18 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1206

Türkiye’ye Neler Oluyor?

ABD’nin en etkili yayın organlarından The Wall Street Journal geçtiğimiz hafta Türkiye’de yaşananlar için “kansız iç savaş” tanımlaması yaptı.

Bu tanımlama külliyen yanlıştır. Çünkü Türkiye bir savaş halindedir. Ancak bu savaş dış güçlerle ve onların T.C. vatandaşı olan taşeronları ile yapılan bir savaştır. Yani iç savaşla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

CHP lideri Baykal’ın başına gelenler bu savaşın bir parçasıdır ve şimdilik Baykal’ın istifası ile sonuçlanmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’liler bilmelidirler ki artık ülke yönetiminde bir güç sahibi değillerdir. Bu gün Baykal’ın başına gelenlerin yarın kullanılma süreleri bitince değişik şekilde AKP’lilerin başına gelmesi muhtemeldir.

Ülkenin ve Türk halkının yaşadıklarına bakınca, Recep Tayyip Erdoğan “ben bu ülkeyi nasıl bu hale getirdim” diye düşünmelidir.

Erdoğan, iktidar olmak ve iktidarda kalmak için ülkemizin geleceğini tehlikeye atmıştır. Türkiye’de meydana gelen olayların hepsinden Başbakan Erdoğan sorumludur. Erdoğan çıkıp “bunlar beni ilgilendirmiyor” diyemez.

Hukukta “kusursuz sorumluluk” diye bir kavram vardır. Eğer siz bir ülkede başbakansanız, meydana gelen olaylar için “benim bir kusurum yok” diyemezsiniz. Ülkenin en tepe idarecisi olarak, hiçbir şeyde kusurunuz olmasa bile her şeyden sorumlu olursunuz. Örneğin bir otobüs sahibinin şoförün yaptığı kaza sonucu ortaya çıkan hasardan sorumlu olduğu gibi. Yani otobüs sahibi arabayı ben kullanmıyordum diye sorumluluktan kurtulamaz.

Eğer böyle bir sorumluluğu kabul etmiyorsanız derhal o koltuğu terk ediniz.

Türkiye, güven ve huzurun kalmadığı, ekonomik istikrarın bozulduğu ve insanların başlarına her an her şeyin gelebileceği endişesine kapıldıkları bir ülke oldu. Bunun başlıca mimarı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’dir.

Günümüzde yaşananlar geleceği şekillendirecektir. Sekiz yıllık AKP iktidarı milli şuurdan uzak, vizyonsuz ve tarihi gerçeklerin doğasına aykırı politikalarla, Türk Milletini ve devletini bir uçurumun kenarına getirmiştir.

Bu sebeple vatandaş evinde rahat uyuyamamaktadır!

Buna karşılık Erdoğan ve AKP’nin, ülkenin gidişatındaki kötü tablodan dolayı, sanki kendileri sekiz yıldan beri iktidar değilmiş gibi faturayı başkalarına çıkarmaya çalışması asla kabul edilebilecek bir anlayış değildir.

Ülkemizde yaşananlara bakınca Avrupa Türk Gazeteciler Birliği Başkanı Gürsel Köksal’ın bu hafta Milliyet ve Fanatik Gazetelerinin Avrupa’da yayın hayatlarına son vermeleri nedeniyle yayınladığı bildirideki feryadı bana çok ilgi çekici geldi.

Köksal “Avrupa’daki Türkçe kan kaybediyor,.. Türkçe geriliyor, geriletiliyor, darbe alıyor. O nedenle “İnadına Türkçe” diyoruz” diye feryat ediyordu.

Türkiye’de kan kaybeden bir millet Avrupa’da nasıl kan kaybetmez. Sen millet olarak Ankara’da var değilsen, Avrupa’da nasıl olursun?

Ankara’nın derdi Türklük ve Türkçe değil ki. Onlar Türkçe konuşup, Türkçe düşünmüyorlar ki. Sen Avrupa’da gerileyen hangi Türkçe’den bahsediyorsun. Türklük ve Türkçe Türkiye’de geriliyor. Görmüyormusun ?

Türkiye’de derin bir nefes alıp ruhunun en ince noktalarına kadar oksijen giden bir vatandaş görebiliyormusunuz?

Önünü göremeyen Türk insanı, Avrupa’da gerileyen, geriletilen ve yok edilmeye çalışılan Türkçe’yi nereden görsün.

Onun için, Türkiye’de bir savaşın var olduğu gerçek bir tespittir. Ancak bu savaş Türk Milleti ve Türk Devleti ile onun düşmanları arasında geçmektedir. Herkes görecektir ki, savaşın sonunda Türk Milleti ve onun devleti zafer kazanacaktır. Bunun için Türk Milleti hesap sormaya ilk adım olarak sandıktan başlayacaktır. O günlerde yaklaşmaktadır.

Rahmet Kuşu

– Bugünden öte bütün analara ithafen..

Bir anam vardı
Can sunam
Yüzünden rahmet okunan
Ve gönlün Hira kuşluğunda
Sabah namazlarıyla yıkanan
Bir turnam vardı

En çok dualarla çiçek açar analar
İnşirah kervanı yürür öncüsü onlar
Yer kopmuyorsa gök çökmüyorsa
Felâketler defterde birikmiyorsa
Dağlardır sabitleri arzın
Ve her biri dağlar gibi analar
Dilekleri kanat çırpar

Burnuma Cennet kokuları geliyor anne
Yine kalbini kemalâta açmışsın
Sonsuzluğa bulaşmışsın
Senin dolaştığın yer yeşerir
Sana bakan göz yaşarır
His iksirinin ikliminde senin
Ruhum inceliyor

Ki analar emzirir ruhun söküklerini
Karanlığın bezini bağlar analar
Bu himmet, bu bereket, bu sekînet
Mübarek elinin kalite belgesidir
Ve o bir rahmet delegesidir
Güneş açar yüreğini bazen
Bazen bulutlar ağlar

İsyanlı günlerimden kalma yaralar
Âsi nehridir içimdeki deniz
Dikbaşlı bir kartala benzediğimiz sıralar
Tek yol bağımsızlık tutkusu
Taşı delen su, ateşi dindiren su
Sanki görünmeyen iyilik ordusu
Doğrusu emir aldığım yeryüzünde
Bir anam vardı
Bir anam var

“Ben Olsaydım böyle yapardım.” Demek

0

Çevremizde ne kadar çok insan tipi var, değil mi? Siz de bu insan tiplerinden birisiniz. Kitapların sınıflandırdığı insan tipleri, sizin kendi ölçülerinize göre sınıflandırdığınız insan tipleri… Biyolojinin, psikolojinin, teolojinin, anatominin kategorize ettiği insan tipleri… “Keşke böyle yapmasaydım!” diyen insan tipini anlar ve bu tiplere saygı duyarım da “Ben olsaydım, böyle yapardım veya yapmazdım.” diyen insan tipini hiç anlayamam ve bu tiplere saygı duyamam.

Bir insan, yaptığı işten pişmanlık duyabilir; ama sonuçta o, bir iş yapmıştır. Kişi yapacağı işin bir pişmanlık doğuracağını bilemeyebilir; çünkü sonuçları etkileyen yüzlerce etmen var. Hani denir ya: “Hata yapmayanlar, hiç iş yapmayanlardır.” Hata, yapılan her işin tabiatında vardır.

“Ben olsaydım, böyle yapardım.” demek, en hafifiyle, emek sahibine haksızlık etmektir, yapılan işi küçümsemektir. Zaman içerisinde değişenleri istisna tutarsak, her insan fıtraten güzel, doğru, yararlı işler yapma eğilimindedir. Çalışmak, üretmek; hayat belirtisidir, varlık nedenidir. Üretilenin kalıcı olması da bir arzu olarak genlerimizde mevcuttur. Kötü bir eylemin öznesi olarak anılmak, esersiz yaşamaktan kötüdür. Bir eylem kötü de sonuçlansa, başlangıçta eylemin iyi niyete dayandığını söyleyebiliriz. Cibilliyeti bozukları ve birilerinin veya sapık ideolojilerinin piyonu olanları bu durumdan istisna tuttuğumu belirtmek zorundayım.

“Ben olsaydım, böyle yapmazdım.” diyenlere öncelikle, bugüne kadar ne iş başardıklarını sormak lazım. Böyle diyenler; maymun iştahlılar, karamsarlar, beğenmek gücünden yoksunlar, art niyetliler, bir baltaya sap olamayanlar, zeka geriliği olanlar arasından çıkıyor. “Boş teneke çok öter.” misali  durmadan gürültü yapanlardır bunlar. Bu gürültü ancak kargaları kovmaya yarar. Üç gün sonra kargalar da bunun boş bir gürültü olduğunu anlayacaktır ve kargalar yapacağını yapacaktır.

Hepimizin çevresinde böyle tipler vardır. Bazen biz de bu duruma düşebiliriz. Bu tipler insanı yorar ve pozitif insanların kamburudur. Hayvanlar alemindeki kemirgenlere benzer bu tip insanlar. Yapacağınız iş konusunda kendileriyle istişare etseniz fikirlerini söylemekten kaçınırlar; çünkü özgüvenleri yoktur. İş bitiminde konuşurlar. Layüsellik (yaptıklarından sorumlu tutulmama) duygusuyla hareket ederler. Söylediklerinin bir derinliği ve değeri de yoktur. Karın doyurmayan mısır patlağıdır bunlar.

Gönüller ve kafalar boş yetişiyor. İnsanlarımızı, uzun bir eğitim sürecinden geçirdiğimiz halde, öğretilenler etkili olmadığı için müspet manada davranış değişikliğine yol açmıyor. Öğretilenler, insani anlamda bir sonuç doğurmuyorsa öğretilen “çok şey” ile “hiç şey” arasında bir fark yoktur. Gençlerimiz dil biliyor, bilgisayar kullanmayı biliyor, araba kullanmayı biliyor… vs. Bu bilgiler, beni bana kazandırmıyorsa, beni sana verimli ve gerekli kılmıyorsa, herkesin birbiri için var olduğu ve yaptıklarının bir gün karşısına hesap olarak çıkacağı inancını yerleştirmiyorsa ne mana ifade eder?

“Ben olsaydım, böyle yapardım.” demek, bir zihin fetişizmidir, bir ilkel tapınma türüdür. Tapınılan varlık, kendisidir. Bu, boş bir tapınmadır. Hariçten gazel okumaktır.

Sonu pişmanlık da olsa, bir iş yapmak, güzeldir. İnsanlara bu ahlakı vermek lazım.  İnsanoğlunun bu anlayışa ihtiyacı var. Yükselmek, asude olmak, ancak böyle mümkün. Gönülden bir yükseliş olmalı bu. Eser verirken kendisinin bir eser olduğunu unutmamalı insan. Eserken eser ortaya koymak, ne hoş duygu. İnsani değerlerin yaşatılması ve yükseltilmesi paydasında buluşanlar, bu hazzı duyarlar ve kaçınılmaz olarak geleceğin mimarları olurlar.

“Ben olsaydım böyle yapardım.” demek yok, “Yaptım, oldu.” demek var.

 

Bölgesel Azgelişmişlik ve Kalkınma Ajansları

Bölgeler ve yöreler arası sosyal ve ekonomik gelişmişlik farkları, farklı gelişmişlik seviyesinde olan bir çok ülke için bir gerçektir. Sorun sadece gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerin sorunu değildir.

Gelişmekte olan ülkeler, kaynak israfından kaçınarak ve ülkenin kalkınma hızından en az fedakârlık ederek kaynaklarını değerlendirmek, sermaye-hasıla katsayısını hesaba katmak zorundadırlar. Kamu sektörü için emredici, özel sektör için yol gösterici ve teşvik edici politikalar, yöreler arası dengesizlikleri gidermede kullanılmaktadır.

Gelişmekte olan ülkeler, kamu kaynaklarının dağılımında etkinliği ve en yüksek hasılayı sağlamak isterler. Bunun yanında, gelir grupları ve yöreler arası sosyal adaleti gerçekleştirmekten de sorumludurlar. Bunlar birbirine ters gözükse de sosyal ve iktisadi bir gerçektir.

Türkiye bilhassa planlı kalkınma dönemlerinde bölge ve yöreler arası dengesizlikleri hafifletmek için bir çok politika uygulamış ve kamu sektörü üstüne düşen görevi büyük ölçüde yerine getirmiştir. Ancak, bir çok vergi kolaylıklarına ve teşvik tedbirlerine rağmen, özel sektörün kendi doğduğu ve yetiştiği şehre gerektiği ölçüde yatırım yapmadığı görülmektedir. Hatta az gelişmişlik yöreler için alınan kamu desteklerinin zaman zaman gelişmiş yörelere de kaydırıldığı maalesef görülmüştür.

Bölgelerarası gelişmişliği sağlayabilmek bir ölçüde kamu yararını gözetmekten geçer. Sadece kârın ençoklaştırması amacının güdülmesiyle bu gaye çelişir. Az gelişmiş yörelere yatırım yapacak özel sektörün de sadece kendi kârını değil, kamu yararını da bir ölçüde gözetme durumu vardır.

Ülkemizde bölgesel kalkınma konusunda DPT büyük görevler yerine getirmiş ve siyasi iktidarlara yol göstermiştir. Ancak bölgesel kalkınmayla ve dengesizlikleri gidermeyle ters düşen liberal politikaların 1980 sonrası gündeme oturması, DPT’yi bir ölçüde fonksiyonlarını yerine getiremez duruma sokmuştur.

Son yıllarda AB üyeliği gerçekleşmemesine rağmen, AB tarafından dayatılan bölge kalkınma ajansları ortaya çıkmıştır. Uygulanan iktisat politikalarında ciddi devletlerin hesaba kattığı milli ve iktisadi bağımsızlık, kamu yararı gibi hususların göz ardı edilmesi, dış dayatmalarla özelleştirme ve serbest piyasa yöntemlerinin öne çıkarılması, dengesizlikleri azaltıcı değil; daha da arttırıcı olmaktadır.

Bugüne kadar 8 bölgeye ayrılan Türkiye’de 26 kalkınma ajansının kurulduğu, bunların tam faaliyete geçtiğinde 1 milyar TL’ye ulaşacak kaynak kullanacakları ilgili Bakan tarafından açıklanmıştır. Ülkeyi eyaletlere ayırarak federal rüzgarların esmesine yardımcı olacak bir projeyle karşı karşıyayız. Ankara’yı devre dışı bırakarak her bir ajansın kalkınma kurulunu yabancı ülkelerle doğrudan temasa sokabilecek ve kamu denetimini, merkezi bütçeyi dışlayacak bir model; bölgesel kalkınmaya değil; proje veren çokuluslu şirketlere yarayabilir.

Bunlardan asgari ölçüde bile kamu yararı ve kamu hizmeti beklemek hayaldir. Hem kamudan kredi alacaklar; hem de dışarı kâr transferi sağlayarak güzel bir hortumlama gerçekleştireceklerdir. Bu arada kendilerine çeşitli vergi kolaylıkları ve imtiyazlar sağlayacaklardır. Yerli emsallerinden çok daha az vergi verecek olan bu firmalardan gerekli vergiyi alamayan kamu ise, orta ve küçük ölçekli yerli kuruluşlara ve sabit gelirlilere yüklenerek gelir dağılımını daha da bozacaktır. Bu arada dolaylı vergiler artacak ve genişleyecektir. Bu sürecin, bölgesel az gelişmişliği gidereceğini, yörelerarası gelir dağılımını iyileştireceğini zannetmek liberal körlüktür.

Küresel kapitalizme eklemlenmeden başka bir işe yaramayacak olan bu ajanslardan çok şey beklenmesi, anlaşılır gibi değildir. Ülkeyi yönetenler, demokratikleşmeyi ve ekonomik gelişmeyi yerli kaynaklarımızı ve imkânlarımızı açık arttırmaya çıkarma anlayışından uzaklaşmalı, kendini tüccar, vatandaşı ise müşteri konumuna sokan sosyal sorumsuzluk anlayışından uzaklaşmalıdır. Devletin sosyal sorumlulukları olduğu, işsizliğin ve yoksullaşmanın arttığı günümüzde unutulmamalıdır.

   

Âşinâ Olduğumuz Melodiler

Ninnilerin ne zamandan beri söylendiği bilinmiyor. Bebeğin doğumundan itibaren gevşemesine, rahatlamasına ve huzur içinde uyumasına yardımcı olması için söylendiği genel olarak kabul edilmektedir. 

Umûmiyetle hicaz, uşak ve hüseyni makamında söylenen ninnilerin monoton bir ezgisi vardır. Sözlerinin pek önemi yoktur. Ritmi ise bebekleri etkileyerek çabuk uyumalarını sağlamaktadır. 

Ninnilerin bir özelliği de, annelerin rahatlamasına yardımcı olmasıdır. Anneler ritmini değiştirmeden, o günkü ruh hallerine göre söyledikleri ninniler vasıtasıyla mutluluklarını, şikayetlerini ve isteklerini dile getirirler.  

Çabuk geçen yıllar içinde çocuklar okul çağına ulaşır. Bu aşamada en bilinen şarkı ” Daha dün annemizin kollarında yaşarken (Yaşasın Okulumuz)” dir. Bu şarkının sözleri Ankara Konservatuarı Musiki Tarihi hocası Ahmet Muhtar Ataman tarafından yazılmıştır. Melodisi ise ünlü Alman müzisyeni Wolfgang Amedeus Mozart’a aittir (K. 265/ 300 piano composition 1781-1782). Şarkının aslı “Ah! Vous dirai-je maman” isimli çocuk şarkısıdır. 

Bu arada doğum günlerinin “iyi ki doğdun” şarkısı melodisini de anımsamak gerekmektedir. Bu popüler melodi “happy birthday to you” dan çevirmedir. Beste,  Patty Smith Hill ve Mildred Hill adlı iki kardeşe aittir ve 1893 yılında bestelenmiştir. 

Okullarda genellikle marş formunda şarkılar ağırlık kazanmıştır. Örneğin; “Türk çocukları, Türk çocukları” (beste; Zeki Üngör, güfte; Aka Gündüz), “Ankara, Ankara güzel Ankara” (beste; Halil Bedi Yönetken, güfte; Aka Gündüz), “Atalarım Gökten Yere İndirmişler Ay Yıldızı” (beste; Halil Bedi Yönetken). 

Ulusalcı marşlarda genelde Mehter repertuarında bulunur, çalınır ve dinlenirdi. Örneklersek; “Ceddin Deden, Neslin Baban” (beste; Ali Rıza Bey), “Plevne Marşı Tuna Nehri Akmam Diyor” (beste; Mehmet Ali Bey), ” Sivastapol Önünde Yatan Gemiler” (beste; Miralay Rıfat Bey). 

Gençlik döneminin en önemli marşları ise “Çıktık Açık Alınla On Yılda Her Savaştan” (Onuncu Yıl Marşı) ile “Dağ Başını Duman Almış Gümüş Dere Durmaz Akar” (Gençlik Marşı) marşlarıdır. 

Her iki marşın Atatürk döneminin izlerini taşıması gençlik tarafından büyük bir ilgi ve sempatiyle karşılanmasının nedeni olmuştur. 

Onuncu Yıl Marşı’nın sözleri, Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi iki şöhretli şairimize aittir. Bestesi ise gene çok sesli Türk müziğinin büyük ustası Cemal Reşit Rey beyefendiye aittir. 

Gençlik Marşı ise, İsveçli besteci Felix Korling’in “Tre Trallade Jantor” (Şarkı Söyleyen Üç Genç Kız) yapıtından uyarlanmıştır. Türkçe güftesi Ali Ulvi Elöve tarafından yazılmıştır. 

İstiklâl Marşımız, Birinci Büyük Millet Meclisimiz tarafından 12 Mart 1921 tarihinde büyük bir çoşkuyla kabul edilmiştir. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy tarafından yazılmıştır. Şiir, Meclis üyelerinin tezahürat ve alkışlarıyla karşılanmış ve istekleri üzerine Hamdullah Suphi Bey tarafından defalarca okunmuştur. 

İstiklâl Marşımızın bugünkü şekliyle söylenmesi besteci Zeki Üngör beyin düzenlemesidir. 

SP Genel Başkanı Prof. Dr. Sn. Numan Kurtulmuş’a Açık Mektup

0

Saadet Partisinin sizin gibi genç ve dinamik bir Genel Başkana sahip olması ülke siyaseti açısından bir şanstır.

Siyaseti öğrencilik yıllarından itibaren takip eden olayları kendi mantık süzgecinden geçiren ve yorumlamaya çalışan bir eğitimciyim.

İktidar ve muhalefetiyle diğer siyasi partileri ve liderleri de takip ettiğim gibi sizi de takip ediyorum.

Sizin diğer siyasi partilerden bariz farkınız

İktidarın her icraatına toptan kötü demiyor olmanızdır.

Bir diğer önemli farkınızda, yanlış bulduğunuz ve eleştirdiğiniz hususların doğrularını da gösteriyor olmanızdır.

Yol gösteren ve çözüm üreten eleştiri elbette olmalıdır ve faydalıdır.

Elbette eleştiri ile karalama ve ‘çamur at izi kalsın’ düşüncesi aynı şeyler değildir.

Buna da dikkat edip siyaseti etik kurallara göre yapmanız, dikkati şayan bir husustur.

Konuşmalarınız muhteviyat bakımından dolgun akla ve mantığa uygundur.

İktidarı yanlışta uyarmak, doğrularda desteklemek elbette millet yararınadır.

Zaten millette dinlediği sözün, ne maksatla söylendiğini anlıyor.

Yol gösterenle çamur sıçratanı ayırt ediyor.

Birçok olumlu yönünüz olmasına rağmen siyasette neden olmanız gereken yerde değilsiniz?

Sorusu hiç zihninizi meşgul etti mi?

Bu konuyla ilgili doğru tespitler yapıp çözüm önerilerinizi hazırladınız mı?

Yâda teşkilatınızın bu durumla ilgili bir çalışması var mıdır?

Saygısızlık saymazsanız…

Bu konuda âcizane vede dostane benim tespitim şudur

Saadet Partisinin iktidar ya da meclis yolundaki en büyük engeli, kendi teşkilat mensuplarınızın siyasete fanatik yaklaşımıdır.

Zaferle değil, seferle görevliyiz mantığıyla hareket eden, vatandaşları dinlemeyen, SP oy vermeyen herkesi, yanlış suçlu ilan eden, itici ve kırıcı bir anlayış maalesef sizin meclis yâda iktidar yolundaki en büyük handikap’ınızdır.

Sünnetullah gereği kurallarına uygun çalışan herkese Allah başarıyı nasip eder.

Bir yerde başarı yoksa insan başkalarını değil, önce nerede hata yaptık diye bir kendini gözden geçirmelidir.

Oysa bahane hazır millet gerçekleri anlamıyor.

Teşkilatlarınız milleti anlamaya çalışsa, ona göre siyaset geliştirse daha doğru olmaz mı?

Yıllarca milli görüşe hizmet etmiş oy vermiş insanları bir iki kez tamamen vatan millet düşüncesiyle, farklı tercih yapmış olmaları sebebiyle suçlu ilan etmek dışlamak siyasi mantık açısından son derece yanlıştır.

Maalesef alt kademedeki hâkim zihniyet budur.

 Gelecek oylarında gelmemesine sebep olmaktadır.

Bu durumun düzelmesi için ya teşkilat mensuplarınızı eğitmeli ya da yanlış yapanı değiştirmelisiniz.

 Doğru teşhis, doğru tedavi ve beklenen başarı için çok önemlidir.

Bu konuyla ilgili hassasiyetiniz ülke ve millet menfaatine olacaktır.

Bir diğer husus, fark var sloganı içerisini doldurmanızdır.

Refah-yol iktidarı döneminde fark ortaya çıktı, millette bunu gördü.

Emekli ve memur bu gün hala ayakta durabiliyorsa Muhterem Erbakan hocanın verdiği zammın bereketiyledir.

Belki oy vermez ama bunu da takdir eder.

Bir parti belki her zaman ülke yönetiminde olmaz ama yönetiminde bulunduğu kurum ve kuruluşlar vardır.

Farklılıklarını ve farklarını oralarda ortaya koyabilirler.

Tamamen iyi niyetle merak edip ve soruyorum

Şimdi bu gün 2010 tarihi itibarıyla,

Kendi işyerlerinizdeki ücret politikanızda bu farkı ortaya koyuyor musunuz?

Daha açık söyleyecek olursak Genel Merkezinizle, teşkilatlarınızda çalışan personele milli görüş anlayışına göre mi ücret veriyorsunuz?

Yönetim kadronuzdaki işverenlerin uyguladıkları ücret politikası ilkelerinize göre midir?

Yoksa bugün ülkemizde ve dünyada hâkim olan kapitalist zihniyete göre mi?

Mevcut kapitalist düzenin işçiye bakış açısıyla sizin ve mensuplarınızın işçiye bakış açısı arasında bir fark var mı?

Fark var sloganı burada belli olur.

Lütfen eleştiri olarak anlamayınız ama sormak ve sorgulamakta bizim hakkımız..

Artık milletimiz sözden ziyade icraata bakıyor.

Şayet fark varsa, geçerli ise ilkeli ve tutarlı davranıyorsunuz demektir.

 Buna saygı duyar hürmet ederim.

 Başarılı olmanız içinde en azından duacınız olurum.

Siyaseti; kendinizi partinizi ve ilkelerinizi, somut olarak farkınızı ortaya koyarak yapmanız doğru bir yaklaşımdır.

 Başkalarının yanlışlarını anlatmakla bir yere varılamıyor.

Sizin siyaset etiğinizde, mevcut siyasi partilerden farklı olarak pozitif siyaset yapmanızı gerektirir

Pozitif siyaset başkalarının yanlışlarını değil, kendi doğrularınızı anlatmaktır.

Genel Başkan olarak Siz bunu hakkıyla yapıyorsunuz.

Ama maalesef teşkilatınızda bu anlayış hâkim değildir.

Unutmayınız ki;

Sn. Obama, Buşh’u kötüleyerek değil kendini anlatarak iktidar oldu.

Mensuplarınızın birçoğu demeyeyim de en azından önemli bir bölümü bütün enerjilerini Ak Partiyi kötülemek için harcıyor, buda seçmene itici geliyor.

Bu eleştiriler birçok zaman ahlakı sınırları da zorluyor.

Elbette muhalefet yapılacak, ama Sizin yaptığınız gibi olumlu, tutarlı ve yol gösterici yapılmalıdır.

Ak Partiyi eleştirin ama ekonomik açıdan eleştirin.

Bu eleştiri millet menfaatine olduğu için dikkat çeker.

Şu an eleştiri için en elverişli zeminde bu alandır.

Mesela sn. başbakanımıza 2002 seçimleri öncesi söylediği ‘üç yıl sabredin sonra mideniz doyacak yüzünüz gülecek’ sözünü hatırlatabilirsiniz.

Bu söz hala geçerlimidir?

Bunu millet adına bir soru veriniz.

 Kırıp döken bir anlayış fayda yerine zarar getirir.

Siyasetin geri dönüşüm kutusu sandıktır.

Emeklerinizin zayi olmaması temennisiyle…

Size, camianıza siyasi hayatınızda başarılar diliyorum.

Japonya Dedikleri ve Alperenler

0

Tarih 07 Mart 2010.  Japonya.  Kyoto’dan Hiroşima’ya gidiyoruz. Gece saat 21:10. Trendeyiz. .  Dışarısı karanlık ve yağışlı. Çok merak etmeme rağmen bu ilk gelişimde Japonya’nın  dağlarını ve köylerini göremiyorum.  Bu nedenle çantamdaki kitabı çıkarıyorum. Kitap Harun Tokak’ın Işık Süvarileri.

Tren çok hızlı. Başka bir trenle karşılaştığımızda dışa doğru savruluyoruz. Tren savruluyor ben daha fazla savruluyorum. Kitabı okuyorum. Bir Mekke’de bir Japonya’dayım. Bir Türkiye’de bir Kazakistan’da veya Kırgızistan’dayım. Savrulma daha ilk sayfalarda başladı.
“Ey sonsuzluğun sahibi sana gelmek istiyorum”. Ve bu sözün sahibine ağlayan Kırım’lı Alperenler.  Demek ki benden başkaları da ağlamış Muhsin Başkan’a.  Hem de ta Kırım’da. Onların gözyaşları beni Japonya’da vurdu.
Bir de Süleyman’ın selamı var. Bu selama layık birini bulmam lazım. Ona doğrudan “akrabalarıma selam söyle diyen Süleyman’ın sana selamı var’ diyeceğim yekten.

Kitabı okumaya devam ediyorum. Arif Ateş’in İpek Yolculuğu. Her bir durakta önden giden atlılar. . .  Ülkemden 10. 000 km uzakta, kısa sürecek gurbette bu Alperenleri bir kere daha takdir ediyorum.
Çalıştığım fabrikanın TPM uygulamaları için Dünya çapında verilen başarı ödülünü almak için bir grup arkadaşımla Japonya’dayım. Türkiye’de gece yarısı başlayan uçak yolculuğumuz akşamüstü Kyoto’da sona erdi.  Şimdi trendeyiz ve Hiroşima’ya varmak üzereyiz. 
Hiroşima’daki otel odasını ağır sigara kokusu nedeni ile değiştiriyorum.  İlk intibam iyi değil.
Ertesi günü yürüyerek Hiroşima’ya atom bombasının atıldığı bölgeyi ve müzeyi gezdik.  Bombanın 500 metre üzerinde patladığı binanın çıplak kubbesi  korunmuş.
Müze herhangi bir düşmanlık empoze etmeden, şimdiki zaman için çok masum sayılabilecek bu ilk bombanın etkisini çok güzel gözler önüne seriyor. 
Adeta Önce/Sonra Kaizeni yapılmış.  Şehrin eski halini ve bomba sonrası halini canlandırmışlar.  Açık alanda, ölenlerin küllerinden küçük bir tepe yapılmış.  Sempatik bir anıtta yapılmış.  Önünde kendi dinlerine göre dua ediyorlar.  Tapınaklarda dua edilen yerlerde dikkatimizi çeken bir konu da, önce bir kutuya para atılması sonra dua edilmesi olmuştu.  Demek ki para herkese lazım.
Öğleden sonra Miyajima adasına gidiyoruz. Burada meşhur Şinto tapınağı var.  Ahşaptan yapılmış, turuncu renkler hakim ve deniz üstünde.  Japonya’nın 3.  en güzel manzarası olarak ifade edilen deniz içindeki turuncu tapınak kapısı burada.  Adada elimizle geyik besledik.  Bizdeki sokak kedi ve köpekleri gibi geyikler turistlerin peşinden giderek yiyecek dileniyorlar.  Hatta lokantaların, büfelerin önünde bekleşip içeri bakarak birşeyler koparmaya çalışıyorlar.

09 Mart 2010.  Toyota müzesine gidiyoruz. Kyoto-Nagoya trenindeyiz.  Işık Süvarileri’ni okumaya devam ediyorum. Sayfalar tren kadar hızlı akıyor.  Bekir Berk. . .  Kefenini yanında taşıyan adam.  Efsane avukat.
Ardından Hz İbrahim ve Ateşi.  Ateş, Nemrut’un ateşi değil.  Hanımını ve oğlunu yanan bir çölün ortasında bırakmanın ateşi. . .
“Kışla baharın kavgasını mutlaka bahar kazanacak.  Sen o zaman çiçeklerine, meyvelerine yeniden kavuşacaksın. ”
Kudüs’te 1917 de bırakılan artçı birliğin onbaşı Hasan’ı nöbette hala. 57 yıldır. .  Geçen gün üzerinden geçtiğim Kırgizistan’ın Tanrı Dağlarının ortasında “Narin Türk Lisesi” bir başka nöbette.

Japonya’ya giderken bu kitabı niye seçtim bilmiyorum.   Ama anladım ki bu kitap bir “Gurbet ve Kurbet” kitabı.  Ya gurbette okunmalı ya da gurbeti içinde duyarak okumalı.
Bu sefer yolculuğumuz gündüz.  Arada başımı kaldırıp dışarı bakıyorum.  Sık sık yerleşim yerleri var. Koyu gri ve ıslak çatılı evler. Küçük ve yanaşık düzen evlerden oluşmuş köyler.
Sıkılıyor ve  tekrar Işık Süvarilerini okuyorum:

“Gazze yanıyor. . .  Gazze Ağlıyor. . .  Gazze zorda. . . Gazze açık bir morg halinde. Kadınlar, kucaklarında korkudan gözleri büyümüş çocuklarla yine yollarda.  Herkes yine birbirine soruyor: Söyle anam söyle, Edirne düşer hangi yana”
Japonya temiz, çok temiz.  Yaşlılar temizleyecek çöp arıyorlar.  Ancak birkaç yaprakla yetiniyorlar.  Yollar, kaldırımlar kusursuz.  Körler için özel çıkıntılı taşlar kaldırımlarda, trafik ışıklarının önünde, alışveriş mekanlarında, toplu ulaşım sahalarında özel bir intizamla döşenmiş.  Metro ve trenlerin duracağı ve kapıya denk gelecek yerler peronlarda işaretlenmiş. Herkes buralarda “tek sıra” oluyor.  Ve tren durduğunda tam yerinde duruyor.  Zaten peronların kenarları da korkuluklu.  Korkuluk olmayan yerlere vagon kapıları denk geliyor. Birçok Avrupa kentini gezdim ama bu uygulamayı ilk defa Japonya’da gördüm. Japon farkı…

Bu küçük adamlar 5S i şehirlere uygulamışlar.  Şehir içinde lüzumsuz bir şey göremiyorsunuz.  Arabalar, evler, yayalar, duraklar, çizgiler, ışıklar, görevliler olması gerektiği yerde ve olması gerektiği kadar.
Bütün otopark çıkışlarında özel giyimli, giysisi üzerinde ışık bulunan ve ellerinde ışıklı bir jop (!) olan emniyet görevlileri  mevcut.  “Safety first” yani.
Son derece çalışkan, uysal ve nazik bir millet Japonlar.  Sosyal hayatlarında bir çeşit kumar olan paçinko önemli bir yer tutuyor. Yaşlı-genç, kalabalık ve gürültülü bir ortamda kumar makinalarının önünde düğmelere basarak 7-8 mm çapındaki demir bilyeleri bir delikten geçirerek biriktiriyorlar.  Teknolojide bu kadar ileri gitmiş bu milletin çocukları nasıl oluyor da böyle saçma bir oyun-kumar neyse onun müptelası oluyor; anlaşılır gibi değil.
120 milyon insan Türkiye’nin yarısı kadar bir toprakta yaşıyor.  Verimlilik konusunda, yönetim teknikleri konusunda dünyaya bilgi ihraç ediyorlar. Dünyaya yayılmışlar.  Teknolojilerini ve kültürlerini taşıyorlar.
Önden giden atlılar geliyor aklıma,
Önden giden ışık süvarileri, önden giden Alperenler. . .
Dualarımız sizinle…
Bizim hayallerimiz ancak, gidiyordu oralara.
Siz hayallerimizi de geçtiniz
.

Mustafa Toka ve arkadaşları Miyajima Adasında geyik beslerken

Mustafa Toka ve arkadaşları Miyajima Adasında geyik beslerken

Şinto Tapınağı'nın denizden giriş kapısı

Şinto Tapınağı’nın denizden giriş kapısı

Kyoto Metrosu'nda tek sıra olmuş Japonlar

Kyoto Metrosu’nda tek sıra olmuş Japonlar

Caner Telli, Mustafa Toka hızlı trende

Caner Telli, Mustafa Toka hızlı trende

Selami Güven Antal, İsmail Kartal, Mustafa Toka hızlı trende

Mustafa Toka ve arkadaşları hızlı trende

Mustafa Toka hızlı trende tek başına

Mustafa Toka hızlı trende tek başına

Mustafa Toka samuray elbisesiyle

Mustafa Toka samuray elbisesiyle

Japonya'da her yerde görülen trafik güvenlik görevlileri

Japonya’da her yerde görülen trafik güvenlik görevlileri

Kadriye Hangül Aymelek, Mustafa Toka, İsmail Kartal ve Selami Güven Antal birlikte

Mustafa Toka ve arkadaşları

Japonya'nın 3. en güzel manzarası

Japonya’nın 3. en güzel manzarası

Kocaeli’nin Zencisi

“Biz bu ülkenin Zencisiyiz!” demişti bir tarihte Başbakan.

Bu “Zenci” sözcüğünü, mağdur edilen, hor görülen, fukara bırakılan halkın yerine kullanmıştı.

Deyim doğru ama kişi yanlış.

Başbakan’ın mağduriyeti yattığı birkaç aylık hapisle sınırlı.

O hapsi de nasıl yattığına bizzat tanık oldum ben.

Kasaba Cezaevinde sensörlü kapılar, kameralı koridorlar ile sağlanan bir güvenlik ağı.

Her gün ziyaretçi kabulü gibi, çok özel bir müsamaha.

Yemek, içmek derseniz, padişahlar gibi.

Tabii tek sorun, akşam kapalı olmak.

Ama o da “Başbakan yapacağız” sözü verilen bir adam için fazla bir fedakârlık değil.

Başbakan’ın, kendi tarifi ile “Zenci” olmasına sebep olabilecek ne mağduriyeti var, ne hor görülüyor, ne de fukara.

Fukaralık ne demek, Allahımıza hamd olsun,  “Dünyanın 8. Zengin Devlet Adam”ı bizim Başbakanımız.

Mağdur edilmek bir yana, elinde kılıç, astığı astık kestiği kestik. Herkesi mağdur etmekte beis görmüyor. Bunu 23 Nisan’da Başbakanlık koltuğuna oturan çocuğa da tavsiye ediyor üstelik.

“Hor görme” kısmına hiç girmeyeyim isterseniz.

Dolayısı ile deyimin doğruluğunu kabul etsek de, Başbakan’ın “Zenci” olduğunu kabul etmeyiz.

Ama bir “Zenci” tanıyorum ben Kocaeli’nde.

Bu “Zenci”, Dilovası.

Dilovası’nın“Zenci”liği kendisinden mi menkul, yoksa yöneten Belediye Başkanı’ndan mı kestiremedim bir türlü.

Geçen dönem Belediye Başkanı’nın MHP’li olmasına vermiştik,  Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin Dilovası’na sırtını dönmesini.

Dilovası Halkı da böyle düşünmüş olacak ki, halk hizmet alsın diye, bu kez Belediye Başkanı olarak AKP’li Cemil Yaman’ı seçti.

Ama heyhat gelin görün ki, Büyükşehir’in Dilovası’na bakışında hiçbir şey değişmedi.

Dilovası yine “Zenci”.

Belediye Başkanı da talepleri noktasında karşılık göremeyince, bu kez AKP’li Cemil Yaman da “Zenci” muamelesi görüyor.

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, ” biz her yere eşit hizmet götürüyoruz” bahanesine ne kadar sarılırsa sarılsın, yapılanları da yapılmayanları da Dilovası’nda yaşayan herkes görüyor.

Dileğimiz o ki, Kocaeli Büyüşehir Belediyesi,  “Dilovası” na da, Dilovası’nın Belediye Başkanı’na da “Zenci” muamelesi yapmaktan vazgeçsin. Yeni ilçe olan Dilovası Halkı’nın hizmete ihtiyacı çok fazla zira.

Dilovası henüz Kaymakamlık Bina sı’na da kavuşmuş değil.

Yeni Kaymakamlık Hizmet Binası’nın yapılacağı yerin kararını, Kaymakam Hasan Göç ve tabii ki Vali Gökhan Sözer verecekler.

Onlar verecekleri bu kararla, Dilovası’nın gerçekten gelişen bir ilçe olmasına ya da sanayinin içine hapsolmuş, çok yakında tekrar belde olmaya aday, bir yerleşim birimi olmasına karar verecekler.

Dilovası, Çerkeşli, Tepecik, Köseler civarına doğru genişlemez ise, ne genişler, ne de gelişir.

Kaymakamlık Binası’nın da bu istikamette bir yere yapılması, Devlet eliyle yapılması halinde maliyeti çok fazla olan kentsel dönüşümü de kendiliğinden beraberinde getirir.

***  

Çarşamba günü Dilovası’nda açılışı yapılan bir Kermes’e davetliydim. Orada bulunan Özel İdare Mensupları, bu kermeste ürünlerini sergileyen hanımların İl özel İdaresi’nin kendilerine sağladığı 1.000 TL tutarındaki 30 ay geri ödemeli, faizsiz “Mikro Kredi” projesiyle bu işleri yaptıklarını anlattılar.

Kendilerinden aldığım bilgiye göre, bu kredi ile hanımlar, el ürünleri yaptığı gibi, sebze yetiştiriciliği,  meyve sebze satıcılığı, yumurta üreticiliği, arıcılık, pazarcılık gibi işlerle aile bütçelerine ciddi katkı sağlıyorlar.

Bu krediyi kullanan vatandaşlarımızın neredeyse % 20 sinin Roman vatandaşların olmasına ayrıca sevindim.

Çok özel bir tarafı da, bu krediyi kullanan hanımların kredi geri ödeme oranlarının, % 100 olması.

Şu anda “Mikro Kredi” kullanan hanım sayısı 550. Bu sayının daha da artmasını bekliyor İl Özel İdare yetkilileri.

Vali Gökhan Sözer’i de,  İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Metin Yahşi’yi de bu önemli çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.

***

5 Mayıs’ta bir yerel gazetenin 25 yıllık serüvenine tanık oldum.

Dostum, 35 yıllık gazeteci Nurettin Şenemre’nin gözünün bebeği gibi üzerine titrediği Gölcük Haber Gazetesi ,25 yaşına bastı geçtiğimiz gün.

Kimler yoktu ki, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç, eski Fenerbahçe Yöneticisi Emekli General Atilla Kıyat, Gölcük Kaymakamı, Belediye Başkanı, Kocaeli’nin Gölcüklü Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu ve diğer dostları Nurettin Şenemre’nin yanındaydılar o gün.

Bir yerel gazeteyi, 25 yıl boyunca,  ilkelerinden taviz vermeden, dimdik ayakta tutabilmek,  gerçekten büyük başarı.

Bidayette hayatımızda çok büyük önem atfeden Ali Sahir Nariç Ağabey’in sahibi olduğu “Hergün Gazetesi”nin 30 yıl önceki Bölge Müdürü “Dava Adamı Nurettin Şenemre” ye, vefa borcumun çok olduğu Muhterem Ailesi’ne, Gölcük Haber Gazetesi’nin çıkmasına katkı veren tüm Basın Emekçileri’ne başarı öyküleri ile dolu yayın hayatlarının uzun yıllar daha devam etmesini diliyorum.

 

Sağlıklı olmak ve sağlığını yitirmek

0

Yaşayan tüm canlılar doğar, yaşar ve ölür. Mutlaka her canlı kendi neslini üretir ve böylelikle yaşamaya devam eder. İnsan vücudundaki hücrelerde, zamanla yaşlanır. Bir kısmı kendini yenileyemez, bir kısmı kendini yenileme yeteneğini kaybeder, bir kısmı ise zamanla oluşan gen mutasyonları nedeniyle bozuk, hatalı hücre oluşturur. Yaşlanmak, biyolojik olarak işte böyle bir şeydir. Yaşlanan her hücre ve canlı ölür, yerine kendine benzer canlılar, yaşamaya devam eder.

Hayat dedikleri işte böyle sıradan, basit, aynı zamanda çok karışıktır. İnsanoğlu Adem’den bu yana hep hayata anlam aramış, doğumu ve ölümü sorgulamıştır. Biyolojik acıdan bakıldığında insanın aslandan, attan, yılandan, hatta bakterilerden pek farkı yoktur. İnsanoğluda tüm diğer canlılar gibi, var olmak, canlı kalmak ve üremek ister. İnsan diğer canlılardan en önemli farkı, düşünmesi ve neticede ekosistemi kendi isteğiyle çevirmesidir. Biz diğer canlılardan farklı olarak, istediğimiz canlıların üremesini artırıcı, istediğimiz canlıların üremesini engelleyici değişiklikler yaparız. Böylelikle neslimizin devamını sağlarız. Aslında oldukça zayıf bünyeli olan insan, varlığını bu değişikliklere borçludur. Tüm doğa ile uğraşan bilimler ve hatta sosyal bilimler neticede, “Doğayı kendi lehimize nasıl çeviririz?” sorusuna yanıt aramışlardır. Biyoloji biliminin, kimya biliminin, sonuçta tababetin amacı budur.

İnsanlar daima sağlıklı ve güzel kalmak isteseler de imkânsızdır. Hücrelerimiz yaşlanır, kendini yenileme yeteneğini kaybeder ve sonuçta kendini yok eder (apoptozis ). Apoptozisin olmaması hastalık işaretidir, kanserlerin birçoğunun nedeni arızalı hücrelerin ayıklanamamasıdır. Yaşlanmak kaçınılmaz olsa bile, yaşlanmayı geciktirmek ve sağlıklı uzun ömür sürmek mümkündür. Nasıl kötü ve yerinde kullanılmayan aletlerimiz eskiyorsa vücudumuzda kötü kullanılır ve doğal olmayan maddelere veya işlere maruz bırakılırsa çabuk eskir. Sağlıklı kalmak doğal yaşamakla mümkündür. Bunun için yapabileceklerimizi kısaca sıralarsak:

  •  
    • Az yemek: Düşük kalorili beslenme havyan deneylerinde ömrü uzattığı ve yaşlanmayı geciktirdiği gösterilmiştir. Ayrıca şişmanların zayıf insanlara göre daha kısa yaşadığı ve birçok hastalığa neden olduğu biliniyor. Öyleyse sofradan doymadan kalkalım, yavaş yiyelim, bel çevremizi erkeklerde 94 cm, kadınlarda 80 cm altında olmalı.
    • Dengeli beslenme:  Her sağlıklı besinden yeteri kadar almalıyız. Tavsiye edilen meşhur piramit formülüdür. Yani, %60-70 karbonhidrat, %20-30 protein ve %15-20 yağ içeren diyetle beslenme.

Karbonhidrat kompleks olmalı ve bol lif içermeli ( tam tahıllar ve tahıllardan yapılan yiyecekler), etler haşlanmalı veya yakmadan kavrulmalı, sebze, meyve sıkmadan bütün olarak yenmeli, normal et ve sütte bulunan katı yağ dışında katı yağ tüketilmemeli.

  •  
    • Hareketli yaşam: Eğer masa başında çalışıyorsanız, günde en az 45 dakika egzersiz yapınız.  Egzersiz yaşınıza ve sağlık durumunuza uygun olmalı. Basit gevşeme egzersizleri, bahçe ile uğraşma, yürüme ve yüzme gibi sporlar hemen hemen herkes için uygundur.
    • Sigara ve alkolden uzak durmak: sigara ve alkolün ömrü kısalttığı, deri ve vücut yaşlanmasını artırdığı ve birçok hastalığa sebep olduğu biliniyor. Bu iki zehirden uzak durursanız uzun yıllar sağlıklı ve güzel kalabilirsiniz.
    • Temizlik: Tüm vücudun temiz tutulası hastalıkları engeller. Derinin sık temizlenmesi ölü deri hücrelerini temizler, deri kanlanmasını artırır. Aşırı sabun ve deterjan kullanımı cildin yağ tabakasını yok edebilir. Diş temizliği de hem diş çürümesini ağız kokularını önlediği gibi vücuda mikropların yayılmasına mani olur. Mutlak gusül yapılmalı, vücut ifrazatlarından temizlenmeli, fakat cinsel organ içleri buradaki doğal korumayı bozacağından yıkanmaması gerekir.
    • Düzenli yaşam: Vakitli çalışma, düzenli beslenme, spor ve uyku sağlıklı yaşam için vazgeçilmezdir. Uyku bağışıklık sistemini güçlendirir, dinlenmemizi sağlar.
    • Stres yönetimi: Strese modern iş yaşamı ve rekabetçi ortam nedeniyle giderek daha çok maruz kalınıyor. Stres iyi yönetilirse başarı için faydalıdır. Tatil yaparak, arkadaş ve dost desteğiyle, hobi ile uğraşarak, gevşeme egzersizleriyle, spor yaparak, namaz kılarak, eğer çok sıkıntı veriyorsa psikolojik danışmanlık alarak stresle başa çıkabiliriz.

Ne yaparsak yapalım, neticede yaşlanma kaçınılmaz. Yaşlandıkça da hastalıkların ortaya çıkması ve ölüm kaçınılmaz. Öyleyse bu dünyaya neden geldiğimizi bilelim, bu şuur içerisinde yaşayalım. Hem ne demiş şairimiz:

Avazeyi bu alemde Davut gibi çal,

Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş. (Baki)

 

Batılıların Gözünde Türkler

Anadolu, pek çok medeniyetlerin kültürüyle yoğrulmuştur. Son 1000 yıldır ise Türklerin yurdudur.

Ulusumuzun kendine özgü konukseverliği, insancıllığı ve cömertliği halkımızla temas etmiş olan batılı gezginleri çok etkilediği anlaşılmaktadır. Örneğin, geçmişteki yüzyıllar içinde ülkemizi ziyaret eden yabancı yazarlar, sanatçılar gördükleri yaşam biçimi karşısında bütün önyargılarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Kimileri bizleri, kimileri yaşadığımız doğa parçasını övmüşlerdir. Bunun yüzlerce örneğini batılı yazarların yapıtlarında görmek mümkündür.

Ülkemizi görmüş olanlar gezileri sonunda gözlemlerini, anılarını öyle güzel anlatmışlardır ki, yaşamında hiç Türkiye’ye gelmemiş olanlar bile bizleri görmüş gibi eserler vermişlerdir. Örneğin ressam Albrecht Dürer, 1523’te hiç görmediği Türk İmparatorunun portresini yapmıştır.( Kanuni Sultan Süleyman )

Gustave Flaubert, Aleksandr Puşkin, Lev Tolstoy, Ivan Turgenyev, Lamartine, Feldmareşal Von Moltke, Teophile, Gautier, Lady Montagu gibi şöhretli yazarlar ise ülkemizi ziyaretleri sonunda hep bizi anlatmışlardır.

Türkler için iyi yazanda kötü yazanda, bizleri sevenler de sevmeyenler de etkimiz altında kalmışlardır. Martin Luther, Machiavelli, Montesquies aleyhimize yazmışlardır. Voltaire, Aguste Comte, Pierre Loti gibi yazarlar  ise bizim lehimize görüşler açıklamışlardır.

Müzik alanında büyük şöhrete ulaşan, Wolfgang Amadeus Mozart, Mehter müziğinin hayranı olduğunu söylerdi. “Türk Marşı” bestesi bu görüş ve

söyleminin kanıtı olmuştur. Ayrıca konusu ülkemizde geçtiği varsayımı ile sahneye konulan  “Saraydan Kız Kaçırma” ve “Zaide” gibi opera eserleri  de O’nundur.

Söz operadan açılınca Giusseppe Verdi’nin “Korsan”ı, Rossini’nin “Fatih Sultan Mehmet”, (Madmetto II), Bonarelli’nin “Kanuni Sultan Süleyman”ı       (Solimano) gibi eserler hep bizleri anlatmıştır.

19. yüzyılın önemli bestecilerinden Franz Liszt, 1840’lı yılların sonuna doğru İstanbul’a gelerek bir süre Beyoğlu’nda yaşamıştır. Sultan Abdülmecid’e konserler vermiş, ayrıca İmparator için bir marş besteleyen Liszt, Padişah tarafından Osmanlı Nişanı ile ödüllendirilmiştir.

Anadolu’yu yurt edindiklerinden itibaren Türkler batılı ülkelerin siyasi, ekonomik ve kültürel alanda ilgi odağı olmuştur.

Kimileri bizleri çok sevmiş, kimileri yermiştir. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.