yapıldı. Buna göre: “Ermenistan ve Türkiye’yi, bugünkü açıklamalarında tarif edildiği şekilde üzerinde mutabakata varılan çerçeve dahilinde, süreci hızlandırmaya davet ediyoruz. Her iki hükümetle de, bölgede barış, güvenlik ve istikrara katkıda bulunacak tarihi bir süreçte ilişkilerin normalleştirilmesine destek için yakın çalışmaya hazır olmayı sürdürüyoruz.”

Eh, bundan iyisine “can sağlığı” denir. “Ağababa” bu işten memnun olduğuna göre ve devamında işbirliği için “katkı yapmaya” hazır olduğuna göre, ABD açısından istenen ve uygulanan operasyon sonuç vermiş demektir. Artık Kafkaslarda ABD için sorun olmayacağı varsayımı kadar, sorun çıkaranlara da gerektiğinde bu “sıçrama tahtaları” aracılığıyla gözdağı vermeyi de ihmal etmeyecektir.

Diğer yandan AB’nin Dış İlişkiler Komiseri Benita Ferrero-Waldner da, “Ermeni açılımı“nı desteklediklerini net ifadelerle açıklamıştır. Türkiye-Ermenistan arasında imzalanan taahhütlerinin “yüksek önem taşıdığını” bildirerek taraflardan “çabuk” olmalarını istemiştir.

Görüldüğü üzere hem ABD hem de AB bu işin arka planında olduklarını hemen ifade etmektedirler. Her nedense “yerli muhalifler” bunun böyle olduğunu, yani AB-D planı olduğunu ifade ettiklerinde “namussuzlukla” itham edilmektedirler. Abe muhteremler, adamlar malumu ilan ederek sizi ne kadar “güç” durumlara soktuklarının farkında değil misiniz? Etrafınızdaki “akıl hocaları” bu vesile ile sınıfta kalmışlardır. Yeni “biat ruhlu monşerler” bulsanız iyi olur…

Sonuç ve yorum: Görüldüğü üzere dış basın çok yüzeysel bir yaklaşımla olayı özetleyip okuyucusuna aktarmıştır. Hiç bir basın-yayın organı esas sebepten bahs etmemiş, Ermeni iddialarının vatana ihanetin sonucu olduğunu, bunun sonucunda da “ölüm cezası” yerine “göç” tercih eden zamanın idaresinin aslı da Ermeni vatandaşları koruyup kolladığı olayına hiç değinmemişler. Sadece yüzyıla yakın düşmanlıktan bahsetmşiler. Hiç biri, neden Fransayı işgal eden Almanlarla “dost” olabildiğini, buna karşın vatana ihanetin bedelinin ne olduğunu yazmıyor. Çünkü işlerine öylesi geliyor…

 

(Devam edecek)

Zurnanın zırt dediği yer

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Ekonomi, Enerji ve Tarım’dan Sorumlu Müsteşarı Robert Hormats, ülkesinin enerji projelerinde Türkiye’nin kilit rol oynadığını söylemiş.

Daha önceki dönemlerde Henry Kessinger’ın Danışmanlığı görevinde de bulunan, bölgeyi çok iyi tanıyan bir diplomat olan Hormarts, Güney Koridoru’nun enerji nakil hatlarındaki önemine de dikkat çekmiş konuşmasında.  

Hani eskilerin kullandığı bir deyim vardır, bilirsiniz.

“Zurnanın zırt dediği yer” tam da burası.

İşte Hormarts’ın demecini okuduğunuzda, o yerin yani “zurnanın zırt dediği” yerin,  enerji nakil hatları ve dolayısı ile Güney Koridoru olduğunu hemen anlıyorsunuz.

PKK yı bitirme planlarına ABD’nin dahil olmasından tutun da, Ermenistan Kapısı’nın açılmasına yönelik baskıların “sebeb-i hikmeti” burada.

Bölgenin güvenliği işte bunun için eskiden daha farklı bir önem arz ediyor.

Bölgenin istikrarına katkıda bulunma çabaları olarak değerlendirilebilir ABD’nin bu çabaları.

Hatta ulusal medyada “Taraf” tutan bazı kalemler, bunun böyle olduğunu yazmayıp haykırıyorlar adeta.

Bu kalemşörlerin gördüğü ama millete anlatmaktan imtina ettikleri bir de diğer tarafı var bu işin.

İstikrar ama bedeli ne?

Türkiye’nin bu konuda kaybedecekleri bu Emperyal Ülke’yi ne kadar ilgilendiriyor?  

Bu sorunun cevabı çok basit.

Zerre kadar ilgilendirmez.

Onlar için kendi ülkelerinin öncelikli menfaatleridir aslolan. Gerisi sadece teferruattan ibarettir.

İstikrara evet ama her şeye rağmen istikrar değil.

Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada önceliklerini ele aldığımızda, toprak bütünlüğünü ve üniter devlet yapısını, ilk sıraya almamız gerekiyor.

Bundan başka, Ermenistan’la olan zoraki ilişkilerin,  tarihsel ve soy bağımız olan Azerbaycan’ı rahatsız edeceğini aklımızdan çıkarmamamız bunun sonucunda da Azebaycan’ı  karşımıza alarak kaybedeceklerimizi de hiç yabana atmamak lazım.

PKK’yı bitirmenin yolu, Kuzey Irak’ta temeli atılan Kürt Devleti’ne yol vermekse, varsın biz PKK ile savaşa devam edelim.

Bu savaşın Türkiye’ye kaybettirdiği yıllardan, ekonomik kayıplardan, verilen şehitlerden devamlı şekilde bahsederek, Türkiye’yi adeta beyin ablukasına almanız, kurulması öngörülen Kürt Devleti sonrası Türkiye’nin kaybedeceklerini düşünmekten alıkoymuyor “Türkiye için Türkçe” düşünen insanları.

Milletlerin kayıplarını ve kazançlarını belirlerken, kısa bir zaman dilimini esas alırsanız,  bu sizleri ciddi yanılgılara sürükleyebilir.

Bakış açınızı geniş tutmalısınız.

Seçim sloganı olarak millete tavsiye ettiğinizi önce siz uygulayıp, gerçekten büyük düşünmelisiniz.

Tabiidir ki, beyninizin kapasitesi buna elveriyorsa.

Önceliğiniz, “iktidarınızın devamı” değil, “ülkeniz” olmalı bunun için.

Umarım halkımız Türkiye’nin önünde bulunan bu meselelerin ciddiyetinin farkına bir an önce varır ve toplumsal muhalefet olarak sesini biraz daha yükseltir.

Aksi halde gelecek nesillere bırakacağımız Türkiye, var olma iddiasından uzaklaşmış, dünyadaki küresel güçlerin oyuncağı olan, kendini millet yapan tüm değerlerini kaybetmiş bir ülke olacaktır.

Tekerrür Eden “Açılımlar”

“Tarih tekerrür eder mi etmez mi” sorusu tarihçiler arasında süre gelen bir tartışmadır.  Kanaatimce zaman ve mekan farklı olsa da konular aynı olduğu müddetçe tarih tekerrür etmektedir. Mesela şuan içinde bulunduğumuz durum 19.yy Osmanlı’sının içinde bulunduğu durum ile büyük benzerlik göstermektedir.

Özellikle 1856 “Islahat Fermanı”nın ilan edildiği dönemin şartları ile bugünkü Türkiye’nin şartları benzerlik göstermektedir. O dönemde ülkenin içerisinde bulunduğu mali durumun zorluğu ilk kez olarak devleti borçlanmaya sevk etmiş, buna binaen dışarıdan yapılan baskılar sonucu ülke içersindeki gayr-ı Müslim tebaya dönemin anahtar kelimesi olan “hürriyet ve eşitlik” ışığında geniş haklar tanınmıştır.

O dönemde hükümetin dışarıdan gelen baskılar sonucu ilan ettiği “Islahat Fermanı”nın ilan ettirenler açısından amacı imparatorluğu kendi menfaatleri doğrultusunda parçalamak iken, ilan edenlerin amacı ise çöküşe geçmiş olan bir imparatorluğun devamını sağlamaktı.

Netice itibarıyla fermanın sonrasında gelişen olaylara bakıldığında o dönemde yapılan açılımların ülkeyi dağılmaya ve yıkılmaya götürdüğü görülmektedir.

Günümüze baktığımızda “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında geçmişte olduğu gibi bugün de yine Türk-İslam coğrafyası paylaşılmak istenmektedir.  Paylaşılmak istenen coğrafya aynı olduğu için uygulanan yöntem de aynı olmakta, dünün anahtar kelimesi “hürriyet” iken bugünün anahtar kelimesi “demokratikleşme” olarak gündeme oturmaktadır.

Bu bağlamda ilk demokratikleştirilen ülke Irak’tır. Yoğun demokratikleştirilme çabaları sonucunda ülke üçe bölünmüş olup halen bir kaos içinde yaşamaktadır. 

Demokratik açılımın ikinci ayağı olan ülkemize bakıldığında ise:

Ülkemizin özellikle son on yılda ve yine özellikle ekonomik olarak dışa bağımlı bir şekilde hareket etmesinin ve akabinde yaşanan küresel ekonomik krizin ülkemizi dar bir boğaza soktuğu görülmektedir.

Bunun yanında 28 Şubat süreci sonrasında toplumda yaşanan kutuplaşmalar, özellikle muhafazakar kesimin bir bölümünün kendi meşruluğunu dış mercilerde araması, büyük Ortadoğu projesinin ülkemiz adına çizdiği yol haritasının uygulanmasına uygun bir zemin hazırlanmasını sağlamıştır.

BOP’nin ilk ayağı ülkemizin doğu bölgesi için belli olmuştur. “Demokratik Kürt açılımı” adı altında henüz ne olduğu belli olmayan bir yol haritası belirlenmiştir. Yol haritasını hazırlayanlar yaptıkları açıklamalarda “bedeli ne olursa olsun bu yola gidilecektir” dediklerine göre ülkemiz açısından radikal bir değişimin söz konusu olacağı aşikardır.

Yukarıda izah ettiğim gibi tarih boyunca yapılan açılımlar farklı etnik kimlikleri bünyesinde barındıran ülkelerde o ülkenin bölünmesine sebebiyet verdiği için ve AB’ye göre ülkemizde 36 çeşit etnik kimlik varsa ülkemizin akıbetinin ne olacağı merak konusudur.

Nitekim sırada “Alevilik” açılımı yer almaktadır. Bulunduğum bir toplulukta yapılan konuşmada açılımın sadece Kürtler için diğer, gürcü, laz ve çerkez gibi etnik kimliklere de yapılması gerektiği yönünde fikirler beyan edilmesi toplumda ileride meydana gelebilecek ayrışmaları göstermeleri bakımından önem arz etmektedir.  

Değerli okuyucular, yakın tarihimiz göstermektedir ki ülke içerisinde meydana gelen ekonomik bozukluk siyasi zafiyeti, bu zafiyet de dışarıdan verilen ve yapılması istenen ev ödevlerini beraberinde getirmektedir.

 Milletin kendi iradesi dışında ortaya çıkan açılımlar, geçmişte vatan savunmasına kadar milleti sürüklemiştir. Dün vatan savunması için milletimiz etnik yapılarını gözetmeden top yekun birleşirken böyle giderse açılımlar ayrışmayı, ayrışmalar da devletin devamı söz konusu olduğunda yalnızlığı doğuracaktır. Saygılarımla…

Kürt Açılımı Sohbetleri

Ermeni Açılımı” kapsamında yapılan çalışmaların ilk sonucu olarak Türkiye ile Ermenistan arasında iki protokol imzalandı. Ancak bu protokollerin yürürlüğe girmesi için her iki tarafın Meclislerinin onayı gerekiyor. İmza töreni sırasında yaşanan küçük krizin gösterdiği gibi daha uzun ince bir yol var.

Başbakan Erdoğan, “Azerbaycan Parlamentosunda ifade ettiğim gibi yine söylüyorum; eğer işgal altındaki Azeri topraklarından Ermenistan çekilmediği sürece Türkiye de bu konuda olumlu bir tavır içerisinde olamaz. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sorunlar çözüm yoluna girerse TBMM’nin protokolleri onaylaması da kolaylaşacaktır. Parlamentomuz bunları onaylamak için Azerbaycan Ermenistan sorununda ne oluyor, ona muhakkak bakacaktır” dediğine göre, yakın bir gelecekte protokollerin uygulanması söz konusu değil.

Kaldı ki bu protokoller imzalanmasa bile Türkiye’nin kaybedebileceği pek bir şey olmayacaktı. Protokollerin gereğinin yapılması halinde ise, Türkiye’nin bu konudaki ABD ve AB baskısından kısmen kurtulmasından başka pek bir kazancı olmayacak. Bu anlaşmalar büyük devletlerin güç dengesi içinde ve onların talepleri kapsamında sonuçlanacak. Ermenistan’ın berbat durumda olan ekonomisine de nefes aldıracak.

Bu bakımdan Türk halkı milli birlik ve bütünlüğünü daha çok ilgilendiren “Kürt Açılımı/ Demokratik Açılım” adı verilen gelişmelerle daha çok ilgileniyor. Milliyetçi, muhafazakâr, dindar çevrelerde bir kafa karışıklığı ve endişenin hâkim olduğu görülüyor. Ortak sohbet imkânı bulunan her yerde, özellikle ev ziyaret ve sohbetlerinde, aşağıdaki sohbete benzer konuşmalara siz de şahit olmuş ve hatta katılmış olabilirsiniz. Bu sohbetlerde bugüne kadar iktidar partisine oy vermiş olanların da, vermeyenlerin de ortak endişeler içinde olduğunu gözlemlemiş olabilirsiniz:

K: Ağabey, siz iktidar partimiz içinde ilimizde önemli görevlerde bulunan bir kişisiniz. Partinin büyükleriyle yakın ilişkileriniz var. “Kürt açılımı” denilen hadise hakkında ne düşünüyorsunuz?

E: Açılım aslında başladı bile. Açılımın esasını,  Cenabı Hakk’ın ayetinde belirttiği üzere “innemel mü’mimüne ıhvetün” yani “Müminler ancak kardeştirler” hükmü teşkil etmektedir. Kısacası bölgedeki insanlarımızla İslam kardeşliği çerçevesinde buluşmaktır. Bunu Sayın Başbakanımız basına kapalı toplantılarda dile getiriyor. Bunun için Doğu ve Güneydoğu bölgemizde devletin vatandaşla temas eden yüzü olan valiler, emniyet müdürleri ve müftülerin neredeyse tamamı değiştirildi. Özenle seçilen bu devlet görevlilerinin tesiri ve önemi zannedildiğinden çok fazla olacaktır.

S: Beyefendi, bahsettiğiniz devlet görevlilerinden değiştirdik dediklerinizi de AKP iktidarı tayin etmişti. Devlet görevlilerinin vatandaştan kopuk olmaması, ortak inanç paydalarında buluşması iyi bir şeydir. Ancak açılım denen şey vatandaş/ devlet kaynaşması meselesinden daha çok, terör belasına çare bulma ve PKK’nın tasfiyesini sağlamak için yapılacak işler olmalıdır.

Vatandaş / devlet kaynaşması birinci mesele ise ve görevden alınan vali ve emniyet müdürleri başarısız ise diğer bölgelerimizin ne kusuru var? Bu başarısız bulunan görevliler Türkiye dışına mı gönderildi? Diğer bölgelerimizde vatandaş/ devlet kaynaşmış ise bunu bozmak için mi buraya tayin edildiler?

R: “Kürt Meselesi” denilen şey aslında PKK bölücü terör örgütü ve faaliyetleridir. Bu örgüt müttefikimiz denilen ülkeler dâhil dünyada 50 den fazla ülkede temsilciliği olan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yoluyla para kazanmasına göz yumulan, silah, cephane ve lojistik destek sağlanan bir terör örgütü. AB ülkelerinde serbestçe faaliyet gösteren bu örgüt, ABD’nin kontrolünde olan Kuzey Irak Kandil bölgesinde yeterli izin ve destek sağlanmasa barınması mümkün olabilir miydi? Bu durum herhalde bölge valilerinin ve diğer devlet görevlilerinin değişmesiyle alakası olmayan gerçekler.

M: Ayrıca İslam kardeşliği modeli Osmanlı Devletinin kuvvetli olduğu dönemlerde başarılı olmuştu. Ancak devlet zayıfladıkça özellikle son döneminde tartışılmış, denenmiş, başarılı olmamış bir modeldir. Osmanlı Devletinin parçası olan topraklarda, sadece Ortadoğu’da kurulan Müslüman devletlerin sayısı 10′ dan fazla. Şu anda Irak’ta olan üç Müslüman topluluğu da (Türkler, Kürtler, Araplar) bir arada tutmak için İslam kardeşliği modeline değil, ABD, Türkiye, İran ve diğer güçlerin dengelerine sarılmıyor muyuz?

Elbette mesele çok boyutludur, mucizevî çözümler yoktur. Ancak esas olan, Türk devletinin güçlü olması, teröre pabuç bırakmaması ve vatandaşlarının tümünü kucaklayıcı demokratik bir yapıya kavuşturulmasıdır. Asla bölgesel ve etnik gruplara yönelik kollektif haklar verilmesi değildir.

O: Ben geçenlerde eski Yugoslavya bölgesini çok iyi tanıyan bir arkadaşla görüştüm. Bana anlattığına göre eskiden Yugoslavya’da Hırvatça denilen bir dil sadece yaşlı Hırvatlar tarafından kullanılıyordu. Dış baskılarla, genç ve orta yaşlı kuşağın konuşmaz olduğu bu dili canlandırmak için yapılan açılımlar sonucu Hırvatça yaygınlaştı. Bir süre sonra anlaşamaz olduğu diğer etnik gruplardan, ayrılık taleplerini gündeme getirdiğinde zaten dili de farklı hale gelmiş olduğundan, fazla güçlük çekmedi. Üstelik Hırvatlar maddi zenginlik açısından iyi durumdaydılar. 4,5 milyon nüfuslu Hırvatistan’ın kişi başına milli geliri 15.000 USD üzerindedir.

Bugün devletimiz TRT şeş adı altında yaptığı yayınla, birbiriyle anlaşamayan, Türkçeyi bilme oranı %95’in üstünde olan Kürtleri, Barzan aşiretinin lehçesinde birleştirmekle böyle sonuca hizmet ediyor endişesindeyim. Ben dört seçimdir AKP’ye oy veren bir insan olarak bu açılımları tehlikeli buluyorum.

H: Benim annem okuma yazma bilmez bir Anadolu kadınıdır. Bildiğiniz gibi kardeşim de Ak Parti’de aktif görev yapıyor. Annem bu Kürt açılımı tartışmaları ortaya çıktıktan sonra Başbakana çok kızgın. “Tayyip bu ayrılıkçı Kürtleri çok şımarttı. Ülkeyi bölecek, O’nu asmak lazım” gibi sert ifadeler kullanıyor.

E: Merak etmeyin. Hiç kötü bir şey olmayacak. Ülke bölünmez. Ben de -Tayyip Bey’i ve Abdullah Gül Bey’i yakından tanımasam- bazen yapılanlara bakıp, bunlar hain diyeceğim geliyor. Ancak onları yakından tanıyorum ve kesinlikle yanlış bir şey yapmazlar diyorum. Buna samimiyetle inanıyorum.

S: Son Osmanlı padişahları da vatanını, milletini seven, dindar insanlardı. Ama dış devletlerin baskısına direnecek cesaret ve basireti gösteremedikleri için Devletin parçalanmasına engel olamadılar. Bizim devlet adamlarının niyetini okumak yerine, icraatının doğru olmasını takip etmemiz gerekir.

Sohbetler bu minval üzere ve bir sonuca varmadan devam eder….

Güllerin Dilinden

Sevdanın simgesi açar güllerde

Çoğalarak yol alır ayın gölgesinde

Yürekler çırpınır heyecanlı günlerde  

 

Sevgiler çoğalır, gönüller çoşar

Severek yol alır gül bahçesinde

Canlanır umutlanarak güneşin parıltısı

Açar yapraklarını seven yüreklere  

 

Canları hoş eder güllerin rengi

Sevgiyle açar mutlu gönüllere

İnciterek kırarsın gülün yaprağını

Konuşarak anlatır, yüreğindeki sevgiyle

Türkiye’nin Büyük Çatısı (7 s)

Türkiye’nin Büyük Çatısı ve ortak aidiyet” konunun kapanış konuşmasını Prof Dr. Vamık Volkan yaptı. Burada ifade etmediğim bir çok konuşmalarda oldu. Önemli gördüklerimi derleyip 7 adet yazıma koydum 6. Yazım kendi görüşlerimi ifade ediyor. Kasım 2009 tarihinde Bu toplantının ikincisini yapılacağı haberi geldi ve katılım için davet aldım. Kasım ayındaki toplantının “açılımdan” sonra olması “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve ortak aidiyet” kavramı için teorilerin ve pratiklerin nasıl olacağı konusunda yine farklı disiplinlerden gelmiş kişilerin değerlendirmelerinin çok önemli olacağı ve Türkiye’nin demokrasi kültürüne ciddi katkılar yapacağı kanaatini taşıyorum.

Prof. Dr. Vamık Volkan’ın kapanış konuşmasından bahsederek bu konuyu bitirmiş olacağım..

“Otuz sene önce bu Kürt sorunu diye bir şey ortaya çıktığı zaman bana telefon edildi ben de beraber kitap yazdığım tarihçi Norman Itzkowitz ve bir diplomat arkadaşımla Türkiye’ye geldim bu meseleyle ilgili çalışmak için. Bizim düşündüğümüz şey bazı Türk ve Kürt aydınlarıyla bir araya gelerek barış için bir şey yapılabilir mi diye konuşmaktı. Bizi sabahleyin otelden alıp Ankara’da büyük bir salona götürdüler. Orada yaklaşık 300 kişi vardı, bizi onların karşısına oturttular. Beş dakika sonra biri kalkıp dedi ki, siz Türkiye’yi parçalamaya geldiniz, buradan defolun filan denildi.

Demek istediğim bu meseleler kolay kolay konuşulmazdı Türkiye’de, şimdi ise epey mesafe alınmış. Ama tabi ümidimizin olması gerçekleri görmemize engel olmamalı; çünkü problemlerimiz de var. Ve bugün bunlar açıkça konuşuldu. Tabi bu konuşmalar sırasında birçok inkarlarımız da vardı. mesela kaç kişinin öldüğü hiç söylenmedi. Bazı şeyleri insani olmadığı için söylemek istemiyoruz. Ben birtakım hususları burada öğreniyorum.

Benim uzun yıllarım hep farklı yerlerde çalışmakla geçtiği için birçok yere seyahat ettim. Mesela Arnavutluk’a gittiğim zaman ‘neden bu Arnavutlar, Boşnaklar Osmanlı’nın mirasçısı olmasın‘ diye sordum kendi kendime. Adamlardan bir sürü sadrazam vezir filan çıkmış. Ama Türk diye bir şey gelişmiş ve Osmanlı’nın mirasçısı biz olmuşuz. Demek ki bu meselede de farklı bir şeyler var, ona farklı açılardan bakmak lazım.

Ben izninizle tekrar zeytinyağı metaforuna gideyim. Bu tür toplantılar inşallah devam eder, çünkü bakın burada serbestçe konuşuyoruz. Bu toplantılardan sonra Türkiye’de süreçler gelişecek, ama bu süreçlerin nasıl gelişeceğini henüz bilmiyoruz. Benim tecrübelerim daha çok dışarıya ilişkin tabi, o yüzden Türkiye ile ilgili konuşmak için daha çok çalışmak lazım. ‘Düşman grupları‘ bir araya getirdiğiniz zaman onlarla bir değil belki dört beş yıl çalışmanız ve onları konuşturmanız lazım. Benim buradaki vurgum m bir araya getirdiğiniz zaman bazı psikolojik süreçler gelişiyor; ben size bu psikolojik süreçleri saymak istiyorum.

Nitekim Türkiye’de de benzer psikolojik süreçlerin gelişmesi çok mümkün. Türkiye gerçekten çok değişti ve gelişti; ben de inanıyorum ki Türkiye artık parçalanmaz. Bunun imkanı yok, dünya bırakmaz. Zira bu sadece Türkiye’nin problemi değil, her yerde olan bir şey. Yani ulus sistemi devam edecek ama artık ulus sistemi de çok değişti. Özellikle küreselleşme yoluyla birçok yeniden tanımlanmaya başladı. Şimdi beraber yaşama süreci bağlamında yapılacak şeyler var. Şu günlerde yaşanan bir süreç var; işte Kürtçe televizyon açılıyor vs. bütün bunlara alışacağız elbette. Emin olun bütün bunlar tüm dünyada yaşanan süreçler. Ben kısa bir süre önce İspanya’da idim, aynı şeyler konuşuldu. Beraber yaşamak tabi ki iyi bir şey ama bazen ansızın bu işler ters de dönebiliyor fenalıklar ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle bizim bu ‘aramızda konuşma sürecini‘ başlatmamız gerekiyor.

Bu konuşma süreçleri başladığında fena şeyleri insanların inkar ettiğini görürsünüz. Kimse konuşmuyor ama herkes kaç kişinin öldüğünü biliyor. Bir araya gelen travma yaşamış insanlarda önce küçük çatışmalar ortaya çıkıyor. Mesela Araplar’la İsrailliler müzakere ederken Araplar’dan biri der ki, Yaser Arafat’ın öldürülen bir arkadaşı için herkes ayağa kalksın bir dakikalık saygı duruşunda bulunacağız. Tabi İsrailli kalkmıyor. Herkes bu şekilde karşıdakini test ediyor. Biz de dedik ki, herkes ayağa kalksın ama kimi isterse onu düşünsün. Bu şekilde bir orta yol bulduk.

Ülkenin bir yerinde olan bir olay, başka bir yerinde yaşayan aynı gruba mensup insanları da etkiliyor, aynı şeyleri hissediyorlar. Bunlar doğal felaketlerden farklıdır. Gruplar içindeki hissiyat bu şekilde paylaşılıyor. Bir şey yapacaksak bunu da hesaba katmamız lazım. Ve her ne olursa olsun bu sürecin devam etmesi gerekir.

Bu süreçlerde ‘akordiyon fenomeni‘ ortaya çıkar. Bunu biraz burada da gördüm. Buradaki herkes barışçı; ama bu doğru değil. Hepimiz barışçı değiliz, olamayız. Hepimiz ilim adamıyız, burada oturmuş iyi şeylerden ve barıştan söz ediyoruz. Ama gerçek hayatta bir şeyler oldu mu kötü taraflarımız ortaya çıkar. Bunları da göze almazsanız gerçekçi bir şey ortaya koyamazsınız. İnsanlar birbirlerini psikoloji nedeniyle ve yoluyla öldürmüyor; gerçek sebeplerden dolayı öldürüyorlar. Ama eğer siz zeytinyağını temizlerseniz o zaman gerçekçi bir biçimde konuşma imkanınız olur. Peki akordiyon fenomeni ne demektir? İnsanlar anlaşmak için bir araya geldiğinde aynen akordiyonun açıldığı zamandaki gibi geniş bir şekilde konuşup sanki anlaşacaklarmış hissi veriyor. Sakın aldanmayın, o anda karar verilmez. Çünkü bir gün sonra akordiyon kapandığında fikirler sıkışır ve anlaşmazlık çıkar. Bütün mesele, eğer bir sürece girecekseniz o akordiyonu çalmasını bilmektir. En gerçekçi konuşmalar akordiyonun normal olarak çalınmasıyla mümkündür. Büyük gruplar arasında değişmeyen iki prensip var: Birincisi ‘ben sizin gibi olamam‘ prensibidir; insanlar sıkışma zamanlarında kendileri gibi olmayanları ayırır, biz farklıyız der. Bu bilhassa reel politikada çokça gözlemlenir. İkincisi de ‘benimle sizin aranızda bir hudut vardır’ düşüncesidir. Belki siz karşıdakini (aynen delikli peynirdeki gibi) görebiliyorsunuzdur, ama aranızda bir hudut vardır.

Farklı gruplar arasındaki konuşmalarda birbirleri arasında empati olması gerekiyor ki birbirlerini anlayabilsinler. Yoksa hiç kimse karşıdakinin seçilmiş travmasını anlamaz. Bir de en tehlikeli olan şey, bir grubun öteki grubun sözcüsü olmasıdır. Mesela bir İsrailli diyor ki, Araplar şunu şunu düşünüyor. Bu ne demek: Kendi korkularını Araplar’a yansıtmış ve ondan sonra onun sözcüsü olmuş. Eğer buna müsaade ederseniz bu konuşmalar bir yere gitmez. Bu nedenle her grubun kendi isteklerini ve korkularını kendilerinin söylemesi gerekiyor, başkası değil. Bu psikolojik süreçlerin Türkiye’de gelişeceğini tahmin ediyorum. Bir diğer konu da küçük farklılıkların çok büyümesi ile ilgili. Eğer bir toplum üzerinde baskı varsa o toplum diğer insanlarla arasındaki küçük farkları büyütür, böylece kendi farkını ortaya koymuş olur. Ve bunlar bazen korkunç sonuçlara neden olur. Tüm bu süreçler geliştikten sonraki bütün mesele yas tutma meselesidir. Türkiye için bu yas tutma meselesi çok önemlidir. Çünkü biz yas tutamayan bir milletiz. Esas soru şu: Biz neden yas tutamadık? Önce neden yas tutmamız gerekirdi diye soralım.

Çünkü imparatorluğu kaybetmiştik, bu büyük bir meseleydi. Birçok insanımızı kaybettik, bu bir meseleydi, memleketlerimizi kaybetmiştik bu da bir meseleydi. Bu süreçlerden sonra karizmatik bir liderimiz oldu. Abartılmış narsisizm ortaya çıktı. Yavaş yavaş değil de aniden yukarıdan gelen bir değişim oldu. Cumhuriyet ile beraber kimilerine göre sembolik olan kimilerine göre de gerçek olan birçok değişim oldu. Bana göre gerçek bir değişim oldu. Bakın mesela ben Avrupa’ya gittiğim zaman yaptığım, geliştirdiğim her şeyi bir Türk olarak yaptığımı söylüyorum. Bunu biz yaptık. Ve gerçekten yaptık. Bu kimlikle ilgili bir şeydir çünkü. Yas tutma ne demek; kaybettiğiniz şeylere tekrar bakmak demek. İnsanlar birini kaybettiklerinde ağlayıp onun yasını tutar ömür boyunca. Toplumun gözleri olmadığına göre nasıl yas tutacak? Toplum da heykeller yapar, hak edilme ideolojisi geliştirir, mağdurluk kimliği geliştirir ve onun altında ‘ben senden daha iyiyim’ düşüncesini geliştirir. Her toplumun farklı yas tutmaları olur; bizim yas tutmamız insan yapısına daha uygun. Peki biz ne yapıyoruz; eskiye bakıyoruz. Eskiye baktığımız zaman Osmanlı’dan geçiş yaparken arındık ve sevdiklerimizi alıp ötekileri attık. Mesela Fatih Sultan Mehmet’i aldık, ama başka bir padişahı attık. Eskiye bakarken bazı gelenekleri alıyoruz, bunlar da arındırılmış olanlar. Bugün Türkiye’de ikinci bir arındırma oluyor. Bu ikinci arındırma birinci arındırmayı değiştiriyor. Bunu anlarsak aramızdaki anlaşmazlıkları daha iyi anlarız. Psikoloji bunu anlamak için yardım edebilir. Bu hem etnik hem de dini durumlar için olabilir. Bazılarımız geçmişi yüceltiyoruz; bu da bir inkardır aslında. Geçmişte çok güzel şeyler olabilir, ama geçmiş geçmiştir.

Geçmişin bazı bölümlerini devamlılık için alırsak bu iyi bir şeydir. O zaman kendime olan güvenim ve saygım artar. Benim bir geçmişim var. Biz yas tutma işini şimdi yapıyoruz. Bir sürecin nasıl başlayacağını ben size söyleyemem. Eskiden bir takımım vardı ama şimdi öyle değil. Bu büyük meseleleri konuşmak için birçok farklı ülkeden insanları bir araya getirip konuşturmak lazım, o zaman bazı sorunları çözebilirsiniz. Şimdi Obama işbaşına geldi, belki bizim de çalışmalarımızı yukarıya iletme imkanımız olabilir. Türkiye’ye özel şeyler var elbette, ama dünyadaki gelişmelerin etkisini de unutmayalım.

Şimdi dünya değişecek, çünkü bir mucize oldu dünyada. Bu mucize Amerika’da Obama’nın seçilmesidir. Düşünün ki ben uzun yıllar önce Amerika’ya gittiğimde orada aylığım 75 dolardı ve ayrıca ırkçılık vardı. Şimdi Amerika’nın demokratik ve gelişmiş olduğunu filan söylüyoruz ama eskiden böyle değildi. Ama o ülkenin damarlarında bu var; bizi de köle gibi çalıştırdılar. Ben daha fazla para kazanmak istediğimi söyleyince beni iki yıl boyunca sadece zencilerin alındığı bir hastanede çalıştırdılar. Bu yüzden biliyorum ki Amerika’da ırkçılık gerçekten vardı. Bu sebeple diyorum ki Obama’nın seçilmesi bir mucizedir. Türkiye’nin de buna hazırlanması gerekir.

Eğer Amerika’da yolsuzluk ortadan kalkarsa, her şeyi ben bilirim ve idare ederim lafları ortadan kalkarsa, yeni modamız o olacak. Ve o zaman daha gerçekçi bir zemin olacak, buna hazırlanmamız gerekir. Buna hazırlanmamız için kutuplaşmalarımıza daha iyi bakmamız gerekir.”

Vamık hocadan zeytinyağı meteforunu, akordiyon ve delikli peynir fenomenlerinin neyi içerdiğini öğrenme fırsatı yakalamış olduk.  Vamık hoca toplantıdan çok ümitli ayrıldı. Bende Vamık hocanın sözü ile bitiriyorum “eğer bir sürece girecekseniz o akordiyonu çalmasını bilmektir.”

Ermeni Açılımı: Bir İnceleme ve İrdeleme

Son aylarda en popular kelime, “açılım” kelimesidir. Neyin ve nasıl açılımı yapılacağı bilinmeden, söylenmeden sloganımsı bir ifade ortaya atılmış, ilgili-ilgisiz, bilen-bilmeyen, anlayan-anlamayan fikir beyan ediyor. Ülkemin genel atmosferi siyasi ve sosyal çorbaya dönmüş durumda…

Bir taraftan “demokratik açılım” diye isim değiştiren “Kürt açılımı”, diğer taraftan ağababanın emriyle organize edilen ve çeşitli kamuflajlarla Türk milletine sunulan “Ermeni açılımı” söylemleri, politik arenada sahte gladyatörlerin salvolarına aracı olmaktadır. Bu yazımızda, “Ermeni açılımı” üzerinde durarak konuyu çeşitli boyutlarıyla irdelemeye çalışalım.

Basına yansıyan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye ile Ermenistan arasında, paraf edilmiş bir protokol ile diplomatik ilişkilerin kurulması ve temsilciliklerin açılması kararlaştırılmış.

Aylardan beri söz konusu protokolün oluşturulması için diplomatik çalışmalar-görüşmeler İsviçre’nin arabuluculuğunda sürdürülmekteydi. Bu görüşmelerin “taraf” olan İsviçre’de yapılması ise (Ermeni iddiası olan “soykırım” tasarısını parlamentosunda kabul eden bir ülkelerden biri…) anlaşılır değil ya, haydi geçelim onu…

Tüm bu çalışmaların sonucunda Türkiye-Ermenistan arasında bir protokol paraf edildi. Protokol belli bir süre sonra da (paraftan itibaren yaklaşık 6 hafta sonra) karşılıklı imzalanması öngörülmektedir.

Protokolün başlığı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol.”

Protokol, içeriği bağlamında, üç ana konuyu öne çıkarmaktadır;

1- iki ülke arasındaki mevcut sınırın karşılıklı olarak tanınmak. İki ülke bu protokolle ayrıca, aradaki mevcut sınırı uluslararası hukukun ilgili antlaşmalarında tarif edildiği şekliyle karşılıklı olarak tanımakta, ortak sınırın açılmasını kararlaştırmaktadır.

2- ikili ve uluslararası ilişkilerde, “eşitlik, egemenlik, diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme, toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı” ilkelerine saygılı olmak.

3-Türkiye ve Ermenistan, terörizmin tüm biçimlerine karşı olmak. Bunun için de her türlü terörü, şiddeti ve aşırıcılığı kınamayı, bu tür eylemlerin teşvikinden veya müsamaha görmesinden kaçınmayı ve teröre karşı mücadelede işbirliğine gitmeyi taahhüt etmektedir.

Bu söylemlere çok farklı kulplar takmak veya yeni söylemler eklemek gerekmeyecek kadar açık görünüyor.

Bu ana tespitlerden sonra biraz detaylara inelim ve hemen ilk akla gelen soruyu soralım; protokolde neler var?

Protokol detaylı olarak incelendiğinde, son derece ustaca hazırlanmış ve karşılıklı “diplomatik gollerin” atılma gayreti gösterildiğini hemen sezersiniz.

1- Ermenistan için son derece önemli olan “sınırların açılması” konusu temel hedef olarak seçilmiş.

Anlaşıldığı kadarıyla protokolün yürürlüğe girmesiyle başlayan bir süre var. Bu süre de yaklaşık 4 haftayı kapsıyor. Protokolün parafından 4 hafta sonra sınırlar açılacak diye taahhütte bulunulmuş.

Bu maddenin Türkiye yararına bir çıkışı ya da avantajı var mı sorusuna, verilecek olumlu bir cevap bulamıyorum. İki buçuk milyonluk Ermenistan’ın neyinden yararlanılabilir ki? Fukara bir ülkedir, zaten. Mal satarım derseniz, parası yok, işsizlerimizi yollayalım derseniz, zaten orada işsiz çok. Özetle ekonomik bir yararın olacağını sanmıyorum. Az miktarda sınır ticareti olabilir belki, o kadar…

Sınırların açılması diplomatik bir yarar sağlayabilir, sertlik söylemler aza inebilir mi?

Ermenistan için milli ideoloji niteliğindeki “peşin hükümler, suçlamalar” yontulabilir mi?

Son derece şüpheli, mucize kabilinde belki!..

2- Türkiye ile Ermenistan arasında dışişleri bakanlığını temsilden bir “çalışma grubu” kurulması öngörülmüştür. Bunun da sınırlı süresi vardır. Protokolün yürürlüğe girmesinden 2 ay sonra bu çalışma grubunun kurulma şartı vardır.

Bu madde Türkiye’ye ne yarar sağlar, diye sorulacak olursa, bana göre “hiçbir şey”, diplomasiye göre, meşhur deyişiyle bazı “monşerlere” göre ise, belki “çok şey”!

3-Hükümetler arası komisyonun ve alt komisyonların kurulması. Bu şartın yerine gelebilmesi için de önce alt komisyonların çalışacağı şartların oluşturulması gerekiyor. Bu komisyonların temel statüleri, yetki sınırları ve katılımcıların nitelikleri belirlenecek, önce… Tüm bu işlemler bakanlar düzeyinde olacak ve onaylanacakmış. Bunun için de tanınan süre protokolün yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 ay sonra olacakmış.

Buna göre kurulacak 7 (yedi) alt komisyon şöyle öngörülmüştür;

1- Siyasi İstişare Alt Komisyonu,

2- Ulaştırma, İletişim ve Enerji Altyapı ve Şebekeleri Alt Komisyonu,

3- Hukuki Konulara İlişkin Alt Komisyon,

4- Bilim ve Eğitim Alt Komisyonu,

5- Ticaret, Turizm ve Ekonomik İşbirliği Alt Komisyonu,

6- Çevre Sorunlarına İlişkin Alt Komisyon,

7- Tarihsel Boyuta İlişkin Alt Komisyon olmak üzere.

Dikkat edilirse, ilk 6 alt komisyon “zevahiri kurtarmak” ve esas amacı gizlemek için “yumuşatma” hazırlıkları olarak uydurulmuş ifadeler, bunların böyle algılanması gerekir. Nitekim bu alt komisyonların oluşabilmesi, görev yapabilmesi için epey bir uğraş ve zaman gerekmektedir. Öncelikle iki ülke arasında “karşılıklı güvenin” yaratılması gerekir.

Yüz yıla yakın zamandır nesilden nesle işlenen düşmanlık, ekilen kin ve nefret tohumlarının yeşeren, hatta ürüne dönüşen sonuçları nasıl yok sayılacak ya da etkisizleştirilecek? Bu hiç mümkün mü?

Bunun için geniş çaplı bir diyalog mekanizmasının kurulup devreye girmesi öngörülmüş olsa da, bunun sonuç vereceği çok şüphelidir. Sadece oyalamakla varılacak nokta, süren düşmanlık biraz daha pekişebilir!?

Güya bu yedinci komisyon tarafından, güven sağlamak için, “tarihi belgeleri” incelenecek, belgelerin sahih ya da sahte olup olmadığı tartışılacak!

İşin yanlışı buradan başlıyor zaten, sizin sahip olduğunuz tarihi vesikaya, tehcir kararıyla ilgili belgelere Ermenistan ya da Rusya sahip değil ki?!

Dahası var; bu tarihi belgeleri incelemeye Ermeni, Türk, İsviçre ve diğer milletlerden üye de katılabilecekmiş. Güya; Ermenistan kapı kapı dolaşıp “soykırım” nutuklarını atarak “negatif propaganda” yapmayacakmış?!

Buna kim inanır?

Daha üç gün önce diasporaya verdiği mesaj aynen şöyledir: “Soykırım kanıtlanmış tarihi bir olgudur, komisyonda tartışmamız söz konusu değildir”

Bu maddenin en can alıcı “püf noktası”, bize göre, komisyonların ve çalışma gruplarının sadece “Hükümetler arası komisyon” olarak öngörülmüş olmasıdır. İster Türk, ister Ermeni hükümetleri olsun, bunlardan herhangi birinin değişmesi halinde, bu komisyonlar “lağvedilir”, yani komisyonların geçerliliği ve devamlılığı “devlet” düzeyinde olmadığı için sürekli ve anlamlı olamaz.

Türkiye-Ermenistan arasında paraf edilen, ileriki tarihte imzalanarak ilgili parlamentolarından da geçmesi gereken “tarihi protokol”ün tam metnini tarihi belge olması bağlamında aşağıya alıyorum.

Protokol metni:

“Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan Cumhuriyeti, Aynı gün imzalanan ilişkilerin geliştirilmesi hakkında Protokol’de öngörüldüğü şekilde, halklarının yararına hizmet etmek amacıyla iyi komşuluk ilişkileri tesis etmeyi, siyasi, ekonomik, kültürel ve diğer alanlarda ikili ilişkileri geliştirmeyi arzulayarak,

Birleşmiş Milletler Şartı, Helsinki Nihai Senedi, Yeni Avrupa için Paris Şartı çerçevesindeki yükümlülüklerine atıfta bulunarak,

İkili ve uluslararası ilişkilerinde, eşitlik, egemenlik, diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme, toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkelerine saygılı olacakları ve bu ilkelere saygı gösterilmesini sağlayacakları yönündeki taahhütlerini teyit ederek,

İki ülke arasında güven ve itimat ortamı oluşturulmasının ve bunun muhafaza edilmesinin, tüm bölgede barışın, güvenliğin ve istikrarın kuvvetlenmesine katkıda bulunacağını, güç kullanımından ya da güç kullanma tehdidinden imtina etme, anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü, insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunmasının önemini akılda tutarak,

İki ülke arasındaki mevcut sınırın uluslararası hukukun ilgili antlaşmalarında tarif edildiği şekliyle karşılıklı olarak tanındığını teyit ederek,

Ortak sınırın açılması hususunda aldıkları kararı vurgulayarak,

İyi komşuluk ilişkileri anlayışıyla bağdaşmayacak herhangi bir siyaset izlemeyeceklerine dair taahhütlerini yineleyerek,

Hangi nedenle olursa olsun terörizmin tüm biçimlerini, şiddeti ve aşırıcılığı kınayarak, bu tür eylemlerin teşvikinden veya müsamaha görmesinden kaçınılacağını ve bunlara karşı mücadelede işbirliğine gidileceğini taahhüt ederek,

Ortak çıkarlar ve iyi niyet zemininde, barış, karşılıklı anlayış ve uyum hedefleri doğrultusunda ilişkileri için yeni bir model geliştirme ve istikamet belirleme iradelerini teyit ederek,

1961 tarihli Diplomatik İlişkilere Dair Viyana Sözleşmesi uyarınca bu Protokolün yürürlüğe girdiği tarihten itibaren diplomatik ilişki kurulması ve karşılıklı olarak diplomatik temsilcilik açılması hususunda anlaşmışlardır.”

Protokol metinde, “protokolün ve imzalanan diğer protokolün aynı gün ve esasen onay belgelerinin değişimini takip eden ilk ayın ilk günü yürürlüğe gireceği” belirtildiğine göre, bu protokollerin onaylanma ön şartını getirmektedir.

Nasıl olacak bu ön şartlar?

Her iki devletin parlamentosundan onay alması gerekecek demektir.

Bunu, AKP sahip olduğu çoğunluk sayesinde yapabilir, onay verebilir.

Bu güne kadar muhalefeti temsil eden CHP ve MHP konuya olumlu yaklaşmadıklarına göre, “Ermeni dostluk” protokolünün onayı, AKP ve “Siyasi Kürtçülük” destekçisi DTP’in muhtemel ortaklığı veya işbirliği ile mümkün olabilir. Peki, bu onay, devletin milli politikasına uyar mı, işte orası meçhul!?

Halen ivedilikle beklenen şudur; sınırlar tanınacak, kapılar açılacak

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ermeni Devlet Başkanı Serj Sarkisyan “Ermeni açılımı” sürecinin iki önemli ismi olarak kalacak ve başlangıçta vebali-sevabı da onlara ait olacak.

Siyasi irade ekibi ve “cumhurun başı” zatlar tarafından başlatılan “Ermeni dostluğu” esasına dayalı “Ermeni açılımı” Türkiye ve Ermenistan tarafından, protokol hükümleri gereğince, 6 hafta sonunda imzalanması beklenmektedir. Mutabakat zaptı niteliğindeki protokole göre, diplomatik ilişki mutlaka kurulacak ve takip eden 2 ay içinde de, en tartışmalı konuyu inceleyecek olan “ortak tarih komisyonun kurulması” varsayımıdır.

Protokole göre Türkiye ve Ermenistan, “iyi komşuluk yapacaklarını” da taahhüt ediyorlar. İyi komşuluk varsayımı, Türkiye adına zaten pratikte uygulanmaktadır. Kimsenin Ermeni vatandaşlarımıza, diasporaya, Erivan’a dediği hiç bir şey yok… “Kardeşçe bağrımıza basıyoruz”, illegal ticaret de yapıyoruz, işçi de çalıştırıyoruz, basında mensuplarına köşeler de veriyoruz, her sabah Türk milletine küfür eden Ermeni kriptolarını “karındaş” olarak tanımlıyoruz.

Dolayısıyla iyi komşulukmuş, iyi arkadaşlıkmış, dostlukmuş (!) bunlar zaten fazlasıyla var… On binlere varan “kriptolar”, “hepimiz Ermeniyiz”, “hepimiz Hırantız” diye pankart da taşıyorlar. Görüleceği üzere Türkiye’den yana her şey “doğru ve tamam” da acaba, aynı şeyler Erivan’da olacak mı? Örneğin;

Acaba her sabah Ağrı Dağı’na dönüp “küfür” salladıkları Türkiye hakkındaki düşmanlıklarından vazgeçecekler mi Ermeniler?

Acaba, 1914 -1915 olaylarında “vatana ihanet etmenin cezasının ölüm” olduğunu unutturup “mağdurluk” rolünü oynamayı bırakacaklar mı?

Katlettikleri yüz binlerce Doğu Anadolulu Kürt-Türk Müslüman kanının bedelini, yok ettikleri nesilleri, söndürdükleri ocakları hatırlayıp suçluluklarını ifade edecekler mi?

İşte merak edilen “iyi komşuluk” teranesine cevap aranan sorular…

Günlerdir basının başköşelerine oturtulan haberin ana iskeleti şöyle: “Ermenistan ile Türkiye arasında İsviçre’nin arabuluculuğunda paraflanan protokol çerçevesinde, iki ülke yıllar sonra diplomatik ilişkilerin yeniden tesisi konusunda tarihi bir adım attı. İki ülke tarafından paraflanan ve iç istişarelerin 6 hafta içinde tamamlanmasının ardından imzalanması öngörülen protokol, karşılıklı olarak diplomatik ilişki kurulması, diplomatik temsilcilik açılması, protokolün yürürlüğe girmesinden sonraki 2 ay içinde ortak sınırın açılması ve ortak tarih komisyonu kurulması gibi önemli açılımlar içeriyor. İki ülke, iyi komşuluk yapacaklarını da protokole bağlıyor.”

Bu haberi okuyan vatandaşlarımız, sanacaklar ki her şey birden değişivermiş, eski düşmanlıklar yok olmuş, ortam güllük-gülistanlık olmuş…

Basın-yayında pompalanan “yalakalık” örneği haberler ve köşe kapıcısı “kriptoların” yazdıkları asla gerçeği yansıtmamaktadır. Bilinen Ermeni yine aynı Ermeni… Kinini yine kusmaya devam ediyor, edecektir. Onun yaşam kaynağı, Türk düşmanlığı yapmaktır. Başka beslenecek bir kaynak yok çünkü…

Protokol metninden de anlaşılacağı üzere, taraflar arasında imzalanması öngörülen iki protokol var. Bunlardan biri, “Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol“dür.

Bu protokolün esas amacı, güya, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesini ve mevcut sınırın karşılıklı olarak tanınmasını sağlamaktır.

İkinci protokol ise, “Türkiye ve Ermenistan Arasında İlişkilerin Geliştirilmesine Dair Protokol”dür.

Bunun amacı ise, güya, her iki ülkenin, iç istişarelerini sınırlı zaman içinde (6 hafta) tamamlamaları ve ardından protokolü imzalamalarını öngörmektedir. Bu ikinci protokol imzalandıktan sonar, 2 ay içerisinde de ortak sınırın açılması karara bağlanmaktadır.

Tabii ki bunun devamını sağlayan faaliyetler, ilgili bakanlıklar arasında sürdürülmeye devam edilecekmiş. Dikkat çekici olan husus, her iki protokolde yine esas olan sınırla ilgili “tanıma” ve “açılma” işlemleridir.

Protokolün orijinal metninden alınmış kopyanın taranmış kupürünü çeşni oluşturması için aşağıda verilmiştir.

Malum protokollerin orijinal kupürlerinden kopya örnekler…

Tarih komisyonun kurulması ne anlam taşır?

Yukarıda detayları açıklanan protokolün yürürlüğü esas alınarak yeni tasarruflar gündeme gelecektir. Bu tasarrufların merkezinde, kurulan komisyonlar ve bağlı alt komisyonların olması büyük ihtimaldir. Mutabakat zaptı protokole göre kurulacak olan toplam yedi komisyon ve onlara bağlı alt komisyonlar üç ay içerisinde kurulup işlerlik kazanması gerekmektedir. Eylül başında bu protokol açıklandığına göre komisyonların yaklaşık olarak Kasım ayı sonu, Aralık ayı başı bir dönemde kurulacağını varsaymak gerekir. Kurmak yetmiyor tabii ki bu komisyonların çalışma kurallarının oluşturulması ve bağlı alt yapıların hazırlanması gerekiyor.

Önceki sayfalarda belirtildiği üzere, kurulması hedeflenen yedi komisyondan ilk altısının “kamuflaj” amaçlı olduğunu, esasen yedinci komisyon olan kısa adıyla “tarih komisyonu” olduğunu tekrarlayalım. En önemli husus, bu komisyona uluslararası uzmanların da katılımının olmasıdır. Resmi adı “tarihsel boyuta ilişkin alt komisyon“u oluşturan uzmanlar sadece iki ülkeyi temsil etmeyecektir. Uluslararası düzeyde, bu konuda yayın yapmış ve doğru bilgileriyle tebarüz etmiş, objektif bilim insanlarının olması öngörülmesi muhtemeldir.

Bu alt komisyonların temel amacı,”iki halk arasında karşılıklı güven tesis edilmesi amacıyla, mevcut sorunların tanımlanmasına ve tavsiyelerde bulunulmasına yönelik olarak, tarihsel kaynak ve arşivlerin tarafsız ve bilimsel incelenmesini de içerecek şekilde bir diyalogun uygulamaya konulmasını” sağlamak….

Bu diyalogda Türk, Ermeni ve İsviçre temsilcileri ile diğer uluslararası uzmanlar da yer alacakmış. Protokolün ne zaman yürürlüğe girecek ve ne kadar yürürlükte kalacağı konusu açık değildir. Örneğin protokolde zikredilen zaman limitlerine uyulamazsa neler olabilecek?

Sadece “hükümetler düzeyinde” kurulması öngörülen kurullar ve komisyonlara verilecek üyelerin üyelik kriterleri neler olacak?

Sosyal mi, kültürel mi, ekonomik mi, askeri mi, politik mi olacak bu üyelikler? Bunlar belli değil…

Ermenistan, anayasasını değiştirmek zorunda mı?

Protokole göre, iki ülke arasındaki mevcut kara sınırın uluslararası hukukun ilgili antlaşmalarında tarif edildiği şekliyle karşılıklı olarak tanınması öngörülüyor, güya! Ancak bu hukukun atıf yapıldığı, hukukun hangi antlaşmalara dayandırıldığı belirtilmiyor. Örneğin “Kars antlaşması, Moskova antlaşması” hiç gündemde değiller. Öyle ya, bize göre olmasa da, “Sevr” antlaşması da uluslararası bir hukuk belgesi değil mi?

Diğer yandan Ermenistan’ın anayasası niteliğinde olan “Bağımsızlık Bildirgesi” metninde ve Ermeni Devletinin Anayasası’nda, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü sorgulayan ifadeler vardır. Örneğin, Ermenistan Anayasası’nın 13. maddesinin 2. paragrafında, Türkiye’den toprak talep edilmektedir. Bu anayasaya göre Ağrı Dağı “Ermenistan’ın devlet simgesi” olarak anılmaktadır. Kezâ, “Ermenistan’ın Bağımsızlık Bildirgesi’nin” 11. maddesinde de Doğu Anadolu’dan “Batı Ermenistan” olarak bahsedilmektedir.

Hal böyle iken, protokolde yer alan “iyi komşuluk”, “muhabbetlik”, “Ermeni dostluğu ve kardeşliği” varsayımlarının bir anlamı oluyor mu?

Kim kimi kandırıyor?

Ortaya konulan manzara, bir “ortaoyunu” sahnesinden farklı değil… Bir tarafın oyuncuları samimi olarak rollerini yaparken diğer tarafın oyuncuları sahtekârlık ve iki yüzlülük timsali oluvermişler…

Bakalım, protokol Ermenistan meclislerinde oylanırsa -ki oylanıp kabul edileceğine inanmıyorum – Ermenistan hem anayasasını hem de bağımsızlık bildirgesini değiştirecek mi?

Bekleyelim görelim…

Protokolün irdelenmesi

Devletlerarası antlaşmalarda yazılı metinler oluşmadan ve bağlayıcılığı da uluslararası hukuk kurallarına dayandırılmadan yapılan taahhütler, protokollerin hiç bir anlamı ve geçerliliği yoktur. Bu bağlamdan hareketle, Ermenistan’ın iddia ettiği “soykırım”, “toprak talepleri”, “sınırların geçersizliği”, “anayasal hükümler” gibi temel hiçbir konuda geri adım atmadan, hatta herhangi bir sözlü beyanda da bulunmadan, Türkiye’ye protokol “imzalattığını” gösteriyor.

Başbakan R.T.Erdoğan Azerbaycan’da, “Bu işgal sona ermeden ilişkilerimiz normalleşemez, kapı açılamaz” dediğini hatırlayarak, “ne değişti o günden bugüne?” diye sormak milletin hakkı değil mi?

Bu soruya Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Dışişleri Bakanı Davut’un oğlu Ahmet bakınız ne diyor; “Aslında o günlerde de biz geri adım atmadık, görüşmelere devam ettik”.

Bu ifadeye göre Dış İşleri Bakanı değişen bir şey yok diyor. Peki, değişen bir şey olmadığına göre, bu görüşmelere devam edilmesi ve sonuçta protokolün ortaya çıkması demek ne anlama geliyor? Bu sonuç bir “bağımlılığın” var olduğunu göstermez mi? Bir yerlerden gelen “emir” gereğince bu tasarrufa devam edilmiş görünmüyor mu?

Bir yandan başbakan Azerbaycan’da bir beyanda, hatta taahhütte bulunuyor; bir yandan da “..Siz başbakanı boş verin, biz yolumuza devam edelim” anlamını yükleyen davranışlar-işlemler var. Başbakana rağmen Ermenilerle görüşmeye devam ediliyor, Rusya Devlet Başkanıyla görüşülüyor… Bu ifadelerin, bu icraatın bir anlamı olmalıdır; birisi çıkıp “Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığı kalmamıştır” derse, ne cevap verilecek?

Vatandaş soruyor; ne oldu da birdenbire “Kürt-Ermeni açılımları” yan yana gündeme getirildi?

Nereden ve nasıl düğmeye basıldı da “Ermeni-Kürt açılımları” yan yana getirilip milletin önüne döküldü?

Her şeye bir “demokrasi kılıfı” uyduran siyasi irade, yedi yıldan beri iktidarda olan parti, çeşitli atraksiyonlardan sonar uyduruk “demokratik açılım” diyerek, geçmiş iktidarında demokrasi uygulamadığını mı itiraf etmek istiyor?

Son derece çelişkili ve ilginç bir durum… “Kürt açılımı” için “AB-D’nin telkinidir, tavsiyesidir” diyenleri “namussuzlukla” suçlayanlar, “Ermeni açılımı” konusundaki bu çelişkileri neye bağlayacakları merak konusudur.

Bir ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlığını kaybetmişse, devletin meşru kurumları ve karar organlarıyla yönetilemiyorsa (haydi ülke adına bir tenzihte bulunalım), o zaman, yabancı parmağı her tarafa girer de, çıkar da… Bir taraftan AB bastırır, “şunu böyle yapın” der, diğer taraftan ABD bastırır, “bunu şöyle yapın” der…

İkbal ve iktidarda kalma uğruna her gelen baskıya göre yeni bir adım atarsanız, kimsenin itimadı kalmaz. Bunu yapanlara bir şey dokunmaz aslında, olan devlete olur, o devlet yönetenler devlet enkazı altında kalsa bile bir anlam taşımaz. Çünkü kaybolan şahısların, siyasi erkin itibarı değil devletin itibarıdır, devletin!…

Bakar mısınız Tanrı aşkına, “Büyük Türkiye” iddiasıyla devlet yönetmeye kalkanlar, Ülkemi artık “onun-bunun oyuncağı” haline getirdiler. Kendi kişiliğini ortaya koyamayan, kendi iradesiyle yoluna devam edemeyen bir ülke haline getirilmiş durumda! Yazık, çok yazık…

Başbakanın güvenirliği…

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı 13 Mayıs 2009 günü Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’le ortak basın toplantısında şunları söylüyor: “Dağlık Karabağ işgali sona ermeden diplomatik ilişki kurulamaz, sınır açılmaz.”

Ermenistan’la olan kapalı sınırın tekrar açılması için, Başbakan, Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklardan çekilmesi gerektiği şartına bağladığına göre, malum protokolde bu konu ile ilgili olarak tek kelime bile edilmediğine göre ve dahi bununla ilgili tek işaret olmadığına göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti nasıl bir “kumpasa” düşürüldüğünü -getirildiğini- görmemek mümkün mü?

Başbakanın Azerbaycan parlamentosunda verdiği taahhütlere paralel -uygun- olarak ne değişti de bu noktaya gelindi? Protokoldeki 6 haftalık sure, 14 Ekim’de tamamlandığına göre, Başbakanın taahhütlerinin bu tarihe kadar gerçekleşmesi gerekir, değilse bu protokollerin hiç bir anlamının olmaması beklenir.

Tabii ki eğer uluslararası güvenirliliğiniz, ağırlığınız varsa?!

Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan “..sınır açılmazsa, ben 14 Ekimde yapılacak maça gelmem” diyor. Bu noktada “adama helâl olsun” diyesi geliyor insanın! Kendi açısından son derece haklı Sarkisyan…

Adam şahsiyetli politikasını uyguluyor.

Yanardöner gülü değil ki…

Dışarıdan atılan “parmaklara” kapatmış kapılarını.

Bildiği ve bağlı olduğu “Ermeni milli politikası 4T idealine” göre hareket ediyor. Her gün Türkiye’ye küfrederek istediğini kabul ettiriyor..

Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan diasporaya ve milliyetçi Ermenilere hitaben söylediği şu ifadeye bakalım; “Üzerinde uzlaştığımız protokolü biz yazdık, Ankara imzaladı” diyor. Buyurun bakalım, bunu nasıl açıklamak gerek? O mu yalan söylüyor, bizimkiler mi?

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı yalan söylemiyorsa, bu sınır açılıncaya, diplomatik ilişki kuruluncaya kadar, Karadağ’daki işgal sona erecektir demektir. Eğer bu olmazsa, Başbakan’ın ciddi dürüstlük ve güvenilirlik sorunu olacaktır. Bu da ülkemiz için felaket demektir…

Ermenistan Devlet Başkanı hiçbir taviz vermeyeceklerini bağıra çağıra ilan ederken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti milli konularda taviz veriyor. Unutulmamalıdır ki siyasi iktidarlar sürekli değildir, sürekli olan devlettir, devlet… Türkiye Cumhuriyetine yakışmayan kişiliksiz bir dış politika ülkemi nasıl bir yöne sürüklediğini endişeyle izlemeye devam ediyoruz.

Yukarıda belirtildiği üzere ortalıkta dolaşan iki ayrı protokol var. Bu metinlerde Kars Anlaşması’na doğrudan atıf yapılmamıştır. Çünkü Türkiye-Ermenistan sınırını belirleyen antlaşma Kars Antlaşmasıdır. AKP iç politikada içine düştüğü çıkmazı, dış politikada yaptığı yanlış girişimlerle milleti oyalamaya çalışmaktadır. Bu gidiş doğru bir gidiş değildir, dış politikadaki bu yanlışların mutlaka vahim sonuçları olacaktır. Protokole göre Ermenistan hiçbir konuda geri adım atmamıştır. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik uluslararası hukuka aykırı politikalarını yansıtan anayasa hükümlerini değiştirmeyi dahi düşünmemektedir, bundan söz dahi edilmemiştir.

Buna rağmen Türkiye bu protokolü maalesef imzalamıştır.

Ermenistan üst yönetimi asla “yanlış” adım atmaz, attırmazlar.

Türkiye düşmanlığı her halükârda devam ediyor, edecektir de…

Bunu çekinmeden en üst düzey yönetimlerince ifade ediliyor.

Bizim yöneticilerimiz ne yapıyor?

Malum, tekrara gerek yok…

Önceliğimiz Türkiye’nin ve kardeş ülke Azerbaycan’ın milli menfaatleri olması gerekirken, Türkiye kendi iradesiyle karar verme aczine düşürülmüştür; kuru yaprak misali sonbaharın esen yellerine kapılıp sağa-sola savrulmaktadır…

Neden, ne için?

Siyasi ve ekonomik bağımlılıktan dolayı…

Yazık, çok yazık, bu millet bunu hak etmedi!

ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyareti sırasında, TBMM salonlarında “Ermenistan’la olan sınır kapılarınızı açın, ilişkilerinizi normalleştirin…” söylemi uyarınca, gereken yapılmış, yapılmaya devam edilmektedir…

Üstelik de bu direktifler ayakta alkışlanmıştır!

Bu hareket bile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için bir “zül”dür…

Diğer yandan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM 2009-2010 yasama yılı açılış konuşmasında; “..milli sorunların başka devletlerin müdahalesine açık alanlar” olarak ifade etmesi, vahim bir gelişme olarak algılanmıştır.

Bunun farkında olmayan siyaset erbabı; düşünen, algılayan, sentezleyen “aydınlık” fikirli insan var mı?

(Devam edecek)

Suratlara yansıyan ifadelerin tahlili ve yorumu okuyucuya aittir…