13.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1184

Askıda Ekmek

0

Unutulmuş, güzel hasretlerimizden bir tanesini sizlerle paylaşacağım.
Bu özellik ve de güzelliği sadece Ramazan ayıyla sınırlı düşünmemek gerekir.
Geçtiğimiz seneler sohbetimle ( vaazlarımla ) gündeme taşıdığım meseleyi bu gün sanal ortamdan yazılı ve kalıcı olarak gündeme taşımak gerekir kanaatindeyim.         
Askıda ekmek
Dünyada rahat ve huzurlu bir hayat yaşamak için üç husus çok önemlidir.
1-     Kanaat
2-     Ahlak
3-     Gönül zenginliği
Bir gün bir adam Resulallah(sav)’a gelerek “Ya Resulallah bana öyle bir ibadet söyle ki onu yaptığımda beni insanlar da Allah’ta sevsin.”der.
Peygamberimiz(SAV) cevaben: “Dünyaya rağbet etme ki Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunan nimete göz dikme ki insanlar seni sevsin.” Buyurur.
Yani kanaat sahibi ol.
Geçmişte güzel hasletlerimiz vardı;
Veresiye defteri
Cennetin kapısını cömertler açar. Cömert zenginler peygamberlerden sonra cennete ilk girecek olanlardır.
Cömert zenginler; şehitlerden, âlimlerden, abit’lerden daha önce cennete gireceklerdir.
Bir anekdot;
Fi tarihinde Ramazanda bu mahallenin zenginleri başka mahallelere gider, bakkallara uğrar, veresiye borcu olup ta ödeyemeyen insanlardan duruma göre 3-5-10 vs. kişinin borcunu öder fakat kimlerin borcunu ödediğini bilmez, borcu ödenen de kim tarafından ödendiğini bilmezdi.

Bunu aynı zamanda zekâtından düşerdi. Günümüze gelirsek sizde zekatınızla birkaç komşunuzun veresiye borcunu ya da kirasını ödeyebilirsiniz. Çok mütevazi olmaya gerek yok, bu gün ödeyeninde, ödediği kişinin de bilinmesinin mahsuru yok.
Askıda ekmek
Bakkallarda, fırınlarda yada değişik esnaflarda askı tabelası olurdu. İnsanlar 3-5 ekmek alınca birkaç ekmek parası fazla verirlerdi. Fazlalık askıya ekmek olarak yazılırdı. Askıda kaç ekmeğin olduğu görülürdü. İhtiyacı olan insanlar gelir askıda ki ekmek durumuna göre bana üç ekmek ver askıdan olsun der, ihtiyacını alır giderdi.

Bu kahvehaneler içinde uygulanırdı. Vatandaş iki çay içer, üç çay parası verir, askıya bir çay yazılırdı. Böylece ihtiyaç sahibi insanların ihtiyaçları karşılanırdı.
Askıda ki miktar gün içerisinde azalır, çoğalırdı. Bu gün bunu yapmak mümkün mü?
Elbette istisnalar hariç bizim milletimizin gözü toktur. İhtiyacı olmadan askıdaki bedavaya tenezzül etmez.
Bu sosyal bir proje, toplumsal dayanışma ecdat yadigarı bir gelenektir.
Bugün bunun yaşatılmasında, unutturulmamasında fayda vardır.
Sadaka kutuları vardı, insanlar ihtiyaçlarını tefecinin eline düşmeden giderir sonra aldıkları kadarını geri getirir yerine koyarlardı. Bu adetler günümüzde uygulanmaz deyip kesip atmayalım. Bunları günümüz şartlarına uygun hale getirirsek hem hayır işleri devam eder, hem de istismarı önleriz.
Aksi halde insanlar ya dilenciliğe, bazen de soygunculuğa, yada faiz ve de fuhuş batağına saplanacaktır. Allah korusun.
Bunları güncelleştirerek hayata geçirirsek böylece atalarımıza layık bir millet oluruz.
Yarınlarımız bu günümüzden aydınlık olsun
Eviniz huzur ve bereket dolsun. AMİN.

Evet mi Hayır mı?

0

Eugene Ionesco’nun “Gergedan” adını taşıyan oyunundan haberdar mısınız? Oyunun sonunda, herkes gergedan haline gelir. Oyunun, Gergedan olmayı reddeden kahramanı Beranger: “İnsanım ben, insan kalacağım, tek başıma olsam bile direneceğim!…” diye haykırır. Perde, bu haykırışla iner.

İnsan olarak doğduğumuz halde insan kalamamak, başkalaşmak veya gergedanlaşmak ne kadar acı! Hepimiz her gün başkalaşıyoruz, bunun farkında değiliz. Bugünlerde “Ben böyle değildim, bana ne oldu?” dediğim oluyor kendi kendime. Yakınımda bulunanlar, dostlarım, diğer insanlar da böyle değillerdi. Daha yakındık sanki insanlara, insan olmaya. Onlara değer verir, onları anlar, onların sorunlarıyla ilgilenirdik. Ateş düştüğü yeri yaksa da biz de rahatsız olurduk düşen ateşin yaktığı yerden. Pakistan’da binlerce insan ölüyor, yirmi milyon insan evsiz kalıyor, salgın hastalıklar başlıyor; “Bana ne?” duyarsızlığı içersindeyiz. Mahallemizdeki hastalar, yoksullar; eskisi kadar ilgilendirmiyor artık bizi. Yalnız ben mi böyleyim, diyorum; kendimi haksız yere suçladığımı görüyorum. İnsanlar gergedanlaşmış, haberimiz yok. Bunu fark etmek için “Gergedan” oyununu seyretmek veya okumak gerekiyor.

Oyunun kahramanı Beranger’e göre söylenecek söz kalmamıştır, söz bitmiştir; tuz kokmuştur. O buna rağmen “İnsanım ben, insan kalacağım, tek başıma olsam bile direneceğim!…” diyebiliyor. Beranger, Necip Fazıl’ın ifadesiyle kimsenin kalmadığı yerde, “Kimse yok mu?” dendiğinde tek başına “Ben varım!” diyebilen insan tipi. Onun haykırışı, insan onurunun sesidir. Bu haykırış, bir isyan, bir direniş, bir varlık, bir sorumluluktur. Bir kahramandır o, tek başına tarihin akışına yön veren insandır o. Zaman zaman kendinizi bulursunuz onun kişiliğinde. Kekremsi bir tat verir onun her tavrı, her sözü size. Yeniden doğduğunuzu, üzerinizdeki bütün yükleri, bedeninizdeki ifrazatı attığınızı hissedersiniz onunla. Şairin “Uçan kuşlarlayım, akan sularlayım; yeniden gelmişim ben bu dünyaya.” dizelerini mırıldanırsınız.

Zaman zaman kendimi sevdiğim olur. Siz de seversiniz kendinizi. Aldığınız karar, yaptığınız eylem yanlış da olsa, bu bir silkinişse eğer, kendinizi size sevdirir. Her zaman olmaz bu, zaten olmamalı da. Ülkemiz insanı bugünlerde bir silkinişe hazırlanıyor, bir asırlık bir vesayetin silkinişi bu. “Evet ya da Hayır!” tercihine dayalı bir referandum bunun adı. “Evet!” derse, “Ben artık kendimim, kendim olmaya kararlıyım, geleceğimi kendim belirleyeceğim, efendilerden kurtulup kendim efendi olacağım, kimse beni kullanarak benim adıma beni ezmesin, aşımda da işimde de eşimde de özgür olmak istiyorum, elimi de dilimi de ben yöneteceğim…” demiş olacak. “Hayır!” derse, ben bir hiçim, gergedanlaşmış insan olmaktan memnunum; ben bilmem, ben anlamam, ben sormam; siz efendilerim benden daha iyi bilirsiniz…” demiş olacak.

İnsan hayatında olduğu gibi, toplumların hayatında da kırılma noktaları vardır. Her kırılma, bir kahraman ortaya çıkarır. Bu, bazen biz oluruz, bazen toplumun kendisi olur. Sapla samanı karıştırmanın anlamı yok. Şimdi, gergedanlaştığımızı fark etmenin, “Ben insan kalmak istiyorum.” diyerek Beranger rolü üstlenmenin tam zamanı!… Evet mi hayır mı?

Son Durak

Ne kazanlar ibret aldı nede onu seyreden,

Bir gün sende gireceksin düşünmüyorsun neden?

Bak bu mezarlıkta yatıyor babam anan ve deden,

Sustu diller anlatamaz bizlerden önce giden..

 

Daha dün kuş tüyünden döşeklerde yatarken,

Gözün doymaz biraz daha malına mal katarken,

Yalan gıybet iftiralar kardeşine atarken,

Ölüm geçmezdi aklından bak geliverdi erken..

 

Koymayın beni desende duyan olurmu seni,

Çamur olacak kefenim bakın daha çok yeni,

Toprak dolacak üstüne artık dinler kim seni,

Bak girenler haykırıyor duyamazsın sen onu..

 

Dört tahtayı kapattılar evinin damı toprak,

Dünyalara sığmıyordun kalkda bir haline bak,

Ama nasıl kalkacaksın baş açık yalın ayak,

Dünya fani anla artık orada gerçek hayat..

 

Gönlün hiç razı değildi koca koca evlere,

Halı kilimler döşerdin basmaz idin yerlere,

Ağa paşaların ismi duyulmuştu her yere,

Sonunda bak nasıl girdin sende bu kara yere..

 

Bırakmayın beni desen seni olurmu duyan,

Evlat iyal can yoldaşın seni kabire koyan,

Ömrünü nerede tükettin olunca ayan beyan,

Geriye dönüş yok artık o zaman derdine yan..

 

Münker nekir melekleri hesaba çekecekler,

İtiraz yok göreceksin hep önünde gerçekler,

O zaman göreceksin bakalım acep kim eroğlu er,

Ömrünü nerde tükettin gel gayrı hesabı ver..

 

İbrahim uyma nefsine gidenlerden ibret al,

Seyreyleyip kabirleri şöyle bir maziye dal,

Adam gibi adam olda, daim hak yolunda kal,

Dünyadan ukbaya gider mezardan geçen bu yol..

 

12 Eylül 1980 İhtilali İle İlgili Bir Hatıra ( 2 )

0

Bundan önceki yazımızda 12 Eylül 1980 İhtilalı döneminde SEKA’da çalışırken yaşadığım bir hadiseyi anlatmaya başlamış, Emniyet Müdürlüğü’ne nasıl götürüldüğümüzü yazmış ve komiserin beni sorguya çekmek üzere, beklediğimiz odadan alıp götürmesine kadar gelmiştik. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum.

Beni alıp götüren komiser önce o zaman Emniyet tarafından aranmakta olan şahısların isimlerinin bulunduğu afişin önüne götürdü. Aralarından birisinin ismini eliyle kapatıp, o şahsı tanıyıp tanımadığımı  sordu. Resme baktım ve tanımadığımı söyledim. Hakikaten gördüğüm resim, tanıdığım kimselerden değildi. Bunun üzerine “peki” deyip beni küçük bir odaya götürdü. Odada bir daktilo bayan bizi bekliyordu. Komiser Bey bir sandalyeye, ben de bir sandalyeye oturdum. Tabi bu arada meraktan çatlayacağım. “Acaba suçum ne?” diye çok merak ediyorum.

Nihayet komiser, üzerinde isim ve imza bulunmayan bir mektup çıkardı. Mektuptaki iddia şu şekildeydi:

Adana’da bir şahıs bir askeri öldürüp kaçmış. Ankara’ya gelip, o zaman SEKA’nın Ankara Alım Satım Müdürü olan Gürol Bilgin‘i bulmuş ve kendisinin saklanabileceği bir yer bulunmasını istemiş. Gürol Bey de gece vakti o aranan şahsı bir taksiye bindirip taksi parasının da tarafımdan ödenmek üzere İzmit’e bana göndermiş. Gece yarısı İzmit’e gelen taksici, adamı bizim eve getirip, Gürol Bey ile anlaştıkları gibi on bin lira taksi parasını benden istemiş. Ben de para olmadığı için gece vakti Aykut Ercilli’ye telefon edip ondan borç istemişim. O da bu kadar paranın kendisinde de olmadığını söyleyince bu defa Genel Müdür Muavini Rıdvan Yenişen’i arayıp Ondan istemişim. O da parayı bana vermiş, ben de bu parayı taksiciye vermek suretiyle onu gönderdikten sonra kaçak olan asker katilini eve alıp saklamışım.

Tabii ki bunların hiç birisinin doğru olmadığını, tamamen kuru bir iftiradan ibaret olduğunu, dilimin döndüğü kadar ifademde anlatmaya çalıştım.

Bundan sonra Rıdvan Bey ile Aykut Bey’in de ifadelerini aldılar. İfadelerimizin alınması tamamlandıktan sonra, bekletildiğimiz odada bizi alıp götüren komiser ile genel bir değerlendirme yaparken, o anda bizim evde telefon olmadığı aklıma geldi. Hâlbuki ihbar mektubunda gece yarısı evden telefon ettiğim söyleniyordu. Dolayısıyla bu bakımdan da “bu ihbarın tamamen asılsız ve düzmece olduğunu, isterseniz PTT’den bana ait bir telefonun olup olmadığını tespit edebilirsiniz” dedim. Bu teklifim üzerine Rıdvan Bey, “Komiser Bey ile beraber eve gidip yerinde tespit yapmanın daha uygun olacağını” söyledi. Bu teklif kabul edildiği için bizim eve gitmeye karar verildi. Ben ise, evde çoluk çocuk tedirgin olur düşüncesiyle eve gidilmesi taraftarı değildim. Fakat yerinde tespit yapılmasına karar verildiği için fazla da itiraz etmedim.

Alınan bu karar üzerine arabaya binip bizim o zaman ikamet etmekte olduğumuz Yenidoğan Mahallesindeki eve doğru hareket ettik. Giderken ben kolaylık olsun diye aklım sıra şoföre yol tarif ediyorum. Arada bir “şuradan sap, buradan gir” diye ikaz ediyordum. Bunun üzerime yanımda bulunan Komiser Bey, Musa Bey siz hiç zahmet etmeyin biz senin evini çok iyi biliyoruz. Çünkü biz 15 gündür senin evinin etrafında nöbet tutuyoruz dedi. Tabii ki, ben bu duruma çok üzüldüm. Ben ki kendimi Vatanını Milletini seven, ona hiçbir zarar gelmesin diye azami gayret gösteren Milliyetçi ve Muhafazakâr bir kimse olarak telakki ediyordum. Nereden bilecektim ki Devlet’in onca işi gücü arasında benim evimi 15 gün süre ile gözetletebileceğini. Ama devir İhtilal devri, idare İhtilal idaresi olduğu için böyle şeylerin olmasını yadırgamamak lazım imiş. Geç de olsa bu gerçeği öğrenmiş oldum.

Bir süre sonra eve gelip zili çaldık. Fakat cevap veren olmadı. Ben bu duruma çok sevindim. Çünkü evde yapılacak aramadan çocukların haberi olmayacak, hiç yoktan yere huzursuz olmayacaklardı. Hâlbuki umumiyetle insanlar evde kimse olmayınca üzülür. Ben ise o gün bunun tam aksine kimsenin olmadığına çok sevindim.

Bendeki anahtar ile kapıyı açıp eve girdik. Komiser salondan başlamak üzere yatak odası dâhil olmak üzere bütün odaları dolaştı  ve evde telefon olmadığını gördü. Masaya oturup zabıt tutmaya başladı. Zaptı yazmaya başlarken de aynen şu ifadeyi kullandı  ”Bu evde oturan bir kimse vatana ihanet edemez” dedi. Çünkü bizim evin duvarlarında abuk sabuk resimler yerine, çok olmamakla beraber bazı ayetlerin ve hadislerin bulunduğu bazı tablolar asılı idi. Demek ki bu durum komiseri çok etkilemişti. Komiserin söylediği bu sözler hoşuma gitmekle beraber üzüntümü azaltmaya yetmedi. Çünkü ne olursa olsun fiiliyatta suçlu muamelesi gören ve bu sebeple de evi aranan bir kimse olarak bulunuyordum.

Zabıt tutma işi tamamlandıktan sonra Emniyete geri döndük. Rıdvan Bey ile Aykut Bey’de merakla bizim gelmemizi bekliyorlarmış. Komiser onlara durumu kısaca izah ettikten sonra serbest olduğumuzu söyledi. Tabii ki hepimiz çok sevindik. Zira o günlerde Emniyet 1. Şubeye götürülenlerin günlerce dönmediğini, hatta nerede olduğuna dair herhangi bir haber alınamadığını  duyuyor ve biliyorduk.

Başımıza gelenler tamamen isimsiz ve imzasız bir ihbar mektubu yüzünden gelmişti. Hâlbuki 1964 yılında yürürlüğe giren Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair 3071 sayılı Kanunun 4.maddesi hükümleri gereğince, dilekçe sahibinin adı, soyadı ve imzası ile iş veya ikametgâh adresi bulunmayan dilekçelerin işleme konulmaması gerekiyordu.

Bahsi geçen 3071 sayılı  Kanun o gün de yürürlükteydi ve halen de yürürlükte bulunmaktadır. Ne var ki, İhtilal döneminde birçok hususta olduğunu gibi bu kanunda rafa kaldırılmıştı. Onun için boşuna dememişler ”En kötü demokrasi idaresi en iyi ihtilal idaresinden iyidir”

Bizim hakkımızda isimsiz imzasız ihbar mektubunu Sıkıyönetim Komutanlığı’na gönderen şahıs muhtemelen SEKA’lı ve belki de çok yakından tanıdığımız birisiydi. Kim olduğu hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değil. Fakat ihbarı yapan zevat her kim olursa olsun şahsım adına söylüyorum ki, ona hakkımı helal etmiyorum. Ruz i Mahşerde hakkımı alacağıma inanıyorum. Halen hayatta ise yaptığı haksız ihbar yüzünden vicdan azabı çekip çekmediğini, beni görünce de yüzünün kızarıp kızarmadığını çok merak ediyorum.

Bu hatıranın  12 Eylül 1980 İhtilalının 30′ uncu yılı münasebetiyle yazılmış olması dolayısıyla bir iki cümle ile de olsa Türkiye’de yapılan ihtilallardan bahsetmek istiyorum.

Türkiye’de yapılan ihtilalların hiç birisi Memleketimizin hayrına olmamıştır. Zira yapılan bütün ihtilallar beraberinde zulmü, işkenceyi, gözyaşını, haksızlığı, kanunsuzluğu getirmiştir. Mesela 27 Mayıs 1960 İhtilalı halkın seçtiği meşru iktidarı devirmiş, İhtilal Hükümetinin kurduğu Yassıada Mahkemelerinin hâkimleri, “sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek, DP Milletvekillerinin tamamına yakınını muhtelif hapis cezalarına çarptırmış, üç güzide devlet adamını da idama mahkûm ederek cezalarını infaz etmişlerdir. 27 Mayıs 1960 ihtilalı Türkiye’nin en az elli yıl geri kalmasına sebebiyet vermiştir. Bu ihtilal yapılmamış olsaydı Türkiye Avrupa Birliği’ne belki bundan 25-30 sene önce girecekti. Bunun neticesi olarak ta Türkiye ekonomik bakımından bugün Dünya’da 17’nci sırada değil, belki de 7’nci sırada olacaktı. İhtilallardan kaybeden Türkiye olmuştur.

Yazının fazla uzamaması  için 12 Mart 1970 muhtırasını geçiyorum.

Gelelim 12 Eylül 1980 İhtilalına. Bugün çok az kimse hariç bu ihtilalın lehinde konuşan kimse bulunmamaktadır. Askeri idarenin yapmış olduğu 1982 Anayasası da adeta yamalı bohçaya dönmüştür. Büyük bir ihtimal ile 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan referandum neticesinde de 26 maddesi daha değişecektir. Kanaatim odur ki, Türk Milletinin 12 Eylül 1980 İhtilalinden sonra yapılan işkenceleri, haksızlıkları, hukuksuzlukları unutmuş olması mümkün değildir. Bu bakımdan 1982 Anayasasının aynen devam etmesine bu milletin gönlünün razı olmayacağını zannediyorum. Sadece şunu ifade edeyim ki, 12 Eylül 1980 İhtilalında, 1.683.000 kişi fişlenmiş, 650.000 kişi gözaltına alınmış, 230.000 kişi de yargılanmış, 517 kişi idama mahkûm edilip, bunlardan bir sağdan bir soldan zihniyetiyle 50’sinin infazı yapılmıştır.

28 Şubat 1997 post modern darbeye gelince, bu darbe neticesinde de meşru Hükümete işten el çektirilmiştir. Nüfusunun %99’u Müslüman olan ülkemizde Kur’an öğrenme yaşı yükseltilmek suretiyle Kur’an öğrenilmesi zorlaştırılmış, zorunlu kesintisiz eğitim de 8 yıla çıkarılarak İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılmış, böylece de inançlı ve muhafazakâr neslin yetiştirilmesinin önü kesilmiştir. Ekonomik olarak ta Memleketimiz uçurumun kenarına gelmiştir. Nitekim bir Anayasa kitapçığının fırlatılması meselesi memlekette büyük bir ekonomik krize sebebiyet vermiştir. Çıkan kriz sonunda da Ülkemiz işsizlik, fakirlik, geri kalmışlık girdabına girmiştir. Aradan 13 sene geçmiş olmasına rağmen halen bu Post Modern darbenin izleri tamamen silinememiştir.

Bu itibarla yazımı, Cenab-ı Allah’tan bu güzelim Memleketimize bir daha ihtilal göstermemesi niyazı ile noktalıyorum.

Referanduma yoğunlaştı bütün Türkiye

Biz de…

Güneydoğu ile ilgili, PKK‘nın uzantısı olan parti yetkililerinin, belediye başkanlarının ayrı bir devlet talepleri bile güme gidiyor.

Baydemir, Demirtaş, Tuğluk, Türk, ayrı ayrı demeç veriyorlar.

“Bizim bayrağımız ayrı,

Bizim dilimiz ayrı,

Bizim parlamentomuz ayrı,

Devletimiz ayrı olmalı.

Taleplerimiz budur.”

Başbakan’dan TIK yok.

Neden?

– Referandum için bölgedeki oylara ihtiyacı var.

Bu arada Türkiye’nin ekonomisi ile ilgili göstergeler gündeme gelemeyip,  güme gidiyor.

İthalat almış başını,  gidiyor.

İhracat ise, üretimi ithalata bağlı ürünlerle yetişmek bir yana,  ithalat ile arasındaki makas git gide açılıyor.

Dış ilişkilerde Türkiye’nin alay konusu yapılması gündemde yer bulamayıp,  güme gidiyor.

En son yaşanan bir gelişmeden bahsedeceğim size.

Basında yer bulmakta zorlandı bu haber de diğerleri gibi.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan hakkında bir demeci oldu.

–  “Erivan’la sessiz diplomasi yürütüyoruz” demiş, görev süresinin ne kadar olduğunu kendisi bile bilmeyen Cumhurbaşkanı Gül.

‘Sessiz diplomasi’nin diplomatik lisanda karşılığı nedir, ben bilmem.

İlk aklıma gelen, bir araya gelen diplomatların pantomim sanatçıları gibi, işaret ve vücut diliyle konuşmaları oldu.

Ama öyle olmadığını çok geçmeden anladık.

Bu sessiz diplomasiden bizim tarafın haberi varmış,  ancak Ermenistan bihaber bu konuda.

Bakın Ermenistan Dışişleri Bakanı‘nın, Cumhurbaşkanı Gül’ün bu demeci hakkında düşüncelerini soran gazetecilere verdiği cevaba.

– “Türkler herhalde kendi kendilerine konuşuyorlar.”

Güler misin, ağlar mısın?

Bunların ‘ak’ dediğine ‘kara’ mı dersin?

Yoksa ‘evet’ dediğine ‘hayır’ mı?

 

Referandum ve Genel Seçim Sonuçları Zıt Olursa

Geçen haftaki yazımızda 12 Eylülde yapılacak halkoylaması ile 2011 Genel Seçimlerinin sonuçlarının birbirini etkilemekle beraber, seçmenin iki tercihinde farklı 4 sonuç çıkma ihtimalinin olduğunu belirtmiştik.

  • a- Referandum sonucu “evet” ve genel seçim sonucu AKP iktidar
  • b- Referandum sonucu “hayır” ve genel seçim sonucu AKP muhalefet.
  • c- Referandum sonucu “evet” ve genel seçim sonucu AKP muhalefet
  • d- Referandum sonucu “hayır” ve genel seçim sonucu AKP iktidar

Bu dört sonuçtan ilk ikisinin gerçekleşmesi halinde tarafların beklentileri ve endişelerini ortaya koymaya çalışmıştık. Bu gün de diğer iki ihtimali değerlendirelim istiyorum.

  • Ø Referandum sonucunda “evet” oylarının çok çıktığı ve fakat genel seçim sonucu AKP’nin muhalefete düştüğü ihtimalinde
  • 1. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün görev süresi sonunda R.T. Erdoğan aday olmak isteyecektir. Ancak Cumhurbaşkanının görev süresinin 5 yıl mı, 7 yıl mı olduğu tartışmaları yeni hükümetin tercihine göre yön değiştirebilecektir. Yeni hükümet Abdullah Gül ile bir yıl veya 3 yıl daha geçirmek ve R. Tayyip Erdoğan’ın seçilme ihtimalinin kalmadığı bir zamanda seçime girmek arasında bir tercih yapmak durumunda kalabilir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yeni hükümeti oluşturan taraflar makul bir aday etrafında anlaşabilir. R. Tayyip Erdoğan’ın veya A. Gül’ün (5 yıl ve iki kere kuralı uygulanırsa, yeniden) seçilme ihtimali pek kalmaz.
  • 2. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nun yapısı seçimlere kadar mümkün olduğu kadar değiştirilir. Yapılan değişiklikler seçime kadar bu Mahkeme ve Kurulda AKP’ye yakın kişilerin çoğunluğa geçmesini sağlar mı? Anayasa Mahkemesi açısından bu sorunun cevabı için asil üyeliğe geçecek 4 kişinin kimliğini tanımak, seçime kadar yaş haddinden emekliye ayrılacak üyelerin kimliği ve sayısı gibi ilave bilgilere ihtiyacımız olacak. Anayasa Mahkemesinde yedek üyelerin asil üye haline gelmesi sebebiyle seçimlere kadar mevcut yapısının iktidar yanlısı hale getirilmesi zor görünüyor. HSYK’da ise üye sayısının 7 den 22 ye çıkarılması sebebiyle ve referandum sonuçlarından da alınacak moralle değişim hemen gerçekleştirilebilir.
  • 3. PKK/ BDP kanadının özerklik taleplerinin fiiliyata geçmesi için BDP’li belediyelerin önlerinde PKK bayrakları asılması, bu bölgede fiilen resmi işlerde Kürtçenin birinci dil olarak kullanılması emrivakisi ile karşılaşılabilir. Ancak seçimlere kadar AKP Hükümetinin bu alandaki baskılara direnmesi beklenmektedir.

Seçimler AKP’nin yenilgisiyle sonuçlanırsa “Kürt Açılımı”ndan sonra yaşadığımız PKK/BDP kanadından gelen bu tür uç talepler rafa kalkar. Fakat seçimden AKP-CHP koalisyonu çıkarsa bu konudaki gelişmeleri bu günden kestirmek zor olur.

  • 4. Ekonomik durum seçimden sonra kurulacak hükümetin yapısına bağlı olacaktır. Özelleştirme ve uzun vadeli imtiyaz sözleşmeleri konusu kurulacak hükümetin politikalarına bağlı olarak değişebilecektir.
  • 5. “Ergenekon“, “Balyoz” vb davalar seçime kadar aynı şekilde devam eder, Sermaye ve medya üzerindeki vergi cezası benzeri uygulamaların korkusu seçimlere sindirilmiş bir muhalefet ile girilir. Seçim sonucundan sonra bu davalarda süreç tersine döner.
  • Ø Referandum sonucunda “hayır” oylarının çok çıktığı ve fakat genel seçim sonucu AKP iktidarının devamı ihtimali en zayıf ihtimaldir. Halkoylamasında varını yoğunu ortaya koyan AKP’nin SP, BBP ve kısmen BDP desteğiyle evet çıkartamaması halinde seçimlerden iktidar çıkması çok zor olmakla beraber bu ihtimale göre beklenen muhtemel gelişmeleri aktaralım.
  • 1. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün görev süresi sonunda R.T. Erdoğan mutlaka aday olmak isteyecektir. Seçimin rüzgârıyla Cumhurbaşkanı seçilmek isteyeceği için Abdullah Gül’ün görev süresinin 5 yılsonunda dolduğu tezini kabul ettirecektir. Bu durumda 2 sene sonra Cumhurbaşkanı seçimine gitme durumu söz konusu olacaktır. Ancak Erdoğan’ın seçilme ihtimalinin, muhalefetin ortak makul bir adayda birleşmesine bağlı olacağı göz ardı edilmemelidir.
  • 2. AKP seçimlere kadar olan zaman diliminde, PKK/ BDP kanadından gelecek taleplere şiddetle direnecektir. G.Doğu Anadolu Bölgesi haricindeki oyları artırmak için “tek vatan, tek bayrak, tek millet” sloganını daha sık kullanacaktır. Ancak seçimden sonra Irak’tan çekilmekte olan ABD’nin bölge politikalarına uygun davranma ihtiyacını daha çok duyacaktır. Bu da “özerklik” taleplerinin Türk toplumuna kabul ettirme yönünde çalışılacağı anlamına gelecektir.
  • 3. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’de mevcut yapı korunacağı için AKP iktidarının kontrolsüz bir güç haline gelmesi söz konusu olamayacak, iktidar- Yüksek Yargı çatışması devam edecektir.
  • 4. Ekonomi mevcut durumunu korur. Özelleştirme ve uzun süreli imtiyaz sözleşmelerinin bir kısmı yargı engeline takılır.
  • 5. Ergenekon vb davalar, muhalif güçleri sindirme gayretleri aynen devam edecek. AKP iktidarı ile yüksek yargı arasındaki güç çatışması “Başkanlık ve Yarı Başkanlık” hayallerini gerçekleştirme yolundaki en önemli engeller olacaktır. R.T.Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilebildiği taktirde, Türkiye’de sistem değişikliğine gitme arzusu Yüksek Yargı engeline takılacaktır.

Bütün bu ihtimalleri seçmen kitlesinin ne kadarının düşünmekte bilmemiz mümkün değil. Seçim anketleri konusunda güvenilir isim olan Adil Gür’ün tespitine göre, seçmenin %45’inin halkoylamasının ne için yapıldığından bile bilgisi yokmuş. Ama Türkiye için projeleri olan iç ve dış güçlerin bütün bu ihtimalleri ve fazlasını düşündüklerinden eminim.

Ben yine de milletimizin yüksek sezgi kabiliyeti ile en doğru kararı vereceğini ümit etmek istiyorum.

*******

Bütün okuyucularımın idrak etmiş olduğumuz Kadir Gecelerini ve mübarek Ramazan Bayramlarını tebrik ediyorum. Bu kutlu günlerin hayırlara vesile olmasını diliyorum.

 

 

Nadim

Hevesle her mevsime
çat kapı misafir olmak güzeldi.
Kim bilir,
ömrün sonbaharıdır dem aldığın.
Zemheri öyle yakın,
Gafletle avunduğun
günahlardan vazgeç.
Hele isyan mı? Uzak dur!
Heyelan olur
anlamı kaybolursa hayatın,
Vicdan temiz kalsın.
Yatsı görmemiş
kandil karası sinmeden yüzüne,
Tövbe kapısında adın olsun.
Unutma,
adem sözü ne?
Saklandığın tenhalardaki
aynaları artık kır.
” Hafızayı beşer nisyan ile malul ” de,
haykır.
Uyan teheccüde,
ta fecre kadar af dile sen.
Sanki sabi çocuk gibi uyu,
uyan yine sen!

İnsan mı? Hayvan mı? Üstün

Hadiseye şu şekilde bakmak gerekiyor yüce yaratıcı hem insan hem hayvan konusunda ne buyurmuştur. Kuran’ın en iyi uygulayıcısı Peygamber efendimiz(s.a.v)  Hayvan hakları konusundaki yaklaşımları nasıl olmuştur bir bakalım.

Kur’an En’am, suresinin 38. ayetinde Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Bunlara benzer çok ayetler olmasına rağmen bu iki ayetle yetineceğim.. Allah(c.c) yarattıklarına bu zaviyeden bakarken. Bizler yıllardan beri hayvanları hiçe saydık, küçük gördük, hakir gördük, Sürece bakıldığında; bir çok kötü örneklemelerle, sözlerle, atasözleri ile günümüze kadar gelen hayvan algısı hiçte kurani manada, peygamberi manada hiçte insani manada olmadığını hepimiz görüyoruz. Sizce ne olmuştur da insanlık bu kadar hayvanlara karşı zalim olmuştur. Hayvanlara ve doğaya her türlü katliamı yapmayı kendisine hak görmüştür.

Kuran’ı en iyi anlatan, yaşatan, peygamber efendimizin(s.a.v) söylediklerinden ve uyguladıklarından anlaşılanın Mustafa Bektaşoğlu Diyanet dergisinde çıkan yazısında nasıl tarif ediyor bir bakalım. “Dinimiz, hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini hadisi şeriflerde güzel bir şekilde anlatmaktadır. Hayvanlara gösterilmesi gereken merhametten, eziyet ve hakareti yasaklamaya; onları sevip okşamaya, gıda ve temizliklerine ihtimama, yavrularının bakım ve korunmasına kadar hiçbir şeyi ihmal etmemiştir.

İslâm dininde bütün mahlukata şefkatle muamele yapılması bir görevdir. Bilhassa hayvanlara zulüm edilmeyip iyi bakılması lazımdır. Hayvanları pek çok yormamalıdır, dövmemelidir. Hayvanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Hak Tealâ’dan başka yardımcısı, koruyucusu yoktur. Hayvanların riayet edilecek hakları vardır. Yiyeceklerini, içeceklerini vaktinde vermek, tımarlarına bakmak, haklarında rıfk ile, merhamet ile muamelede bulunmak lazımdır. Her cins başka bir hizmet için yaratılmıştır.” (Mustafa Bektaşoğlu Diyanet dergisi aralık 1999 sayı 108 http://www.diyanet.gov.tr/turkish/DIYANET/ara99/gundem2.htm)

Hadislerde hayvan hakları konusunda ısrarlı bir şekilde vurgulanan husus, onların yaşama haklarıdır.

İslam dini bırakın fiziksel olarak yapılan baskı ve zumlu, hayvanlara yapılan manevi bir baskıyı bile kabul etmiyor.

Osmanlıda Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi, zamanın en büyük âlimlerindendi. Herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Sık sık toplantılar düzenler sohbetler yapardı.. sohbetlerinin birisinde şu şekilde bir diyalog gelişir.

– Hocam, en çok hangi kuşları seversiniz?

– Ben sadece kuşları değil, bütün hayvanları fazlasıyla severim.

– Peki hocam, insanlarla alâkalı ne düşünüyorsunuz?

– İnsanları da severim; ama hepsini değil. Hayvanların hepsi sevilmeye lâyık oldukları halde, insanların hepsi sevilmeye lâyık değildir. Bazı insanlar davranışlarıyla hayvanlardan daha aşağı düşerler.

– Sizce insan mı hayvandan üstün, yoksa hayvan mı insandan?

İnsanlar hayvandan üstün yaratık olmalarına rağmen, hayvanların da insandan üstün tarafları vardır. Meselâ onların içinde hiçbir müşrik ve münkir, hiçbir yalancı-dolandırıcı ve sahtekâr yoktur!

Sizce ne oldu da toplumumuz hayvanlara karşı bu kadar acımasız bu kadar vurdum duymaz oldu. Doğa ve hayvanlarla ilgili konunun referans kodları genel olarak aldığı toplumsal ve aileden gelen eksik bilgilerle oluştuğundan hadi halkımızda algı problemleri var diyelim. İslami bilgisi olanlar, İslami hassasiyetleri olanların hayvan hakları konusunda dinin bu kadar öğretisi olmasına rağmen, vurdumduymaz olmasını anlayamıyorum.

Ayrıca yasaları uygulamakla mükellef olan yöneticiler. Hadi diyelim vicdanları ve toplum baskısı onları olumsuz kararlar almasını sağlıyor. Ancak birde uygulamakla yükümlü oldukları 5199 sayılı HAYVANLARI KORUMA KANUNU var. Bu Kanunu uygulamamakla aslında sizce suç işlemiyorlar mı? Ne dersiniz?

 

Umre ve Türk Tecrübesi

0

Muhterem okuyucular, öncelikle, bir süredir akademik yoğunluğum sebebiyle yazılarıma ara vermek durumunda kaldığım için sizlerden özür diliyorum.

Geçen yaz Amerika’da dinî hayat ve dinî çoğulculukla ilgili ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ve Fullbright’ın ortaklaşa düzenledikleri Study of United States Institutes programına davet edilmiş, program kapsamında Amerika’nın bazı yerlerini ve buralardaki dinî hayatı görme imkânı bulmuştum. Bu programla ilgili bazı değerlendirmelerimi bir başka yazıda ele almak istediğim için programdan bahsetmeyi bu noktada bırakıyorum. Ancak on sekiz ülkeden katılımcının bulunduğu programda Ürdünlü bir arkadaşımın, İslâm dünyasına dair yaptığımız bir sohbet esnasında söylediği bir tespit hayli önemliydi: “İslâm dünyasının Türk tecrübesine ihtiyacı var!”

Bu sözle ne demek istediğini yakın zamanda gerçekleştirdiğim Umre ziyaretim esnasında anladım…

Hac ve Umre ibadetleri İslâm dininin, insanın gelişimine katkıda bulunan, önemli ibadetlerindendir. Gelişimine diyorum, zira bu ibadetleri yerine getirmek üzere kutsal topraklara giden Müslümanlar pek çok açıdan kendilerini eğitmek durumundadırlar. Eğitim süreci ibadetin başlangıcından sonuna kadar ve hatta sonrasında da devam eder.

Peki, nedir bu eğitimin esasları?

Pek çok esası olmakla birlikte özellikle ihramla başlamak üzere kişinin kendini dünyevî zaaflardan soyutlaması, etrafına ve kendine zarar verici her türlü hareketten uzak durması ve saygılı olması, bu esasların başında gelmektedir.

İşte bu noktada Umre ziyaretinde bir Müslüman olarak iki zıt duyguyu bir arada yaşadığımı ifade etmek isterim. Bu duygulardan bir tanesi farklı coğrafya ve kültürlerden gelen diğer Müslüman kardeşlerimizin bir kısmının sergiledikleri tutum karşısında duyduğum üzüntü ile dedelerimizin İslâm yorumlarına binaen aktardıkları adabın güzelliği ve bu güzelliğin hala aktarılıyor olmasının verdiği gurur ve mutluluk…

Daha önceki yazılarımda zaman zaman ifade ettiğim bir husus vardır: İslâm dini insana bir asalet ve adab kazandırır. Her ibadetin insana bu anlamda farklı bir incelik katması söz konusudur. İşte yukarıda bahsettiğim duygu çarpışmasını tam da bu açıdan yaşadığımı söyleyebilirim. Zira bazı ülkelerden gelen din kardeşlerimizin, manevî heyecanla olsa gerek, ibadetlerini yapabilmek adına çevrelerindeki diğer kardeşlerine zarar verebildiklerini üzülerek gördüm… Gidenlerimiz bileceklerdir, bilhassa tavaf esnasında ve Mescid-i Nebevî’de Ravza-i Mutahhara’da ciddi bir hengâme yaşanabiliyor. Bu hengâme ise o mübarek beldelerde var olması gereken sükûnu, huzuru ve hoşgörüyü korumayı zorlaştırabiliyor.

Halbuki Allah’ın rızasını kazanmaya çalışırken başkalarına eza çektirmek ne kadar doğrudur? İbadetin vakar ve sabırla yerine getirilmesi her bakımdan daha doğru iken söz konusu hengâmeye yol açmanın anlamı var mıdır? Ne yazık ki İslâm dünyasının bir kısmının bu konuda yeniden bir eğitim sürecine girmesine ve değerlerimizin yeniden üretilmesine ciddi biçimde ihtiyacı olduğu kanısındayım…

Bu noktada da özellikle Türk hacıların sergiledikleri adabı, bu adabı bizlere aktaran dedelerimizi rahmetle yâd ederek, takdir ettiğimi belirtmek isterim. Çünkü dinimizin değerlerinin doğru aktarılması ve yaşanması her şeyden önce bir eğitim meselesidir. Bu anlamda, pek çok sorunumuza rağmen, dinimizle ilgili güzel hassasiyetlerin ve inceliklerin hâlâ nesilden nesle aktarıldığını görmek benim için hakiki bir mutluluk ve gurur vesilesi oldu…

Beni etkileyen ve üzen bir diğer husus ise, bu mübarek beldelerde dinimizin gönderildiği ve yayılmaya başladığı ilk dönemlere dair pek çok hatıranın muhafaza edilmemiş olmasıdır. Başta Hz. Peygamber (S.A.V.)’e ait olmak üzere pek çok tarihi vakaya dair izlerin birçoğu ya silinmiş ya da yavaş yavaş silinmeye başlamıştır. Bu esnada ecdadımızın bu mübarek beldelere yaptığı hizmetlerin, bu hatıraların korunmasına dair gösterdiği çabaların ve eserlerin de izlerini görmek artık pek mümkün değil. Dolayısıyla, bölgede hâkim olan anlayışın “şirk” korkusuyla yaptığı bu uygulamaların neticesinde, tarihî bilgi almak dışında pek fazla hatıra görememek insanı hayal kırıklığına uğratıyor.

Her iki mübarek şehrin genel çehresine baktığınızda, daha fazla itina ve bakım gösterilmesi gerektiğini de düşünmeden edemiyorsunuz. Buna halkın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntının resmi de eklenince, tabir-i caizse, iki ayrı dünyayı bir arada yaşar gibi oluyorsunuz: Harem ve Harem’in dışında kalan şehir… Güzel bir rüyaya dalmak ve uyanmak gibi…

Netice itibariyle, mübarek beldelerde bulunmanın huzuru ve mutluluğunun yaşandığı ama aynı zamanda ümmete dair ciddî problemlerin de tespit edilme imkânı bulunduğu bir umre ibadeti gerçekleştirmenin hazzını duymaktayız… Dilerim Allah-ü Teâlâ (C.C.) bizlerle birlikte tüm isteyenlere bu güzellikleri tekrar tekrar yaşamayı ve sahip olduğumuz tecrübenin zenginleştirilerek yeniden üretilmesi ile problemlerin çözümünde katkı sahibi olmayı tez vakitte nasip eder…

Bu vesile ile yaklaşmakta olan Ramazan Bayramınızı tebrik eder dualarımızın kabulüne vesile olmasını niyaz ederim.

Hakan Şükür, TRT ve Faşizm

Son günlerde işin ölçüsü iyice kaçtı. Genelde  yaşananlara karşı, sessiz kalmaya çalışıyorum. Çünkü bazı şeyleri binlerce kez tekrar tekrar söyledim, yazdım ve anlattım.

Ayrıca adam olana laf bir kez söylenir. Bizim söylediğimiz laf ise bini aştı.

Ülkemiz bizce sonu  malum olan bir meçhule sürüklenmeye çalışılıyor. Ancak bazı gözler ve akıllar bunu hemen keşfederken bazılarımız ise bile bile lades demeye devam ediyor.

Olsun canları sağolsun. Herkes bizim insanımız ve kardeşimiz. Birileri ezilse bile hep  yanlışlara karşı direnecek, birileri de sonuca göre kaymak yemeye devam edecek.

Ancak yine de canımızı sıkan şeyler oluyor.

Bunlardan biri de TRT’nin kadrolu yorumcusu, Türk futbolunun efsane ismi Hakan Şükür’ün “evet”çiliğe soyunması  ve AKP’nin Diyarbakır mitinginde Başbakan Erdoğan’la kürsüye çıkması oldu.

Ey Hakan Şükür! sen siyaset yapabilirsin, tercihini açıklayabilirsin, ancak bunları yaparken TRT’de ballı maaşla yorumculuk yapamazsın.

Onun için derhal TRT’den istifa et ve TRT’de yorumculuğu bırak.

TRT’nin kimseyi takmayan  genel müdürü İbrahim Şahin bey, Hakan Şükür’ün işine hemen son ver. Aksi halde senden her iki dünyada da davacıyım.

TRT; iktidarın ve amerikancı cemaatin değildir. TRT, Türk milletinindir.

TRT vatandaşın vergileri ile oluşan bütçeden ve devlet televizyonu olması sebebiyle oluşan yasal gelirlerden para bulmaktadır.

Bu sebeple vatandaşımız, kendi televizyonunda siyasete girmiş ve cemaatle ilişkisini inkar etmeyen bir eski futbolcuya ömründe asla göremeyeceği paraların ödenmesine razı değildir.

Acaba bu paralar “evet” tercihinin bir karşılığı olarak mı ödenmektedir? Böyle olduğu konusunda derin endişeler mevcuttur.

Ülke bir bilinmeze doğru her türlü yöntem denenerek götürülmeye çalışılırken, devlet kuruluşlarını bu yolda  kullanmak,akıllara zarar verici  işlerdir.

Hanefi Avcı’nın iddialarına karşı bu iddiaların muhataplarının ne kadar büyük bir sessizlik içinde olduğunu görüyorsunuz. Şimdi de karşımızda başka bir devlet kuruluşu olan TRT, İbrahim Şahin ve yılda 800 bin TL. aldığı konuşulan Hakan Şükür var.

Demokrasi şu an sporcu, sanatçı, bürokrasi, siyasetçi, sanayici ve bilcümle iktidar yalakası kullanılmak suretiyle  rafa kaldırılmış durumda. Hakan Şükür ve benzerleri de bunun birer örneği. Hepsi paranın peşinde “evet”çi kesilmişler.

Demokratik imparotorluğun bu son merhalesinde  değişik baskılar ve menfaat temini ile halk tercihe zorlanıyor. Hakan Şükür gibilerde işin garnitürü. Bunun adına “faşizm” denilir.

Parayla, pulla, baskıyla, işsizlikle ve nihayet açlıkla tehdit edilen halkın “evet” kararı vermesi  isteniyor. Bu yolda herşeyi yapın ama devletin kuruluşlarını kullanmayın. Çünkü devletin parası saçı bitmemiş yetimin hakkıdır. O yetimler gün gelir size çok kötü çarpar.