14.8 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 12

İman Etmeyen Müslümanlar

Bu günlerde adalet, hak, hukuk duygusundan; ahlak, edep ve estetikten çok uzak bir siyaset ikliminde yaşıyoruz. Hem de Ramazan ayının son günlerini ve mübarek Kadir Gecesini idrak ettiğimiz bir zaman diliminde.

Zihnimde Nisa Suresi 136. ayetin meali çınlıyor: EY İMAN EDENLER İMAN EDİN!

Ayetin tam meali şöyle: “Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a, ve daha önce indirdiği kitaba, iman edin!”

Demek ki ben “müminim”, “Müslümanım” demekle iman etmiş/ inanmış olunmuyor. Allah’a, peygamberine gerçekten inanmak ve Kur’an’da bildirilenlere uygun bir hayat yaşıyor olmak gerekiyor.

“Kur’an’daki İslam’a uymak nasıl olur?” diye düşündüğümde İslam’ın en önemli emirlerinden birinin “ADALET” olduğu aklıma geliyor. Bakınız şu ayeti her Cuma hutbesinde hocalar tekrar ediyor:

“Muhakkak ki Allah, ADALETİ, İYİLİĞİ, akrabaya YARDIM ETMEYİ EMREDER, ÇİRKİN İŞLERİ, FENALIK VE AZGINLIĞI YASAKLAR.” (Nahl Suresi 90. Ayet)

Ancak toplumumuzdaki ADALET anlayışından en uzak kesimin Müslüman kimliğini öne çıkaranlar olduğunu gözlemliyorum. Belki de gücü (iktidar, para vd güçleri) ele geçiren ve gücünü asla kaybetmek istemeyen herkesin davranışı böyledir. Bu yüzden dinî olmayan yönetim sistemlerinde kuvvetler ayrılığı uygulanır. Yanlış yapanlar “bağımsız ve tarafsız yargı” tarafından cezalandırılır.

Ancak “inanan insanlar” için ek olarak bir de iç denetleme mekanizması getirilmiştir. Bütün hukuk sistemlerinde ve semavi dinlerde hatta çoğu felsefi düşünce ekollerinde ADALET, İYİLİK, KİŞİ VE KAMU HAKKI gibi kavramlarla insanlar aynı hedefe yönlendirilir. Cinayet, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, iftira gibi “fenalıklar” azaltılmak istenir.

Böylece herkesin hakkına kavuştuğu, canından, malından ve özgürlüğünden emin olduğu huzurlu, mutlu ve refah içinde yaşayan toplumlar inşa edilmeye çalışılır.

Yukarıdaki ayete göre, “Müslümanım” diyen kişiler eğer adalet ve iyilikten uzaklaşır; yalan, iftira, hakaret, tehdit, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet gibi çirkin işler yaparsa, azgınlık ve zulüm gibi fenalıklara / kötülüklere bulaşmışsa yeniden İMAN ETMELİDİR.

Öncelikle toplumda kanaat önderi, siyasi veya dini lider olanlardan başlamak üzere, hepimiz için geçerli bir buyruk bu.

*********************************

Gerçekten Müslümansak İman Edelim

Günümüzde genellikle Müslüman olmayan gelişmiş ülkelerde ADALET mekanizması düzgün çalışıyor. Yani güç sahiplerinin etki ve baskısından uzak, bağımsız ve tarafsız yargılama yapılabiliyor. Vatandaşlar sadece insan olmaktan, vatandaş olmaktan kaynaklanan haklarını ve mülkiyet hakkı, inanç ve ifade özgürlüğü gibi temel haklarını eksiksiz kullanabiliyor. Herkes canından, malından ve özgürlüğünden emin bir şekilde huzur, mutluluk ve refah içinde yaşıyor.

Oysaki bizim mübarek günler ve bayramlarımızda bile toplumumuzda neşe yok, huzur yok, birlik yok! Gündemimizde bilim yok, ahlak yok, sanat yok, estetik yok! Ve bunların doğal sonucu olarak refah yok, servet dağılımı adil değil, derin yoksulluk içinde yaşayan milyonlarca insan var.

****

Türkiye Cumhuriyeti 23 yıldır “dindar, Müslüman” kimliğini en çok öne çıkaran iktidar tarafından yönetiliyor.

Böyle bir dönemde İslam’ın en temel kavramları olan 1- Adalet (Adil olmak) 2- Emanet (Güvenilir olmak) 3- Ehliyet (Ehil kişileri göreve getirmek) 4- Maslahat (Kamu yararını gözetmek) 5- Meşveret (Danışarak iş yapmak) konularında en iyi dönemi yaşıyor olmamız beklenirdi.

Ancak bugün toplumumuzda Adalete güven duygusunun en düşük olduğu, devlet görevlerine ehliyetli kişiler yerine liyakatsiz partililer ve akrabaların getirildiği, ortak akıl ve meşveret ile yönetme yerine tek kişinin iradesine tabi olunduğu genel kanaattir. Mahkemelerin bile siyasi gücün emrinde adaletsizlik üreten birimler haline geldiği inancı hâkimdir.

Gelişmiş ülkelerde (ki maalesef hepsi de Müslüman olmayan ülkelerdir) devlet vatandaşlarına, vatandaşlar devletine, vatandaşlar birbirine güvenirler. Ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerde bu “güvenilirlik” kalmamıştır. Peygamberinin sıfatı “güvenilir Muhammed” (Muhammed ül Emin) olan bir dinin mensupları arasındaki “güvensizlik” ibret vericidir. “Müslüman herkesin elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” tanımını teorik olmaktan çıkarmak zorundayız.

Mübarek Ramazan ayında bile sağlıklı ve doğal gıda bulmakta zorlanıyoruz. Zararlı katkı maddeleri ile tağşiş edilmiş (etsiz sucuk, yağsız tereyağ gibi) gıda ürünlerinin hem de fahiş fiyatlarla satılıyor olması güvenilmezliğin simgeleridir. Araç satın alırken satıcının sözüne güvenen kalmadı. Ekspertiz raporları bile sahte çıkabiliyor.

Toplum sağlığını tehdit eden ahlaksızlar, depreme, yangına dayanaksız bina yapan müteahhitler, bunlara ruhsat veren yetkililer, adaleti katleden bir kısım hâkim ve savcılar, halkına zulmeden bir kısım yöneticiler, görünüşte “alnı secdeli Müslümanlar” olsa da, “iman ediniz” emrinin muhatabı olduklarını unutmamalıdır.

Bir kişinin gücünü muhafaza etmesi için, devletin ve milletin zarar görmesine yol açabilecek her türlü kararı alan ve bunlara destek verenler de İslam’ın şartlarından olan Maslahata (kamu yararına) aykırı davranıyor demektir.

Bu mübarek günlerde inanan Müslümanlar olarak hepimiz halimizi bu gibi ölçütlere göre gözden geçirelim. “EY İMAN EDENLER İMAN EDİN!” emrine uyalım.

Eğer “gerçekten iman etmiş” bir toplum yaratabilirsek, demokratik hukuk devletinin tam da bize göre olduğunu anlayacağız.

“Gerçekten iman etmiş” bir toplum yaratamadığımız ortada. O halde, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, yasama, yürütme ve yargının ayrı olduğu, kuvvetler arasında denge ve denetim mekanizmalarının kurulduğu, demokratik ve laik bir hukuk devleti kurmaktan başka çaremiz kalmadığını artık anlamalıyız.

Kitaplarım Geldi, Kitap Medeniyettir

Yeni kitaplarım! Hoş geldi, taze hakikatler getirdi, dünü hatırlattı, bugünü düşündürdü, yarın ne olacağına dikkat çekti.

Meğer yayıncılık fedakârlık, kitap almak ve okumak ayrıcalık olmuş da hala yönetimler fark edemiyor gibi duruyor.

Ecevit-Erbakan hükümetinin başlattığı ve neticelendirdiği Kıbrıs Barış Harekâtından(1974) sonra gerek görevli, gerekse özel defalarca gittim KKTC’ye. Çok dostlarım oldu üstelik. İlk gidişimdeki arkadaşlarımın tümü mücahitti, mesela Erenköy’de savaşmıştı. Gazeteci ve Bayrak Radyosu Genel Müdürü merhum Özer Berkem, Öğretmen Maarif Koleji Müdürü Işılay Arkan, üst bürokrat ve şair Information Genel Müdürü Oktay Öksüzoğlu, sivil toplum öncüsü, daha sonra KKTC Parlamento Başkanı Zorlu Töre hemen aklıma gelen isimler.

Lefkoşa’da TRT’ye tahsis edilen ve Rumlardan kalan villa lojmanda oturmaya çekindik, bir apartman dairesine taşınmıştık. Çünkü barış harekâtı henüz bitmişti. Hemen her Türk ailesinden şehit olan, Türkleri canlı canlı toprağa gömen, köyleri içindeki insanlarla birlikte yakan, işkence eden EOKA, ENOSİS, Grivas ve Samsun yanlıları adada terör estiriyor, batılı ülkelerin de ne yapacağı bilinmiyor, ambargoyla doymayacakları anlaşılıyordu.

ODTÜ mezunu ve Lefkoşa Maarif Koleji Müdürü arkadaşım Işılay Arkan bütün bu dönemleri çocukluğundan öğrenciliğine, evliliğinden göreve başladığı güne kadar bizzat yaşadı. Daha ilk okulda iken Kıbrıs Türk Terakki Teşkilatını kurdu, 16 yaşında Dağ, 18’inde Lefkoşa Sancağında mücahitlik yaptı. Mücahitlik; müteahhitlik veya müsaitlik gibi değil canını ortaya koymak ülkesi için.

IŞILAY ARKAN Hoca Ötüken Yayınları’nda çıkan “DİRENİŞ HATIRALARIM-KIBRIS’TA ENOSİS’E KARŞI MÜCADELEMİZ” adlı anı kitabında söz konusu dönemi anlatıyor. Bugüne nasıl gelindi, özgürlük nasıl kazanıldı, müstakil bir Türk devleti olmak nasıl mutlu bir şey; işte bütün bunlar yeni nesil için eserde satır satır anlatılıyor. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur tezini haklı çıkarıyor.

TUKAY, TÜRK DÜNYASI MİLLİ ŞAİRİ

PROF.DR. FATMA ÖZKAN Hanımefendiyi Ankara’dan tanıyorum. O yıllarda Türk Dünyasına gönüllü bir asistan genç alimdi. Bugün dokuz kitapta imzası bulunuyor. Bunlardan biri de ABDULLAH TUKAY’IN ŞİİRLERİ. Kazan Tatarlarının bağrı edebiyattır ve bu aşk; yetim, fukara, kıtlık dönemlerinde itilip kakılan, evlatlık verilen, birkaç yabancı dili ve çevirileri olan, yeni bir eğitim uygulamasından yana, miskinliğe, hantallığa ve kolaycılık karşı çıkan, en zeki öğrenci, yazar ve Şair TUKAY ile artarak devam ediyor. TUKAY hiciv de yazdı. Tenkidi de güçlüydü. Taassuba karşı, batıl inançlara, kötü geleneklere, köhne zihniyete ve gericiliğe karşı mücadele verdi. Mütevaziydi. Yaşama sevinci, umut ve ufuk gösterdi. Şiirleri sosyal ağırlıklıydı. Halkın bilgisiz ve kültürsüz bırakılmasına isyan etti. Tatar konuşma dilini şiirine yansıttı, dili geliştirdi. Toplumu ve sorunlarını hep önde tuttu, çarpıklıkları gördü. İşlediği konular millet, özgürlük, eğitim, çocuk, inanç ve aşk.

Mehmet Akif Ersoy ile çok ortak özellikleri var. Aynı duyarlılıklar hakimdir. Çok genç yaşta da vefat etti. Ancak özellikle şiirleri hala Kazan Tatarlarınca her evde okunuyor, Türk Dünyasının olmazsa olmaz şairi. PROF.DR. FATMA ÖZKAN Hoca’nın inceleme, metin ve aktarmalara da yer verdiği ABDULLAH TUKAY’IN ŞİİRLERİ 1100 sahife ve Ötüken imzalı.

ÇOK SATANLARDA YEREL BİR NEFES

Piruze ve gözyaşlarımı tutamadığım Bosna-Hersek, Saraybosna ve Boşnakların acısını dikkat çeken İncir Kuşları Yazarı SİNAN AKYÜZ’ün YAĞMURUN GELİNİ de “büyük dertlerin dilsizliği”ni anlatıyor. Romanda, 1950’li yılların Kilis’inde geçen, sınırların mayınlandığı kaçakçılık döneminin bir aşk hikayesi konu edilmiş. Musabeyli, Atmalı, Külyanlı ve Dosttallı köyü ekseninden Halep’e kadar uzanan bir öykü. Delal, Şiyar, Ferman, Aso, Kendal, Mısto, Reşo Dayı, Seyfo, Şehmuz, Mizgin, Sultan, Mamo, Baran, Zeyno, Sino, Hace, Dilan, Şifacı Zikra, Nadire ve Serra isimleri hala bölgede yaşıyor mu tartışılır. Ama romanda cuk diye yerine oturmuş. 122. Seyyar Suvari Alayı, Gaziantep 1. Jandarma Tümeni, Teğmen Cevdet, Tabip Atğm Baysal ve Alaattin Paşa da romanda yer bulmuş.

Kullanılan kelimeler de öyle; küncü, kalbur tamircisi, tütün kesesi tabakası değil, tahta köprü, kara tren, töre ve gelenekler, bulgur aşının taşları, karnı yüklü, kanaviçe, kirpi eti, hastanın diyabetik ayağa yakalanması okuyucunun henüz fark ettiği hususlar.

Töre gereği nişanlısı Şiyar’ın mayında ölmesi üzerine, Şiyar’ın kardeşiyle evlenmeyip, köyünü terk ediyor. Komşu köyde hasta Baran ile evleniyor. Celal artık köyüne girerse öldürülecek. Delal’in mecburen her şeyi göze alarak köyünden geçerken yakalandığında toplanan halka ” İnsanı Allah yarattı, canı da Allah verdi. Töreleri ise insan yaptı, insan yazdı. Töre ve gelenekler değişebilir ama İnsan her zaman insandır” biçimindeki konuşmasında töre yara alıyor. Kalabalıklar dağılıyor. Yazar bu vurguyla romanını güçlendiriyor.

Yazar SİNAN AKYÜZ’ü Türk Edebiyat Vakfı’ndaki bir etkinlikte tanımıştım. Velut ve takip edilmesi gereken bir müellif. YAĞMURUN GELİNİ 23. Baskı ile çok satanlar listesindeki diğer romanlardan farklı.

DÜZGÜN’ÜN PEMBE BOYALI ODASI

Başaran Düzgün’ün Pembe Boyalı Odası çok yeni bir roman. Fırından henüz çıkmış ekmek kadar taze .

Yazarı daha önce Öksüz Atlar Ülkesinde adlı önemli romanıyla tanıdım. Bir dönem Kıbrıs’ı anlatan ve su gibi akan bir çalışmaydı. Yazar, BAŞARAN DÜZGÜN (1964 Magusa) Kıbrıslı bir gazeteci. Bir zaman tiyatroculuk da, sendikacılık da yapmış. Sahnede Bir Halk Düşmanı’nda rol almış. Daha öğrenci iken Buğday Toprağa Düştü adlı kitapta öykülerini toplamış. Sonra Çakıl Taşları, Pilatus’un Gölgesinde yayınlanmış, aynı eser Türkiye’de Kıbrıs’ta Ümit ve Hüsran adıyla neşir olmuş. Haşmet Gürkan ile Lombousa Krallığının Yeniden Doğuşu kitabını hazırlamış. Ulusal ve uluslararası etkinliklerde sunum yapmış, görüşlerini belirtmiş. Yazılarından ötürü yargılanmış ve bombalı saldırıya uğramış bir fikir emekçisi Başaran Düzgün. 1990 yılından bu yana Adada gazetecilik yapıyor. Mesleki örgütlerde sorumluluk almış.

PEMBE BOYALI ODA’da yine bir dönemin Kıbrıs’ı anlatılıyor. Roman kahramanı Mete’nin şahsında mücahitlik, sosyal hayat, aile, şefkat ve sevgi, aşk, biraz hurafe, sivil ve askeri bürokrasi, okul ve öğretmenlerle öğrenciler, meyhane, sona doğru ideoloji, istihbarat ana tema olarak işleniyor.

Roman topluma ilerde aynı konuyu çalışacaklar için de önemli bilgi ve diyalog yansıtıyor yazar. Romanda zaman zaman gazetecilik dilini görüyoruz, romanın akıcılığını etkiliyor. Cinsellik de ihmal edilmemiş. Keşke roman tümüyle adada geçen bölümden oluşsaydı. Sonrasını merakla beklerdi okuyucu. İnce Memed gibi birkaç kitap olsaydı. Mete’nin Ankara ve Londra hayatı da daha sonraki romanlarda işlenseydi. Yazarın sosyal demokrat görüşünü romanda hissedebiliyorsunuz. Romanı Ekinoks yayınlamış.

Bu konuda muhafazakar demokrat bir görüşle anlatılan yine Kıbrıs’tan eğitimci Işılay Arkan’ın Direniş Hatıralarım-Kıbrıs’ta Enosis’e Karşı Mücadelemiz meraklıları için tavsiyeye değer bir kitap. İlk eserde sosyal olgu ve hayat, ikincisinde inanç motivasyonlu yaşanmışlık önde.

YEDİ MEŞALECİLER VE KORAY’IN KORKULARI

Bu TAHSİN YILDIRIM yok mu, durun bakalım daha neler neler bulup ortaya çıkaracak? Hiç de ismi pek bilinmeyen bir yazar “BİRKAÇ EDEBİ FISILTI-YAZILAR, HATIRALAR, MÜLALATLAR” adlı eserin müellifi KENAN HULUSİ KORAY(1906-1943) gündeme taşındı. Genç yaşta tifüsten ölen Yazar, bir Servet-i Fünun öykücüsü. Böylesi edebi ve fikri ekoller artık günümüzde yok. Sorumluluk almış aydınlarımızda bile acımasız bir dünyevileşme artarak gelişiyor. Yazar Kenan Hulusi Koray, ekmek parasını gazetecilikten kazanıyor. Vakit Gazetesi ekmek teknesi. Tek romanı Osmanoflar. Ayrıca hikaye, mensur şiir, deneme ve röportaj gibi yazı ürünleri var. İki yüze yakın öyküsü olan yazarın Rübab-ı Şikeste hikayesi en dikkat çekenidir.

Yedi Meşale ekolüne ait yazar ülkemizde ilk defa korku temalı öyküleriyle okundu. Ceylan isimli romanı yarım kalmış. KBK Pansiyonu, Son Öpüş, Bir Yarasa Bir Kıza Aşık Oldu uzun öykülerinden oluşuyor.

Kenan Hulusi Koray yazılarında yaşanmışlığa, beklentilere, insani ve medeni iletişime önem veriyor. Tahsin Yıldırım’ın günümüze taşıdığı araştırma-inceleme türü çalışmada bir kitap olacak kadar da dip not var, bu başlı başına bir birikim ve donanım. Araştırmayı yine Ötüken yayınlamış.

Tahsin Yıldırım Öğretmeni kutluyorum. Bugün İtalya’da, yarın Amerika’da olacak ve oğluyla hasret giderecek diye öğrendim. İstanbul kendisini bekleyecek.

Kitap Medeniyettir!

Olmazsa olmaz!

Yaşasın Kitap!

Tıp Fakültesi Hastanesi Dolayısıyla

                        “Allah eksikliğini de göstermesin, eline de düşürmesin.” sözü, söylendiğinde hem söyleyende hem de muhatabında tebessüm oluşturur. Daha çok hekimlerimiz için söylenir.

            Bugünlerde bir yakınımın hastalığı sebebiyle Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine sıkça gitmeye başladım. On beş yıl önce de annemin birkaç ameliyatını orada yaptırmıştım. Üniversite hastanesinde çok şey değişmiş. Personel sayısı artmış, yeni branşlar eklenmiş, ek binalar yapılmış, tıp alanında hızla değişen teknolojiye ayak uydurulmaya çalışılmış. Devletin yaptığı yatırımın ve fedakârlığın somut halini burada görmek mümkün.

            Tıp camiasının veya sektörünün içinde değilim. Bu camia ile ihtiyaç oldukça muhatap oluyorum. Dışarıdan biri olarak, görebildiğim kadarıyla, KOÜ Tıp Fakültesinde her branştan oldukça yetkin kadro mevcut. Fakültedeki eğitim disiplinini, seviyesini değerlendirebilecek bilgiye sahip değilim. Hocaların, hasta-hekim ilişkisindeki memnuniyet, olması gerekenin altında değil.

            Fakültede, kurulduğunu gözlediğim otomasyon sistemi, tıkır tıkır işliyor; röntgen, tahlil gibi işlemler hızlı ilerliyor; hastalar yorulmuyor. Randevu sistemi, aksamıyor; hastaları zaman israfından kurtarıyor. Her hizmetin bir bedeli olmalıdır, hizmetlerin bedeli de ortalama gelir düzeyine sahip kişileri yormayacak seviyede.

            İyilikte, güzellikte sınır yoktur. Mükemmel, güzelin düşmanıdır, denir. Mükemmellik adına, bazı güzellikleri eleştirmem gerektiğini düşünüyorum.

            Mekân, insanla değerlidir. Bu güzide kuruluşu güzelleştirecek insanların, insan ilişkilerinde daha samimi, sıcak, öğretici, huzur verici olmasını istemek, buradan hizmet alan herkesin hakkıdır. Bu konuda, çalışanların ve mesleğine yeni başlayan hekimlerin, kendilerinden beklenen davranışa sahip olmadıklarını gözlemledim.

            Burası, şüphesiz bir özel hastane değil, ancak hastanenin görünen yüzü olan personelin, insan ilişkilerinde daha yardımsever, hoşgörülü olmasında bir hayli eksiklik var. Gelen hastaya mekân zaten yabacı, hasta serseri mayın gibi, ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Hastalara yardımcı olacak görevlilerin bulunması, varsa daha görünür hale getirilmesi, hastanenin hizmet kalitesini artıracaktır.

            Hekimlik, bir akıl ve gönül işidir. Aklını ve gönlünü birlikte kullanmayı beceremeyen gençler, bu mesleğe soyunmamalı. Empati, sempati, güler yüz, insan sevgisi, sabır gibi hasletleri taşımayanlar, bu mesleğe girmemelidir. Alçakgönüllülük, herkes gibi, özellikle hekimleri yüceltir, kibir ise sevimsiz kılar. Mesleğinde çiçeği burnunda olan genç hekimlerin kliniklerde bu yönüyle yetersiz olduğunu müşahede ettim. Sorduğum sorulara hekimden yeterince cevap alamadığım için “kibir abidesi” demek zorunda kaldım.

            Haya güzeldir, kadında daha güzeldir; cömertlik güzeldir, zenginde daha güzeldir; adalet güzeldir, yöneticilerde daha güzeldir, denir. Ben bu söze ilave yapma gereğini duydum: “Tevazu, güzeldir; hekimde, öğretmende, bürokratta, akademisyende daha güzeldir. Kibir, diğer adıyla büyüklenme, kişideki bütün güzellikleri örten çirkin bir kusurdur. Hizmet sektöründe bulunanlar, kendilerine muhtaç kişilere karşı anlayışlı, sabırlı, yol gösterici olmak durumundadırlar. Karşısındakine değer vermek zorundadırlar. İyilik, onların yaşam tarzı olmalı, iyilik vitaminiyle beslenmelidirler. İyilik yapmadığı günü yaşanmamış kabul etmeli, kendini her canlıya borçlu hissetmelidir.

            İyilik duygusu, sevgiyle beslenir, sevgiyle yaşar. Sevgi, geliştirilen, yönetilen bir duygudur. Sevgiyi geliştirememiş, hayat tarzı haline getirememiş hekim için her muayene, angarya; öğretmen için her öğrenci, sıkıntı; bürokrat için her iş, bir dert; akademisyen için her teori, kaos demektir. Sorunları çözmekle görevli olanların, sorunları kendileri ürettiği halde, kendilerini çözüm üretmede tek yetkin kişi olarak görmeleri, maalesef, bu meslek gruplarında daha belirgin. Olgunluk ve yetkinlikte kimliğini ispatlamış ve insani değerleri hakkıyla içselleştirmiş hekimlerimizi, akademisyenlerimizi, bürokratlarımızı, öğretmenlerimizi tenzih ederek demek isterim ki, ülkemizde özellikle bu meslek erbabında kendi dışındaki insanları rahatsız eden bir büyüklenmenin, hazımsızlığın varlığı inkâr edilemeyecek bir gerçek.

            Kibir, her insanın doğasında mevcut. Şartlar onu köreltir veya büyütür. Sosyal hayattaki değer anlayışımızın, eğitim sistemindeki ölçülerimizin, ahlakımızı çirkinleştiren kibir duygusunu yeşerttiğini düşünmekteyim. Kibir, yetiştiği yerde yok edilmelidir. Bu konuda üniversitelerimizde hocalarımıza, okullarda öğretmenlerimize, bürokraside üst yöneticilerimize, toplumda kanaat önderlerine büyük ve vazgeçilmez sorumluluklar düşmektedir. Kibir, insanları birbirinden uzaklaştıran şeytandır, onun yok edilmesiyle toplumda güven artacak, gönüller birbirine yakınlaşacak, meslek sahiplerinin yaptığı her iş angarya olmaktan çıkarak bir eğlence haline gelecektir. Alanın da satanın da mutlu olduğu bir ticaret, ne bereketli bir ticarettir.

            Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde gözlediklerimden hareketle oluşan düşüncelerim ne sadece bu kuruma ne de sadece bugüne mahsus. Kibirlilik, toplumsal bir hastalığımız. Üniversitelerimizin hangi meslek dalında olursa olsun, programlarına insan ilişkileriyle ilgili dersler koymaları gerektiğini düşünüyorum. Hekim haklarının yanında, hasta hakları, insan hakları tıp fakültelerinin temel derslerinden olmalıdır. Hasta psikolojisini idrak edememiş bir hekim, sahaya çıkarılmamalı, onun bu güzide mesleği kirletmesine izin verilmemelidir.

            “Yol odur ki vara, / Göz odur ki Hakk’ı göre, / Er odur ki alçakta dura, / Yüceden bakan göz değildir.” der Yunus Emre.

Bulgaristan Tarihinde Dönüm Noktası

Her ülkenin tarihinde pek çok dönüm noktası veya kırılma ânı vardır. Bu anlar, o ülkenin tarihinde daha sonraki nesiller için kalıcı izler bırakan ve ülke genelinde değişime sebep olan anlardır.

Geçtiğimiz günlerde Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BUL-TÜRK) tarafından İstanbul Bayrampaşa’da verilmiş bulunan iftar yemeği de dost ve komşu Bulgaristan için bir dönüm noktası olarak, tarihe kayıt düşecek önemli bir gündü.

Bulgaristan’ın önemli bir partisi konumundaki Veliçiye Partisi Genel Başkan Yardımcısı Radoslav Ivanov ve beraberindeki heyette bulunanlar BUL-TÜRK’ün iftarında Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği ve Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (BGSAM) yönetici ve üyeleriyle bir araya geldiler. Bulgaristan ve Türkiye’nin dostluğunun pekişmesi ve her iki ülkenin de ortak menfaatlerinin geliştirilmesi bakımından önemli görüş alış verişinde bulundular.

Elbette geceye damgasını vuran çok önemli bazı enstantaneleri siz değerli okurlarımızla buradan paylaşmak isterim. Şöyle ki:

BGSAM Başkan Yardımcısı Nevzat Öztürk’ün anlamlı açılış konuşması ardından söz alan BUL-TÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ün Bulgaristan’da yaşayan Türklerin sorunlarından ve Bulgaristan’da muhtemelen önümüzdeki birkaç ay içerisinde yeniden seçimlerin olacağından kısaca bahsettikten sonra; bugün Bulgaristan Türklüğü kral zamanından da Komünist dönemin ilk yıllarından da daha kötü şartlar altındadır. O dönemlerde dahi Bulgaristan’da Türkçe gazeteler ve yayınlar varken bugün tek bir Türkçe gazete dahi kalmamıştır, okullarda Türkçe eğitim imkânları çok daha geriye düşmüştür. Sizlere garip gelebilir ama bugün Bulgaristan Türklüğü o dönemlerdeki haklarını geri alsa kendisini mutlu hissedecektir sözleri dikkat çekiciydi.

Yine Başkan Ulutürk’ün, “Günümüzde gerçekleşmekte olan ‘Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye çok önemli bir konumda olacaktır. Bugün artık eski Türkiye yoktur. ‘Türk Devletler Birliği’ dünyanın en önemli güçlerinden birisi haline gelmektedir. Bu aynen AB ve ABD gibi Türk Devletler Birliği olarak öne çıkacaktır. Türk Dünyası’nı oluşturan ülkelerin yanı sıra Bulgaristan da bunun bir parçası olmalıdır. Hatta Rusya dahi bunun parçası olmaya çalışacaktır…” şeklindeki sözleri önemliydi.

Ayrıca Başkan Ulutürk’ün Edirne’deki Sultan 2. Abdülhamit döneminde kurulan Bulgar Kilisesi’nde son dönemlerde Rum papazlar tarafından fiili durum yaratılarak, Rumca ayinler düzenlemesinin kabul edilemez olduğu ve BUL-TÜRK olarak bu kilisede Bulgarca ayinlerin devam etmesi için girişimlerde bulunacağız sözü Veliçiye Partisi yöneticileri tarafından uzun süre alkışlandı.

Aslen Bulgaristan göçmeni olan Şule Perinçek’in hemşehrileriyle bir arada olmaktan memnuniyet duyduğunu dile getirdiği birlik ve beraberlik vurgulu konuşmasının ardından Veliçiye Partisi Genel Başkan Yardımcısı Radoslav Ivanov da Türkçe olarak başladığı konuşmasına daha sonra Bulgarca devam ederek çifte vatandaşların mağduriyeti konusunda kanun teklifi sunacaklarına dair söz verdi. Ayrıca Türkiye’de ve diğer ülkelerde yaşayan çifte vatandaş olan Bulgaristan vatandaşlarının sorunların çözülmesi için çalışacaklarını ifade ederek, iki dost ve müttefik ülkenin iş birliğinin gelişmesinin bölge ve dünya barışına çok büyük katkılar sunacağını ifade etti.

Veliçiye Partisi heyetindeki diğer konuşmacılar da Türkçe selâm vererek başladıkları konuşmalarında BUL-TÜRK Başkanı Rafet Ulutürk’e teşekkür ettiler ve iki kardeş ülkenin ilişkilerinin gelişmesinin öneminden bahsettiler.

BUL-TÜRK Başkanı Rafet Ulutürk de Veliçiye Partisi heyetine Bulgaristan Meclisi’ne sunacakları çifte vatandaşların seçilme hakkı yasalaşırsa Türkiye’de yaşayan çifte vatandaş Bulgaristan Türkleri’nden de en az bir kişiyi, seçilecek bir yerden aday göstermeleri halinde partiye çok büyük bir güç sağlayacağını vurguladı ve katılımları için teşekkür etti.

İftar programı daha sonra aile fotoğrafı çekilmesi ve hediyelerin verilmesi ile devam etti.

Sevgili dostlar özetlersek;

İstanbul Bayrampaşa’daki iftar, Bulgaristan’dan ilk kez bir siyasi partinin bu kapsamda bir iftara katılması gibi önemli bir açılım sağlamasının çok ötesinde sonuçlara gebe olarak tamamlanmış ve iki komşu ve akraba ülkenin geleceği açısından büyük fırsatları öne çıkarmıştır.

1. Bağımsız Bulgaristan kilisesinin üzerindeki Fener Rum Patrikhanesi’nin baskısı ve Yunan Kiliseleri’nin Rumca ayin zorlamasına karşı net bir tavır alınmıştır. Bu aslında Bulgaristan’ın bağımsızlığı açısından çok önemli bir destektir.

2. Çifte vatandaş olan Bulgaristan vatandaşlarının yani Türkiye’deki genel tabirle ‘soydaşların’ seçilme haklarını kazanabilmesi açısından Bulgaristan’ın güçlü partilerinden birisi tarafından ciddi bir destek sağlanmıştır.

3. Bulgaristan’da Türkçe eğitim ve Türkçe yayınlar (gazete, radyo, TV vb.) konusunda çok önemli geri bildirimler alınmıştır.

4. Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin rolü ve Türk Devletler Birliği’nin bunun en önemli aktörlerinden birisi olacağı ortaya konmuştur. Bu birliğin sınırlarının barış, istikrar ve sükûn merkezi olarak; Çin’den Orta Avrupa’ya kadar uzanabilecek potansiyeli gözler önüne serilmiştir.

Dahası ileride kim bilir Bulgaristan parlamentosunda 89 göçmeni bir soydaşımızın milletvekili ve bakan… olma yolu açılmıştır.

Kim bilir?

Devlet Adamlığı Samimiyetinden Mahrum İseniz

Bildiğimiz kadarıyla Türk milliyetçiliğini şiar edinmiş köklü siyasi partilerimizden Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanın ısrarla; bilinen emperyalist güçlerin güdümünde ve desteğiyle ülkemizin üniter yapısını bozarak federasyona getirme amaçlı; ülkeyi parçalama amaçlı, Türk Milletini ayrıştırma amaçlı kurulan terör örgütünün yaklaşık kırk yıldır ülkemize parasal olarak milyarlarla ölçülen maddi ve manevi hasarla kan kusturarak yaklaşık kırkbinn şehit vermemizde başrolü oynayan ve tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm olan terörist başının Meclis kürsüsüne davet ve umut hakkı diyerek bir af ile ödüllendirmeyi vaat etmesi, terör ile mücadele kitabının hiçbir yerinde yazmaz.
O davet aziz şehitlerimiz adına, şehit aileleri adına, Türk milliyetçiliği adına bir utanç levhası olmuştur.
Atatürkçü Türk milliyetçileri böyle bir teklifi kabul edemez. Devlet adamlığıyla bağdaşmayan bu siyasi partinin arkasında ‘’CUMHUR İTTİFAKI’’ adıyla işbirlikçi mevcut iktidarı görüyoruz.
*
Maalesef Türkiye gibi önü açılmış milli devletlerin üniter ve milli devlet yapılarına saldırıların olduğu dıştan dayatılan çoğulculuk merakının ortaya çıktığı, milli kimlikle uğraşıldığı, Cumhuriyetin kurucu değerlerini tartışmaya açmaya hazır işgüzarların siyasette önünün açıldığı bir dönemden mi geçiyoruz? Dersiniz.

*
Siyasileri halk seçmektedir. Bu seçimler yapılırken siyasilerden beklenilen, vatandaşların huzur içerisinde, müreffeh bir vaziyette yaşamalarının teminidir. İnsanlarımız daha iyi imkânlar içerisinde birlik ve bütünlük içerisinde yaşamayı istiyor ve onun için oy veriyor.
Siyaset milletin kendisinden beklediği bu isteklerinin yerine kargaşa ve karmaşadan istifade ile oluşan huzursuzluk ortamında Türk milletine ayrımcılık dayatıyor. Türkiye’de sanki Türkler değil de bir sürü karışık toplumlar yaşamakta olduğu dayatılmaktadır.
TBMM’nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele Kurtuluş Savaşı, Türk Milleti ve devletinin içinden başka millet ve devletler çıkarmak için yapılmamış, kimsenin ön izni ile de gerçekleştirilmemiştir.
Sosyal yapı bakımından Türkiye Cumhuriyeti bir kavimler ittifakı değildir. Ulusal Bağımsızlık Savaşımız ve onun tacı olan Cumhuriyet, Türkler ve Ulusal kimlik olarak kendilerini Türk olarak hisseden ve Türk Milletine mensup sayanlarca gerçekleştirilmiştir. O bir sınıf veya zümre hareketi değil, şerefli bir Ulusal Hareket olarak emperyalizme karşı bir mücadeledir.
Biz Büyük Önder Atatürk’ün Türk Gençliğine hitabının ilke ve devrimlerinin idrakinde olan vatansever Türk Milleti olarak onun gösterdiği yolda yürümeye devam edecek, yüreğinde tüm çıkarlardan uzak samimiyetle vatan sevgisi taşıyan insanımızla el ele verecek Emperyal güçlerin ve iç uzantılarının oyunlarını tüm kurumlarımızla görmeliyiz tasfiye edilmeleri adına ne gerekiyor ise yürürlüğe sokmak zorundayız.
Mustafa kemal in açtığı yolda, kurduğu ülküde, gösterdiği amaçta yol göstericimiz dir. Aziz milletimizi hep diri tutacak. Ondan aldığımız eşsiz mücadele gücümüz ve kararlılığımızla, her sendelediğimizde yeniden kendimize gelmeliyiz, her yorulduğumuzda ondan aldığımız güçle yeniden yola devam edeceğiz…
O, yok sayılmaya ya da unutturulmaya çalışıldığında ya da vatan, devlet, bayrak üzerinde kara bulutlar toplandığında her birimizin bir Atatürk olduğunu unutmayalım.
Bunun için de Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “ Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızda akan asil kanda mevcuttur!
*
Bilinen emperyal dış güçlerin iç uzantılarını da destekleyerek Türk Milletini bölme adına ‘’Kürt sorunu ‘’varmışçasına değişik adlarla çalışma içerisindeler.
Konuşma dili Kürtçe olan halkımızla yüzyıllardır Türk milleti iç içedir; aynı inanç ve kültürün insanlarıdır; birbirleriyle evlendiler çocuklar oldu milyonlarca. Konuşma dili itibarıyla Kürtleşen Türkler oldu; Türkleşen Kürtler oldu.
*
Yaşar Kemal’in Ağzından; izleyelim;
Diyarbakır ovasını dolaşırken tuhaf bir olayla karşılaştım: Diyarbakır’ın Köprü köyünde bir öğretmenle tanıştım. Öğretmen 1920’lerde Balkanlardan göç etmiş, Köprü köyünü kurmuş, köyünün öğretmeniydi. Çok güzel Kürtçe konuşuyordu. “Kürt müsün?” diye sordum. “Yok, göçmenim” dedi. Köye girdik, hep Kürtçe konuşuyorlardı. Türkçe biliyorlardı da yarım yamalak.
1865 Kozanoğlu başkaldırısında, yenilgiden sonra Türkmenler, dediklerine göre binlerce çadır Diyarbakır’a sürülmüşlerdi. “Nerede bunlar?” diye öğretmene sordum. “Var, dedi, istersen gidelim, bunlar sekiz köy hiç Kürtçe bilmezler.” Öğretmenle birlikte Büyük Kadıköyü’ne gittik. Gerçekten büyük bir köydü. Köylüler başımıza biriktiler. Bunlar Avşar Türkmenleriydi. Ağızları da tıpkı bizim Torosların Avşarlarının ağızlarıydı. Sekiz köydüler, Kürtçe bilip bilmediklerini sordum, bilmiyorlardı. Başkaldırıdan sonra binlerce Avşar sürülmüştü Diyarbakır’a. “Bize Çukurova’da söylediklerine göre Otuz bin çadır gönderilmişti buralara. Haydi, On bin çadır olsun, en aşağı yirmi köy eder, ötekiler nerede?” dedim. Bir yaşlı adam, “Onların hepsi Kürt oldu” dedi. “Siz niçin olmadınız?” diye sordum. “Bizler Aleviyiz” dedi yaşlı adam. “Ne var bunda?” dedim. “Şu var ki, dedi yaşlı adam, biz Sünni Kürtlerden kız alıp vermeyiz. Öteki Kürt olan Avşarların hepsi Sünniydi. Kürtlerden kız alıp verdiler, şimdi sorarsan hiçbirisi Avşar olduğunu söyleyemez, Türkçe de bilmezler. “Bize söylediklerine göre Sünni Avşarlar büyük çoğunlukmuş, belki bizim on mislimiz kadar” dedi.
Ve sekiz Avşar köyünü öğretmenle dolaştık. Birkaç Avşar ağıdı derledim oralardan. Tıpkı Toros Avşarlarının ağıtlarıydı.
Kaynak: YaşarKemal’in 1996 senesinde Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlanan mülakatı.
*
Unutma ve dört elle sarıl! Kuvayı Milliye kadrosuyla kurduğu Laik Türkiye Cumhuriyetinin temel yapısı adına koyduğu ilke ve inkılâplarıyla dünyada benzeri olmayan o büyük insan ebedi istiratgahı ANITKABİR’DEN ülkesini yönetmeyi sürdürmektedir.
*
Türk Genci şu ya da bu cemaatlerin, tarikatların ibadet adı altında uyuşturucu tuzağına düşerek kendini kullandırmadan, çağımızın artık özgürlük, çeşitlilik, liberal demokrasi, hukuk güvenliği gibi değerler olmadan ‘’orta gelir tuzağını’’ aşamayacağı noktasında bilinçlenmelidir.
Böyle bir çağda insanlarımıza, özellikle yeni nesillere ‘’falancaya’’ değil, ‘’filancaya’’ bağlanmalarını değil, bağımsız kişilik sahibi olmalarını, vicdanlarını geliştirerek hayatını kendilerinin tanzim etmelerini öğretmek ve ATATÜRK ilke ve inkılâplarına sadık KURT gibi yetişmelerini sağlamak Eğitim Sistemimizde bir zorunluluk olmalıdır.

Beyaz Yürüyüş, Büyük Hekim Buluşması (2)

“Hekimi kendine yakın ve iyi tut,Onun haklarını koru”

Kutadgu-Bilg’den

Beyaz yürüyüş etkinlikleri 14 Mart Tıp Bayramı kutlamaları ile, Ankara’da Büyük Hekim Buluşması adı ile ve başka bir sağlık sistemi-başka bir hekimlik ortamı sloganı ile sonuçlandırıldı. Birçok iyileşmelere rağmen oluşan ve giderilmesi istenen sorunlar bu vesile ile gözden geçirilip hekimlerin daha verimli çalışmalarına; insanlarımızın daha iyileştirilmiş bir sağlık sistemine kavuşmalarına vesile olmasını dilerim.

Ülkemizde sağlık sisteminin çöktüğü sloganı abartılı bir tenkit ve doğru olmayan bir değerlendirmedir.

Sağlık sistemlerinin değerlendirilmesindeki ölçülerden biri de bebek ölüm oranlarıdır. 2000’lerden 2025’lere gelinen çeyrek yüzyılda bu oran binde 28’den binde 8’lere düşmüştür. Dünya ortalamasının binde 50 olup bu dönemde hızlı düzelmenin olduğu 3 ülkeden biri Türkiye’mizdir. Diğer bir ölçü, ortalama insan ömrüdür. Bu değerimiz 2010’da ortalama 72 (erkeklerde70-kadınlarda 75) iken 2020 de 78(Erkeklerde 76 kadınlarda ise 81) yıldır. Son 10 yılda 6 yıl artmıştır. Bunda aile hekimlik kurumumuzca yapılmakta olan bebek aşılama çalışmalarındaki verimlilik, bebeklerde yapılan bazı hastalıkların erken tespiti için yapılan topuk kanı tarama hizmetleri, anne ve bebek sağlığı için yapılan takip ve destekler, KETEM gibi kanser erken takip sistemindeki uygulamaların etkisi büyüktür. Ayrıca hastalık halinde kamu hastaneleri ve özel hastanelerimizdeki teşhis                            imkanlarındaki gelişmeler ve tedaviye ulaşmadaki kolaylıkların da etkisi çoktur.

Tabii ki bu düzelmelere rağmen sağlıkta dönüşüm denilen ve 2004’te başlayan sağlık sistemindeki yeni anlayışında etkisinin olduğu sorunlarda vardır. Beyaz yürüyüş etkinliğinin en çarpıcı sloganı olan 5 DAKİKADA HEKİMLİK YAPILMAZ, çok şeyi izah eden önemli bir ses, çığlıktır. Hasta muayene sayısı bilgisine göre 2002’de insanımız 3,1 defa muayene olurken bu oran 2023 de 11,4’e yükselmiştir. Tabip Odası başkanımız Prof. Dr. Ayşe Engin Arısoy’dan aldığım bilgiye göre 2024 sonundaki yıllık muayene sayısı 1 milyarı geçmiştir. Tabip odaları bu durumu muayene kışkırtılması olarak tarif etmektedir.

Hekimi mutsuzluğa ve tükenmişliğe, hastayı da güvensizliğe götüren bu durumun    öncelikli olarak ele alınıp düzeltilmesi gerekir. Bu da SEVK ZİNCİRİ denilen ve aile hekiminin elini güçlendirecek, Ona hekimlik yapma imkân ve gücü katacak yeni uygulamaları hayata geçirmekle mümkün olacaktır. İkinci ve üçüncü basamak sağlık kurumları olan hastanelerimizdeki yığılmaları da önleyecek olan bu durum kaynak ve imkân israfını da azaltacaktır.

Sevk zincirinin ilk ayağı aile hekimliğidir. Aile hekimi vatandaşın sağlık sorununu takip ve tedavi eden, uzman gerektiren hallerde hangi uzmana gidilmesi konusunda yol gösteren bir hekimdir. Onu vatandaşın istediği her ilacı yazan, istenen her tetkik veya raporu veren bir kişi konumunda görmeyecek ve o hale düşürmeyecek bilgilendirmelerin yapılması ve şartların oluşturulması gerekir. Ayrıca hasta memnuniyetini görmek için     baktığı hastasına hekimi sormak gibi bir garipliğe (!) son vermek, bu konuyu daha bilimsel                                değerlendirmelerle yapmak lazımdır.

Bu konuda halkımızın da genel sağlık bilgiler bakımından bilgilendirilmesine yönelik eğitim çalışmaları yapılmasına da ihtiyaç vardır. Eğitim kurumlarımız yanında kitle iletişim vasıtaları bu alanda daha çok kullanılmalıdır. Nitekim kapalı alanlarda uygulanan sigara içme yasağının oturmasında bu konuda yapılan eğitimin, yaptırımların etkisi yadsınamaz. Aile hekimliğinin de daha verimli olmasında bu yapılabilir. Eğitim çalışmaları ayrıca her geçen yıl arttığı söylenen aşı ve topuk kanı retlerini de azaltacaktır. Halkımızdaki bilinçlenme ve hekimlerimize sağlanacak daha verimli çalışabilme şartları güvensizliği giderecek hekim-hasta ilişkilerindeki güveni tesis ederek sorunların azalmasına imkân verecektir.

Sağlık Bakanlığımız son zamanlarda bu konuda bazı düzenlemeler yapmıştır. Bunlar bazı konularda iyileşmeler sağlasa da başta tabip odalarımız olmak üzere ilgili dernek ve sendikalarında görüşlerinin alındığı yeni çalışmalar yapılmalıdır.

Türk Tabipler Birliği öncülüğünde yapılan beyaz yürüyüş ve başka bir sağlık sistemi var etkinliği vesilesi ile yaptığım bu değerlendirmemin kamu ve özel hastanelerimiz ile ilgili kısmını bir sonraki yazımda yapmak üzere hoşcakalınız.

Okur-Yazar ile Okumaz-Yazmaz

Bu Pazar da ramazan sohbetime devam ediyorum. Hem seçim günü propaganda yasağı vardır, değil mi?

Sesli kitap ülkemizde de yayıldı. Sesli kitap, illa da video… Bugün okumak kadar dinlemek de mümkün. Aklıma şu soru geldi: İnsanlar, on bin yıl yazmadılar, okumadılar. Yazıp okumak yerine çaldılar, söylediler ve dinlediler. Edebiyatçılar buna “sözlü gelenek” der. Sözlü gelenek deyince de benim aklıma köy meydanında, âşığın etrafında toplanan kalabalık gelir. Veya kahvehanede. Bundan mıdır kahvehanelere “kıraathane” demişiz; okuma evi… Sözden yazıya geçince sazlı kahvelerin yerini kitaplı kahveler mi aldı da böyle dedik?

Bizim sözlü geleneğimiz epey bir zengindir. Dede Korkut, Oğuznameler, Battal Gazi’den geriye doğru destanlar, Hazreti Ali’nin cenkleri… İlle destanlar.

Destanlar neden vezinli ve kafiyelidir, neden çoğunlukla saz eşliğinde söylenir,hiç düşündünüz mü? Hatırlamak kolay, yanlış yapmak zor olsun diye. Vezin de kafiye de hatırlama araçlarıdır. Bugün de biri vezni bozuk bir şiir söylediğinde, kulağım tırmalanır ve itiraz ederim, “bunun aslı böyle olmamalı” diye.

Destanlardan yazıya

Türkler arasında en yaygın ve günümüze kadar gelmiş, en uzun ömürlü sözlü gelenek eserlerinden biri Kırgızların Manas Destanı olmalı. Kırgızistan’da hâlâ Manasçılar var ve hâlâ dolaşıp kopuz eşliğinde Kahraman Manas’ı anlatıyorlar.

Ne kadar kafiyeleseniz de vezinleseniz de nakil sırasında bir şeyler değişiyor. Bir şeyler kaybolup bir şeyler ekleniyor. Bunu önlemenin kökten çözümü yazı. Bundandır ki yazının icadından sonra sözlü geleneğin destanları ilk fırsatta yazıya dökülmüş. İyi ki dökülmüş. Böylelikle Dede Korkut’u da Oğuznameleri de yazılı nüshalardan yeniden yeniden keşfediyoruz. 13. Boyu, Salur Kazan’ın Ejderhayı Öldürmesi’ni birkaç yıl önce bulduk, hatırlayacaksınız.

Âşıkların naklettiği hikâyeler, şiirler, destanlar için on bin yıl dedim. Yazı buna kıyasla yeni. İlk yazı, bugünkü Irak’taki, Uruk’ta bulunmuş. Yazının keşfi hakkında da destan olmaz mı; olur tabii. Bundan 3800 yıl önce, Kulaba Beyi Enmerkar’la Aratta Beyi’nin hikâyesinde bu keşif de anlatılıyor. İki bey arasında elçiler gidip gelmektedir. Mesajlar sözlüdür ve şiir şeklindedir ki unutulmaya:

Elçinin ağzı ağırdı ve mesajı tekrarlayamıyordu. Bu yüzden Kulaba Beyi kil aldı, kili düzledi ve bir tablet gibi yaptı, üstüne kelimeler koydu. O zamana kadar kile kelime konmamıştı.

Öyle anlaşılıyor ki elçi, Aratta’nın Beyi’ne Enmerkar’ın mesajını iletirken beraberinde getirdiği kilden okuyacak… Acaba Anadolu’da bugün bile düğün davetiyelerine  Ok veya Okuntu denmesinin kökünde o ilk kil tablet mi var? (Galiba yok. Okuntu için buraya bakınız: https://millidusunce.com/okuntu-gonderme/ )

Eloiler ve Morlocklar

“Artık kitap okunmuyor video seyrediliyor.” deniyor ya. Acaba dört bin yıllık bir tur atıp bugün tekrar söze mi dönüyoruz? Einstein’a atfedilen bir anekdot vardır. “Üçüncü Dünya Harbi’nde hangi silahlar kullanılacak?” diye sorulduğunda, “Üçüncüyü bilmem ama dördüncüde taş ve sopaya döneceğiz.” Buyurmuş, derler. Umarız böyle olmaz ama sözden yazıya derken tekrar söze ve görüntüye dönüş! Edebiyat dünyasının üstünden üçüncü dünya harbi mi geçti ne!

Aslında okur sayısı azalmıyor. Dünyada da basılan yeni kitap ve genel olarak kitap üretimi sürekli artış içinde. Ancak kitap okumayan bir kitle var ki o da sürekli artış içinde. “Son yılda hiç kitap okumadım.” diyenler artıyor. Okuyan ve gittikçe daha çok okuyan bir kesim ve okumayı bırakmış bir başka kesim. Aklıma H. G. Wells’in Zaman Makinesi romanındaki  Eloilerle Morlocklar geldi. Romanda insanlık, gelecekte, uzun bir evrimden sonra iki ırka bölünmüştür. Sakin, barış ve sanat sever Eloiler ve saldırgan, vahşi Morlocklar. Böyle bir parçalanmaya mı gidiyoruz?

Morlockları daha ziyade siyasette görür gibiyim. Her söze küfürle, ithamla, saldırıyla cevap verenler… Ağızlarını açtıklarında dışarı küfür ve tehdit dökülenler. Eloiler de başlarına gelenin şuuruna henüz varmamış okur-yazarlar.

Bu başka 4+4+4

Evrim dedim, okumanın gerçekten organik karşılığı da var. Nörologlar, sol gözün arkasından başlayan bir merkez bulmuş. Burada beynin konuşma demetleri ve okuyan insanlarda okuma yapıları bulunuyor. Daha önce yazdığım gibi konuşma yapısı da okuma yapısı da bebek ve sonra küçük çocukta nöronların henüz miyelin denilen kılıflarla kaplanmadığı evrede oluşuyor. Miyelin kılıfı lazım. Hani sinirlerin kısa devre yapmaması ve korunması için. Ancak miyelin, sinirleri koruduğu kadar yeni merkezlerin oluşmasını da zorlaştırıyor.

İşte bu yüzdendir ki buluğ çağına kadar yeni lisan öğrenmek kolaydır. Ondan sonra yeni sesleri duymamaya başlarız. Okuma alışkanlığı da buluğ çağına kadar kazanılırsa kazanılıyor. Ondan sonra yokuş yukarı… Tevekkeli değil bizim geleneğimizde çocuğun yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 günü geçince âmin alayı, daha resmî adıyla bed-i besmele, tertiplenir ve okuma-yazma eğitimi başlardı. Varmış bir hikmeti.

Şimdi daha çok okur-yazarımız var ama galiba bol miktarda da okumaz- yazmaz yetişiyor. Daha çok Eloi ve daha çok Morlock.

Siyasi Davalar

“Siyasi davalarda” hukuki değerlendirme ve savunma yapmanın pek bir anlamı yoktur.

Yassıada Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Salim Başol’un dediği gibi “Sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” durumu varsa, hukuki gerekçeler birer kılıftan ibarettir.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, İBB’nin üst düzey yöneticileri, Beylikdüzü ve Şişli Belediye Başkanları için açılan dava süreçleri “siyasi dava” olarak, bu türlü operasyonlar da “yargının siyasallaşması” olarak nitelendiriliyor. 

Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın, CHP’nin Esenyurt ve Beşiktaş Belediye Başkanlarının tutuklandığı davalarla başlayan siyasi sonuçlu yargı operasyonlar da aynı kapsamda değerlendirmelidir.

Geçmişte, R.T. Erdoğan İBB Başkanı iken, O’na karşı yapılan yargılamalarda aynı nitelendirmeyi bugünün iktidarı olan Ak Partililer ve şimdiki Cumhurbaşkanı Erdoğan yapıyordu.

Ayrıca “Ergenekon, Balyoz” gibi kumpas davalarının da “siyasi dava” olduğu, FETÖ’cü savcı ve hâkimlerin etkili olduğu siyasallaşmış yargının, siyasi sonuçlar elde etmek ve devleti ele geçirmek için yaptığı operasyonlar olduğu anlaşıldı. Bu davalarda da siyasi iktidarın dahli ve katkısı olduğu kuşkusuzdu.

Bu yüzden öncelikle gündemdeki “davaların siyasi olup olmadığını” tespit etmemiz ve “yargının bağımsızlığı” konusunu sorgulamamız lazım.

****

Bağımsız ve Tarafsız Yargı Var Diyorsanız

·      “Yargı bağımsız ve tarafsızdır” diyen bu iktidar neden soruşturma aşamasında savcı ve hakimlere emir ve talimat vermeyi suç olmaktan çıkardı? (TCK, madde 277)

·      Neden hâkimlerin “coğrafi teminatı” yok? Neden siyasi davalarda iktidarın işine gelmeyen kararları veren hâkimler görevden alınıp, istenen kararı veren hakimler görevlendiriliyor?

·      “Yargıya güvenin” mesajı veren iktidar, mesela Can Atalay davasında, Anayasa Mahkemesi kararlarına neden uymadı?

********************************

Eğer Yolsuzluk Konusunda Hassassanız…

·       İstanbul ve Ankara’nın AKP’li eski Belediye Başkanları hakkında yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, görevi kötüye kullanma gibi suç duyuruları yapılmıştı. AKP’li Belediye Başkanlarının yaptığı yolsuzluklara ilişkin dosyalar neden İçişleri Bakanlığına çekilerek üstü örtüldü? Melih Gökçek için “Parsel parsel Ankara’yı sattı” iddiasının sahibi AKP’nin eski TBMM Başkanı ve Bakanlarından Bülent Arınç’a bu iddiasının içeriği neden sorulmadı?

·       İstanbul, Ankara, Bursa dâhil AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanları “metal yorgunluğu” sebebiyle görevden alınırken neden haklarında soruşturma açılmadı?

·       Ahmet Davutoğlu AKP hükümetinin Başbakanı iken “siyasi etik yasası” çıkarmak istediğinde neden engellendi? Davutoğlu’na “bu yasayı çıkarırsak il ve ilçe başkanı bile bulamazsın” diyen kimdi?

·       “Yargı CHP’li Belediyelerde yapılan yolsuzluklara göz mü yumsaydı? diyen bu iktidar zamanında (30 Ocak 2024 tarihi itibarıyla) Türkiye “Yolsuzluk Algı İndeksi”nde neden 115. sıraya düştü? Çok sayıda AKP’li belediyelerde yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, naylon fatura vasıtasıyla siyasetin finansmanının sağlandığı ve yetkilerin kişisel zenginleşme aracı olarak kullandığı iddiaları ortaya kondu. Peki neden hiçbir AKP’li Belediye Başkanı için soruşturma dahi açılmıyor?

·       Bakanlığı döneminde kendi şirketinden ve piyasa fiyatlarının çok üstünde alım yapan bakan, rüşvet çetesi mensubu olduğu iddia edilen, altın kaçakçılığına ve hatta cinayete karışan iktidar kanadından milletvekilleri haklarındaki iddiaların üstü neden örtüldü?

********************************

Terör ve Teröristlere Karşı Tavizsiz iseniz

İBB Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu için açılan soruşturmalardan biri “Kent Uzlaşısı” kapsamında “terör örgütünün siyasi uzantısı DEM Parti” ile seçim işbirliği yapmasına dair. Savcılık, ‘kent uzlaşısı formülü’ ile “Batı il ve ilçelerindeki Kürtlerin, belediyeleri kazanamasalar da uzlaşılacak ve desteklenecek aday karşılığında, belediye meclislerinde belli sayılarda kota elde edilmesi sonucu belediye meclis kararlarında söz sahibi olmalarının, yerel yönetimlerde yer almalarının ve siyasi bir denge olmalarının amaçlandığını” iddia ediyor.

·       DEM “terör örgütünün siyasi uzantısı” olduğuna göre Meclis’te ne işi var? Bu partinin temsilcisi nasıl Meclis oturumlarını yönetebiliyor? Ülkeyi yönetenler ve “bağımsız yargı” buna nasıl izin veriyor?

·       AKP seçimlerde iktidar oylarını artırmak ve DEM seçmeninden oy almak için “Teröristbaşının” kardeşini TV’ye çıkardığında, teröristbaşı hapisten mesaj gönderebildiğinde, bu mesaj dev mitinglerde ve onlarca TV kanalında okunduğunda neden suç olmuyor?

·       Terör örgütü liderini “Meclis’te konuşmaya”, terör örgütünü “Malazgirt’te kongre düzenlemeye” davet etmek suç değil mi? “Siyasi uzantı” veya “iltisaklı olanlar belediyeye giremesin” ama bizzat teröristbaşı ve örgütün dağdaki liderleri ile müzakere nasıl suç olmuyor?

·       Ahmet Türk terör örgütü ile ilişkisi sebebiyle Belediye Başkanlığından alındı. Aynı kişiye devlet ile örgüt arasındaki müzakerede ve diğer siyasi partileri sürece ikna etmede nasıl görev verilebiliyor?

********************************

İktidar Samimi Ve İnandırıcı Değil

İktidar ve yandaşları İmamoğlu’nun tasfiyesi operasyonlarını meşru göstermek için iddia ettikleri gerekçelerde samimi ve haklı değiller, inandırıcı da olamıyorlar.

Yargının bağımsız ve tarafsız olmasını istemiyorlar. İktidar ve yandaşlarına ayrı hukuk, rakiplerine ayrı hukuk (Ümit Özdağ’a göre DÜŞMAN HUKUKU) uygulanmasını istiyorlar. Milli iradeye saygıları yok.

Dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluklarını yaşatan ve bunun sonucu derin yoksulluğu yaygınlaştıran iktidarın “yolsuzluk soruşturmalarını” siyasi amaçla kullandığı açıktır.

50 binden fazla vatandaşımızın katili teröristbaşına “örgütün kurucu lideri” veya “kurucu irade” sıfatını yakıştıranların İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 314 Meclis üyesi içinde, olduğu iddia edilen, 5-10 tane DEM Partiliden rahatsız olacağını sanmak saflık olur. Bizzat kendilerinin teröristbaşı ile müzakere sürecinde rol verdiği DEM partililer bu çelişkiye kızmakta haksız mı?

Bestesini Arayan Ülke

 Biz bir çınar ağacının yedi dalıydık

Bir daha gülmemeye yeminli yedi yürek

Toroslar’da çalıydık, Ağrı’ya sevdalıydık

Hüviyet cüzdanımız hükmündeydi Tendürek

Sakarya bir içim tütün tabakasıydı

Ve Bolu Beyini soruyordu fareler

Üç göz ruhumuzun budama makasıydı

Tel tel çatırdamaya durmuştu iradeler

 Derken içli bir dolu görülmüş Necit’te

Karıncalar kemirmeye başlamışlar Eyfel’i

Tüm dağların tansiyonu birikmiş bu son geçitte

Ve tüm örselenmişliklerimizin hasret heykeli

 Yuvarlak bir ateş başında ezik ezik

Sarayevolular oturmuş ağlıyordu

Sırılsıklam olmuştu bütün medya-müzik

Ve Türkiye bestesini arıyordu

24 Temmuz 1995 – İzmit Bahçecik