18 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1207

Deniz Baykal’a Tuzak Kuranların Planları

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile eski Özel Kalem Müdürü ve halen CHP Milletvekili Nesrin Baytok‘a ait olduğu söylenen gizli kamera görüntüleri internet sitelerinde yayınlanmaya başladığından beri siyaset gündemi değişti.

Görüntülerin gerçek veya montaj olup olmadığı, özel hayatın gizliliği, siyasetçilerin bel altı vuruşlarla yıpratılmaması, bir parti başkanının milletvekili seçerken uyması gereken kriterler gibi hususları hukuki, ahlaki ve diğer boyutları ile değerlendirmeyi bir yana bırakalım.

Olayı gündeme getirenlerin hedefinin bir siyasi sonuç elde etmek olduğu kesindir. Şimdilik sadece bu çirkin tuzağı kuranların hangi siyasi sonucu almaya çalıştıklarını anlamaya çalışalım.

ZAMANLAMA: Bu kasetin 7 yıl öncesine ait olduğu iddia ediliyor. 7 yıl bekletilen görüntülerin şimdi servise sokulması zamanlamaya daha fazla dikkat etmemizi gerektiriyor. Üç önemli olay söz konusu.

  • Anayasa değişiklikleri TBMM’den geçti, değişiklik paketi Cumhurbaşkanı’na gönderildi ve referandum süreci başlamak üzere.
  • Bu ay içinde CHP Kurultayı yapılacak.
  • En geç 14 ay sonra Genel Seçimler yapılacak.

Bu görüntülerin yayınlanması ile referandum sürecinde Anayasa değişiklik paketine dair CHP’nin halk nezdinde yapacağı muhalefet etkin olamayacak ancak CHP’nin Anayasa Mahkemesine müracaatına mani olmayacaktır. Her iki halde de AKP kârlı çıkacaktır. (Referandumda hayır oylarının az çıkması AKP’nin zafer havasıyla ve yüksek moralle genel seçime girmesine yol açacak; Anayasa Mahkemesinin değişiklikleri iptal kararı da AKP’ye çok sevdiği mazlum rolünü oynama fırsatını verecektir.)

CHP’NİN BAŞARISINDA BAYKAL’IN ROLÜ: En geç 14 ay sonra yapılacak genel seçimlerde, CHP’nin başarılı olup olmaması Genel Başkanın kim olacağı ile de ilişkili olacaktır. Bu konuda iki zıt görüş dile getiriliyor:

Birincisi CHP, Deniz Baykal’ın başkanlığında yüzde 25′ i aşan bir oy oranına kavuşamaz. Dolayısıyla iktidar olması mümkün değildir. Baykal tasfiye edilip yeni bir Genel Başkan ile seçime girilirse yüzde 30′ ların üstüne çıkarak CHP iktidar olabilir.

Oysaki ikinci görüşe göre, (genel seçime çok derin psikolojik tesiri olacak) referanduma çok az, genel seçime de bir yıl kadar bir zaman kalmıştır.  CHP’nin son zamanların en güçlü dönemini yaşadığı bir dönemde, Genel Başkanını ve ekibini değiştirmesi örgüt içi çatışmalar durulmadan genel seçimlere girmek durumunda kalacak CHP’nin başarısını olumsuz etkileyecektir.

Nuray Mert‘in ifadesiyle, “demek ki, CHP gerçekten, etkili muhalefet yapmaya başladı. Yoksa bunca yıl sonra bir kaset çıkmaz, Baykal bunca hedef olmazdı. Sosyal demokratların yıllardır, Baykal’a ilişkin sızlanmaları ve suçlamalarına karşın, hâlihazırda Baykal’sız bir CHP’nin beli bükülecektir. Belli ki, kasetçiler de bu gerçeği gayet iyi biliyormuş ki, iyi bir zamanlama ile devreye girdiler.”

AKP’SİZ KOALİSYON İHTİMALİ: Şu sıralar iktidar en yıpranmış dönemini yaşıyor. AKP’nin açılımlar ve ekonomik krizin yıpratıcı tesiriyle son mahalli seçimlerden daha düşük oy oranında kalacağı gözlemlenmektedir. Kaldı ki, AKP son mahalli seçimlerdeki oy oranını alabilse bile hesaplara göre tek başına iktidar olamayacak. Bu durumda AKP dışındaki partiler (CHP ve MHP) anlaşarak bir koalisyon kurabilirler.

AKP’Lİ KOALİSYON HESABI: Solda alternatif parti olarak hazırlık yapmakta olan, Mustafa Sarıgül hareketi (TDH) bu durumdan yararlanarak CHP oylarını bölüp, barajı aşmaya çalışacaktır. Seçim sonrası AKP ile koalisyon yapmak istemeyecek bir CHP yerine, AKP ile koalisyona balıklama atlayacak Sarıgül Hareketini tercih edenler böyle bir tuzak ile Baykal’ı siyasetten silmek istemiş olabilir. Sarıgül barajı aşamazsa da, CHP’ye seçtirilecek yeni Genel Başkan, (Baykal’ın başına gelenleri gördükten sonra) AKP’li koalisyona hayır diyemeyecektir.

TUZAK KİMİN ESERİ?

  • 1. Birinci görüşe göre, Baykal’a tuzak kuranların CHP’nin iktidar olmasını isteyen ve bunun için Baykal’ın tasfiye edilmesini gerekli gören sol kanat mensupları olabileceği ifade ediliyor. Yıllardan beri CHP’nin iktidar alternatifi olamamasında Türkiye’nin ve uluslararası konjonktürdeki değişimlerin tesirini göz ardı edip, Baykal’ı sorumlu tutanlar böyle bir komployu kurmuş olabilir. Bazı solcu yazarların olay aydınlanmadan hemen Baykal’ı istifaya çağırmaları bu şüpheyi artırıyor.
  • 2. Seçim sonrası AKP’li bir koalisyon hesabı yapan iç ve dış mihraklar bu tuzağı planlamış olabilir. Başbakan Erdoğan‘ın ve yandaş medyanın olgun tavrı böyle bir şüpheden AKP’yi uzaklaştırıcı yönde. ABD‘nin bölgemizdeki uzun vadeli planları gereğince,”Kürtlere özerklik verilmesi” işini, AKP artı sol bir partinin olduğu koalisyona yaptırmak, açılımlara solun desteğini de alarak istenen Türkiye düzenini oluşturmak hedeflenmiş olabilir. TSK ve Yüksek Yargı engeli aşıldıktan sonra, Türkiye için Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında değişim gerçekleştirmek isteyen dış mihraklar için, Baykal önemli bir engeldi.
  • 3. Baykal’ın siyasi mevta haline getirilmesi bir dış proje ise, bu projenin iç destekçilerinin en azından maşalarının olması gerekir. Bu iç desteğin bulunması için izlenecek yol bir genel kuralı hatırlamaktır: Baykal’ın gitmesi kimin/ kimlerin yararına olacaksa, Odur/ Onlardır, diyebiliriz.

Sözü Mahir Kaynak‘tan alıntı ile bitirelim: “Eğer izlediğimiz politikayı desteklediği için bunların kullanılmasına göz yumarsak ve memnuniyetle karşılarsak ilerde aynı metotların bize karşı kullanılması halinde yapacağımız hiçbir şey kalmaz. Deniz Baykal için yıllar öncesine ait bir belgenin ortaya çıkışı herkes için bir dosya hazırlanmış olabileceğini düşündürüyor.”

 

Sırrı Mektubat

Lütfet,
Kerem et, Merhamet et
Menzil-i kelamım.
Mana-i istikbalimi lal eyleme..
Bende-i mücriminizim
atf-ı nigahınıza muhtaç.
..
Ey Nevbahar,
Maksud-u sohbetim ol.
Hiss-i sadis ile mündemic,
Hücre-i göğsümde Ketm-i ihtimam ederim
Sırrı mektubat’ımı

Değerlerimiz ve değer kırılmaları üzerine (3)

Yerleşik değerlerimiz değişen dünyanın etkisi ile oluşan farklı parametrelerle büyük saldırılara mazur kalmaktadır. Adı Milli olan Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Tarih Kurumu ve diğer bir çok devasa organizasyonlara rağmen değerlerimiz büyük tehdit altında.

Hem bizimle özdeşen hem de evrensel değerler olarak kabul edilen değerlere bir bakarsak; İstişare, kadirşinaslık, yardımlaşma, güven, doğruluk-dürüstlük, sevgi, hoşgörü, vatanseverlik, kahramanlık, alçakgönüllülük, vefa, fedakarlık, emanet, sözünde durmak., insana saygı, hayvanlara saygı, çevreye saygı, onurlu olmak, kardeşlik, israf etmemek, dostluk, edep, bedenine sağlık, şefkat, sağduyu, sabır, erdemlilik, ileri görüşlülük, empati, adalet, kendine saygı, nezaket, emeğe saygı, çalışkanlık, mensubiyet, özgürlük, İrfan, sadakat, sempati, lidere saygı, edep ve diğerleri.

Yıllardan beri oluşan, yerleşen bu değerlerimiz zaman içinde ya içi boşaltılıyor başka anlamlar yükleniyor veya banal olarak adlandırılarak, bu değerler sahip duyanlar ötekileştiriliyorlar. “Bu çağda, buda mı olur, Çok geri kalmışsınız. Artık devir bu devir değil” gibi benzer sözlerle hakir ve değersiz gösterilmeye çalışılmaktadır.

Bu arada değerlerimize ve değer atfettiklerimize bilerek veya bilmeyerek yaptığımız çok hatalarımız olabilir. Dr. Banu GÜRER’in bu konuları içeren yazılarından alıntılarla örnekleyecek olursak;

Aklı ve bilgiyi doğru kullanmaktan bahsederken, bunun ne demek olduğuna dair örnekleri çevremizde bol bol bulmak mümkün. Mesela, sırf sempatimiz var diye veya iyi olduklarına “görünüşteki davranışlarına” bakarak karar verdiğimiz insanlara dair tutumumuz çoğu zaman bizi ciddi hatalara götürebilmektedir. (1)

Öyle ki; bu insanların ciddi şekilde yanlış yaptıklarını, hatta bu yanlışları yapmaktan kaçınmadıklarını görsek ve buna dair bilgi sahibi olsak da, mesela dindar göründükleri için bu davranışlarına mazeret aramamız veya “hata yapmaz” kabul edip bir mevki tayin ederek her yanlışını tevil etmeye çalışmamız, hele ki bu insanlar diğer insanların hayatlarını etkileyebilecek bir konumda iseler, hem biz hem onlar hem de toplum için çok sakıncalı neticelere yol açmaktadır. (2)

Daha da vahimi, kendi gruplarından olmayan diğer “kardeşlerinin” istismar edilmeleri, dolandırılmaları, haklarının çiğnenmesi adeta “meşru” kabul edilebilmiştir! (3)

Dolayısıyla “ancak kardeş” olabilecek ve birbirlerinin aralarını düzeltecek bir toplumun ve ümmetin bugün içinde bulunduğu kargaşa ve sıkıntı ortamının sebeplerini doğru anlamak, çözüm üretebilmek ve maruz kaldığımız istismarlara mani olabilmek, sahip olduğumuz değerlerin doğru bir şekilde idrakinden ve hayata aktarılmasından geçecektir. (4)

Bu noktadan hareketle bugün Türkiye’de yaşanan ahlaki sıkıntı genel manada dini hayatın doğru anlaşılıp yaşanamadığını göstermektedir ki adam öldürmenin adeta günlük hadise haline gelmesi, haksız kazanç elde etmenin neredeyse kar sayılması, başkasının hakkını gasp etmekten korkanların gittikçe azalması, temel sorunlarımıza hassasiyetin erimeye başlaması maksadımızı açıklayan vakalardan sadece bir kaçıdır. (5)

GÜRER hanımefendinin sözcükleri ile bitirecek olursam “Dolayısıyla artık şekilden ziyade özü tartışmanın ve bu özün anlaşılıp yaşanılır hale gelmesine vesile olmanın gereği daha da açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Ancak bu yolla şekil ve öz birbirini tamamlayarak işlevlerini doğru biçimde yerine getirebilecekdir.

Sahip olduğumuz ancak neredeyse unuttuğumuz değerlerimizi hatırlamanın ve hatırlatmanın vaktidir. Çok geç olmadan kendimize gelmek dileğiyle…” (6)

 

Dr. Banu GÜRER

(1) (2)  Aklı ve Bilgiyi Kullanabilmek http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=8 )

(3) (4)  Kardeşliğin Böylesi  http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=33 )

(5) (6) Şekilden Öze: Değerlerimiz http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=241 )

 

Eti senin, kemiği benim

“Eti senin, kemiği benim”..

Bu cümleyi ilk duyduğumda ilkokul sıralarındaydım..

Babam, Cerrahpaşa’da ayakkabı tamirciliği yapan “Sülo Aco”ya götürmüştü beni.

O’na “Aco” diyordu babam ama amcası değildi. Üsküp’te ailenin tarlalarında yarıcılık yapan bir ailenin büyüğüydü Sülo Aco.

Yaz tatilinde çıraklık yapacaktım ve sanat öğrenecektim. Bu arada sokakta da babamın ifadesiyle haylazlık yapmayacaktım bu sayede.

Oysa yaz tatili başladığında, Burhan, Yusuf Ziya ve diğer arkadaşlarım bizi bekliyordu kardeşimle birlikte.

Yazın evdekilerden habersiz yokuş aşağı biraz yürüdükten sonra, kamyon şambrellerinin üstüne oturup denize girecektik Samatya’da.

Hayallerim suya düşmüştü.

Çalışacaktım anladım da, babamın Sülo Aco’ya beni teslim ettiğinde söylediği “eti senin, kemiği benim” sözüne bir anlam verememiştim.

Yani Sülo Aco beni kesip doğrayıp, etlerimi kendisine, kemiklerimi de babama mı verecekti?

İlerleyen yaşlarımda anladım ki, bu çırakların ustaya teslim edilişinde terennüm edilen veciz bir ifadeymiş. Yani “ben karışmam, sen bunu adam et de nasıl edersen et” mealinde bir ifade.

Ben ayakkabıcı olamadım ama Sülo Aco’dan hayata dair çok ders aldım.

Erken dükkân açmanın dükkânın bereketini arttıracağından tutun da, müşterinin hep haklı olduğunu kadar daha bir çok şey öğrendim.

Az da olsa helal kazanılan paranın, keyifli bir hayat sürmek için yeterli olduğunu da öğrendim.

Tevekkülü öğrendim.

“Hamd olsun” demeyi, “bereket versin” demeyi öğrendim.

Et fiyatlarının artmasına karşılık et ithalatına izin veren Hükümetin kararını okuyunca aklıma geldi bu anım.

Et gelecek de, et kime, kemik kime?

Et ithal edince, et ne kadar ucuzlayacak dersiniz?

– Karkasta 2 TL, kasapta en fazla 5 TL.

Böyle olunca fakir fukara artık et mi alacak?

5 TL ucuz olunca sanırsınız ki, et yemekten gut hastalığına yakalanacak fukara halk.

Bu halk yardakçılığı da bu Hükümet’e yakışır zaten.

Vatandaş etten geçeli çok oldu Beyler.

Kemikler yok fiyatına yem fabrikalarına verilirken önceleri, artık aileler et suyuna yemek için topluyor kemikleri. Hem de para ödeyerek.

Demem o ki; et yine zengine, kemik yine fakire…

Babam bile beni işe verirken dememiş miydi, “eti senin kemiği benim” diye. O zamanlarda bile kemiğe razı olmuş etten vazgeçip.

“Düzen bu düzen” demişti akademide, Tasarı Geometri Hocam Yılmaz Morçöl.

“Düzen bu düzen, düzenler değişiyor, düzülenler değişmiyor” diye de tamamlamıştı sözlerini.

Aradan neredeyse 33 sene geçmiş, değişen bir şey yok.

Ne düzen değişmiş, ne de düzülen oyunlar.

Etin de sahibi aynı, kemiğin de…

 

 

Uygarlık – Gılgamış-Şamhat-Enkidu

Sürekli yenilenen bilgilerin, yoğunlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Geleceğin neler getireceğini pek kestiremiyoruz. Oysa eski yıllarda önümüzü çok net olmasa da, aşağı yukarı görebiliyor veya hedeflere yakın tahmin edebiliyorduk.                            

Şimdilerde bilgilerin ve teknolojinin sürekli değişmesi yaşantımızı etkiliyor, dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın yeni yeni ürünler sizi buluyor ve ilgilendiriyor. Çok basit görünümlü, avucunuzun içine sığabilen bir cihazla tüm dünyaya bağlanabiliyor, bilgisayarlara girebiliyor, internette gezebiliyor, çevre görüntüleri aktarılabiliyor, finans işleriniz, para trafiğiniz ve sair gibi pek çok işimizi gerçekleştirebiliyoruz. 

Kayıtlara göre bilinen ilk buluşun “Pekin İnsanı”na ait olduğu kabul edilmektedir. Ateşin gücünü değerlendirmiş ve devam etmiştir. Bu ilk buluş, insanoğlunun (veya soyunun) diğer mahlukata üstünlük sağlamasının başlangıcı olmuştur. Bilim insanlarına göre aradan beş yüz bin yıl geçmiştir.  Bu süreç dünyanın var oluşundan bu yana beş milyar yıl geçmesiyle orantılanırsa çok çok kısa bir zaman demektir. Giderek hızlanan ve yaşantımızı, alışkanlıklarımızı dönüştüren, yenileyen buluşlar hepimizi etkiliyor. Bütçelerimizi zorluyor, değişimlere uyum sağlamak zorunlu hale geliyor. 

Okuma alışkanlığı olanlar günün yenilenme baskısına zaman zaman ara verip kitaplarıyla buluşurlar. İşte böyle bir zamanda önceden okuduğunuz  kitaplarla da karşılaşırsınız, tıpkı eski bir dost ile karşılaşmış gibi sevinir ve mutluluk duyarsınız.  

Gılgamış Destanı’nı tekrar okumak da böyledir. Konusu ise, Fırat nehrinin Dicle’yle buluştuğu coğrafyanın masalıdır. Sümer ülkesinin kralı olan Gılgamış, olağanüstü güçlü, yakışıklı, bilge fakat yalnızmış. Ne gücüne ne de gönlüne göre konuşup, oyalanacağı bir arkadaşı yokmuş. Bu yalnızlık O’nu, giderek artan bir huzursuzlukla, etrafına  rahatsızlık ve eziyet vermeye  yöneltmiştir. 

Baskı ve zulümden usanan halk, Tanrı’ya yakarıp Gılgamış ile baş edebilecek onun kadar güçlü birisini yaratmasını dilemiş. Tanrı bu yakarışı duymuş. Gılgamış kadar güçlü birini yaratmış ve mezopotamya’nın kırlarına salıvermiş. Bu hayvana benzeyen bir yaratıkmış. Tam bir yabani adam. O’nu görenler, bu olağanüstü güçlü adamın eğitilip uygarlaştırılabilirse Gılgamış’a arkadaş olabileceğini onu oyalaya bileceğini düşünmüşler. 

Yabani adama, Enkidu (kırların adamı) adını vermişler. Rahipler de bu adamın eğitilip, insanlaştırılmasının ve uygarlaştırılmasının yararlı olacağına karar vermişler. Baş rahibe bu görevi güzeller güzeli rahibe Şamhat’a vermiş. Şamhat’ın bir özelliği de çaldığı lir ile dinleyenleri kendinden geçirmesiymiş. 

Şamhat ormana gitmiş. Üzerinde tülden bir elbise, elinde liri varmış. Issız bir yerde oturup lirini çalmaya başlamış. İlkel yabani adam Enkidu, Şamhat’ın ve lirin nağmelerine büyülenmiş, gelip kadının yanına oturmuş. Elini tutup, gülümsemiş. Şamhat, O’na sarılmış vesaire. 

Şamhat, Enkidu’yu eğitip uygarlaştırmış ve Enkidu, kral Gılgamış’a getirilmiş.  Aralarında büyük dostluk böyle başlamış. Müthiş ikilinin, akıl almaz maceraları da Gılgamış destanını meydana getirmiştir.  

Enkidu’nun uygarlaştırılarak topluma kazandırılması Sümer halkının  huzura kavuşmasına neden olduğu gibi ayrıca  döneminin önemli ve renkli bir epik  öyküsünün doğmasına da neden olmuştur.

Tarihin Yeniden Yorumlanması

Tarihin yeniden ve biz’e göre yorumlanması demek Avrupa’ya uydurulmuş 4’lü klasik Çağ Tasnifini çöpe ısmarlamak demektir. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ tabirlerini çıkaranlara iade ediyoruz.

Birbirimizin başörtüsüyle, darbesiyle uğraşacağımıza konumumuzla orantılı maddî – manevî üretime geçsek belki başkalarının hasbelkader üstümüze koyduğu fanusları da kırabiliriz.

İsterseniz beyin fırtınasındaki yönteme uygun bir girizgâh yapayım; dileyen geliştirsin, dileyen değiştirsin. Dileyen de dilediği kadar tasnif iskeleti oluştursun, uzuvları için imece yapalım.

‘Ben olsam’ ruhsatlı bir cümleyle ‘Vira Bismillâh’ deseydim; biri İnsanlık Tarihi için, biri Türk Tarihi için, biri İslâm Tarihi için, biri Osmanlı Tarihi için, biri de Türkiye Cumhuriyeti Tarihi için 5 sınıflandırma yapmak isterdim. İlgililere ve ilgisizlere sunulur:

İNSANLIK TARİHİ TASNİFİ

  • Kadim Çağ MÖ 15.000 – 3.500
  • Yazı Çağı MÖ 3.500 – M (0)
  • I.İnanç Çağı (Hıristiyanlık) M (0) – MS 610
  • II.İnanç Çağı (İslâmiyet) MS 610 – 1800
  • Teknoloji Çağı 1800 – 2000’ler

TÜRK TARİHİ TASNİFİ

  • Yerleşim Asırları MÖ 3 bin – 8.yy
  • Devlet Asırları MÖ 8.yy – MS 4.yy
  • Göç Asırları MS 4.yy – 11.yy
  • Fetih Asırları 11.yy – 18.yy
  • İzmihlâl Asırları 18.yy – 20.yy
  • Yeniden Yükseliş Asırları 20.yy – 21.yy

İSLÂM TARİHİ TASNİFİ

  • Hz. Muhammed Dönemi 610 – 632
  • 4 Halife Dönemi 632 – 661
  • Emevî – Abbasî Dönemi 661 – 1055
  • Selçuklu – Osmanlı Dönemi 1055 – 1918
  • M. Kemal Dönemi 1919 –

OSMANLI TARİHİ TASNİFİ

  • Yücelik Devri1299 – 1699
  • Yenilik Devri 1699 – 1839
  • Eziklik Devri 1839 – 1919
  • Bağımsızlık Devri 1919 –

 TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ TASNİFİ

  • Millî Mucize Dönemi1919 – 1923
  • Medenî Mucize Dönemi 1923 – 1938
  • İdare-i Maslahat Dönemi 1938 – 2002
  • Müzayede / Mezat Dönemi 2002 – 2010
  • Tarihî Misyon Dönemi 2010 – 2023

“3 Mayıs Türkçüler Günü”

Almanya’da Aşağı Saksonya Eyaleti’nde Türk asıllı bir hanımın Bakanlığa getirildiği basında yer aldı. Türk asıllı Bakanın bir teklifi Almanya’yı karıştırdı. Bu teklife göre, Almanya’da “farklı dinlere ait dini sembol ve işaretlerin kullanılmaması” isteniyordu. Buna birçok çevre ve değişik partiler dini sembol ve işaretlerin Alman Bayrağındaki kartal gibi Alman kimliğinin bir parçası olduğunu belirterek tepki koymuşlardı.  Bu örnek de bize her şeyin yerinde kullanılmasının doğru olacağını göstermektedir. Ne dini siyasete, ne de siyaseti dine âlet etmek; ne de bu yoldan bir şeyler beklemek uygun sayılabilir. Bizde ise tersi yapılmakta ve konular farklı yönlerden istismar edilmektedir. Bir kısır döngü şeklinde tartışmalar sürdürülmektedir.

                                          *       *      *

Geçen hafta 3 Mayıs Türkçüler Günü kutlamaları dolayısıyla Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın toplantısında bulundum. Prof. Dr. Turan Yazgan ve Prof. Dr. Orhan Türkdoğan Hocalarımızın ve değerli üstat İlham Gencer’in konuşma ve takdimlerini izledim.

3 Mayıs Türkçüler Günü kendini Türk olarak hisseden ve Türk Milletinin mensubu sayan herkesin bayramıdır ve kutlu bir günüdür. Anadili farklı bile olsa Türk Milleti ile bütünleşen herkes; bizzat kendisi ayırım yapmadığı, etnik taassup göstermediği sürece Türk kabul edilir. Kimsenin Türklüğünü ispat etmeye de ihtiyacımız yoktur. Biz Türklerde ırkçılık tutkusu ve asabiyeti olmadığı için ırkçılık yapan herkesi kınarız ve hoş karşılamayız.

Aslında milli kimlik düşmanlığı ve vatandaşlığı red de, ırkçılığın bir çeşidi olan etnik ırkçılığa girmektedir. Bazıları ne kadar çaba gösterirse göstersin; etnik ayırımcılık ve ırkçılık demokrasi ile bağdaşmaz. Milli kimliği dışlayarak, Anayasayı çeşitliliğe zorlayarak ve egemenliğe ortak arayarak demokrasi yüceltilemez. Milletleşme olmadan demokrasi de yaşatılamaz. Bunu samimi olan herkes fark etmelidir.

Aslında 3 Mayıs 1944 acı olayları çok düşündürücüdür. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu Türklükle iftihar eden beyanatlar verirken dönemin  Cumhurbaşkanı Rahmetli İnönü farklı telden çalıyordu. Rahmetli İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1944 Nutku çok acı ve düşündürücü bir siyasi belgedir.  II. Dünya Harbi’nin sonuçları belirlenmeye başlamıştı. Alman orduları yeniliyordu. Ülkeyi yönetenler ve o dönemin bazı basın kuruluşları hemen çark edip Almanları methetmek yerine, bu defa Sovyetler Birliğine yaranmak için olmadık şeyler yapmışlardı. Birçok makama aleni komünist olan kişiler getiriliyordu.

Buna karşı tepkiler gecikmedi. Büyük fikir ve düşünce adamı Nihal Atsız mektup yayınlayarak ve Orkun Dergisi’nde yazılar yazarak bu milli tepkinin lokomotifi olmuştu. O dönem, milli aydınlardan ve gençlikten büyük destek almıştı. Milliyetçiler, dışarıya ve değişen Dünya dengesine hoş görünebilmek için yargılanmışlar, işkence görmüşler ve tabutluklara tıkılmışlardı. Bugün hayatta olmayanları rahmet ve saygıyla anıyoruz.  Yaşayanlara da sağlıklı ve hayırlı günler dileyerek saygılar sunuyoruz.

Bütün bunlar Türk kimliğini dayatıldığı ve insanların Türkleştirildiği iddialarının ortaya atıldığı bir Türkiye’de oluyordu. Eğer bu iddialar geçerli olsa idi; bu acı olayların olmaması gerekirdi. Sadece bu olay değil; ama 1954 yılında Milliyetçiler Derneği’nin de kapatılması, 19 Mayıs 1976 nutkunda dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün milliyetçileri “eksantrik” olarak suçlamaması, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinde milliyetçilerin çeşitli cezalara çarptırılmamaları, denge sağlamak için haksız suçlamalarla, idamlarla ve işkencelerle karşılaşmamaları gerekirdi.

Türk kimliğinin sözde dayatıldığı ve kimliklerin sözde inkâr edildiği bir ülkenin Başbakanı “Türkiye sadece Türklerin değil” ve Türk yerine “Türkiyelilik” gibi beyanlarda bulunabilir miydi? Nüfus mübadelesi esas alınarak “farklı etnik kimlikler Türkiye’den kovuldu” denilebilir miydi? Bu ülkede Milli Eğitim Bakanlığı yapmış üstelik unvanlı bir kişi eritme (asimilasyon) suçlaması yapabilir miydi?

3 Mayıs Türkçüler Gününü günümüz açısından değerlendirmek, bilhassa milli kimlik konusundaki bulanıklığı aşmak ve ciddi ülkelerdeki gerçekleri görmek zorundayız.

Hesabı Kimden Soracağız?

Ülkenin sanayisi havlu atmak üzere, işsizlik tarihi rekor kırıyor, iç ve dış borç almış başını gitmiş, genç nüfus gelecekten ümidini kesmiş, özelleştirme peşkeşi ile kapitülasyonlar hortlamış, vergi yükü halkın omuzlarını ezmiş, tarım ve hayvancılık AB’nin emirleri ile bitmiş, İmralı canisi ve PKK’ya itibar sağlanmış. Nihayet 25 Mart 2010’dan bu yana 19 şehit verilmiş. Bunun hesabını kim verecek?

Avrupa Birliğine verilen tavizler, orta ve küçük ölçekteki sanayiciyi, kapısına kepenk vurma noktasına getirmiştir. Sanayicinin oğluna iş arar hale geldiği bizzat Odalar ve Borsalar Birliğinin tepesinde ifade ediliyor. Ancak korku ve geçmişteki alkışlar bugün doğruları yüksek sesle söylemeye engel oluyor. İslamı referans olarak kullanıp iktidar olanların ülkeyi ne hale getirdiğini başta İslamcılar olmak üzere herkes görüyor ama ne yazık ki dilsiz şeytan olmak tercih ediliyor.

Gençler ve çalışma yaşında olanlar işsizlikten evlerde oturuyor. Koskoca insanlar, ana ve babalarının yanına sığınmış onların avucuna bakar hale gelmiş. Sosyal devlet anlayışı bunlar için geçerli değil mi? Ermenileri, PKK’yı konuştuğumuz kadar işsizleri niye konuşmuyorsunuz? Ülkenin gidişatına bakın, gençler arayış içindeler. Onlara gemicik veren, mısır ve yumurta ithalatının önünü açan, ceplerine inanılmaz sermayeleri koyan siyasetçi büyükleri yok. Kimsenin damadını medya devinin başına getirmiyorlar.

Mustafa Kemal Atatürk’ün millileşme hareketini küreselleşme aşkıyla yok ederek, milli sanayiyi ve ülke birikimini özelleştirme adı altında yabancılara teslim eden anlayışla, sessiz işgalin başladığının farkındamıyız? Bu kara adamları destekleyip alkışlayanlarda hiç vicdan yok mu?

Bin çeşit vergi yükü altında ezilen bir halk olduğumuzu görmüyormusunuz? Dünyanın en pahalı etini yediğimizi, en pahalı benzinini kullandığımızı bilmiyormusunuz? Komediye bakın hayvancılık ülkesi Türkiye et ithalatına başladı. Bu politikalar bizi yarın açlığa götürecek. Eminim ki; dün buğdayda bugün etteki arayışımız dış güçlere bize karşı geliştirilecek  politikalarda yeni ilhamlar veriyor. Gelecekte aç kalacağız aç!

İmralı canisi ve PKK’ya, Habur’da itibar sağlayanlar, bir ayda 19 şehide ne diyor?

Bu şehitlerin açılımınıza bir katkısı var mı? Halkın vergisi ile yayın yapan devletin televizyonu TRT’de beş şehidin verildiği gece canlı yayında Ferhat Göçer’le, İzel’le eğlence yapılıyordu, hiç mi sıkılmadınız? Milletin acısını  şarkıyla türküyle mi paylaştınız?

Şehitlerimize onların ailelerine hiç mi saygınız yoktu? Onların döktüğü kanla evinizde rahat ettiğinizi bilmiyormusunuz? Bu nasıl anlayıştır.

Buna destek olan ve ülkeyi ekonomik, güvenlik, terör, sosyolojik yapıyı parçalama ve dış politikada felakete götürenleri alkışlayanları anlamakta güçlük içerisindeyim.

Barzani’yi onurlandıran fakat Irak Türklerini görmezden gelen, içte ve dışta Türk varlığına musallat olan bu adamları halen anlamadınız mı? İslamcının, marksistin, bölücünün hepsinin bir olduğunu ve Türk Milletine karşı 1980 öncesinde olduğu gibi hücuma geçtiğini görmüyormusunuz?

Samsun’daki şehit polisler, Giresun’daki mayınlar, Tunceli’deki karakol baskını, Diyarbakır’da teğmenin şehit oluşu ve yaralı gaziler karşısındaki sessizlik ve pısırıklık sizi hiç uyandırmıyor mu?

Bunları örtmek için varsa yoksa Anayasa değişiklikleri, Danıştay saldırısı, Balyoz harekatı, İrtica eylem planı ve bitmez dava Ergenekon…

Eğer bu yazdıklarımızda yanlışlık varsa hepinizden af diliyorum ama eğer doğruysa bu bilançonun hesabını birilerinden hep birlikte sormamız lazım. Çünkü bu ülke bizim ülkemiz ve gidecek başka hiçbir yerimiz yok.

“Kurtuluş Savaşı”na tahammülleri yok

AKP İktidarı’nın kavramlarla kavgasını anlıyorum.

Anlamam hak vermem anlamına gelmesin. Yıllardır bazı kavramların karşısında yer alıp, sonra da o kavramların yer aldığı kurumlarla da geçinememelerine bir anlam veriyorum.

Ama Kurtuluş Savaşı ile ne problemleri var anlamak mümkün değil.

Anlayan biri varsa bu fakire de bir anlatsın lütfen.

Yedi düvel-i muazzama ya karşı, yalınayak başı çıplak, katıksız, silahsız bir mücadele vermiş bu ülke.

Kan vermiş, can vermiş, elimizde kalan son coğrafi kara parçasını “vatan” yapmış.

Yaptığı bu mücadelenin ismini de “Kurtuluş Savaşı” vermiş.

Bunun sizi rahatsız eden yanı nedir Allah aşkına. Anlatın da bu millet bir öğrensin.

Bu milletin derdi bir değil bin iken, Bakanlar Kurulu kalkmış 11 Mart 2010 tarihinde bir karar alarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın taşra teşkilatında yer alan “Kurutuluş Savaşı ve Cumhuriyet Müzeleri”nin adını,  “Cumhuriyet Müzesi” olarak değiştirilmesine karar vermiş.

Bu kararı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Devlet Personel Başkanlığı’nın görüşlerine dayanan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yazılı talebi üzerine vermiş Bakanlar Kurulu.

Cumhurbaşkanı da onayladıktan sonra, 7 Nisan 2010 tarihli Resmi Gazete’de de yayınlanmış bu karar.

Devlet Planlama Teşkilatı’nın asli görevi bu mudur?

Devlet Planlama Teşkilatı, nasıl olsa ekonomi ve kalkınmadan elini kolunu çekti, boş durmaktansa bu işlere baksın, Kurtuluş Savaşı’nı tarihimizden, milletimizin belleğinden nasıl silineceğini planlasın mı denmiştir kendisine?

Bir de Devlet Personel Başkanlığı’nın yamaklığına neden gerek duyulmuş anlayamadım.

Kararda DPT’nin önerisi olduğu dışında hiçbir açıklayıcı bilgi yok. Neden ve hangi gerekçeyle bu karara gerek duyulduğu hiçbir şekilde belirtilmiyor.

Acaba bu da yeni bir “Barış Açılımı” mı?

Kurtuluş Savaşı’nı bir “geriye gidiş” olarak gören bazı kişi ve çevrelerin telkini mi etkili olmuştur bu kararda, yoksa Brüksel’in AB’ye üyelik yolunda önümüze uzattığı “ön şart”lardan biri midir?

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, bu kararla Atina’ya daha şirin görünerek, daha fazla Yunanlı turistin ülkemizi ziyaret etmesini mi beklemektedir?

Her adımı hezimetle sona eren  “komşularımızla sıfır sorun diplomasi” doğrultusunda planlanan yeni bir “Barış Açılımı”nın parçası mıdır bu karar?

Eğer öyle ise soruyorum buradan; “Kurtuluş Savaşı” adı komşularımızla aramızda ne gibi bir “sorun” yaratmaktadır?

Müzelerimizden “Kurtuluş Savaşı” adının çıkartılmasına neden gerek duyulduğunu öğrenmek istiyorum ben.

Aklıma gelen bir şey var.

“Ulusal bayramlarımızı kaldırma” planlarının bir ön girişimi olmasın bu sakın.

Sapıklık, Sapkınlık, Gençlik vs…

0

Geleceğe dönük düşüncelerimde, projelerimde karamsar olmak istemem; ama Siirt’te geçen hafta yaşanan olay beni derin yaraladı, ülkemiz adına karamsarlığa düşürdü.

Olay şu:  Yatılı bölge okulu öğrencisi, yaşları 12-15 arasında değişen yedi sekiz  genç, kendi yaşlarına yakın bir kıza çirkin eylemde bulunurlar, bu eylemlerini fotoğraflayıp kıza şantaj yaparlar. Ondan iki, üç yaşında kız getirmesini isterler. Mağdur kız, deneni yapar ve getirdiği bebek yaşındaki kıza aynı çirkin hareketi yaparlar ve onu öldürürler. Hevesleri geçmez gözü dönmüş gençlerin, bir kız daha isterler. Getirilen bebek iki yaşındadır. Yapılan muamele aynıdır. Onu nehre atarlar, her nasılsa bu çocuk ölmez ve bulunur. Bu olay bir yıl gizlenir. Ancak “Hiçbir suç gizli kalmaz.” sosyal yasası işler ve sene-i devriyesinde birileri bu çirkin olayı medyaya servis eder.

Olayın geçtiği yer, Siirt; çocukların okudukları eğitim kurumu, yatılı bölge okulu. Yapılan iş, dünyanın en çirkin işi, insanlık ayıbı.

Olayı duyduğumda dakikalarca sükut ettim; sözün bittiği yerdeydim; kelimeler tükenmişti. Ağzımdan şu sözcükler döküldü: Sapkınlık, sapıklık, gençlik ve Türkiye!

Sapkınlık içinde, sapık insanların fazlaca bulunduğu ülke oldu Türkiye. Sözlükler, açıklamalarında, sapkınlık ve sapıklıkta, toplumun değer yargılarını esas alıyor. Oldukça yüzeysel, derinliksiz bir izah bu. Bazen toplumlar da sapkınlık içinde bulunabilir, sapık insanlar çoğunlukta olabilir. Tarih, sapıklık yüzünden batan toplumların örnekleriyle dolu. Sapkınlık ve sapıklıkta ölçü, insan gerçeği olmalı.

İnsan gerçeği açısından baktığımızda olay, baştan sona iğrenç. Bu olayda konu edilecek üç taraf var: Olayın mağdurları, olayı yapanlar ve gizleyenler. Mağdurlara söylenecek bir söz yok. Onların travmayı kolay atlatamayacaklarını ve ölünceye kadar olayı gizli bir ur gibi yaşayacaklarını sanıyorum. “Bu işi örtbas edelim.” diyerek olayı saklayanları, özellikle mağdur yakınlarını anlayamıyorum. Bu nasıl bir hazımdır ki, çocukları adına bu ahlaksızlığı kabulleniyorlar, yetkililere haber vermiyorlar? Bu hazmın nedeni, ya kız çocuklarına değer vermeme ya da bu tür sapkınlıkları kanıksama olabilir. Bu iki ihtimali düşünmek bile insanı kendi türünden soğutuyor. Yoksa insanlık tekrar cahiliye ahlakına mı bürünüyor, o karanlık devirlere mi dönüyor?

Olay faillerinin savunulacak, masum görülecek hiçbir tarafı yok. Nasıl bir çevreden, nasıl bir ortamdan, nasıl bir eğitimden, nasıl bir iklimden geliyorlar ki bu insanlar bu pisliği yapabiliyorlar? Ortada bir gerçek var; bu gerçeğin adı, pislik. Onu, bunu, geçmişi suçlayarak bir yere varılamaz. Çözüm üretmek lazım. Diken battığı yerden çıkar. Bu pisliğe sebep olan bütün haşerat tespit edilmeli ve temizlenmelidir. Şekilden ibaret, geçici çözümler değil, benim demek istediğim. Bataklığın temeline inilmeli. O kokuyu salan, bu eylemlere yol açan bütün nedeler bir bir ele alınmalı. Çözüm için gerekiyorsa, geçmişle yüzleşmekten kaçınılmamalı, olayı doğuran zihniyet irdelenmeli. Böyle bir ürünün yetişmesine sebep olan toprak tahlil edilmeli, mümkünse toprağın orijini değiştirilmeli.

“Biz neydik, ne olmak için neyi terk ettik; ne olmaya karar verdiğimiz halde ne olabildik?” demeli birileri. “Bu işte yanlışlık var.” demeli birileri. Sıra sayımında iki demek için bir demek gerekir önce. O “bir”in adı; kral çıplak. Ortaya konan bunca projeden, yapılan bunca çalışmadan, harcanan bunca zamandan sonra ortaya çıkan ürün, işte bu. “Alın, tepe tepe kullanın.” diyesi geliyor insanın. Gençliği mahvetti, ülkemizin geleceğini kararttı bu jakoben kafalar. Erkenden hayata küsen, duygularıyla hareket eden, üretmenin zevkine varamayan, idealden yoksun bir gençlik yetiştirdiler. Bu millete dayatarak uyguladıkları sistemleriyle eğitim değil, eritim yaptılar. Ülkemizin geleceğini erittiler. İstedikleri buysa, alkışlamak gerekir kendilerini.

“Kem alat ile kemalat olmaz.” demiş atalarımız.  Hocasının dergahına bir tek eğri çubuk sokmayan Yunus Emre’lerin ahlakına ihtiyacımız var. Bulunduğumuz yeri, geldiğimiz ve gideceğimiz yönleri bir daha gözden geçirmemiz gerekiyor.