13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1199

Babalar Günü

Çağımızın önemli kabullerinden biri de seçkin kişileri yılın belli bir gününde anmaktır. Konumuz olan babalar gününü ilk defa öneren kişi ise bir hanımdır. Bayan Sonora Smart Dodd. 

Bayan Sonora Smart Dodd 1910 yılı Mayıs ayının ikinci Pazar günü anneler günü nedeniyle Washington/ABD düzenlenen bir etkinlikte babasını hatırladı. Kendisini ve beş erkek kardeşini, babaları yetiştirmişti. Çünkü anneleri çok erken yaşta vefat etmişti. Babaları tek başına her türlü güçlüklerle, zorluklarla ve olumsuzluklarla kendini feda edercesine yılmadan mücadele etmiş, bütün çocuklarını büyütmüş, okutmuş, sağlıklı ve eğitimli kişiler olarak hayattaki yerlerini almalarını sağlamıştır.

Bayan Sonora Smart Dodd katıldığı anneler günü toplantısında babasının fedakârlıklarını anlatarak,  babalar için de özel bir günün kabul edilerek, kutlanmasını önermiştir. Katılımcılar konuyu aralarında değerlendirmişler ve müzakereler sonucunda haziran ayının ikinci Pazar gününün, babalar günü olarak kutlanmasına karar vermişlerdir. 

Babalar günü anneler günü gibi çabuk yaygınlaşamamıştır. Ticari açıdan da çok etkili olamamış ve popülarite açısından anneler gününün gerisinde kalmıştır. Babalar gününün resmen kabul edilmesi ancak 1972 yılında gerçekleşebilmiştir. 

Ülkemizde ise millî kültürümüz ve inancımız açısından babalarımızın aramızdan ayrılanlarını saygı ve sevgiyle anmak, sağ olanlara sevgimizi, ilgimizi göstermek ve iyi davranmak en başta gelen görevlerimizden olduğundan, babalar gününün kutlanması   kabul görmüş ve  sür’atle   yayılmıştır. 

 Hayırlı evlatlar, babalarının da, annelerinin de kendilerine olan sınırsız hoşgörü ve sevgilerini bilirler. Hangi yaşta ve hangi makamda olurlarsa olsunlar, insanlar her zaman ana ve babasının himâyesine ve hayır duasına muhtaçtırlar. 

Bu vesileyle, her yıl haziran ayının ikinci Pazar gününde gerçekleşmekte olan babalar gününün tüm ailelerimizde mutluluk, sağlık ve esenlik içerisinde kutlanmasını dileriz.

 

Üç Aylar

0

Halk arasındaki yaygın ismi bu.

Bunlara kameri aylarda denir.

Hicri takvimde kullanılır.

Birde şemsi aylar vardır.

Bunlarda miladi takvimde kullanılır.

Miladi takvim 365 gün olup Hz İsa(as)nın doğumunu başlangıç kabul eder.

Hicri takvim 354 gün olup Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç kabul eder.

İbadetlerimizin bir kısmi hicri takvime göre yapılır.

Ramazan orucu, bayram namazları..

Zekât, fitre – fidye ve kurban ibadeti bunlardandır.

Her sene üç ayların; dolayısıyla ramazanın 10 gün önce gelmesi

Hicri takvim ile miladi takvim arasındaki zaman farkından kaynaklanır.

Hicri takvimin ayları şunlardır:

1 – Muharrem                                7 – Recep

2 – Sefer                                       8 – Şaban

3 – Rebiül evvel                             9 – Ramazan

4 – Rebiül ahır                               10 – Şevval

5 – Cemaziyel evvel                       11 – Zilkade

6 – Cemaziyel ahir                         12 – Zilhicce

Üç aylar dediğimiz Recep -Şaban ve Ramazan aylarıdır.

Recep ve Şaban ayları ramazan ayından farklıdır.

Ramazan ayında ergenlik yaşına gelmiş her Müslüman’ın oruç tutması farzdır.

Recep ve Şaban aylarında ise oruç tutmak sünnettir.

Sünnet bir işi peygamberimizin yaptığı şekliyle yapmaktır.

Kafanıza göre yaparsanız sünnet olmaz.

Bunu niçin yazıyorum?

Günümüz Müslümanları Recep ve Şaban oruçlarını peygamberimizin uygulamasına göre değil de, daha çok sevap almak için kafalarına göre tutuyorlar.

Peygamberimiz Recep ve Şaban oruçlarını nasıl tutuyorlardı?

Bu sorunun cevabına döneceğiz.

Peygamberimiz bir hadisinde,

Mide bütün hastalıkların anasıdır buyuruyor.

Tıka basa yerseniz obez olursunuz.

Yâda çeşitli mide hastalıklarına yakalanırsınız.

Fazla kilolarınızdan kurtulmak için uğraşır durursunuz.

Bu esnada bazen insanlar canından bile olur.

Zayıflayayım derken ölenlerin haberleri artık medyaya yansır oldu.

Diyeceksiniz ki kardeşim üç aylar dedin,

Konuyu nereye getirdin.

Ne alaka…

Sabrederseniz alakayı görürsünüz.

Evet, fazla kilo ve obezite asrımızın hastalığı,

Bir yanda insanların açlıktan kemikleri sayılıyor,

Diğer tarafta insanlar zayıflamak için akla karayı seçiyorlar.

Sıhhatli olmanın reçetesini peygamberimiz 15 asır önce bildirmiş uygulamış ve göstermiş,

Sofraya oturduğunuz zaman tıka basa yemeyip,

Midenizin üçte birini boş bırakırsanız bu sıkıntılar olmaz.

Sonrada zayıflayayım diye üç ayları baştan sona kesintisiz,

Oruç tutmak zorunda kalmazsınız.

Bu konudaki peygamberimizin uygulaması şöyledir

Üç gün oruç tutup iki gün yemek, beş gün oruç tutup üç gün yemek,

Yanı ayın üçte ikisini oruçlu, üçte birini yiyerek geçirmek,

Bu ayların ramazandan farkıda budur.

Ramazan ayında olduğu gibi kesintisiz oruç tutmak sünnete aykırıdır.

Ne zararı var diye sivrilik yapmayın.

Yoksa peygamberimiz eksik bıraktıda siz mi? tamamlıyorsunuz

Bizim hacı babalar ve babaanneler tonton teyzeler zannederler ki Recep ve Şaban ayında bir gün oruç tutmazsan diğer günler havaya gitti.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer hususta şudur,

Bu ayları zayıflamak için oruç tutarsanız ibadet yerine geçmez.

Siz ibadet niyetiyle oruç tutarsınızda bu esnada da zayıflayabilirsiniz,

Aslolan niyettir.

Niyetiniz; birinci önceliğiniz kilo vermek mi?

Yoksa ibadet yapmak mı?

Yukarıda zikrettiğim bir hadiste ‘Bütün hastalıkların anası midedir.’ Buyrulmuştu..

Niye üç aylar deyip obeziteye kadar geldiğimiz şimdi anlaşılmıştır zannederim.

Üç ayların vatanımıza, milletimize, İslam âlemine ve tüm insanlığa

hayır, ve bereket; huzur ve adalet getirmesi temennisiyle…

AKP’ye Oy Verenlerin Sorumluluğu

Türkiye bir babalar gününe 12 şehidin acısı ile girdi. Kim bilir bu toprakları korumak için daha nice şehitler vereceğiz. Onun için kimse bizi ölümle ürkütüp anaları babaları yıldırmaya kalkmasın. Herkes bilmelidir ki;can alarak bizi bir onursuzluğa itmeye ve pazarlık masasına oturtmaya kalkanların hevesi boşa çıkacaktır.

Hatırlayın bir bakalım; bu günlere nasıl geldik. 2002 yılında ülkeyi neredeyse sıfır terörle teslim alan AKP iktidarı, 2010 yılının Haziran ayında Türk Milletini nasıl bir tabloyla yüzyüze getirmiştir, hepimiz görüyoruz.

Türk hukuk sistemini çıkarttıkları yasalarla çökerten, adli yapı ile oynayan, anayasa değişiklikleri ile her tarafa göz kırpan, bölücübaşını susturamayan, bölücülüğü azdıran, Türk Milletini adı belirsiz bir “millet” haline getirmeye çalışan, etnik bölücülüğü bir kardeş kavgası olarak tanımlayan, Habur’da sözde açılımı taçlandıran, Türk devletinin bürokrasisini; Türk Milletine, Türk Devletine ve Türk Ordusuna düşman olanlarla dolduran, sahtekar cemaat ve tarikatlarla ülkeyi yönetmeye kalkan bunlar değil mi?

Doğrular karşısında hemen mazlum ve mağdur pozuna bürünen bunu da yandaş hale getirdiği medya ile halka yutturmaya çalışan bunlar değil mi?

Sanki ülkenin bu hale gelişinden başkası sorumluymuş gibi dert yanan bunlar değil mi?

Bu ülkenin birinci sorunu nedir? Çözülmesi, aşılması gereken öncelikli sorun hangisidir? Devlet olmanın gereği 2002-2010 yılları arasında AKP iktidarı tarafından yapılabilmişmidir?

Bu soruların anlaşılması ve doğru olarak cevaplanması ne yazık ki bu iktidar döneminde mümkün olmamıştır. Devlet ve millet tarihte emsali görülmemiş bir şekilde borçlandırılmış, yer altı ve yerüstü milli zenginlikler özelleştirme adı altında peşkeş çekilmiş ve en önemlisi de millet yapısı yani sosyolojik yapı bozulma sürecine sokulmuştur.

Türkiye halen kendisine “Türk”üm diyemeyen bir başbakan ve kadrolar tarafından yönetilmektedir. Onun için bu tablo Türk Milletince olağan olarak kabul edilmelidir.

Türk Milleti; daha ne kadar kendisini, Türk milletinin bir evladı olarak göremeyen ve her fırsatta Türklükle uğraşan ama ne yazık ki, Türk Milletini yöneten bu başbakana ve AKP kadrolarına tahammül edecektir. Bunu hala görmediniz ve anlamadınızsa daha çekeceğiniz çok şey var demektir.

Terörle ve yurt savunması ile canı pahasına uğraşan kahraman Türk Ordusunun moral motivasyonunu bozan ve komutanları hapse atan, kozmik odaları deşifre eden bu iktidar değil mi? Yine Hakkari’deki 11 şehitten sonra “Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama bekliyorum” küstahlığına bürünen AKP iktidarının TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin değil mi? Türk Ordusunu “bunlar dinsiz” diyerek halka şikayet eden AKP iktidarının yılmaz destekçisi cemaat ve tarikatlar değil mi?

“İyi şeyler olacak” diye açılımı methederek Türk Milletinin aklını çelmeye çalışan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül AKP iktidarının içinden gelmedi mi?

Türk Milletini 36 etnik parçaya bölen ve Türk Milletini bu 36 parçadan biri olarak gören Başbakan RTE şimdi “her türlü bedeli ödemeye hazırız” diyor. Kimi kandırıyorsun sen? Bedeli ödeyen Türk Milletidir. Sen Türk Milletinin mensubumusun ki böyle bir bedel ödemeye kalkıyorsun? Sen git isimsiz milletinin başbakanı ol, bana Türk Milletinin başbakanı olacak bir adam lazım…

Türk Ordusunun askeri ile pkk teröristlerini aynı kefeye koyan AKP hükümetinin devlet bakanı Egemen Bağış, şehitleri ve pkk’lıları ayırmayarak “maalesef 20 eve ateş düştü” diyebiliyor. Aynı bakan “maalesef sekiz askerimiz şehit edildi, bu topraklarda doğmuş büyümüş 12 gencimizin de çatışmada hayatını kaybettiğini öğrendik. 20 eve ateş düştü, 20 ailenin acısını paylaşıyorum” demektedir. Bunlar nasıl sözlerdir? Türk Milletini böyle adamlar nasıl yönetebilir? Bu açıklama Türk Ceza Kanununa ve ilgili yasalara göre suçtur. Derhal Cumhuriyet Savcıları soruşturmaya geçmelidir. Tabii ortada Cumhuriyet Savcısı kaldıysa!!!

Ülkeyi yöneten AKP’nin kendi yaptığı yanlışlardan sorumluluğu vardır ve günü geldiğinde kasden yada yetersizlikleri sebebiyle bu ülkeye verdikleri zararlardan dolayı hesap verirler. Ancak AKP iktidarını bu ülkede iktidarda tutan Türk Milletinin de başımıza gelenlerden dolayı sorumluluğu vardır. Allah akıl fikir vermiş bunu da değerlendirmek lazım. Değerlendiremiyorsan daha çok üzülürsün.

İç ve dış kaynakların bilimsel verileri içeren çalışmalarında, Türk Milletinin homojen bir yapısı olduğu ve nüfusun %93’ünün kendisini Türk Milletinin bir ferdi olarak gördüğü zikredilir. Öyleyse kendini bir türlü Türk olarak göremeyen ve her türlü tasarrufunda Türk varlığı ile uğraşan AKP iktidarı; Türk Milleti tarafından niçin bu kadar desteklenmektedir? Bu sorunun cevabı bulunmalı ve Türk Milleti kendi varlığı ile uğraşan AKP iktidarına yapılacak ilk seçimde son vermelidir. Ancak yağmurdan kaçarken doluya da tutulmamalıdır.

Hangi fikrin adamı olduğu belli olmayan gazeteci Nazlı Ilıcak’ın ifadesine göre sözde kürt meselesi AKP ve CHP işbirliğine gidilmek sureti ile çözümlenmeliymiş. CHP’de Baykal’a yapılan operasyon maalesef bunun yolunu açmıştır. Türklükle problemi olduğu anlaşılan Kılıçdaroğlu, Şimşek ve Tekin gibi CHP’li yöneticilerin söylemlerinin satır aralarında bu konuda AKP ile frekansların uyum sağladığı anlaşılmaktadır.

Düşünün bir kere AKP, CHP, yandaş basın, kimin olduğu belli olmayan Doğan medyası ve satılmış tarikat ve cemaatların sözde kürt meselesinde aynı düdüğü çaldıklarını. Ne cümbüş ama değil mi?

Ey Türk Milleti!!! Aklını başına al. Sahibi olduğun vatanı kendisini senden görmeyenlere yönettirme. Seçimde sandığın başına gittiğinde vatanın tehlikede olduğunu unutma. Senin Allah ve Kuran aşkını ve Peygamber sevgini kullanarak, seni istismar eden ve bu yolla her türlü melaneti sergileyen cemaat ve tarikatlardan yakanı kurtar. Fakirleştirilerek iktidarın vereceği üç kuruşa, kömür ve erzağa mahkum edilenler gerçeği bir an önce görsün. Türk işadamları sermayenin kediye yüklendiğini artık ifşa etsin ve bu iktidar devam ederse başlarına daha nelerin geleceğini düşünsün. Türk aydınları üzerlerine düşen sorumluluğu korkmadan yerine getirsin. Bunlar kolay mı? Elbette değil. Ruhumuza ve aklımıza yapılan operasyonlar doğruyu bulmamızı ve kişisel menfaatler gereğini yapmamızı engelliyor olabilir ancak neleri kaybetme aşamasına taşındığımızı bir düşünün bu bile sizi kendinize getirmeye yeter.

Eğer AKP’nin iktidarından dolayı sorumluluğumuz yok diyorsanız başımıza gelenlerden dolayı göz yaşı dökme hakkınızda yoktur. Çünkü adamlar kendi inandıkları yolda sizin verdiğiniz destekle fütursuzca yürüyor. Ne diyelim teşbihte hata olmaz derler: nasihatla uslanmayanın hakkı…

Müslümanın Riyayla İmtihanı

0

ABD, Kırgızistan‘ın istikrar abidesi Askar Akayev‘i turuncu bir devrimle indirince başladı Fergane Vadisi‘nde karmaşa. Ruslar da Amerikancı Kurmanbek Bakiyev‘i halk ayaklanmasıyla indirtip kendilerine yakın Roza Otunbayeva‘yı başa getirdiler. Bu kez Amerikalılar, 80 öncesinde sağcı-solcu yada Alevî-Sünnî her Türkün bildiği kardeş kavgasına işi sürdüler. Bizi de sesli sesli düşündürttüler:

•1.     Ortadoğu’da ne kadar varız, Ort’aasyada ne kadar yokuz?

•2.     Gazze’ye İHH yerine Kızılay, Bişkek’e Kızılay yerine İHH gitse ne olurdu?

•3.     Kırgızlar, Özbekleri katlediyor derken Hutularla Tutsiler mi kastediliyor

yoksa Kırgız Türkleriyle Özbek Türkleri aynı silahtan çıkan mermilerle mi katlediliyor?

•4.     Kazakistan’a giden Dışişleri Bakanımız Özbek Lider İslâm Kerimov’dan

da randevu alabilecek mi?

•5.     El-Fetihçiler Hamas’lıları öldürmeye başlasaydı Taksim Meydanı’na kaç

bin kişi yığılırdı?

Bizim bazı Eş’arî Türkler, İslâmlaşmaAraplaşma zanneder durur. Bilmez

ki Türk, Türk olarak kalmazsa İslâmiyet de başsız kalır. Sanırsın Bedr’in arslanları ancak Mavi Marmara gemisindekiler kadar şanlı idi.

Biz niye Arabın bir uzvu (göz, kol) oluyoruz da o gövde oluyor? Niye eşit

mesafede eşit ilişki kuramıyoruz? Hıristiyan, Kıptî, Dürzî, Marûnî, Nusayrî, Yezdî Arapları ne yapacağız? Saudia America bayrağındaki cihad kılıncından ve kelime-i tevhidden utanmıyor mu?

Ya bizim riyayla imtihan olan mücâhitlerimiz, sandık müşâhitlerimiz, parti

hatiplerimiz ne durumdalşar…

•1.    PKK’yı kınamak ve terörü lânetlemek için yukarıdan yazılı emir mi

bekliyorsunuz?

•2.    Şehit cenazelerine katılırsanız içinizdeki Hükümet sevgisinin

azalacağından mı korkuyorsunuz?

•3.    Kendi vatanı için ölenler insanî yardıma gidenler kadar şehit

sayılmıyor mu?

•4.    Açılım denen meretin daha ilk günden milletin arasını açacağını

çevrenizde gördüğünüz halde neden hipnoz seanslarına gönüllü katıldınız?

•5.    ‘Cini şişeden çıkaran soksun’ dememek için hangi politikacının

kıvırtmaç zırhını giymek isterdiniz?

Sitem etsem de sana kızamıyorum. Onların kıyameti hızlandırmaya yeminli küresel korosu varsa bizim de ahlâk ve iz’anda dibi bulmuşluğumuz var. İnsan ruhu günaha battıkça ve karardıkça iyiliğin özlemi sineleri yakacaktır. Ne demiş şair:

“Riyakâr Müslümanım benim, pasaklı kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi
Avanaklığım benim, etnik türkülerim
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi”

Şehitlere Saygımız Varsa

Hafta sonu Şemdinli’de PKK saldırısı sonucu şehit olan 11 kınalı kuzumuzun acısını kalbimize gömerek, olabildiğince sükûnetle değerlendirme yapmaya çalışalım.

Terör örgütü, liderinin 31 Mayıstan sonrası için işaretini verdiği gibi, şok eylemlerle Türkiye’yi sindirmek, yıldırmak ve taleplerini kabul ettirmek için kalleşçe saldırıyor.

Açılımın terör saldırılarını artırdığını herkes kabul ediyor. Hükümet ve yandaşları, “PKK, açılımın kendisinin istismar edeceği zemini kaybedeceğini görerek saldırılarını artırdı” teziyle bunu açıklıyor. Oysa olayların özü ve gelişmeler başka türlü oldu.

AÇILIM SÜRECİ ÖCALANI SİYASİ AKTÖR HALİNE GETİRDİ: Hükümetin “Kürt Açılımıprojesi, Öcalan’ı muhatap alınması gerektiği ifade edilen siyasi bir aktör haline getirdi. Hükümetin teröristle müzakere ederek, onları ikna ederek çözme arzusu, Öcalan’ın taleplerinin kabul edilmesinin imkânsızlığını görünceye kadar devam etti.

Taleplerin kabulü imkânsızdı, çünkü PKK bir hak ve özgürlükler hareketi değil, siyasi bir proje idi. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “PKK dış güçlerin maşasıdır” sözü bu gerçeğin kabulü olmalı.

Hükümet, Habur‘dan giriş yapanlara karşı, devleti küçük düşürmek pahasına gösterdiği hoşgörünün nasıl istismar edildiğini ve Türk Milletindeki tepkiyi müşahede ettikten sonra açılımlara devam etme cesaretini kaybetti. PKK’nın şehir örgütlenmesi KCK’ya karşı yapılan operasyonlar, tutuklamalar ve nihayet Habur’dan giriş yapanlarda 10 kişinin tutuklanması devletin tavrında bir değişme olduğu izlenimi verdi.

AÇILIM SÜRECİ PKK’YI CESARETLENDİRDİ: Hükümet yandaşları “açılımı” kabul ettirebilmek için iki hususu vurguladılar:

•1-     “Devlet Kürt vatandaşlarına karşı zulüm yapmıştır, terör örgütü bu haksızlığa karşı doğmuş ve serpilmiştir.” Bu tezle terörist örgüte bir nevi meşruiyet sağlama gayreti gösterildi.

•2-     Bu meselenin ne yaparsak yapalım çözülemeyeceği, ancak terör örgütü mensup ve sempatizanlarının dağdan indirilip, “düz ovada siyaset” yapmalarına imkân verilmesi halinde sona erdirilebileceğini anlattılar.

PKK’yı Kürt halkının temsilcisi gösteren ve devletin aczini ortaya koyan bu sözler, örgütün cesaretini artırdı. Ayrılıkçıların siyasi beklentilerini yükseltti. Zaten kuruluşundan beri ulaşmaya çalıştığı siyasi hedefe uygun taleplerini ilettiler. Taleplerin demokrasi ve insan hakları ile bir alakası yoktu. Siyasi projeye yani Türkiye topraklarında yeni bir devlet kurmaya yönelikti. Bu taleplere örgüt beklediği Hükümetin istese dahi veremeyeceği cevabı alamadı. Yapılan son eylemler de “söke söke alırız” meydan okumasıdır.

TSK’NIN MORALİ: Örgütü cesaretlendiren ikinci husus, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen asimetrik psikolojik savaş sebebiyle TSK’nın moralinin bozuk olmasıdır.

TSK bünyesinde, teröre karşı mücadele etmiş çok sayıda subayın, mücadele sırasında hukukun dışına çıktıkları, çete mensubu oldukları gibi gerekçelerle, haklarında davalar açıldı, tutuklamalar yapıldı ve medyada karalama kampanyaları yürütüldü. Bunların halen terörle mücadele edenlerin cesaretini kırdığı ve “yaptığımız bu fedakârlıklar ne için?” dedirttiğini görmezden gelemeyiz. Eski örgüt mensuplarının “faili meçhul cinayetler, ölüm kuyuları” gibi ihbar ve iddiaları ciddiye alındı. Bir tek ceset bulunamadı ama TSK’nın üzerinde karalamaların izi kaldı.

TSK’ DA TECRÜBE AKTARIMINDA KESİKLİK VAR: Yapılan mücadelede her iki taraf geçmiş tecrübelere göre yeni taktikler geliştiriyor. Terör örgütü kesintisiz bir bilgi aktarımı yapmakta iken, terör örgütüne karşı 90’lı yıllarda büyük başarı kazanmış subaylarımızın bilgi ve tecrübesinden yararlanılamamış olması bir eksiklik teşkil ediyor.

TSK’nın tecrübe aktarımı yapamamasının diğer sebebi mücadelenin profesyonel uzman askerlerle değil, kısa süreli askerlik yapan erlerle yapılmış olması. TSK’nın tamamen uzman er ve erbaşlarla mücadeleyi yürütme kararı henüz icraata konulamadı. Terörist 8 yıl dağda kalırken, bizim er ve erbaşlarımız bir yıldan daha kısa süre kaldığı için, arazi bilgisi ve tecrübe hususunda eksiklik olması kaçınılmaz.

İSTİHBARAT EKSİĞİ: İstihbarat terörle mücadelenin olmazsa olmazı. ABD ve İsrail’le istihbarat paylaşımı projesinin pek bir fayda sağlamadığı anlaşılıyor. İstihbaratın tamamen milli kaynaklarla yapılmasına özen gösterme mecburiyeti var.

Bir başka husus, kendi savcısını, hâkimini, generalini, siyasetçisini, her kademeden vatandaşının özel hayatını bile dinleyen, filme çeken devletimizin teröristleri izleme konusunda yeteneğini geliştiremediği açığa çıkmış oldu.

YAPILMAMASI GEREKENLER: Bu yaz bundan daha fazla canımı acıtacak, öfkelendirecek eylemlerin de olması örgütün hedefi. Morallerin bozulup, herkesin suçu başkasına atacağı psikolojik bir dağınıklık çok yanlış olur.

TBMM Başkanı M. Ali Şahin’in olayın ve şehitlerin sorumlusu TSK olduğunu ima eden “Genelkurmay tatmin edici bir açıklama yapmalıdır” beyanatı talihsiz ve faydasız bir ifadedir. Başbakan‘ın CHP ve MHP’yi PKK tarafında göstermeye çalışan ifadeleri de hem terörle mücadele açısından ve hem de siyaseten faydasızdır.

Açılım sürecinde yapılan hataların tekrarlanmaması öncelikli olmalı. Açılım, bölge insanımızın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasından gurur duyabileceği politikalar geliştirmek, öncelikle işsizlik ve fakirlikle mücadele etmek olarak anlaşılmalı.

YAPILMASI GEREKEN BİR KAÇ HUSUS: İktidar, muhalefet ve TSK birlik ve bütünlük içinde olmalı. Açılım’da olduğu gibi Hükümet tek başına hareket etmemeli, alınacak tedbirler ortak bir irade ile alınmalı.

TSK’ya karşı yürütülen psikolojik harbe son verilmeli.

Mücadeleyi Kuzey Irak’ta başlatmak lazım. Barzani’ye “Mesut Abi” demek, ABD ile “stratejik müttefik” ve “BOP eşbaşkanı” olduğumuzu söylemek, maalesef ABD ve Barzani’nin oyalama ve kandırmacalarına çare olamadı.  Hükümet siyasi gücünü bu konuda mutlaka göstermeli.

Ve artık hiç olmazsa bundan sonra PKK lideri Öcalan’ın İmralı’dan örgütü yönetmesine artık izin verilmesin. Avukatları ile görüşme ve talimat gönderme imkânı elinden alınsın.

Hiç olmazsa bunları yapın. Eğer şehitlerimize ve gazilerimize bir nebze saygınız varsa.

 

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Ankara Seyahati

0

Aydınlar Ocağının 34. şurası münasebetiyle 28 – 30 Mayıs 2010 tarihleri arasında Malatya’ya giden Kocaeli Aydınlar Ocağı mensupları bu defa 16 Haziran 2010 Çarşamba günü bazı ziyaretlerde bulunmak maksadıyla günü birlik Ankara’ya gitmişlerdir.

Hemen hemen her yıl yapılması bir gelenek haline gelmiş bulunan bu yılki Ankara ziyaretine; Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar başta olmak üzere, Ocak Genel Sekreteri Ziraat Mühendisi Hasan Uzunhasanoğlu, Kuruçeşme’nin son belediye başkanı Harita Mühendisi Ali Kahraman, Avukat Ruhittin Sönmez, Endüstri Mühendisi Mustafa Toka, Bilgisayar Öğretmeni Yunus Özen, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Protokol Sorumlusu Yüksel Özdemir, Diş Hekimi Ömer Erdal, Yeminli Tercüman Cemal Barış, Şirket Müdürü Recep Yıldız, Kimya Mühendisi Cahit Büyükkanber, Mali Müşavir Hamit Akbulut, Teknik Öğretmen Nizamettin Şahin, Avukat Necdet Kozan ve SEKA’dan emekli İSKİ Eski Yönetim Kurulu Üyesi Musa Ordu ile Ankara’dan heyete dahil olan KBB Mütehassısı Dr. M.Şefik Postalcıoğlu iştirak etmiştir.

Bu nevi seyahatlerin müdavimlerinden olan Dr. H. İbrahim Kahraman ile Eczacı Selçuk Arslan başka programlarının olması sebebiyle bu seyahate katılamamışlardır. Ancak seyahat boyunca bu iki arkadaşımızın eksikliği hissedilmiştir.

16 Haziran Çarşamba günü sabah saat: 06.30 da Perşembe Pazarından Ankara’ya müteveccihen hareket eden Ocak Mensuplarının ilk durağı Düzce’ye bağlı Gümüşova yakınlarında otoban üzerinde bulunan ve üç gün önce açılmış olan Berceste Dinlenme Tesisleri olmuştur. Burada açık büfe kahvaltı yapan Ocak üyeleri yeni açılan tesisin sunmuş olduğu leziz kahvaltılıklardan ve personelin güler yüzlü hizmetlerinden memnun bir şekilde ayrılarak yola devam etmişlerdir.

Ocak Üyeleri 11.00 sıralarında Ankara’ya vasıl olmuştur. Heyetimizi, Gölbaşı civarında Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın Ankara Temsilcisi olan ve halen bir inşaat şirketinin Genel Müdürü olan Haydar Çiftçi karşılaşmıştır.

İlk ziyaret yeri Kocaeli Emniyet Müdürlüğü bünyesinde 13 yıl 3 ay hizmet yaptıktan sonra Emniyet İstihbaratta Müdür görevinde çalışmakta iken bundan 6 ay kadar önce Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Yardımcılığı görevine naklen ve terfien tayin edilmiş olan Hüseyin Özbilgin’in makamı olmuştur. Kocaeli’de büyük bir kesim tarafından da tanınan ve efendiliği ile bilinen Sayın Hüseyin Özbilgin heyetimizi binanın dışına kadar çıkarak, çok candan ve içten gelen samimi bir duygu ile karşılayıp mensuplarımızın her birisi ile teker teker kucaklaşmıştır.

Daha sonra makamına geçilerek yeni görevinin hayırlı ve uğurlu olması dileklerinden sonra çay ve meşrubat ikramında bulunulmuş, bu arada da İzmit hatıraları yad edilmiştir. Ayrılış esnasında da her birimize Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptırmış olduğu bir yüzünde Emniyet Genel Müdürlüğü’nün arması, diğer tarafında da Ayyıldız bulunan birer anahtarlık hediye edilmiştir. Karşılamada olduğu gibi yine ayrılış esnasında da arabaya kadar gelmek suretiyle yapılan vedalaşmadan sonra Ankara Seyahatinin birinci bölümü tamamlanmıştır. Buradan ayrıldıktan sonra bir arkadaşımız hediye olarak verilen anahtarlıklar ile alakalı olarak çok güzel bir espri yapmış ise de yanlış anlaşılır düşüncesiyle bu espriden bahsetmekten imtina ediyorum.

Heyetimizin ikinci durağı Kocaeli Büyükşehir Belediyesi İSU Genel Müdürlüğü’nde 2004 – 2005 yıllarında 1.5 yıl kadar Genel Müdürlük yaptıktan sonra, kendi isteği ile Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne geçen ve halen Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapan Mustafa Sarıgül’ün makamı olmuştur.

Heyet üyelerinin hepsinin evvelden tanışık olduğu ve aslen İzmitli olan Sayın Mustafa Sarıgül’de Ocak Mensuplarını çok samimi duygularla karşılamıştır. Makamında yapılan görüşmede hal hatır sorulduktan sonra, başta hurma olmak üzere, çikolata, çay ve meşrubat gibi içecekler ikram edilmiştir. İkramlar yapılırken bir taraftan da İzmit İSU Genel Müdürlüğü’nde yapmış olduğu ve Ankara’da yapmakta olduğu hizmetler konuşulmuştur.

Buradan Mustafa Beyin teklifi üzerine EGO Genel Müdürü Ömer Ulu’nun makamına geçilmiştir. Sayın Ömer Ulu Bey ile ilk defa karşılaşmamıza rağmen kendileri ile çok samimi konuşmalar yapılmıştır. Körfez İlçemizin ikinci kaymakamı olan ve Derince’den evli çok beyefendi ve mütevazi bir kimse olarak gördüğümüz Ömer Bey, kartvizitini bizzat üyelerimize tek tek vermek nezaketinde bulunmuş, kapısının her zaman mensuplarımıza açık olduğunu samimi duygularla ifade etmiştir.

Saat:13.30 a kadar süren bu ziyaretten sonra heyetimize Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yemekhanesinde öğle yemeği ikram edilmiştir. Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Sarıgül tarafından özel olarak hazırlatılmış olan öğle yemeği çok beğenilmiştir.

Buradan ayrılan heyetimiz DİYANET – SEN Genel Başkanı Mehmet Bayraktutar’ı Genel Başkanlık Merkez binasında bulunan makamında ziyaret etmiştir. Evvelce İzmit’te de 25 yıl Petrol Ofisi Camiinde imam hatip olarak vazife yapan Sayın Mehmet Bayraktutar  Ocak Mensuplarını çok samimi ve candan bir şekilde karşılamıştır. Bütün sendika çalışanları ile birlikte misafirlerini memnun edebilmek için canla başla gayret edip, hiçbir hizmette kusur etmemişlerdir. Başta Başkan Mehmet Bey olmak üzere bütün personelin göstermiş olduğu samimi gayret ve davranışları takdire şayan görülmüştür. Başkanın her birimize hediye etmiş olduğu 4 aylık ilmi dergi olan Din ve Toplum Dergisini aldıktan sonra memnun bir şekilde DİYANET – SEN’den ayrılınmıştır.

Böylece Ankara Seyahati’nin ziyaret bölümü tamamlanmıştır.

Kırgızistan Ağlarken

Rusların İngilizlerle bir olup “Büyük Oyun” u sahneledikleri Türkistan coğrafyasında maalesef Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen, Uygur gibi adlarla sözde milletler türetilmiştir.

Oysa bunların hepsi soyu sopu bir, Türk Milletinin has evladıdır.

Kırgızistan Türkleri, Özbekistan Türkleri, Kazakistan Türkleri, Uygur Türkleri vardır. Orta Asya’da Türkistan coğrafyasında yaşayan Türkler ya üzerinde bulundukları coğrafyanın adını almışlar yada taşıdıkları boy ve soy adlarını üzerinde yaşadıkları topraklara vermişlerdir. Tıpkı Irak Türklerine Türkmen diyerek onlara başka bir millet olarak tanımlattıkları gibi şimdide bazı mihraklar Kırgızistan ve Özbekistan Türklerine, Kırgız ve Özbek diyerek onlara Türk Milletinin dışında görmeye daha doğrusu bize öyle göstermeye çalışıyor.

Bu sebeple son olaylar üzerine Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen, Uygur diyerek Orta Asya’da  sanki ayrı bir milleti tanımlıyormuş gibi çaba gösterenler Türk Milletine ihanet içersinde olanlardır.

Kırgızistan’da bir kardeş kavgası vardır. Türkler ister adına Kırgız ister Özbek densin dış güçlerin oyunu ile birbirine düşürülmüştür. Ben bunu daha önce Özbekistan Türkleri ile Ahıska Türkleri arasında yaşanan Fergana olaylarına benzetiyorum. Fergana olaylarından sonra bu olayların arkasında kimlerin olduğu çok iyi bir şekilde ortaya çıktı. Burada da bir müddet sonra oyuncular ortaya çıkacaktır ama olan yine Türk’e olacaktır.

Üzülerek ifade etmeliyim ki; Türk Milleti Çin Seddinden, Adriyatik kıyılarına kadar çok zengin ve stratejik önemi büyük topraklar üzerinde yaşamaktadır. Bu sebeple başına gelmeyen kalmamıştır. Kırgızistan’da yaşananlarda bunun küçük bir parçasıdır.

Türk Milletinin, ortak bir alfabeye geçişi engellenmiş, bir türlü ortak  tarih oluşturulamamış ve Türk Milleti arasına setler çekilmek suretiyle birbirinden uzak tutulmuş ve birbirinden habersiz bırakılmıştır. Bunu yapanların hedeflediği amaç ise 300 milyonluk Türk Dünyasını bir araya getirmemektir.

Küresel güçlerin Türkiye’deki sesi haline gelen Ulusal Medyamız; bu amaçlar doğrultusunda Kırgızistan’da, Kırgız Türkleri ve Özbek Türkleri arasında yaşanan kavgayı bir etnik çatışma olarak nitelemekte ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını da iki etnik grup arasında kalan Türkler olarak tanımlamaktadır.

Bu büyük bir bilgisizlik ve şuursuzluk değilse büyük bir ayıptır. Ya da Türk Milletine karşı sergilenen bir ihanet oyunudur.

Kırgızistan’da yaşanan olaylara anlattığımız çerçevede bakıldığında; Orta Asya’daki Türkistan coğrafyasında Türklere karşı uygulanan böl, parçala, birbirine düşür ve yönet yöntemlerinin uzunca bir süredir Türkiye’de de gerçekleştirilmeye çalışıldığını görürüz.

Türkiye’de Türk Milletinin bağrından farklı milletler çıkarma, bunları yabancılaştırma ve ötekileştirme sonrada çarpıştırma çabalarının artarak yoğunlaştığını izliyoruz. Aslında biraz tarih bilsek biraz Türk Dünyasını tanısak ve biraz da Türk coğrafyasında başımıza gelenlerin farkında olsak; emin olun Türkiye’de yaşanan olayların şifresini hemen çözeriz.

Türk Milleti gerçeği, Türk Dünyasının varlığı ve Türk tarihi bizlerden gizlenmektedir. Bunu Kırgızistan’da yaşanan olayların Türkiye’ye yansımasında da görmekteyiz. Gazze üzerine yapılan yorumların yüzde birini bile medyada göremiyor ve duyamıyoruz. Çünkü Türk Dünyası’nı konuşmak malum kişilerin, efendilerinin işine gelmiyor. Onlara göre etnik çatışma var deyip geçersin olur biter. Oysa bizler için Kırgızistan’ın; aynı Azerbaycan gibi “tek millet iki devlet” özelliği taşıdığını bir bilebilsek bir anlayabilsek!

Türkiye’nin gündeminde ön sırada daima milli meseleler ve milli menfaatler yer almalıdır. Ancak biz bunun tam aksi bir gündem ile boğuluyoruz. Bu bilerek ve kasten yapılmaktadır.

Buna rağmen, her ne kadar gündeme taşınmasa da ülkemizde Türk Dünyası ve Türk Milleti ile ilgili çok önemli çalışmalar yapılmaktadır.

28 Nisan 2010’da Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesinde yapılan 3. Uluslararası  Balkan Kongresi, 13 Mayıs 2010’da Manisa Celal Bayar Üniversitesinde yapılan 2. Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu, 02 Haziran 2010’da İstanbul’da Türk Dünyası Araştırmaları Vakfınca yapılan 16. Türk Dünyası Çocuk Şöleni, 28 Mayıs 2010’da Malatya’da yapılan Aydınlar Ocağı 34. Büyük Şurası, 03 Haziran 2010’da İstanbul’da  İstanbul Barosu ve Kadir Has Üniversitesi işbirliği ile düzenlenen 1. Türk Dünyası Hukuk Kurultayı, Rumeli Balkan Federasyonunca 12 Haziran 2010’da düzenlenen Büyük Rumeli Buluşması gibi çalışmalar bunların örneklerini teşkil etmektedir.

Ancak bunları manşetlerde ve ulusal medyanın haberlerinde göremezsiniz. Varsa yoksa karamsarlık, başarısızlık ve ümitsizlik. Ondan sonrada gelir Kırgızistan’daki olaylara iki etnik grubun çatışması deyiverirler. Aslında Türkiye’deki sıkıntıya bir ad bulmaya çalışıyorlar ama Türkler bunun altından kalkar vesselam…

Artık Farketmez

Bu veda son kez artık ayrılık geldi,
Biz küstük severken el alem güldü.
Fal bakan çingene nasıl da bildi.
Kabul etmesen de artık fark etmez.

Aklımdan çıkmıyor bize gelişin,
Beni deli etmişti o ilk gülüşün.
Seni belki de bu son görüşüm,
Bu kez öpmesen de artık fark etmez.

Bana bir şey deme el salla yeter,
Kendin gelmesen de gül yolla yeter.
Kalbinden sevgimi al yolla yeter,
Beni unutsan da artık fark etmez.

Karanlık gecelerde beyaz olurum,
Sevdikçe coşarım bir saz olurum.
Mevsim kış olsa da ben yaz olurum,
Sen hazan olsan da artık fark etmez.

Ayrılığın bu kez ölümden beter.
Bana çok çektirdin susuver yeter.
Bir gün mezarımda sümbüller biter,
Gelip koklasan da artık fark etmez.

O gün yüreğinden bir şey koparsa,
Kanayan kalbinde bir gül açarsa,
Beyaz bir güvercin bizden uçarsa,
Öldüğümü sansan da artık fark etmez.

Türkiyenin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru-Hakkari Durağı

İnsanların ayrışmayı bu kadar körüklediği bir dönemde Ekopolitik’in Ortak gelecek tasavvurlarımızı artırıcı, ortak diyalog dilinin oluşturulması noktasındaki bu çok değerli girişimlerini daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim. Bu toplantılar sorunu bizzat yaşayanlar tarafından dile getirildiği için ve onların bilgi ve tecrübelerinden istifade edilerek yapıldığı için çok önemli.

Sorunları yok sayarak, tepeden inmeci yaklaşımlarla olayın insani, duygusal ve sosyal boyutların dışında sadece pariyatif tedbirlerle olmadığını yıllarca gördük. Bu bağlamda Çalıştaylara katkı koyan Bölücü değil birleştirici, yıkıcı değil onarıcı ve yapıcı, bizi parça parça edip yönetmek isteyenler karşı oyuna gelmeden kendi sorunlarım için sorunlarımın çözümleri noktasında kendim çözüm bulabilirim anlayışı çerçevesinde hareket ettiklerine, yeniden birlik içinde yaşama fikrinin önceliklendirildiği fikrine inandığım bu ekibi kutlarım.

Bir hikaye ile başlamak istiyorum. Psikoloji okuyanlar iyi bilir. Kısaca anlatayım. Doktora bir hasta gelir. Tavuktan çok korkmaktadır. Doktorlar incelemeye alırlar ve kök nedenine inerler. Hasta kendini darı tanesi olarak görmektedir. Tavuğun kendisini yiyeceğine inandığı için korktuğuna karar verirler. Uzun bir tedaviden sonra kendisinin darı tanesi olmadığına inanır. Doktorlar emin olduktan sonra taburcu ederler ancak gözlemeye devam ederler. Hastane çıkışı takip edilen hasta bir evin köşesini dönerken çığlık atar ve korkar bir şekilde geri kaçar. Hastaya sorarlar. Neden korktun! “Orda Tavuk vardı tavuktan korktum” der. Sen darı değilsin derler. Hasta derki “Ben darı olmadığımı biliyorum. Acaba tavuk benim darı olmadığımı biliyor mu? Bilmiyor mu? Onu bilmediğim için korktum” der.

Bizimde her türlü kaygı ve korkularımızı bırakarak, tedbirimizi elden bırakmadan; birlikten, beraberlikten yana Enerjimizi Türkiye Cumhuriyeti’nin Diğer milletler cemiyetinin en müreffeh, en demokratik, Halkının devletiyle barışık olduğu, mutlu olduğu, en adaletli ülkesi yapmak için çalışmamız gerektiğine inananlardanım.

Ekopolitik’in  “Demokratikleşme”ye Doğru-Hakkari Durağı hakkındaki notları yayımlıyorum.

Ekopolitik, Prof. Dr. Vamık Volkan’ın rehberliğinde 16-17 Kasım Mezkûr Meçhul Mesele toplantılarıyla başlattığı süreci çekirdek ekip çalışmalarıyla sürdürmüştü. 22-23 Şubat “Demokratikleşme“ye Doğru toplantılarıyla süreç Volkan Hocamızın yönetiminde tekrar değerlendirilmiş ve çekirdek ekibin temel sorunun ve ikincil sorunların çözümü noktasında stratejiler üretmesinin bağlamı geliştirilmiştir.

Ekopolitik, ülkesel çekirdek ekip çalışmalarının yerele yayılması noktasında ilk toplantısını Mersin’de 14-15 Mayıs tarihlerinde ülkesel çekirdek ekibi ile Mersin çekirdek ekibini bir araya getirecek bir formatta organize etmiş ve 27-28 Mayıs tarihlerinde Prof. Dr. Vamık Volkan’ın yönetiminde ülkesel ve yerel çalışmaların paralel planlanması ve genel yol haritasının organizasyonu noktasında İzmir-Dikili’de bir İç Eğitim Programı geliştirmişti.

Ekopolitik Hakkari’de daha önce ülkesel çaptaki faaliyetlerine iştirak eden Hakkarili kontakları ile geliştirdiği “çocuklar” projesinin oluştuğu zemin üzerinden ikinci toplantısını ülkemizin bu kritik şehrinde gerçekleştirdi. Bu bağlamda Ekopolitik 14 Haziran 2010 tarihinde Hakkari Şenler Otel’de Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru – Hakkari Durağı başlıklı toplantısını Hakkari koordinatörleri Halit Yalçın ve Ati Gençlik Derneği yöneticilerinin destekleri ile gerçekleştirdi. Üç oturumdan oluşan toplantı Ekopolitik Koordinatörü A. Tarık Çelenk ve Ekopolitik Direktörü Murat Sofuoğlu’nun konuşmalarıyla başladı.

Üçüncü oturumun ardından çalıştayla aynı adlı kamuya ve medyaya açık panel gerçekleştirildi. Panele Ferhat Kentel moderatörlük yaparken Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Kandil geçmişine sahip aktivist Seydi Fırat, İstanbul Türk Ocakları Başkanı Cezmi Bayram ve yazar Muhsin Kızılkaya katıldı.

  • Birinci oturumda ilk konuşmayı yapan Halit Yalçın sorunun asıl kaynağı ile ilgili olduklarını aşağılamayı ortadan kaldırmaya çalıştıklarını ifade etti. Kürtler ve Türkler olarak İsrail-Filistin, Rusya-Osetya gibi sorunlarımızın olmadığına değinen Yalçın, esas meselenin Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri ezmeden, aşağılamadan, asimile etmeden Kürtlerin devleti olup olamayacağı ve Kürt hareketinin Türkiye Cumhuriyeti’ne entegrasyon sağlaması durumu olduğunu belirtti.
  • Halit Yalçın’dan sonra söz alan Hakkari Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Cemal Erip ise Hakkari’nin Kürt sorununun sonuçlarından en çok etkilenen il olduğunu, çatışma sürecinin uzamasının bir kırılmaya sebebiyet verebileceğini ve üreten düşünen insanların silahların önünde durması gerektiğini vurguladı.
  • Mali Müşavirler Derneği adına konuşan Tahirhan Taş sorunun Kürtlerden de Türklerden de kaynaklanmadığını sitemden kaynaklandığını, ancak Türklerin de bu soruna seyirci kalmaması gerektiğini ifade etti. Medya ve siyasetçilerin toplumu tahrik ettiğine değinen Taş, bölgenin potansiyel suçlu gibi gösterildiğine dikkat çekerken, sağduyunun korunması gerektiğini söyledi. Tahirhan Taş, iktidarların sorunu anlamadığını için teşhis koyamadıklarını ya da samimiyetsizlikten çözmek istemediğini belirtti. Taş, AKP döneminde beklentiye girildiğini ancak çözüm yapılmadığını ve sürecin 90’lardakine benzer hale gelmeye başladığını ifade etti.
  • Hakkari Üniversitesi Yüksekokul Müdürü Tahir Yaşar Hakkari’de birliktelik ve kardeşlik duygularının zayıfladığını ve ötekileşmenin bilinçli şekilde arttığını ifade ederek korkusunun artık bütünleşme isteyen insanların ne doğuda ne de batıda yaşayacak yer bulamaması olduğunu anlattı. Sorunun sadece ekonomik, sosyal ya da örgüt bazlı olmadığını, sorunla bağlantılı olan Ergenekon davasının acilen çözülmesi gerektiğini söyledi. Sorunu çözmek için Türkiye’nin en az Osmanlı kadar cesur ve açık olması gerektiğini ifade eden Yaşar en aklıselim kesimin halk olduğunu ve Türkiye’nin ileri gitmesinde en önemli desteğin Kürt ve Türk halkından geleceğini belirtti.
  • Hakkari Valisi Muammer Türker yaptığı değerlendirmede Türkiye’nin bütünüyle travmalar yaşadığını bugün yaşanan sıkıntıların sorumlusu olan 12 Eylül’ün herkese darbelere vurduğunu söyledi. Hakkari’nin en temel sorununun “normalleşme” olduğuna dikkat çeken Türker, 30 yılın travmatik etkileri diye tabir etiği OHAL, sıkı yönetim ve normalleşemeyen koşullar ile bölge halkının normali düşünemez, algılayamaz hale geldiğini söyledi. Silahların gölgesinde, hem gaz hem de taş atılan bir ortamda normalleşmenin mümkün olamayacağını ifade eden Türker, Hakkarililerden çözüme yönelik atılacak adımlar için destek istedi. Bölgede insanların hayrına yatırım ve faaliyetlerin engellendiğini ifade eden Vali, muhatap sorunu çektiklerini, çözüme yönelik adımların atılmadığını ve bölgede tek merkezden yönlendirilen bir yapı olduğunu sözlerine ekledi. Demokrasi, insan hakları, barış kavramları gibi ateşkes kavramının da içinin boşaltıldığını söyledi. Toplumsal olaylara da değinen Muammer Türker, çıkan olaylara müdahale edilmediği zaman faillerin daha da üstlerine geldiğini, toplumsal olayların insanların yaşamlarını ve geleceklerinin tahrip ettiği müddetçe ilerlemenin mümkün olmadığını belirtti. Toplumsal olaylarda çocukların öne sürüldüğünü ifade eden Türker, örgütün bunu propaganda malzemesi yaptığını, yereldeki insanların çocukların olaylara karışmasına ve kepenk kapatmaya karşı durması gerektiğini söyledi.
  • İHH Hakkari temsilcisi İdris Kaval halkların rejimle sorunu olduğunu ve dıştan gelen tehlikelere, sömürge denemelerine karşı Anadolu halklarının birleşmesi gerektiğini ifade etti. Çocukların olaylara karışmasına da değinen kaval, insanların yanlış olsa bile, muhatap bulabilmek için en değerli varlıkları olan çocukları ön plana çıkarttığını söyledi.
  • Şemdinli Belediye Başkanı Sedat Töre Türkiye’de sözde hukuki bir düzen olduğunu ifade etti. Sadece son 5 yıldır Kürtlerin varlığının tartışılmadığını, zımmi bir kabul ortaya çıktığını ifade eden Töre, açılımdan beri kamu otoritesinin Kürtlere yaklaşımında bir arpa boyu bile yol kat edilmediğini ve yeni perspektifin Kürt siyasal hareketini illegalize ettiğini söyledi. Yereldeki bir diğer değişikliğin “iyi” tepe yöneticiler göndermek olduğunu söyleyen Töre daha politize, insanlarla daha sıcak samimim yöneticilerin gönderildiğini ancak bu kişiler farklı olsa da sistemden ayrı düşünülemeyeceklerini belirtti. Çocuklara kimsenin taş atın demediğini söyleyen Töre Türkiye’deki en politize çocukların Hakkari’nin çocukları olduğunu, kolluk kuvvetlerini düşman olarak gördüklerini ve taşları bilinçle attıklarını ifade etti. Çocukların içinde kin olduğunu ifade eden Töre, insani değerlerin yitirildiğine vurgu yaptı.
  • İkinci oturum Hakkari Belediye Başkanı Fadıl Bedirhanoğlu’nun kounşmasıyla başladı. Bedirhanoğlu, ise Hakkari’nin Türkiye’nin bir parçası olduğunu, Hakkari’yi Türkiye’den ayrı düşünmenin Hakkari’ye yapılacak en büyük haksızlık olacağını ifade etti. Yıllardır sosyolojik dengenin bozulması için ne gerekiyorsa yapıldığını, bir halkın yok sayılarak fitnenin başlatıldığını söyleyen Bedirhanoğlu insanların başkalarının istediği gibi değil, olduğu gibi yaşamak istediğini söyledi. Eğer bir toplumun kendi dilini her alanda kullanma hakkı varsa diğer bir toplumunda aynı hakka sahip olacağını vurgulayan Bedirhanoğlu, Avrupa’nın bir çok ülkesinde birden fazla dil, birden fazla etnisite olduğunu ancak kimsenin birbirini boğazlamadığını ifade etti. İsteklerinin kendi dil ve kimlikleri ile yaşamak olduğunu ifade eden Bedirhanoğlu, ayrılma taleplerinin olmadığını zaten bu istekleri karşılanırsa ayrılma ihtiyacının ortaya çıkmayacağını söyledi. Son olarak silahların bırakılması gerektiğini ifade eden Belediye Başkanı silahla çözüm olmayacağını çözümün herkesin birbirinin insan olduğunu ve hakları olduğunu anlamasından ve realitelerin kabulünden geçtiğini söyledi.
  • Emekli İmam İzzettin Yalçın suçlama ile hiçbir yere varılamayacağını evvela herkesin kendi suçunu görmesi gerektiğini ifade etti. Hepimizin aynı gemide olduğunu belirten Yalçın selamete çıkılırsa hep birlikte çıkılacağını söyledi.
  • Yüksekova Belediye Başkanı Ruken Yetişkin, 12 Eylül’den daha kötü bir sürecin yaşandığını, BDP’nin resmiyette açık olmasına rağmen fiilen kapatıldığını, bölgede kelle koltukta siyaset yapıldığını ifade etti. Siyasetin önü kesilirse farklı yollar bulacaklarını ifade eden Yetişkin, toplumsal sorunlara değinerek bölgede tecavüz kültürünün geliştiğini, okulda çocuklara uyuşturucu verildiğini, gözaltındaki kadınların polisin sözlü ve fiziksel tacizine uğradığını söyledi.
  • Hakkari Ati Gençlik ve Spor Derneğinden Muhammed Çiftci ilkokulda her sabah okudukları “Andımız”da geçen “Türküm” kelimesini türkü & şarkı kabilinden anladığını, çok sonra babasının oradaki “Türküm”ün Türk manasına geldiğini söylemesiyle bir daha andımızı tekrar etmediği belirtti.
  • Eğitim-Sen temsilcisi Tarık Arslan basit örneklerle derinlikli yaklaşımlarda bulunulması gerektiğinden bahsetti ve kendi insan hikayesini anlatmak istediğini belirtti. İlkokulda hem Türkçe bilmediği için hem de kız olduğu için tuvalet ihtiyacını gidermek üzere sınıftan çıkamayan arkadaşının altına kaçırmasıyla öğretmeninin bunu kimin yaptığını sorduğunu kendisinin de tek bildiği Türkçe kelime olan “bu” dediğini ve bunun üzerine öğretmeninin kendisinin hayatında hiç yaşamadığı şekilde dövüldüğünü anlattı.
  • Katılımcılardan Salih Timur yaşanan sorunun sosyolojik psikolojik yanları olmasına rağmen sorunun etnik olduğunu ve sistemden kaynaklandığını ifade etti. Her gün bir cenazenin batıya giderken bir cenazenin de bölgeden kalktığını belirten Timur eğer sistem daha özgürlükçü, demokrat hale getirilmek isteniyorsa ideal olan olmasa da değişikliklere destek verilmesi gerektiğin ifade etti.
  • Kamer temsilci Zozan Selimoğlu şiddetten en çok etkilenen kesimin kadınlar olduğun ancak en az onların sorunlarının konuşulduğunu ifade etti. Kadınlar için düğün ve yastan başka sosyalleşme imkanı olmadığını belirten Selimoğlu, samimiyetle niyetlerimizi açıklayıp barıştan mı yoksa savaştan mı yana olduğumuzu ortaya koymamız gerektiğini söyledi.
  • Eski Milletvekili Macit Pirozbeyoğlu, Kürtlerin Türkleri kendilerinden daha çok sevdiklerini ve Türkiye’nin bölünmesini istemediklerini söyledi. Daha önce bir kardeşlik anlaşması yaptıklarını ve buna sadık kaldıklarını ancak anlaşmanın güçlü tarafca bozulduğunu ifade eden Pirozbeyoğlu valiye giderken ondan korktuklarını ve nasıl yaranacaklarını düşündüklerini, aynı şekilde BDP’ye giderken ondan da korktuklarını ve nasıl yaranacaklarını düşündüklerini, iki değirmen taşı arasında kalmış buğday tanesi gibi olduklarını belirtti. Karar vericilerin halkla yüzyüze görüşememesinden şikayet eden Pirozbeyoğlu toplantı sonuçlarının karar vericilere ulaştırılmasını istedi.
  • Üçüncü ve son oturum KESK sözcüsü Cahit Balıkesir’in konuşmasıyla başladı. Balıkesir, bölgede yeşil kart ve yardımlarla hegemonya kurulduğunu, insanların üretimden koparılıp siyaset yapmamalarının istendiğini söyledi ve bölgeye yönelik oyalama taktiklerinin uygulandığını belirtti.
  • Çözüm reçetelerinin tartışıldığı son oturumda Cemal Erip, KCK operasyonu ile radikallerin güçlenip alternatif seslerin kesildiğini söyledi. Kepenk kapatmanın dışarıya göçe sebep olduğunu ve esnafın kepenk kapatmak istemediğini, kepenk kapatma yerine başka makul eylemler yapılması gerektiğini ifade etti. Sosyal yardımların sorun çözmek yerine “profesyonel yoksullar” ürettiğini söyleyen Erip bu konunun düzene sokulması gerektiğini vurguladı.
  • Sabancı Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Ayşe Betül Çelik, Türklerin Kürtlerin ne istediğini bilmediğini, diyalog kanallarının açılıp doğudaki insani hikayelerin batıya ulaştırılması gerektiğini vurguladı.
  • Tahirhan Taş dünyanın her tarafında savaşı başlatan tarafın muhatap alındığını dolayısıyla İmralı ile görüşülmesi gerektiğini söyledi. Operasyon ve PKK eylemlerinin durması gerektiğini belirten Taş, Kürt siyasetçilerin serbest bırakılmasının, yerel yönetimlerin ve temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesinin gerekliliğini vurguladı.
  • Eğitim Bir-Sen temsilcisi İzzettin Seven, Kürt sorununu Kürtleri sorun olarak görenlerin ortaya çıkarttığını belirtti. Ortak değerlerin güçlendirilmesinin ve inanç değerlerinin anımsatılmasının önemine değinen Seven, her ölümün çözümsüzlüğü getirdiği söyledi.
  • Ruken Yetişkin, liste halinde sıraladığı çözüm önerilerinde TMK’da düzenleme yapılmasını, operasyonların durdurulmasını, linç kültürünün durdurulmasını, Yayla yasağının kalkmasını, köye dönüşlerin cazibe haline getirilmesini ve altyapısının hazırlanmasını, Tarımın desteklenmesini iş ve istihdamın sağlanmasını yerel yönetimlerin desteklenmesini ve çözüm eğer İmralı ise İmralı ile görüşülmesini istedi.
  • Çözüm önerilerini sunan Fadıl Bedirhanoğlu, devletin halkın değerlerine saygı duymasının, halkın devleti olmasının ve doğuda da batıda da aynı kanunların geçerli olması gerektiğini söyledi. Ayrıca devletin güvenlik anlayışının kendini vatandaştan korumak değil, vatandaşı korumak olması gerektiği ilave etti.
  • Ekopolitik’in ulusal çekirdek ekibi üyesi İstanbul Türk Ocakları Başkanı Cezmi Bayram şehirdeki anormal hayat şartlarının farklı bir psikoloji doğurduğunu belirterek Kürtler nasıl empati bekliyorlarsa aynı empatinin Türkiye’nin kurucularına da yapılması gerektiğini söyledi. Esas fedakarlığın bölgeden değil Ankara’dan beklenmesi gerektiğine vurgu yaptı.
  • Şemdinli Belediye Başkanı Sedat Töre ise Kürtlerin Kimliği tanınmadığı müddetçe bu savaşın süreceğini ifade ederken Türk-İş temsilcisi Mahmut Akdağ Edirne’deki vatandaşla Çukurca’daki arasında fark olmaması gerektiğini ifade etti.
  • Sabancı Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi Zeynep Başer ise çocukların sesinin dikkate alınması gerektiğini, yetişkinlerin hep çocuklar adına konuştuğunu ifade etti.

http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4821&pid=11

 

Katılımcılar toplantı odasında

Katılımcılar toplantı odasında

Toplantıya katılanlar bir arada

Toplantıya katılanlar bir arada

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve Türkiye: Bir analiz…

0

09 Haziran 2010 tarihinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) İran’a yönelik bir “yaptırım” kararı aldı. Sebep; İran’ın nükleer programına yönelik engelleyici 4. tur yaptırım paketi… Yani bundan daha önce de az yoğunluklu yaptırımlar içeren paketler kabul edilmişti. Şimdiki en sert olanıdır.  

BMGK’nin 15 üyesi var; bunlardan 12 ülke sert yaptırımlara “evet” oyu verirken, Brezilya ve Türkiye “hayır” oyu kullandı. Lübnan ise “çekimser” kaldı. Böylece İran’a bundan böyle daha ağır “ambargolar” ve bunların kontrol yöntemleri uygulanacak…

**Başkan Obama’nın yaklaşımı…

Fransa-ABD-İngiltere tarafından hazırlanıp Çin ve Rusya’ya da kabul ettirilen bu yaptırım kararı, önceki kısıtlamalara göre son derece sert ve katı önlemler içerdiği anlaşılmaktadır. ABD’nin güneş yanığı tenli başkanın ifadesine göre, şimdiye kadar BMGK den çıkarılan “en sert ve en kapsamlı yaptırımlar” şeklinde nitelenmektedir. Ayrıca Başkan Barack Obama, yaptırımların İran’ın sadece nükleer faaliyetine yönelik değil, aynı zamanda, balistik füze programına ve konvansiyonel silahlarına da kısıtlamalar getireceğini belirtmiştir. Bu içerikle gerçekten sert yaptırımlar olacağa benziyor.

Başkan Obama, İranlı liderlerin sadece söylemlerin arkasına saklandıklarını, eylemlerinin ise “kaygı verici” olduğunu belirterek, uluslararası topluluğu ikna edemediklerini belirtti. Obama’nın, “Bugün kabul edilen bu güçlü karar, güçlü bir uluslararası destek aldığını, bu yaptırımlar uluslararası topluluğun Ortadoğu’da bir nükleer silah yarışının kimsenin çıkarına olmadığı ve silahların yayılmasını önleme rejimine meydan okuyan ülkelerin hesap vermesi gerektiği yönündeki ortak görüşünü ortaya koyuyor” ifadesi son derece çarpıcıdır. İlginçtir, Başkan Obama’nın Türkiye-Brezilya-İran arasında imzalanan anlaşmaya değinmemesi, akıllara bazı sorular da beraberinde getirmektedir.

Obama, neden Türkiye’nin gayetlerini es geçti?  Bu sorunun cevabı muhtelif olabilir; bize göre en güçlü sebep, başta Ortadoğu’da Türkiye’ye biçilen rolün sınırlarının AKP hükümeti tarafından aşıldığı noktasındaki varsayımlar olabilir.

Çünkü Obama, Ortadoğu’da nükleer silah yarışına kimsenin girmemesini vurgularken şunu kast ediyor olmalı; ‘Ortadoğu’da, Bizden ve İsrail’den başka kimseye nükleer silaha sahip olma hakkına sahip değildir, buna fırsat vermeyiz’ anlamında okumak gerektiğini düşünüyorum.  Bu ifadeleri okurken yüklenecek anlamın bundan başka olabileceğini sanmıyorum…

**

Türkiye’nin gayreti…

Bilindiği üzere Türkiye ve Brezilya’nın İran’la imzaladığı uranyum takas anlaşması vardı. Bu anlaşmanın da Viyana Grubu olarak bilinen ABD, Rusya ve Fransa tarafından onaylanması bekleniyordu ki buna hiç fırsat tanınmadı; BMGK toplantı günü olumsuz yanıt verildi. Tabii ki ABD ve yandaşları pek sıcak bakmadıkları bu anlaşmaya “hayır” demelerinin de pek çok sebebi olabilir; en önemlisi böyle bir olayda Türkiye’nin ABD’nin önüne geçme görüntüsünün verildiği yönündeki diplomatik davranış yanlışlıkları olabilir.

Aslında nükleer programın sınırlandırılması bağlamında Türkiye iyi bir hamle yapmıştır; fakat sonunu getirememiştir. Bu hamlenin ardında durması ve BMGK toplantısında “hayır” kararını vermesi de son derece doğru bir karardır. Tersini yapmış olsaydı, belki “ağababalara” yaranırdı fakat herkesin gözünde olan saygınlığını kaybederdi…

**

Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Ertuğrul Apakan, BMGK’de söz alarak Türkiye’nin konu ile ilgili imzalarına bağlı kalacaklarını belirtmesi beklenen bir sonuçtur. Diplomatik yaklaşımla konuya açıklık getirilmiştir. Ertuğrul Apakan’ın şu ifadesi ise dikkat çekiciydi; Viyana grubu olarak bilinen ABD, Rusya ve Fransa’nın Tahran Bildirisi’ne oylama günü “ret” yanıt vermelerinin anlamlı olduğunu ifade etmesi, bazı ülke diplomatlarınca farklı yorumlara sebep olmuştur; Viyana grubunun olumsuz yaklaşımı, Türkiye’nin “ret” oyu verme yönünde etkili olduğu ifade edildiği alınan haberlerdir. Her şeye rağmen Türkiye öteden beri İran’a yönelik önerdiği “nükleer programı konusunda şeffaf olması ve uluslararası topluluğun kaygılarını gidermesi” noktasındaki çağırısını yinelemiştir. Bu, Türkiye’den beklenen ve kendisine yakışan bir durumdu. Apakan, bir noktanın altını çizerek belirtti; “İran’ın takas anlaşmasına bağlı kalmasını beklediklerini ve müzakerelere gelmeli” diye konuşmasını tamamladı.

**

Türkiye’nin kararı…

Ankara’nın BMGK toplantısında verdiği karar doğrudur… Ankara yaptırıma “hayır” demekle doğru karar vermiştir. Çünkü Türkiye, İran’a yönelik yaptırımların diplomatik yöntemlerle çözülmesinden yana olmuştur ve bu konuda çok gayret de sarf etmiştir. Kaldı ki bir de üçlü bir anlaşma yapmışlardır; dolayısıyla yaptırımların kabul edildiği bu BMGK oturumda “hayır” oyu vermesinin sebebi bellidir, doğru ve yakışanı yapmıştır. Şayet “evet” deseydi, kendini inkâr demekti…

Türkiye bölgesinde nükleer silahların olmasını istemiyor. Buna karşın İsrail nükleer silahlara sahip. İran da buna alternatif olmak istiyor; ABD ve yandaşları hayır diyor, “bir çöplüğün bir horozu olmalı…” diyorlar!

 

Türkiye tehlikeyi görüyor ve istiyor ki şarkılar sevinç için çalınsın, savaşa hele nükleer savaşa dayalı gözyaşı akmasın… İyi de karşı taraf “iyi niyeti” dikkate almıyor ki… Türkiye, orantısız güç kullanımıyla haksız savaşlarla, saldırganlıklarla insanlar ölmesin istiyor… Yine de Türkiye arayı bulmaya çalışıyor, fakat çektiği kantarda ağırlığı yetmiyor! İşin aslı budur… Evet, iyi niyet ve amaç çok güzel; fakat emperyalistlere bir kez elini kaptırırsan kolunu hatta gövdeni bile isterler… Türkiye bunun ne kadar farkında, orası şüphelidir…

**

Türkiye’ye Diplomatik Uyarı…

Obama’nın, “Bu yaptırımlar diplomasiye kapı kapatmıyor” demesine karşın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İran’a yönelik süregelen diplomatik yardım çerçevesinde, Türkiye ve Brezilya’nın önemli bir rol oynamaya çalıştıklarını kaydetmekle birlikte başarılı olamadıklarını belirtmesi işin “püf” noktasını yansıtıyordu. Bu ifadelerle uranyum takas anlaşması konusunda Türkiye ve Brezilya’nın çabalarının çok önemsenmediğini, bunun sadece “iyi niyetin” ifadesi olarak takdir edilmesiyle yetinilmesi son derece anlamlıdır. 

Bakan Clinton, Türkiye ve Brezilya’nın aynı zamanda Güvenlik Konseyi üyeleri olduğunu belirterek, onların da bu BMGK kararına uymaları gerektiğini hatırlatması, ince diplomasinin bir uyarı niteliğini taşıdığını da kimsenin dikkatinden kaçmadı…

**

Viyana grubu ABD’ye paralel…

Viyana grubunu oluşturan 3 ülkenin, İran’ın uranyum takas taahhüdünü yeterli bulmamaları, aslında niyetlerinin ne olduğunu ortaya koymaktadır. Bu üçlünün Atom Enerjisi Kurumu’na (UAEK) sundukları raporlarında, İran-Türkiye-Brezilya mutabakatı hakkında “ciddi kaygılar başlığı ile çekincelerini belirtmeleri, İran’ın nükleer silah yapma yönündeki ısrarlı olduğu fikrini güçlendirmesi olarak ifade edilmiştir.

Nitekim bu üçlü raporun içeriği ile ABD Daimi Temsilcisi Büyükelçi Gıyn Davies’in, uranyum takasını öngören mutabakat hakkındaki şu ifadeleriyle (“Tahran bildirisi İran’ın yükümlülüklerini yerine getirmesini tam olarak karşılayacak nitelikte değil. Örneğin, İran elindeki uranyumu ülke dışına çıkarıp karşılığında yakıt (zenginleştirilmiş uranyum) almayı taahhüt ederken, bir yandan kendisi de uranyumu yüzde 20 oranında zenginleştirmek üzere faaliyette bulunuyor.”) aynı paralellik taşıması çok yadırgayıcı değildir… Çünkü aynı frekansın dalgalarıdırlar…

**

Bundan sonra ne olabilir?

Sorusunun cevabı açıktır. Bununla beraber şunlar beklenmelidir;

1- İran halkından baskı gelmedikçe İran hükümeti görüşmelerden çekilmeyecek, ilgili ülkelerle görüşmelere devam edecektir.

2- El altında nükleer programındaki gelişmeleri sürdürecektir, aralıklı duraklamalarla ve İran’ın meşhur ince diplomasi pazarlıklarıyla durumu idare edecektir.

3- Sıkı ambargolar karşısında şirketten-şirkete silah alışverişleri yine yapılacak veya üçüncü bir ülke aracı firma gibi görev alacak, ambargolar delik-deşik olacaktır.

4-Ne ABD ne de AB ülkelerinin hiç biri İran’la savaşı göze alamayacaklardır, olabildiğince taviz koparmaya çalışacaklardır. Batılıların canı tatlıdır, onlar için önemli olan silah satacak pazar bulmaktır!

5- İran’da rejim değişimi için büyük paralar harcanacak, muhalefet güçlendirilecek, reformist bir kimlikle rejim değişikliği ya da iktidar değişikliğine sürüklenecektir.

Bunların hepsi varsayımdır, fakat hepsinin olma ihtimali eşittir. Zaman içinde bunların hangisinin olabileceği görülecektir. Çünkü zaman en iyi hakemdir…

**

Türkiye şimdi ne yapmalı?

Türkiye meşru zeminde kalarak; UAEK’nin gözetiminde Viyana grubunun İran’la konuşması için çalışmalıdır… Türkiye bunu yaparken çok ince bir diploması uygulamalı; öne “flaş” isim olarak çıkmamalı,  taktik gereği Rusya ve ABD’yi önde tutarak yanında durmalıdır. Türkiye İran’ın, Tahran anlaşmasına ilişkin mutabakat mektubu, UAEK gözetiminde Viyana Grubu tarafından ciddiyetle ele alınabilmeyi sağlayabilir.  Rusya’yı ve AB ülkelerini İsrail’in nükleer güce sahip olma riskini dikkate sunabilir. Bu tehlikenin yeni tehlikelere “emsal” oluşturduğu noktasında gayret sarf edebilir, İsrail’in nükleer gücünün sınırlandırılmasının sağlanması, sorunu epeyce çözüme yaklaştırabilir.