19.4 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1238

Kurban ve Kurban Bayramı

0

Cenab-ı Hakk’a sayısız şükürler olsun ki, bu sene de dini bayramlarımızdan olan Kurban Bayramını idrak etmenin arefesinde bulunuyoruz. Bu bayram, adını kurban ibadetinden almıştır. Bilindiği gibi kurban, bayram günlerinde Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanmak için kesilen ve kurban olma özelliklerine sahip olan hayvanın adıdır.

Kurban, insanı Allah’a, O’nun rahmetine ve sevgisine yakınlaştıran anlamına gelmektedir. Dini tabiri ile de kurban, hali vakti yerinde olan bir müslümanın belirli hayvanları, ibadet niyeti ile belli günlerde usulüne göre kesmesi veya kestirmesi demektir.

Kevser suresinin 2. ayetinde, kendisine pek çok hayır lütfedilmiş olan Hz. Peygamberin bu nimetlerin şükrünü eda etmek üzere sadece Allah’a yönelerek namaz kılması ve O’nun rızası için değerli mallarından kurban kesmesi emredilmiştir. Bu suretle putlar için kurban kesen müşriklerin çok tanrılı inancını silip, tevhit inancının yerleştirmesi ve kesilen kurbanlar sayesinde sosyal yardımlaşmanın sağlanması amaçlanmıştır.

Kurban ibadeti hemen her peygamberin ümmetinde olagelmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerlerine Allah’ın ismini anarak kurban kesmeyi meşru kıldık” (Hac Suresi: 34) buyurmuştur. Peygamberimiz (S.A.V.) de bir hadis-i şerifinde: “Kurban kesiniz. Çünkü O, babanız İbrahim (Peygamber)’in sünnetidir” buyurmaktadır.

Yüce Dinimiz İslam’da ise kurban, hicretin 2. yılında emredilmiştir. Dinimizin mali ibadetleri arasında yer alan kurban herkese değil, hali vakti yerinde olan Müslümanlara bir borçtur. Nitekim Sevgili peygamberimiz (S.A.V): “Bir kimse mali genişlik ve imkânlar içinde olup da bayramda kurban kesmezse namazgâhımıza yaklaşmasın (yani aramıza karışmasın)” buyurarak kurban için malî gücün şart olduğunu bildirmişlerdir. Aynı zamanda ümmetine gerekli ikazını da yapmış ve kurban ibadetinin önemini ifade etmiştir

Kurbanın vacip olması için gerekli olan zenginlik, sadaka-ı fıtırı vacip kılan zenginliktir. Yani fıtır sadakası kendisine borç olan kimseye kurban da borçtur, yani vaciptir.

Kurban kesme günleri Hanefi Mezhebine göre Kurban Bayramının 1, 2 ve 3. günleridir. Şafiilere göre ise mazeretleri gereği olarak bayramın 4.günü ikindi namazına kadar da kesilebilir. Ancak kurbanlar bayram namazından önce kesilmez. Çünkü peygamber Efendimiz (S.A.V): “Hiçbiriniz bayram namazı kılınmadıkça kurbanını kesmesin” buyurmuştur.

Hayvanlardan sadece koyun ve keçi ile sığır ve deve kurban edilebilir. Mandalar da sığır cinsinden sayılır. Bunlardan sığırın iki, devenin beş,  koyun ve keçinin ise bir yaşını doldurmuş olmaları lazımdır. Ancak koyunlar 7-8 aylık olduğu halde bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olursa yine kurban edilebilir.

Horoz, tavuk, kaz, hindi gibi kümes hayvanlarından kurban olmaz. Kurban almaya gücü yetmediği için bunlardan kurban kesmeye özenmek dinimizce caiz görülmemiştir.

Kurbanlık hayvanlardan koyun ve keçiyi ancak bir kişi kurban edebilirken, sığır ve deve birden yedi kişiye kadar ortak kesilebilir. Dinimizdeki bütün ibadetlerde olduğu gibi, kurban ibadetinde de niyet çok önemlidir. Kur’an-ı Kerim’de kurbanla ilgili bir ayeti kerimede: “Kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin, onun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir“(Hac Suresi:37)  buyurularak ibadette samimiyetin ve halis niyetin önemi vurgulanmıştır. Bu nedenle, ortaklaşa kurban kesecek olanlar birbirlerini iyi tanımalıdırlar. Ortakların hepsi Allah rızasını umarak kurbana ortak olmalıdırlar. İçlerinden biri sadece et düşüncesi ile veya gösteriş olsun diye kurbana katılırsa bu, diğerlerinin kurbanlarını da ifsat eder.

Kurbanlık hayvan kusurlu ve ayıplı olmamalıdır. İki gözü veya bir gözü kör olan, dişlerinin çoğu düşmüş veya kulakları kesilmiş olan, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış bulunan, kulağının veya kuyruğunun yarısından fazlası veya memelerinin başları kopmuş bulunan, kesilecek yere ayağını basarak gidemeyecek derecede hasta ve topal olan, doğuştan kulağı olmayan hayvanlar kurban olmaz. Kurban kesecek olan kimse satın alacağı hayvanda bu kusurların bulunup bulunmadığına dikkat etmelidir. Hayvanı aldıktan sonra bu kusurlardan birisi meydana gelecek olursa yerine başkasını satın alması lazım gelir.

Kurbanlık hayvan incitilmeden kesilecek yere götürülmeli ve kıbleye karşı yatırılmalıdır. İyice bilenmiş bir bıçakla ” Bismillahi Allahü Ekber ” diyerek kesilmelidir. Kesebiliyorsa bizzat kendisi kesmeli, elinden gelmiyorsa ehil olan birine kestirmelidir. Kendisi de mümkünse kurbanı kesilirken yanında hazır bulunmalıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kızı Hz.Fatıma (R.Anha)’ya hitaben: “Ey Fatıma! Kurbanın kesilirken orada hazır bulun. Çünkü onun yere düşen ilk damla kanı ile Allah senin geçmiş günahlarını bağışlar” buyurmuştur.

Kesilen kurbanın eti üçe bölünür, biri kurban kesemeyen fakirlere sadaka olarak verilir. Bir bölümü de akraba ve komşulara ikram edilir. Birisi de aile efradı için alıkonur. Böylece gönüller hoş tutulur. Dualar alınır. Kurbanların etlerini bu şekilde taksim etmek müstehaptır. Ancak hali vakti çok iyi olmayan ve çoluk çocuğu kalabalık olanlar kurban etlerini dağıtmayabilirler. Kurban etinin tamamının dini ve hayri hizmetler veren kurumlar ile ihtiyaç sahiplerine verilmesinde hiçbir sakınca yoktur.

Kurban kesebilen mü’minler halisane niyetlerinin karşılığında bir taraftan Allah’a yaklaşırken, diğer taraftan kestikleri kurbanların etlerinden mü’min kardeşlerine ikram ve hediye ederek toplumda paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma gibi İslâmî ve insanî duyguların ve uygulamaların gelişmesine katkıda bulunurlar.

Kurban Bayramında kurban kesmenin dışındaki görevlerimizi de şöyle özetlemek mümkündür:

1- Teşrik Tekbirleri almak. Arefe günü sabah namazından sonra başlar ve bayramın 4. Günü ikindi namazı sonuna kadar devam eder.

2- Bayram namazı kılmak, okunan hutbeyi dinlemek.

3-Akraba ve komşuları ziyaret edip, tebrikleşmek; başta öksüz ve yetimler olmak üzere çocukları sevindirmek.

Bayram gecesini ibadetle geçirmek, sabah erken kalkmak, gusletmek, güzel elbiseler giyinip hoş kokular sürünmek, güler yüzlü davranıp karşılaştığı kimselerle selamlaşmak bayramlara mahsus güzel davranışlar arasında sayılmıştır. Ayrıca küsler barıştırılıp, bunların aralarının düzeltilmesi için gayret gösterilmelidir. Çünkü bayramlar, müslümanları birbirine yaklaştıran, dargınlıkları ortadan kaldırarak birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularını kuvvetlendiren müstesna günlerdir.

Bu duygularla Aziz Müslüman kardeşlerimin Kurban Bayramını tebrik ediyor, ülkemiz, milletimiz ve İslam Alemi için hayırlara vesile olmasını Yüce Mevla’dan niyaz ediyor, saygı ve sevgilerimi arz ediyorum.

 

İnsanlar ve Sırtlanlar -3

0

Ozon tabakasını delenler insanlar mı sırtlanlar mı?

Hayvanlar âleminde organ mafyası bulunur mu?

Kimyasal silahlarla misket bombalarıyla insanları yok edip ölmeyenleri de sakat bırakan ormanların yeleli aslanları mı yoksa kentlerin okumuş medeni aslanları mı?

Sizce hangisi daha medeni?

Ormanların aslanları mı? Ülkelerin aslanları mı?

İnsanlar vahşi hayvanlar kadarda mı merhametli olmazlar.

Bu kadar gaddarlık,

Bu kadar zalimlik,

Bu kadar merhametsizlik olur mu?

Şimdi Allah (c.c) en güzel şekilde yarattığı insanı neden cehennemin dibine attığını anladınız mı?

Cennet insanlar içindir sırtlanlar için değil.

O zaman bu güruhtaki insanlar sırtlan olmayı çok isteyecekler ama böyle şansları olmayacak.

Allah (c.c) sırtlanlara rahmet okutan insanları cehennemin dibine atmayıp ta üst köşeye mi buyur etseydi ne dersiniz?

Cehenneme gitmek isteyenlerin elbette böyle bir hakları var.

Bu haklarını ellerinden almıyoruz,

Aman gitmesinler diye ayaklarına da yapışmıyoruz.

Yalvar yakarda etmiyoruz.

İnancımız gereği uyarıyoruz.

Gitmek isteyenlerin yolu açık olsun sağ salim dibine kadar varsınlar.

Burada yaptıklarından utananlar onları eşinden dostundan çocuklarından ve torunlarından gizleyenler mahkemeye çıkıp hesap vermekten ödü kopanlar bilsinler ki..

Gerçi bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul zihniyetini hayat tarzı olarak benimseyen ar damarları çatlamış insanlar utanmada utanmazlar.

Mahşerde hesap günün Allah’ın peygamberlerin tüm insanların, anne – babasının çocuk ve torunlarının yanında defterleri açılıpta yediği naneler, karıştırdığı haltlar, işlediği pislikler ortaya çıkınca..

Anne – babanız; çocuklarınız ve torunlarınız sizden utanacak.

Senin gibi evlat,

Senin gibi baba,

Senin gibi dede olmaz olsun diyecekler.

Peygamberimizde senin gibi ümmet olmaz olsun derse..

İşte o zaman yer yarılsa da içine geçsem.

Bu rezilliği yaşamasam diyeceksiniz ama ne yer yarılacak, ne de siz içine geçeceksiniz,

O rezilliği yaşayacaksanız.

O zaman sırtlan olmayı çok isteyeceksiniz ama öyle bir bir şansınız olmayacak.

Her zaman iyi, dürüst ve vicdanlı insanları,

İnsan gibi insanları inancının gerektirdiği gibi yaşayanları tenzih ederim,

Sözüm sırtlanlaradır.

Affedersiniz…

Sırtlanlaşmış insanlaradır.

Medeniyet konuşan sırtlanların insanlaşmasından geçer.

Maalesef müslümanı ile gayrimüslimi ile durum budur.

Hatta fert bazında müslümanlar vahşette daha ileridirler.

İstisnalar kaide-i bozmaz.

Ya Rabbi sen evvelimizde ahirimizde hayır eyle…

Tüm insanları özelliklede müslümanları böyle bir sonla karşılaşmaktan muhafaza eyle ÂMİN..

Yaralarımıza merhem olması dileğiyle..

Burası sözün bittiği yerdir.

 

Aranan Yol

Duyguların karanlığında
Yok sana yer, arama
Aradığın için bulursun
Çiçeklerin nefretini

Kelimelerin karmaşasından
Girmesen de içeri
Sevdiğin için görürsün
Kaktüslerin oyununu

Gecelerin karanlığında
Bulamasan da yolunu
İnandığın için seversin
Güllerin rengini

Geleceğin pırıltısını
Hissetmesen de yaşarsın
Mutluluğun olduğu için istersin
Orkidenin beyazlığını

Aşklar yüceldiğinde
Ara sen yerini
Hak ettiğin için bulursun
Allah’ın sevgisini

Domuzluk

Geçen haftanın yazısını Milliyetçi Hareket Partisi’nin 9. Olağan Kurultayı ve hazırlıkları sebebiyle yazmak mümkün olmadı.

Sizlerin de basından takip ettiği gibi, bugüne değin yapılan kongrelerin en coşkulusu ve en anlamlısıydı gerçekten bu kurultay. İki gün sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, ismi şu ana dek dört kez değiştirilen ama aslını söylemekten hep imtina ettikleri “Türkiye’yi Bölme ve Ayrıştırma Planı” nın görüşüleceği bir tarihe gelmesi tarihi bir tesadüftü.

Kongrede sayıları 20.000 i aşan TEK VATAN, TEK MİLLET, TEK BAYRAK, TEK DİL ülküsü üzerine and içmiş insanların kararlılığı, karanlıktan korkar hale gelmiş olan Türk Milleti için bir umut olmuştur.

Kongre ile ilgili gerek ulusal basında gerek İlimiz basınında bir çok yazar ve gazeteci tarafından yorumlar yapıldı. Ancak kongre salonunda bizzat benimle paylaştıkları birkaç tanesi var ki, onların gözlem ve yorumlarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Şu anda Habertürk’ün Ankara Temsilciliği görevini yürüten, siyasi analizleriyle uzun yıllardır Türk Basını’nda haklı bir ün kazanan Usta Gazeteci Muharrem Sarıkaya’ya kongreyi nasıl bulduğunu sordum. Sarıkaya’nın cevabı, yakın tarihe not düşecek kelimeler taşıyordu. Sarıkaya; “Sayın Bahçeli’nin bu kongredeki konuşması, bir Genel Başkan konuşması değil, bir Başbakan konuşması muhtevasındaydı” dedi.

Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilci Yardımcısı Şükrü Küçükşahin ise, yine kongre salonunda platformda sadece Atatürk ve Türk Bayrağı’nın bulunmasını da Milliyetçi Hareket Partisi’nin, sadece Ülkücülere değil, ülke ve bayrak ekseninde hassasiyeti olanlara kapılarını sonuna kadar açmanın bir göstergesi olarak değerlendirdiğini ifade etti.

Vatan Gazetesi Ankara Temsilcisi Bilal Çetin’in dikkat çektiği konu daha farklıydı. Demokratlıktan söz edenlerin, Kongre Divanı’nın daha da üstünde kurulan bir platformda konuşmasını yaparken, Dr. Devlet Bahçeli’nin Kongre Divan Kurulu’nun daha altında kurulan bir platformda konuşmayı tercih etmesini, siyasi bir olgunluk ve demokrasiye itibar eden bir lider tavrı olarak değerlendirmesi, ilgi çeken gözlemlerden bir kaçıydı.

Kocaeli’nin benimle birlikte iki üyeyle temsil edildiği bu kongrenin, ülkemizin aydınlık ve müreffeh geleceği yolunda hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

Biraz da ülke gündeminde ufuk turu yapalım isterseniz.

Ülkemizde yapılan ISEDAK Toplantısı’na katılacağı söylenen Sudan Devlet Başkanı El Beşir’in Uluslararası Mahkeme’nin verdiği tutuklama kararı nedeniyle katılmasına tepki gösteren Batı’ya; “Bizim işimize ne karışıyorlar?” diye çıkışan Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün, daha sonra, El Beşir’e gelmemesi konusunda ricada bulunmasını kim telkin etti dersiniz?

Ya aşıya ne diyeceksiniz?

Bu “domuz gribi” aşısında bir “domuzluk” sezmiyor musunuz siz de ?

20 milyon doz aşıya ödenen para 500 milyon dolar. Sipariş verilen aşı miktarı ise 43 milyon doz. Etti mi size 1 milyar dolar.

Bu aşıya Başbakan bile Kasımpaşalı ağzı ile “çakma” diyorsa, Sayın Bakan ve sorumlular hakkında Devlet’i zarara uğratmaktan dava açılması gerekmiyor mu?

Dava deyince bakın aklıma geldi.

Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ, eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş için “milleti domuz gribi aşısı olmamaya yönlendirdiği” gerekçesiyle mahkemeye vereceğini söylemişti değil mi?

Şu an ülkemizde milyonlarca vatandaşımız, Sayın Başbakan’ın; “Ben aşı olmayacağım, Sağlık Bakanı gibi düşünmüyorum” açıklamalarından sonra aşı olmaktan vazgeçti.

Herkese dava açmaya pek bir meraklı Sayın Bakan, Başbakan’a da dava açmayı düşünüyor mu dersiniz?

Türk(iye) Ekonomisi

Etrafımız küresel güçlerin elinde bulunan satılık medya tarafından kuşatıldığı için gerçekleri görmekte zorlanıyor ve yapmamız gerekenleri başaramıyoruz.
Türkiye ve Türk Milleti tarihi günler yaşarken kaçımız bunun farkında, bunu bilmek oldukça zor
Yine de elimizde bulunan imkanlarla bir avuç insanı aydınlatabilirsek ne mutlu bize
Geçtiğimiz günlerin birinde, bir akademisyen dostumuz “artık Türk ekonomisi yok Türkiye ekonomisi var ” dedi.
Ben de kendisine aradaki fark nedir diye sorunca: “Türk ekonomisi, Türklerin elindeki ekonomi demektir. Türkiye ekonomisi ise küresel güçlerin elindeki ekonomidir.” diye devam etti.

Ne yani şimdi biz çalışırken, üretirken, harcarken, vergi verirken hep küresel güçler için mi bunları yapıyoruz?
Evet, maalesef küresel güçlerin hakim olduğu bir Türkiye ekonomisi için yaşıyoruz.
Onlara kazandırmak için çalışıyoruz. İşverenlerimiz zaten onlar oldu. Kamu ve özel sektörde yabancılara ve yabancılardan farkı olmayanlara; satılmayan kuruluşumuz neredeyse kalmadı.
Küresel güçlere hizmet etmek için doğuyorsun, okuyorsun, çalışıyorsun, evleniyorsun, emekli oluyorsun ve ölüyorsun!
Bu saydığım evrelerde sıkıntı çekmeyen, eğitiminin, emeğinin, çalışmasının ve nihayetinde emekliliğinin hakkını alan var mı?
Ya üretici için ne demeli? Türkiye ekonomisinin patronu küresel güçler; ya üretimi bırakın ya da benim dediğimi yapın diye acımasızca bastırıyor.

Küresel güçler; Türk ekonomisini, Türkiye ekonomisine dönüştürmek için onlarca yıldır ilmik ilmik dokuyarak hedefe ulaştı. Bizi 29 Ekim 1923’e Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde olan hale, gerisin geriye getirdi.
Artık elimizde olan bir şey kalmadı. Bayrak bizim ama ekonomi kimin? Burada ekonominin gücünün tam bağımsızlığın temel noktası olduğunu da belirtmeliyim.

Şimdi biz, üretimi ve ihracatı artıralım diye uğraşıyoruz. Herhalde bunu Türkiye ekonomisini ele geçiren küresel güçler için yapmış oluyoruz.
İşsizlik artıyormuş ve emek değerlendirilmiyormuş, Türkiye ekonomisini elinde tutan küresel güçlerin umurunda mı bu? ya da umurunda olur mu? Sana ne kadar az verirse, o kadar çok kazanacak. Sömürünün ana kuralı bu
Dünün emperyalistlerinin yerine geçen bu günün küreselcileri her yerde aynı yöntemi deniyorlar, Hükümetleri, üniversiteleri, medyayı ve dolayısıyla işadamlarını türlü yöntemlerle etkileyip ekonomiyi ele geçirip ülkenin gerçek sahibi haline geliyorlar.

Türkiye’nin yaşadıklarına bakınca hükümetin, üniversitenin ve medyanın küresel güçlerin emrinde olduğunu ve halkı gerçeklerden uzak tutmaya çalıştığını görüyoruz.
Halka, ele geçirilmiş mihraklar aracılığıyla ölüm korkusu hissettirilerek sıtmaya razı olması sağlanıyor.
Türkiye yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, coğrafi konumu ve jeopolitiği ile asla bu ekonomik sıkıntıları yaşamaması ve halkının refah içinde olması gereken bir ülke. Ancak ekonomi senin elinden çıkmışsa burnuna halka takılan bir hayvandan ne farkın kalmıştır?

Buna bilerek yol açanlar var. Hatta rıza gösterenler var. Ülkenin bu gün ekonomik olarak elimizden çıktığını yarın siyasi olarak da elimizden çıkacağını bilenler var. Ama size bunları anlatamıyorlar
Kürt açılımını yaparsak ülke paraya gark olacakmış, işsizlik azalacakmış, Türkiye uçup gidecekmiş! Bırakın bu palavraları
Türk ekonomisi iken, küresel güçlerin elinde “Türkiye ekonomisi” haline gelmiş bir yapı ile; hangi açılımı yaparsanız yapın o açılım dizlerinizin bir nebze daha yere doğru çöküşünü sağlayacaktır.

Satılık medyanın, Siyasal İslamcıların, küresel güçlerin eline düşmüş cemaat ve tarikatların, “Hıristiyan Kulübü” olarak değerlendirdikleri Avrupa Birliği’ne; ülkemize para gelecek ve refah yükselecek diye Türk düşmanı Papa’nın heykelinin altında atılan imzaların sonucunda paranın gelmediğini, refahımızın yükselmediğini, ekonominin el değiştirdiğini, açlık – yoksulluk ve işsizliğin tarihi boyutlarda arttığını sizlere bir kere daha hatırlatırım.

Bu gün aynı koro Kürt Açılımının sonuçları hakkında aynı türküyü söylüyor. Satılık Medya’da “Türkiye ekonomisi”nin sahibi olan küresel efendilerinin emri ile bu işlere direnenleri sanki kabahat onlardaymış gibi toplum önünde suçluyor.

Ortaya salınan diğer bir korkuda, AKP iktidardan giderse yerine küresel güçlerin, ABD’nin, AB’nin, İsrail’in ve onların kontrolündeki Arap Ülkelerinin desteklemediği bir iktidar gelirse ekonominin çökeceğidir.

Doğrudur, bende böyle bir beklenti içindeyim. Ancak ortada bir Türk ekonomisi olmadığı için “Türkiye ekonomisi”nin sahipleri, Türk halkını biraz daha köleleştirmek için her zaman böyle bir şeye tevessül edebilecektir.

Türk Milleti başına böyle bir akibetin gelebileceğini öngörmeli ve varlığını korumak için her türlü sıkıntıyı çözecek tedbirleri almalıdır.

Çünkü var olmak her şeyden önemlidir. Bunun içindir ki; Kastamonu’lu Şerife Bacı’lar bebeklerinin örtüsünü top mermilerine sararak, bebeklerini değil milletçe var olmalarını sağlayacak top mermilerini sıcak tutmuş, canlarını ölüme terk etmiş ve Türk Milletini korumuşlardır. Anlayacağınız Türk Milleti ile vatanını korumanın bedeli her zaman çok ağırdır.

Osmanlı – Türk İmparatorluğunun son yılları da böyleydi. Ekonomi devletin kontrolünden çıkmış yabancıların eline geçmişti. Emperyalistler Osmanlı’yı her türlü açılıma zorluyordu. Türk halkı ticaretle uğraşmıyordu. Ekonomi yabancıların ve onların Türk topraklarındaki temsilcileri olan Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Yezidi gibi gayrimüslimlerin elindeydi.

Türk halkı cephelerde savaşıyor, toprağını korumaya çalışıyor ve her defasında nedense hep kaybeden oluyordu. Bu durum Mustafa Kemal ortaya çıkıncaya kadar sürdü.

Milli devleti kurmayı başaran Atatürk, yabancıların elinde olan ekonomiyi millileştirme politikaları ve sıfır sermaye ile “Türk ekonomisi” haline getirmeyi başardı. Ancak bu gün yabancıların eline geçmiş olan “Türkiye ekonomisi”ni görse herhalde kahrından bir kez daha ölürdü.

Türkiye ekonomisinin sahiplerinin ana amacı, Türk Milletini bu topraklardan sürmektir. Bunun için ellerinde tuttukları para gücü ile Türk Milletinin duygularıyla, ruhuyla ve inançları ile oynayarak amaçlarını tahakkuk ettirecekleri uygun bir zemini yaratmaya çalışıyorlar.

Türk Milleti de olup biteni “Türkiye ekonomisi”ni elde tutan kaynaklardan ona sunulmasına izin verildiği ölçüde izliyor.

Açlık ve yoksullukla uğraşan, işsizlikle boğuşan ve iş bulsa bile kazandığı ile geçinemeyen, mükemmel eğitimlerine rağmen ülkesinde mutsuz edilen insanlarımız ile gençlerimizin gerçekleri görmesini beklemek onlardan çok fazla bir şey istemek olur.

Ancak yine de ülkenizin gerçeklerini görmek istiyorsanız Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı, AKP Grup Başkan Vekili Suat Kılıç’ı, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’i ve yandaş medya ile “Türkiye ekonomisi”nin emrindeki Doğan, Ciner, Karamehmet medyalarını izlerseniz,  satır aralarında, akibetinizi yakalayacaksınız.

Hadi bakalım! “Türkiye ekonomisi”nin köleleri iş başına…

GDO, Mısır Şurubu, Şeker Fabrikalarının Satışı

Tarım Bakanlığı‘nın hazırladığı bir yönetmelikle, bütün milletin sağlığını, geleceğini, bağımsızlığını tehlikeye atacağı iddia edilen, GDO’lu ürünlerin ithalatını ve kullanımını serbestleştirdiği ortaya çıktı. Bakanlığın bu kadar önemli bir konuyu kanunla değil, bir yönetmelikle düzenleyerek konuyu ilgili kuruluşların, STK’ların tartışmasından ve dolayısıyla halkın dikkatinden uzak tutarak, adeta yangından mal kaçırmaya çalıştığı anlaşıldı.

GDO (Geni Değiştirilmiş Organizmalar) açısından şu anda ve şimdilik riskli gıdalar, ithal edilen mısır, soya, kolza gibi ürünler ile bunlar kullanılarak içeride üretilen yemler, gıda maddeleri, mamalar, yağlar ve şeker şurubu. “Meyve ve sebzelerimizde (henüz) GDO sorunu yok.”

Yapılan ilmi araştırmalar GDO’ların insan sağlığına, “Biyolojik Çeşitlilik, Tarımsal Biyoçeşitlilik ve Doğal Dengeye” zararlı olduğunu ve ekonomik bağımlılık, canlıların yaşama hakkının ellerinden alınması ve canlılar üzerinde mülkiyet hakkı tanınmasına yol açması açısından son derece büyük riskler taşıdığını gösteriyor.

Avrupa Birliği başta olmak üzere çok sayıda ülkede kanunlar ve yönetmeliklerle GDO’lar yasaklanmakta ve satışları sıkı denetime tabi tutulmaktadır. Buna karşılık, ülkemizde bu ürünler ve türevleri birkaç güçlü çokuluslu şirketin ve onların yerel ithalatçılarının tatlı kârları adına ve halkın sağlığının hiçe sayılması pahasına, uzun yıllardan bu yana her türlü denetimden uzak bir biçimde serbestçe kullanılmaktadır.

“Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ve ürünlerinin ithalatı, işlenmesi, ihracatı, kontrol ve denetimine dair yönetmelik”e göre:

GDO’lu ürünler bebekler için yasaklanmakta, buna karşılık ebeveynler için serbest bırakılmış.

Ayrıca GDO’suz gıdaların etiketlerinde bu özelliklerinin belirtilmesinin GDO’lu ürünlere karşı haksız rekabet yaratacağı gerekçesiyle yasaklanmış. Yani en basitinden tükettiğimiz gıdanın GDO olup olmadığını öğrenme hakkı bile bize çok görülmüş. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinde bir Bakanlığın halkın sağlığı yerine güçlü tekellerin ve onların imtiyazlı ithalatçılarının çıkarlarının menfaatlerine göre düzenleme yapması çok hazin. Aynı Bakan kendisinin GDO’lu gıda tüketmeyeceğini söylemekten de geri kalmadı.

Dünyada benzeri başka bir yerde olmayan bitki türü zenginliğindeki bizim ülkemize GDO’lu tohumu sokmak ya da genetiği değiştirilmiş Frankeştayn ürünün girişine izin vermek gerçekten korkunç bir hata.

Prof. Dr. Kenan Demirkol’un ifadesiyle “asıl amaç tohumların patentine sahip olmaktır. Üretici şirketler hep yüksek verim yalanını kullanıyorlar. GDO’lar hiçbir şekilde verimi artırmadı. Peki neden GDO üretiliyor?.. Çünkü siz genlerle oynarsanız onun patentine sahip olursunuz. Tanrı’nın tohumu şirketin tohumu olur. Tohuma egemenseniz, egemenliğiniz vardır. Değilse yoktur.”

GDO’lu gıdalara alışan toplumlar, gıda ihtiyaçlarını ya GDO’lu ürün ithal ederek veya GDO tohumu ithal ederek karşılamak zorunda kalacak. Çiftçi terminatör genlerle kısırlaştırılan tohumları her yıl yeniden almak zorunda kalıyor. Kendi tarımını ve toprağını öldüren ülkeler GDO tohum patentine sahip olanlara bağımlı hale gelecekler. ABD’li 3-4 tröstün istediği de bundan ibaret.

Mısır Şurubu (Şekeri) Konusu ve Şeker Fabrikalarının Satışı:

Bu konuyu Güngör Uras‘ın yazılarından özetlemeye çalışacağım: Dünyada şeker, şeker kamışından, pancardan veya mısır nişastasından üretiliyor. Türkiye’de pancar üretimi ile ilgili insan sayısı çok fazla. Şekerde arz fazlası var diyerek, devlet pancar üretimini kısıyor. Bu da pancar çiftçisini üzüyor. İşte tam bu sırada pancar şekerine rakip olarak “mısır şurubu” üretimi artıyor.

Mısır nişastasından üretilen “fruktoz” sanayide kullanılıyor. Cola gibi içecekler, çikolata, pasta ve hatta baklava gibi tatlılar bununla yapılıyor. Çünkü ucuz… Bizden başka ülkelerde de benzer tablolar ortaya çıkınca, pancar üreticisini ve şeker sanayiini korumak arayışında devletler “mısır şurubuna” kota koymuş.

Türkiye’de de Devlet şekerpancarı üreticisini ve de şeker fabrikalarını korumak için bir yanda pancar, öte yanda şeker üretimine kota koyuyor. Bunlara ek olarak da mısır şurubunun üretimini sınırlıyor. Mısır şurubu üretimini sınırlamanın bir başka nedeni de Türkiye’de yeterli mısır olmaması, mısır şurubu (fruktoz) için mısır ithal etme zorunluluğunun doğması.

Nişasta bazlı şekeri (mısır şurubunu) üreten 5 tesis var. (1) Cargill -Orhangazi (kapasitesi 400 bin ton mısır) (2) Amylum – Adana (kapasitesi 250 bin ton mısır) (3) Pendik Nişasta -Pendik (Kapasitesi 110 bin ton mısır) (4) Tat – Adana (Kapasitesi 70 bin ton mısır) ve (5) Sunar – Adana (Kapasitesi 55 bin ton mısır). Bu 5 tesisten biri (Pendik Nişasta Sanayii) Ülker Grubu‘na ait. Ülker Grubu’nun yabancı ortağının hissesini Cargill satın aldığından, Ülker Grubu şimdi Pendik Nişasta Sanayii tesisinde Cargill ile ortak.

Devlet önceleri yıllık toplam üretim hedefinin yüzde 90’ını pancar şekeri, yüzde 10’unun mısır şurubu olmasına karar vermişti. Daha sonra mısır şurubu üreticilerinin (ve ABD eski Başkanı Bush’un) baskısı ile yüzde 10’luk kota yüzde 15’e yükseltildi. Bu kotanın yarısı Cargill tarafından kullanılıyor. (Ayrıca 2001 yılından bu yana yürürlükte olan 4634 sayılı Şeker Kanunu, şeker ve mısır şurubu üretimiyle ilgili kotaları getiren kanun. Bu kanun “şekeri girdi olarak kullanan işletmeleri” kota dışında/ miktar kısıtlaması dışında tutuyor.)

Cargill Orhangazi’deki fabrikasını “birinci derece tarım arazisine” kurduğu için, firma aleyhine 4 ayrı dava açılmıştı. Bu davalar nedeniyle üretim yapamaz hale gelince, Hükümet gizli bir kararname ile faaliyetine devamını sağladı. Daha sonra Cargill’in, bulunduğu arazi “birinci derece” tarım arazisi statüsünden çıkarılarak “sanayi bölgesi” ilan edildi ve böylece Cargill’in bu sıkıntısı giderildi.

Türkiye’de mısır şurubu üreticilerinin ana hammaddesi, çoğunluğu ABD’den ithal edilen genetiği değiştirilmiş mısır. Mısır şekeri (fruktoz) kanda çabuk emildiğinden açlık hissi uyandırıyor ve obeziteye yol açıyormuş. Bütün meşrubat, çikolata, şekerleme, bisküvi vb gıdalarda bu tatlandırıcılar kullanıldığını göz önüne alınca özellikle genç nüfusta obez oranının hızla artışının ana sebebi anlaşılmış olacaktır.

Bu arada Özelleştirme İdaresi Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. ye ait beş şeker fabrikasını satmak için ihaleye çıktı. İhale, Kastamonu, Kırşehir, Turhal, Yozgat, Çorum ve Çarşamba şeker fabrikalarının bir bütün halinde ve varlık satışı şeklinde uygulanmak suretiyle yapılacak. Belli ki bu fabrikaları dev şirketlerden birinin alması isteniyor.

İhalenin sonucu Türkiye’nin şeker politikasında, (gıda ve tahıl piyasalarının devleri Monsanto, Cargill, Archer Daniels Midland gibi) tekellerin hâkimiyetini ve tam kontrolünü sağlayabilir. GDO yönetmeliğinin acilen çıkış tarihi ile beş şeker fabrikasının bir bütün halinde satışa çıkarılmasının tarihlerinin yakınlığı tesadüf olmayabilir. Türk halkı bu gelişmeleri çok yakından izlemek zorunda. Çünkü bu gelişmelerKürt açılımından” daha az önemli değil.

Elma Ağacı ve Şeytan

Sonbaharın en güzel meyvelerinden biridir. Yurdumuzun pek çok bölgesinde yetişir. Çok çeşidi vardır. Rengiyle, kokusuyla, albenisiyle ve sayısız faydalarıyla en fazla tüketilen meyvelerden biridir.

Elma ağacı cennetteki seçkin ağaçlardan biridir. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi değişik semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Çok önemli bir olayın yasaklı meyvesini taşıyan ağaçtır.

İnsanların atası Adem ile Havva’ya, Allah (c.c.) elma ağacının meyvesini yasaklamıştır. Daha önce Allah’ın buyruğuna karşı çıkarak Adem’e secde etmediği için cennetten kovulan iblis yani şeytan, Havva’nın aklını çelmek için sahneye çıkar.

Şeytan yılan şekline girerek, her fırsatta Havva’yı,  yasaklanmış meyveyi yemeye özendirir ve onu suça teşvik eder. Sonuçta Havva dayanılmaz bir arzu ile elmayı koparır. Hem kendi yer hem de Adem’e yedirir. Böylece cennetin tek yasağını çiğneyen Adem ile Havva cennetten kovulurlar. İnsanlığın ilk günahı ve suçu böylece işlenmiş ve cezası verilmiş olur.

Bu olay, pek çok sanatçının, edebiyatçıların, ozanların, ressamların ve heykeltıraşların çalışmalarına esin kaynağı  olmuştur. Bu konudaki sayısız eserler günümüze kadar ulaşmıştır.

Hiç kuşku yok ki, Allah, Adem ile Havva’yı özenerek lekesiz ve tertemiz kulları olarak yaratmıştır.  Ne var ki şeytanın onları aldatması, kandırması, tahrik etmesi onların günah işlemelerine neden olmuştur. İblis, o günden günümüze Adem ile Havva’nın torunlarına da musallat olmuştur.  Ancak  izinsiz yenen  elmanın yerine insanları kandırmak için başka semboller bularak  kışkırtıcı hilelerine devam etmektedir.

Havva anamızın dayanılmaz bir arzu ile yemek istediği elma, aslında masum bir meyvedir. Tüm kötülükleriyle şeytan hala görevini sürdürürken, elmanın tarihsel bir hatanın sembolü olarak anılmasını kabullenmek pek içimize sinmemektedir.

Tadı, kokusu ve görüntüsüyle mevsimini güzelleştiren elma, olsa olsa kötülüklerin, fenalıkların, ihtirasların, aymazlıkların, hırsların ve zararlı tüm arzuların kamuflajı olan, masum bir meyve olabilir. Diğer bir değerlendirme ile de, şeytana bile pabucunu ters giydiren insanların cirit attığı günümüz dünyasında, elma sembolünün önemli görevi halen devam etmektedir.  Hatalarımızın cezasız kalmayacağını o güzel yüzüyle bize hatırlatmaktadır.

 

Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme (1)

Hep düşünmüşümdür, batılılar mevcut ekonomik, ticari ve endüstriyel zenginliklerini nelere borçlu diye. Çocukluktan itibaren anlatılan başarı için bir söz vardır. “Çalış, çalış, yine çalış” . Felsefesi olmayan bir çalışmanın bence çok fazla etkili olmadığını gördüm. Bizde de başarılı olmuş ve zengin olmuş kişilerle mülakat yapıldığında hemen “çalışmak, çalışmak, çalışmak” gibi ifadeler kullanırlar bir de yaşamı ile ilgili bir sokak efsanesi oluşturarak, milletin kulağına üflerler.

Gelişmiş ülkeler gelişmişliklerini, zenginliklerini nasıl sağlamışlar? Bir çok yöntem söylenebilir ancak biz sadece ahlâki altyapısı var mı? Varsa, ne olduğu konusuna bir bakalım.

Kapitalizmin bizdeki algısı Karl Marks düşüncesinin de etkisinde kalarak “sömürü”, “hilekarlık”, “vurgun”,”talan” gibi kavramlarla ifade edilir. Buna karşın Max Weber “elde etme güdüsü, kazanç tutkusu ve kuru kâr hırsının kapitalizmle hiçbir biçimde aynı şey olmadığını” savunmaktadır. Gerçi Karl Marks’ın düşüncelerini aratmayacak uygulamaları ülkemizde gördük halada görmekteyiz.

Ticaret yapma, kâr etmek, kazanç elde etmek, arzuları dünya kurulalı beri tüm bireylerde ve toplumlarda vardır. Bu kâr arzusunun akılcı çalışma disiplinine girmesi “modern batı” diye tabir edilen zamana rastlar.

Weber’in aslında temel aldığı kapitalizm “Modern Endüstriyel Kapitalizm“dir. “Endüstriyel Kapitalizmi tamamlayıcı ve zorunlu olmak üzere iki temel şartı var.” der. Weber. Kapitalizmin tamamlayıcı şartları; burjuva sınıfının ortaya çıkması, kentleşme, endüstriyel teknolojinin gelişmesi ve rasyonel hukuktur. Tamamlayıcı şartlar kapitalizmin maddi vücudunu meydana getirdikleri için gereklidirler. Ancak, vücudu canlandıran ve ona karakteristiğini veren ruhtur (zorunlu şart). Bu bağlamda, Modern Endüstriyel Kapitalizm’ in ruhu “Protestan Ahlâk” tır. (Weber)

Protestan ahlâk nedir? diye baktığımızda ise bir disiplini görürüz. Önce Protestan kelimesi ne anlama gelir diye baktığımızda “baş kaldıran, itiraz eden” anlamına geldiğini görüyoruz. 16. Yüzyılda Martin Luther, Roma Katolik Kilisesi’nin kutsal kitap yorumlarına, cennetin anahtarı, günahları bağışlaması ve diğer hükümleri kendi tekelinde tutmasına karşı çıkması ile başlayan süreçte farklı Protestan mezhepler ortaya çıktı. Weber Protestan Ahlâkının (Asketik Protestanlığının) dört büyük kolundan bahseder.

  • 1. Kalvinizim Jan Calvin’in 17. yüzyılda başlattığı harekettir. İngiltere, Hollanda ve Fransa gibi ülkelerde doruğa ulaşmıştır. “İlahi takdir” öğretisi üzerine sistemlenmiştir.
  • 2. Pietizm Kişisel ahlâk ve duyguyu dindarlığın temel prensibi sayan bir öğretidir.
  • 3. Metodizm 18 yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkar. İbadet ve günlük hayatı bir metodik düzenle takip ettiklerinden bu isim verilmiştir. Amerika’da ciddi bir çoğunlukları vardır.
  • 4. Baptistler Babtist hareketinden doğan tarikatlardan oluşur. Hollanda orjinli bir harekettir.

Protestanlık öğretisine Püritanizm de denir. Weber Protestan mezheplerini asketik olan ve olmayan  diye ayırır.

Weber dünyadaki diğer kapitalist gelişmeleri de incelemiş, ancak diğer yerlerde kapitalizmin tamamlayıcı şartlarını görmüş ancak zorunlu şart diye ifade ettiği asketizmin oluşturduğu belirli kişilik tiplerini bulamamış, sadece batıda ortaya çıktığını ifade etmiştir.

Hangi Muhafazakarlık?

Günümüzde küresel güç, bizzat karşımıza çıkmak yerine; bizden bazılarını bularak ve hazırlayarak karşımıza çıkardığına şahit oluyoruz.  Birçok konu ve sorunda bu özellik kendini göstermektedir. Aslında çatışmanın ve karmaşanın olmadığı, istikrar ve huzurun kurulduğu bir yerde küresel güç barınamamaktadır.

Irak’ta demokratikleşme uğruna ve bir diktatörden kurtulma yolunda binlerce insan ve sivil öldürülmüş, çeşitli katliamlar yapılmıştır. Ancak, Saddam’dan kurtulmak çözüm değilmiş. Aynı durum, bugün İran’daki gelişmeler için de geçerlidir. İran yönetiminin yanlışları, kültürel baskıları ortaya konulabilir. Ancak, İran’daki yönetimin yerini teslimiyetçi ve Batıcı bir iktidarın alması bu baskıları ve yanlışları ortadan kaldırmaz; belki daha da arttırır. İran’da büyük bir nüfus gücüne sahip Türkler daha hür olamayabilir.

Bosna-Hersek’de sadece barışı, ateşkesi sağlayan Dayton Antlaşması yapılmıştı. Orada belki silahlar sustu. Ama istikrar sağlanamadı ve birlikte yaşamanın şartları oluşturulmadığı gibi, tekrar eski çatışmaları hazırlayıcı bir ortam yaratıldı. Sırpların Büyük Sırbistan hayali, Hırvatların yine etnik mülahazalarla Hırvatistan’a yönelmeleri, Bağımsız Bosna Hersek Devleti’nin önündeki sorunlardır.

Bağımlı bağımsızlık tanınan Bosna Hersek ve diğer örnekler, etniklik merkezli politikaların barış ve bütünleşmeyi sağlamadığını göstermektedir. Parçayı bütünden ayırıcı, ötekileştirici politikalar hiçbir yerde barış ve huzur getirmez. Etnik ölçekli siyaseti marifet sayan siyasi iktidarın bunlardan ders alması gerekir. Etnik fitnenin beyinlere sokulduğu, insanların buna göre davranmaya zorlandığı bir yerde demokrasi tehlikeye girer, birlik bütünlük sağlanamaz; çatışmaya davetiye çıkartılır.

Etnik taassubun bir milli devleti, hele önü açılmışsa nerelere sürükleyeceği açıktır. Çoğu kere Türkiye’de olduğu gibi bazıları liberalliği, muhafazakarlığı, milliyetçiliği, küreselciliği bilmeden ve gerekli fikir jimnastiği yapmadan bu sıfatları kendilerine uygun görürler. Oysa bu etiketlerin arkasındaki çok farklı duygu, düşünce ve fikir akımları barınır.

Muhafazakârlık, bir milleti diğer milletten ayıran, fark ettiren özelliklerin ve değerlerin sistemli korunması ve korunarak geliştirilmesidir. Bu değerleri ve özellikleri canlı tutarak kaynağı tahrip etmeden yenilikçi tavır takınmaktır. Muhafazakârlık, sürekliliğin zorunluluğuna inanarak, gelişerek devamlılıktır. Değişme karşısında ne peşin kabul; ne de peşin red söz konusu olabilir. Aşırı özgürleştirilen ve tekleşen ferdin gelişmiş sanayi toplumlarında karşılaştığı sorunlar sosyal bağların güçlendirilmesini gerekli kılmaktadır.

Yalnızlaşan, dini kutsallarından uzaklaştırılan ama özgürleşen fert arayışlar içindedir. Özellikle küreselleşmenin doğurduğu baskı ve istilalara karşı Dünyada yükselen bir muhafazakârlaşma var. Her toplum totaliter ve tek tipleştirici dünya sisteminin basit bir parçası haline getirici baskılara karşı sosyal ve ekonomik bünyelerini korumacı tedbirler alıyor; milli kimliklerine sahip çıkıyor; uyuşturulmaya ve uysallaştırılmaya karşı ayağa kalkıyor.

Aslında muhafazakârlık, milliyetçilik karşıtı bir kavram değildir. Ama Türkiye’de muhafazakâr kesimin önemli bir bölümü milliyetçiliğe soğuk baktığından bugün beklenmedik bir şekilde liberalleşip küresel güçlere hizmet eder hale sokulmuşlardır. Sağda ve solda liberalleşme eğilimleri tek merkezde, küreselci ve teslimiyetçi çizgide birleşmiştir. Bu da küresel gücün ve blokların bizi bizden daha iyi düşünecekleri şeklindeki yanılgı ve aldatmacadan kaynaklanmaktadır. Ferdi kendi toplumu, devleti ve geçmişi ile kavgalı hale getiren bu eğilim, geçmişten hesaplaşma ve rövanş alma içgüdüsüne de yardımcı olmaktadır.

Muhafazakârlaşma, ne şehre uyumsuzlukla övünme, ne kırsallaşma ve ne de köylüleşme değildir. Yine muhafazakârlaşma, dün ve bugün adına milletleşmeyi reddederek alt kimlik, cemaatleşme, aşırı hemşehricilik ve etnik taassuba dalmak da değildir. Ancak, bütün bu sapmalar muhafazakârlaşma adına bizde görülmektedir. Türk toplumundaki muhafazakârlaşma fikri derinliklerden yoksun, şekille özdeşleşmektedir. Çelişkilerle doludur.

Kendi milli kültürel köklerinden koparılmış bir şekle bürünen bugünkü muhafazakârlık, meşru ve gayri meşru menfaat sağlamada bir araç gibi kullanılmaktadır. Son model araba, markalı tüketim malları ve gösteriş tüketiminde zirve yapan bu anlayış, küreselleştirme ile milliliği reddeden yeni evrensel değerlere tutunmaya çalışmakta, kendi kendine ve geçmişine yabancılaşmaktadır.

Zürih Protokolü ve Soykırım İkonası İnancı

0

Türkiye ile Ermenistan arasında Zürih’te imzalanan protokol her iki taraf açısından yeni sorunları gündeme getirecek netameli bir konu olmaya devam edecek gibi görünmektedir. Türk tarafı için politik düzeyde de olsa, mevcut AK parti hükümetini bundan sonra daha ihtiyatlı davranmaya zorlayacak gelişmeler, kendini göstermeye başladı. Azerbaycan’da Türk bayrağının şehitliklerden indirilmesi, Azeri yönetiminin doğal gaz fiyatları konusunda Türkiye’ye tanıdığı fırsatları geri çekmeye çalışması, Bursa’da Türk halkının, Türk bayrağıyla değil de  Azerbaycan bayraklarıyla, bir diplomasi maçına dönüşen, Türkiye-Ermenistan futbol müsabakasına katılmak istemesi, bu ihtiyati durumu, daha da netameli bir duruma dönüştürecektir.

Bu makalede Türk tarafının karşı karşıya kalacağı ikilemler, pişmanlıklar ve kararsızlıklar üstünde durmayacağım. Konuyu Türk karşıtlığını, düşmanlığını bir inanma biçimi haline getiren fanatik Ermeni gruplar açısından ele alacağım. Çünkü konu Türkler ve Türkiye açısından her zaman sadece politik bir sorun olarak görüldü. Oysa fanatik Ermeni gruplar açısında, Türk ve Ermeni ilişkileri, bir inanma biçimidir, bir heyecan kaynağıdır, bir gösteri alanıdır.

Ermeni Diasporasının fanatik grupları, son yarım yüzyıldır, Ermeni kimliğine yeni boyutlar eklemeye çalıştı. Ermeniler geleneksel Ermeni inancı, gelenekleri, dili ve değerleriyle kendilerini tanımlamayı ve ifade etmeyi ikinci planda tuttular. Ermeni kimliğini ve varoluşunu Ataları soykırıma uğramış bir millet olma propagandası ile ifade ettiler. Öldürüldükleri, katliama uğradıkları varsayılan ata ruhları ile dünya kamuoyuna kendilerini anlattılar. Yeni nesillere atası katliama uğramış bir halkın bakiyesi olma inancını, en önemli birleştirici, kaynaştırıcı değer olarak anlattılar. Fanatik Ermeni gruplara göre, atalarının soykırıma uğradıklarına inanmak ve bu inanca göre bir duruş sergilemek, Hz. İsa’nın çarmıha gerilerek işkence ile öldürülmesi gibi bir inançtır.

Hz. İsa’nın-hıristiyanlarca iddia edildiği şekliyle- Yahudiler tarafından çarmıha gerilerek işkence ile  öldürülmesi, nasıl ikonlaştırılıp bütün Hıristiyanların en önemli inancı olduysa, Ermeni ataların söz konusu edilen ve gerçekleştiğine inanılan 1915 olaylarında toplu olarak planlı bir şekilde öldürüldüklerine inanmak, Ermeniler için, önemli bir dini ve milli ritüel haline getirilmiştir. Ermeni kimliğine eklenen bu yeni ve modern  ve “gösterimlik ata kültü”, Ermeniler açısından diasporada var olabilmenin, kendini ifade edebilmenin ve emperyal destekleri alabilmenin en önemli aracı olmuştur.

Ermenilerin “muhayyel soykırım ikonası inancına” olan bağlılığı 40- 50 yıllık uzun ve etkili propagandalarla güçlükle, önce Ermeni halkına, ardından emperyal güçlerin meclislerine benimsetilebildi.  Bir inanç ve varolma biçimine dönüştü. Bu “muhayyel soykırım ikonası inancı” esas alınarak, Türk vatandaşları  ve Türkiye, bütün dünyada yıllardır, medyatik gösterim alanlarında sürekli mahküm edilmektedir, rencide edilmektedir. Türkler bu inançtan dolayı atasından utanan bir halk konumuna indirgenmeye çalışıldı. Bir çok ülkede, atasının Ermeni katili olmadığına inandığını söyleyen Türk vatandaşları, yargılandı, mahkum edildi.

Diasporanın inşa ettiği bu “muhayyel soykırım ikonası inancı” bütün Uluslar arası ortamlarda Türk yetkililerinin ve diplomatlarının önüne kondu. Onlar, atalarının işledikleri varsayılan mevhum cinayetlerden dolayı utandırılmaya zorlandı. Katillerin torunları olarak görüldü ve ayıplandı.  Türk kamuoyunda konu o kadar ilginç enstrümanlarla dile getirildi ki Türk vatandaşları bile atasından utanılacak duruma getirilmeye çalışıldı. Türk diplomatları, bu mevhum cinayetlerden dolayı, katillerin bakiyesi görülerek diplomatik masalarda mahkum edildiler. Bazıları da bu inançtan dolayı terör saldırılarına kurban edildi. Acımasızca sergi salonlarında her kesin gözü önünde sahnelerde öldürüldü, şehit edildi.

Zürih protokolüne göre, 1915 olaylarını araştıracak ve bu olayları inceleyecek bir tarih komisyonu kurulacak. Ermenistan’ın resmi hükümeti bunu prensip olarak kabul etti. Öte taraftan sözünü ettiğim fanatik Ermeni gruplar, 10 Ekim 2009 tarihini de mevhum 1915 olaylarında olduğu gibi, yas günü olarak kutlayacaklarını ilan ettiler.  10 Ekim gününün yas günü olarak ilan edilmesinin anlamı nedir? Ne gibi olaylara neden olacaktır?

Konu tahmin edilenden çok daha ilginç tartışmaları beraberinde getirecek gibi görünmektedir. Çünkü Türkiye’de her kes konuyu Ermeni tarafı açısından da politik olarak ele aldı. Oysa “soykırım ikonası inancı” söz konusu fanatik Ermeniler için politik bir konu değildir. Bir dogmadır, bir inançtır. Ermeni hükümeti bu protokol ile bir dini politik dogmanın gerçekliğini sorgulamaya razı olmuştur.

Bundan sonra, Ermeni tarafı için bir inancın bilimsel olarak doğrulanmasının sınanması gibi bir durum yaşanacaktır. Fanatik Ermeni gruplar bu bakımdan ciddi bir sorunla karşı karşıya kalacaktır. Bundan dolayı bu protokolü kendileri açısından önemli bir mevzi kaybı,  inanç bunalımı ve kimlik erimesi olarak algılamaktadırlar. “Muhayyel soykırım ikonası inancı” onlar için birleştirici ve araçsal bir işlev görüyordu. Oysa  mevcut protokol “soykırım ikonası inancı” nı sorgular duruma getirmiştir. Bu, inançtan şüpheye düşmek demektir. Bir inancın ve dogmanın bilimsel olarak doğruluğu ve yanlışlığının sınanması anlamına gelmektedir.  Bu durum ise konuyu bir iman konusu olmaktan çıkartmaktadır.

Ermeni kültürü ve bu kültürün parçalanması süreci hakkında bilgi sahibi olanlar şunu fark etmişlerdir: Geleneksel Ermeni kültürü, misyoner katolikler ve protestanların propagandası ile tarihi bağlamından kopartıldı. Tarihi bağlamından kopartılan bu kültür, siyasallaştı, emperyal güçlerin amaçlarına göre araçsallaştı, laikliğin etkisi ile dünyevileşen ve zenginlik peşinde koşturan Ermenilerden dolayı ciddi sarsıntılar geçirdi. Bundan dolayı Ermeni toplumunda ciddi bir kültürel ve toplumsal çözülme yaşandı. Bu çözülmeye savaş şartları da eşlik edince, Ermeniler vatanlarından da ayrılmak zorunda kaldı. “Soykırım ikonası inancı” bu dağılan ve çözülen Ermeni varlığını yeniden toparlamayı ve bir birlik haline getirmeyi amaçlıyordu. İşte Ermeni hükümetinin “soykırım ikonası inancını” sorgulama anlamına gelen protokolü kabul etmesi, bundan dolayı Ermeni tarafı açısından itikadi tartışmaları da beraberinde gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Bilindiği gibi fanatik ve kapalı gruplar kendi içlerinde sürekli bölünmeler ve parçalanmalarla karşı karşıya kalırlar. Bu durum fanatik Ermeni gruplar için, çok daha ilginç olmuştur. Çünkü bu gruplar, her zaman karşı tarafa saldırma ve terör eylemlerini gerçekleştirmeyi kendileri için önemli bir varoluş inancı olarak görmüşlerdir. Bu durum, Osmanlı devleti döneminde de böyleydi, modern dönemde de böyle olmuştur. Ermeniler Anadolu’da yoğun olarak yaşadıkları dönemde de, şu anki Ermenistan’ın kurulmasından sonra ve diasporada da böyle olmuştur. Belki de marksist kapalı eylem gruplarını bir yana bıraksak, Dünya’da son bir buçuk yüz yıldır en fazla siyasi ve ideolojik eylem gerçekleştiren gruplar Ermeni grupları olmuştur. Daha bundan birkaç yıl önce, bu grupların Ermenistan parlamentosuna düzenledikleri silahlı saldırının görüntülerini bir çok kişi hala korku ve dehşet içinde hatırlar.

Şiddet kültürü ve inancı ile ayakta duran bu Ermeni gruplar, Zürih protokolü ile yeniden kendi kendileri ile çatışacaklar. Muhtemelen ilan ettikleri bu yeni yas günlerini kanlı eylemlerle gündemde tutmaya çalışacaklar. Çünkü bir inançtan vazgeçmeye razı olma-ki Ermeni hükümeti Zürih protokolünü imzalamakla bunun yolunu açmış bulunmaktadır- her zaman beraberinde yeni çatışmaları ve sorunları ortaya çıkartmıştır.

Anlaşılan bu protokolden sonra fanatik Ermeni gruplar kendi kendileri ile daha çok uğraşacaklardır. Hıristiyanların Hz. İsa’nın ilahi konumu hakkında içine düştükleri ihtilaflara benzer ihtilaflar yaşayacaklardır. “soykırım ikonası inancı”nın varlığı ve yokluğu gibi tartışmalar onları birçok ikilemle karşı karşıya bırakacaktır. Revizyonistler ve yeni yorumcular bu fanatik Ermeni grupların yeniden parçalanmasına ve yeni grupların ortaya çıkmasına neden olacaklardır. Bir çok fanatik Ermeni, bu protokolü maktül ata ruhuna bir saygısızlık olarak mütala edecektir. Katil olarak bildiği Türklerle işbirliği yapan mevcut Ermeni hükümetine karşı  yeni bir propaganda süreci başlatacaktır. Muhtemelen kendi aralarında yeni şiddet eylemleri gerçekleştireceklerdir.