Umre ve Türk Tecrübesi

69

Muhterem okuyucular, öncelikle, bir süredir akademik yoğunluğum sebebiyle yazılarıma ara vermek durumunda kaldığım için sizlerden özür diliyorum.

Geçen yaz Amerika’da dinî hayat ve dinî çoğulculukla ilgili ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ve Fullbright’ın ortaklaşa düzenledikleri Study of United States Institutes programına davet edilmiş, program kapsamında Amerika’nın bazı yerlerini ve buralardaki dinî hayatı görme imkânı bulmuştum. Bu programla ilgili bazı değerlendirmelerimi bir başka yazıda ele almak istediğim için programdan bahsetmeyi bu noktada bırakıyorum. Ancak on sekiz ülkeden katılımcının bulunduğu programda Ürdünlü bir arkadaşımın, İslâm dünyasına dair yaptığımız bir sohbet esnasında söylediği bir tespit hayli önemliydi: “İslâm dünyasının Türk tecrübesine ihtiyacı var!”

Bu sözle ne demek istediğini yakın zamanda gerçekleştirdiğim Umre ziyaretim esnasında anladım…

Hac ve Umre ibadetleri İslâm dininin, insanın gelişimine katkıda bulunan, önemli ibadetlerindendir. Gelişimine diyorum, zira bu ibadetleri yerine getirmek üzere kutsal topraklara giden Müslümanlar pek çok açıdan kendilerini eğitmek durumundadırlar. Eğitim süreci ibadetin başlangıcından sonuna kadar ve hatta sonrasında da devam eder.

Peki, nedir bu eğitimin esasları?

Pek çok esası olmakla birlikte özellikle ihramla başlamak üzere kişinin kendini dünyevî zaaflardan soyutlaması, etrafına ve kendine zarar verici her türlü hareketten uzak durması ve saygılı olması, bu esasların başında gelmektedir.

İşte bu noktada Umre ziyaretinde bir Müslüman olarak iki zıt duyguyu bir arada yaşadığımı ifade etmek isterim. Bu duygulardan bir tanesi farklı coğrafya ve kültürlerden gelen diğer Müslüman kardeşlerimizin bir kısmının sergiledikleri tutum karşısında duyduğum üzüntü ile dedelerimizin İslâm yorumlarına binaen aktardıkları adabın güzelliği ve bu güzelliğin hala aktarılıyor olmasının verdiği gurur ve mutluluk…

Daha önceki yazılarımda zaman zaman ifade ettiğim bir husus vardır: İslâm dini insana bir asalet ve adab kazandırır. Her ibadetin insana bu anlamda farklı bir incelik katması söz konusudur. İşte yukarıda bahsettiğim duygu çarpışmasını tam da bu açıdan yaşadığımı söyleyebilirim. Zira bazı ülkelerden gelen din kardeşlerimizin, manevî heyecanla olsa gerek, ibadetlerini yapabilmek adına çevrelerindeki diğer kardeşlerine zarar verebildiklerini üzülerek gördüm… Gidenlerimiz bileceklerdir, bilhassa tavaf esnasında ve Mescid-i Nebevî’de Ravza-i Mutahhara’da ciddi bir hengâme yaşanabiliyor. Bu hengâme ise o mübarek beldelerde var olması gereken sükûnu, huzuru ve hoşgörüyü korumayı zorlaştırabiliyor.

Halbuki Allah’ın rızasını kazanmaya çalışırken başkalarına eza çektirmek ne kadar doğrudur? İbadetin vakar ve sabırla yerine getirilmesi her bakımdan daha doğru iken söz konusu hengâmeye yol açmanın anlamı var mıdır? Ne yazık ki İslâm dünyasının bir kısmının bu konuda yeniden bir eğitim sürecine girmesine ve değerlerimizin yeniden üretilmesine ciddi biçimde ihtiyacı olduğu kanısındayım…

Bu noktada da özellikle Türk hacıların sergiledikleri adabı, bu adabı bizlere aktaran dedelerimizi rahmetle yâd ederek, takdir ettiğimi belirtmek isterim. Çünkü dinimizin değerlerinin doğru aktarılması ve yaşanması her şeyden önce bir eğitim meselesidir. Bu anlamda, pek çok sorunumuza rağmen, dinimizle ilgili güzel hassasiyetlerin ve inceliklerin hâlâ nesilden nesle aktarıldığını görmek benim için hakiki bir mutluluk ve gurur vesilesi oldu…

Beni etkileyen ve üzen bir diğer husus ise, bu mübarek beldelerde dinimizin gönderildiği ve yayılmaya başladığı ilk dönemlere dair pek çok hatıranın muhafaza edilmemiş olmasıdır. Başta Hz. Peygamber (S.A.V.)’e ait olmak üzere pek çok tarihi vakaya dair izlerin birçoğu ya silinmiş ya da yavaş yavaş silinmeye başlamıştır. Bu esnada ecdadımızın bu mübarek beldelere yaptığı hizmetlerin, bu hatıraların korunmasına dair gösterdiği çabaların ve eserlerin de izlerini görmek artık pek mümkün değil. Dolayısıyla, bölgede hâkim olan anlayışın “şirk” korkusuyla yaptığı bu uygulamaların neticesinde, tarihî bilgi almak dışında pek fazla hatıra görememek insanı hayal kırıklığına uğratıyor.

Her iki mübarek şehrin genel çehresine baktığınızda, daha fazla itina ve bakım gösterilmesi gerektiğini de düşünmeden edemiyorsunuz. Buna halkın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntının resmi de eklenince, tabir-i caizse, iki ayrı dünyayı bir arada yaşar gibi oluyorsunuz: Harem ve Harem’in dışında kalan şehir… Güzel bir rüyaya dalmak ve uyanmak gibi…

Netice itibariyle, mübarek beldelerde bulunmanın huzuru ve mutluluğunun yaşandığı ama aynı zamanda ümmete dair ciddî problemlerin de tespit edilme imkânı bulunduğu bir umre ibadeti gerçekleştirmenin hazzını duymaktayız… Dilerim Allah-ü Teâlâ (C.C.) bizlerle birlikte tüm isteyenlere bu güzellikleri tekrar tekrar yaşamayı ve sahip olduğumuz tecrübenin zenginleştirilerek yeniden üretilmesi ile problemlerin çözümünde katkı sahibi olmayı tez vakitte nasip eder…

Bu vesile ile yaklaşmakta olan Ramazan Bayramınızı tebrik eder dualarımızın kabulüne vesile olmasını niyaz ederim.