13.3 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1181

Kavramlar ve Dolma Biber – 1

0

Demokrat, Çağdaş, Modern.

Ne alaka dediğinizi duyar gibiyim,

Hemen belirteyim.

Şu alaka,

Size alakasız gelebilir ama,

Ben kavramları dolma bibere benzetiyorum.

Kavramlar sizin onlara yüklediğiniz anlama göre değer kazanırlar.

Yani dolma biberlerin içerisini neyle doldurduğunuz önemli.

Eğer pirinç, kıyma vb. güzel şeylerle doldurursanız,

Türk mutfağını yansıtır.

İnsanımızın damak zevkine uygun, çok lezzetli yemek olur.

Ama siz onların içerisini kum, çakıl ve necasetle doldurursanız,

O zaman insanımızın sağlığını da sinirlerini de bozmuş olursunuz.

Şimdi bu dolma biberlerin içerisini doldurmaya başlayalım.

Demokrat: demokrasiyi benimseyen..

Demokrasi ise; ortak payda, ortak kültür.

Ötekileştirmeden birlikte yaşama sanatı,

Farklılıklara saygı..

Yani farklı inanç, kültür, yaşam, giyim ve kuşam tarzlarına saygı..

Dil, din, inanç, mezhep, tarikat, cemaat,

Irk ve renk ayrımı yapmadan,

Herkes için eşitlik, herkes için özgürlük ve herkes için adalet..

Ben değil, biz diye bilmek..

Ötekileştirmeden içselleştirebilmek,

Farklılıklarımızı kavga sebebi değil,

Zenginlik olarak algılamak.

Paylaşmasını bilmek,

Hayatın paylaştıkça daha güzel olduğunun farkına varmak.

Bu dolma biberin içerisini biz neyle doldurduk şimdi?

Kıyma ve pirinçle, ağzınıza layık, afiyet olsun..

Demokrat ve medeni insanlara yakışanda budur.

Çağdaş: çağın gerektirdiği bilgi ve beceriye sahip olmak.

Çağın gerektirdiği teknolojiyi kullanmaktan öte onu üretebilmek.

Bencillikten uzak paylaşmasını bilmek.

Takım olmayı başarabilmek.

Kafası çalışan, düşünen ve üretebilen.

İçi bilgiyle dolu aydın kafaya sahip insan yâda insanlar.

Şekle değil, içeriğe önem veren..

Modern: insan onur ve haysiyetine yakışan. Davranışlar sergilemek,

Çünkü insan yeryüzünün en saygın varlığıdır.

İnsan varlık âlemi içerisinde Allah’ın muhatap kabul ettiği tek canlı çeşididir.

Düşünceleri sadece bu günle sınırlı kalmayan,

Geçmişi bilen geleceği şekillendirebilen,

Uzun vadeli düşünebilen,

Başkalarının gündeminden haberi olan,

Ama ona takılıp kalmadan, kendi gündemini oluşturabilen..

Sözde, davranışta, müzikte ve mimaride estetik anlayışa sahip olmak,

Ben bu kavramlardan bunları anlıyorum.

Şimdi bu dolma biberin içerisini neyle doldurduk?

Ağzınıza layık,

Afiyet olsun.

Medeni insanlar olmak ne güzel değil mi?

devam edecek

Kilisede Buluşalım İnşallah

“Dağlar dağladı sizi

Gören ağladı sizi

Siz feleğe ne ettiz?

Çapraz bağladı sizi”

Van’da 1915 katliamında çapraz bağlanan Müslümanlar için Ermenilerin def çalarak söyledikleri türkünün ilk nakaratı böyle. İkincisi de şöyle:

“Dağlarda, meşelerde

Gülsuyu şişelerde

Biz sizi aldık

Kocalarınız kaldı köşelerde”

Kendini Mermit Çayına atan kadınlar, Zeve’de doğranan çocuklar, Mollakasım’da yaşanan vahşet..

“Yağmur yağar üstünüze

Haber verin Paşa’nıza

Cevdet Paşa sizi severse

Çadır kurar üstünüze”

Bunları eski Millî Eğitim Bakanımız Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in ‘Görenlerin Gözü ile VAN’DA ERMENİ MEZÂLİMİ’ adlı kitabından aldık. Mustafa Çalık’ın sahibi olduğu Cedit Yayınları 2005’te 2. Baskısını yapmış. Zaman Gazetesi’nin 1997-98’lerde yayınladığı ‘Bağrımıza Saplanan Hançer: MİSYONER OKULLARI’ yazı dizisinden de çok istifade etmiştik.

19 Eylül’de Akdamar Adası’ndaki âyini ve Heybeliada’daki etkinliği görünce gözlerim doldu, mutlu oldum. Ama Ayasofya’ya hac yapmak için gelecek Haç’lı kardeşlerimin vazgeçtiğini duyunca sevincim yerini kedere bıraktı. Referandumdan sonra bu gibi güzel haberlerin artarak sürmesini umarım.

‘Müslüman bir delikten iki kere ısırılmaz.’ Hele hele şu tarihçiler pişmiş aşa su katarlar. Yok tarihten ders alın, yok geçmiş ibretler vesikasıdır diye.. Neymiş efendim o olaylar 95 sene önceymiş. Avrupa Birliği yolunda artık bu yoldan geriye dönüş mü olurmuş?

Elhak, ben de aynı kanaatteyim. Lâkin şeytan da bırakmıyor ki birâder. İllâ alt yazılı bir fotoğrafı maillemiş, yerli yersiz gönderivermiş. E benden günah gitti; takdim ediyorum netekim. Hayırlı seyirler dilerim.

Balta ile Katliam: İzmit’in Kullar Köyü’nde Ermeniler tarafından balta ile katledilen Müslümanlardan bir kısmının olaydan sonra çekilen fotoğrafı;

1- Boşnak Malik

2- Abdülmecid oğlu Ali

3- Ali oğlu Seyid (14 yaşında)

4- Ömer oğlu Abdülgani

5- Abdülgani oğlu Mecid

6- Abdullah oğlu Hüseyin

7- Bekir oğlu Yusuf

8- Osman oğlu İsmail

 

Kürt de biziz, Türk de. Bıraksınlar da aramızdaki meseleleri biz çözelim

Muhakkak olan şu.

Ne Türk’ün Kürt’le derdi var, ne de Kürd’ün Türk’le.

Bin yılı aşkındır iç içeler. Birbirleriyle evlenmişler, birlikte aileler kurmuşlar. Aynı kaderi paylaşmış, aynı suyu içmiş, aynı ekmeği yemiş, aynı türküleri, aynı ağıtları söylemişler, aynı saflara durup omuz omuza namaz kılmışlar, birlikte ölmüşler, birlikte cenazelerini kaldırmışlar…..

Öyle ki bu iki topluluk kadar birbiriyle iç içe yaşayan ve birbirlerinden ciddi hiçbir hoşnutsuzluğu olmayan başka topluluk veya toplulukları bulmak mümkün değil.                Bütün kışkırtmalara ve her türlü tahrike rağmen bu gün bile her iki toplumun çok büyük çoğunluğunun birbiriyle derdi yok.

Peki bu gün niye peş peşe acılar yaşıyoruz?

Aslında cevabı basit.

Akılsız Türk’lerimiz de akılsız Kürt’lerimiz de çoğaldı. Bu bir.

Kendi ailelerini düzene sokamayanların ailelerini başkaları düzene sokar, ama bu düzen, bizim değil onların istediği düzen olur, bu iki.

Herkesin gözünün üzerinde olduğu topraklarda oturuyorsan, el nasihatı ile hareket etmeyeceksin, el ağzına bakmayacaksın, bu üç.

Bunlar fazla mı zor. Aksine hiç de zor değil.

Yeter ki akıl ve mantığı kendimize rehber edelim.               

Bize, siz farklısınız, ayrılın diyenlere, siz neden daha büyümek ve birleşmek istiyorsunuz diyebilsek…

Yıllar önce, kendince ayrılıkçı fikirleri bulunan ve sizli bizli konuşan, bu arada da kendisini aydın olarak gören birisine şunları söylediğimi hatırlıyorum.

“Sahi bu, size bize gelip habire ayrılın ayrılın diyeler, bizim coğrafyalarda ayrışmayı özgürleşme ve demokratikleşme diye yutturmaya kalkanlar, kendi bölgelerinde niye daha da büyümenin ve birleşmenin hesapları peşindeler. Sözgelimi AB, bir yandan genişlerken bir yandan da tek devlet olma hedefini gerçekleştirmeye uğraşıyor. Rusya Cumhuriyeti, yeniden Sovyetleri canlandırmaya uğraşıyor. ABD de Kanada ve Meksika’yı dahi içerisine alacak yeni bir bütünleşme hayalleri peşinde. Ama bunların çoğu bize gelip, ayrışırsak daha özgür olacağımızı, demokratikleşeceğimizi hikaye edip duruyorlar.

Bu ne biçim çelişkidir? Senin ve benim gibilerin bu yaman çelişki üzerinde kafa yormamız gerekmez mi?”

Karşımdakinin bir müddet sustuktan sonra,” sen de haklısın” dediğini hatırlıyorum.                Sahi, birileri kalksa ve ABD de yaşayan 50 milyona yakın İspanyol kökenli ABD vatandaşının Özerk İspanyol Bölgesi adı altında bir yönetim oluşturmasının ve İspanyolca eğitim yapmasının daha faydalı olacağını, bunun özgürlük ve demokrasi gibi çağdaş değerler açısından daha iyi olacağını söylese ne olur dersiniz?

Sonra biraz Afrika kökenli siyah derililerden, Japon ve Çin kökenlilerden, hatta 500 yıl önce o toprakların sahibi iken bu gün nesilleri tükenme noktasına gelmiş Kızılderililerden bahsedip onların da özgürlük ve demokrasi gibi çağdaş değerlerden paylarını almalarının iyi olacağını söylesek,bize bakışları ve cevapları nasıl olur acaba?

Fikir özgürlüğü kapsamında mı görürler dersiniz?

Şu Fransızlara şöyle bir soru sorsanız.

17.ci yüzyılda bu günkü Fransa topraklarında Fransızca konuşanların oranı ne kadardı? Brötanlar’a vs.lere ne oldu? Uzağa gitmeye gerek yok. Şu Korsika’lılar uzun yıllardır özgürlük, otonomi deyip duruyor. Bunlar Fransız da değil. Şu özgürlük ve demokrasi çağında niye bu insanları özgürleştirip demokratikleştirmiyorsunuz?”

Pardon Mösyö diyeceklerini zannediyorsanız aklınıza şaşarım.

Mesela İngilizlere dönüp;

“Sömürgeler döneminde zorla dillerini, kültürlerini ve dinlerini değiştirdiğiniz dominyonlarınızdaki halkların kendi dillerini ve kültürlerini özgürce geliştirme ve yaşamalarının önünü açın. Hatta bırakın dini tercihlerini de bir daha ama özgürce düşünüp yapsınlar.” deseniz.

Evet haklısınız cevabını alacağınızı mı umuyorsunuz?

O halde dünyanın enayisi ve geri zekalısı olarak bizi mi görüyorlar ki bize bu abuk sabuk telkinleri yapıp duruyorlar?

Bunu yadırgamanın anlamı da yok. Adamların işi, ele talkını verirken bir yandan da salkımı yutmak.

Gerçi gelinen noktaya bakınca, bu coğrafyanın insanları olarak pek de zeki ve geriyi de ileriyi de gördüğümüz söylenemez de her neyse.

…                

Geçerli olan gücün hukukudur vesselam..

Hiç kimse kendini kandırmasın. Geçerli hukuk egemenin hukukudur.

O evrensel beyannameleri, süslü püslü adalet, eşitlik, hukukun herkes için eşit uygulanması, hiçbir zümrenin ve kişinin diğerinden üstün ve daha korunur olmadığı gibi yazılı ve sözlü beyanları okuyun, dinleyin, doğruluğunu tasdik edin ama sakın bunlarda ifade edilenlerin tek geçerli ölçü olduğuna inanmayın.

Kendinizi kandırırsınız.

Hatta kandırmakla kalmaz, kendinize de sizinle beraber olanlara da hatta size inananlara da zarar verirsiniz.

Geçiniz bunları.

Geçerli hukuk gücün hukukudur.

Öyle mi olmalıdır? Asla.

Ama maalesef işin gerçeği budur.

Yılan, kurbağayı afiyetle iç ederken onun rızasını sormaz. Aynı durum, kurtla kuzunun, tilki ile tavuğun, arslan ile gariban bir yabani hayvanın ilişkileri için de söz konusudur.

Raconu gücü olan koyar.

Amerika Irak’ı işgal ederken Irak halkının rızasını sormadı. Afganistan’da hatta biraz eskilere gidersek Vietnam’da da böyle bir soru sormadı.

Kurdun kuzuya en son söylediği lafı ta baştan söyledi.

Ne dersen de ben seni yiyeceğim(yani işgal edeceğim )

İstersen rica minnet sebebini sorabilirsin. Tabii cevabını bilmeyecek kadar safsan.

Özeti şu.

Yaşadığımız coğrafya netameli coğrafya.

Bu coğrafyada, değil racon koymak, yaşamak için bile güçlü olmak şarttır.                 

…                                  

Hukuku gücü ele geçirme aracı haline getirmek ne derece doğru?

Güncele gelelim.

Hiçbirinin içeriğini bilmem. Bu bakımdan ukalalık yapıp ahkam kesmek istemem ama. Yine de insanın aklı karışıyor.

Tam terfi öncesi 102 tane muvazzaf veya emekli subayın haklarında yakalama kararı çıkarılması mükemmel bir tesadüf gibi gelebilir size.

Keza terfi süreci geçtikten sonra birden hukukun hatırlanıp serbest bırakılmaları da.

O zaman bu yaman tesadüfün yanına başka yaman tesadüfleri de koyabiliriz.

Mesela, nerede oldukları ve görevleri herkesçe bilinen bu kadar insan bir türlü bulunamazlar.

Hatta bazen devletin bakanlarıyla resmi törenlerde yan yana dururlar ama bulunamaz ve yakalanamazlar.

Buna karşılık aynı veya benzer suçlamalarla haklarında soruşturma bulunan, davalar açılan ve günlerce bulunamama gibi bir şansları bulunmayan başka birileri, girdikleri cezaevlerinden ne zaman çıkacaklarını bile bilemezler.

Tesadüfler dünyası bu. Ne diyeceksin?

Ama bir şeyi iyi bilmekte yarar var.

Güçlülerin satrancının da güçlülere karşı oynanan satrancın da kuralları kendine özgüdür.   

 

Sizin Vitrininizde Ne Var?

0

Eskiden “gaflet” denirdi, şimdi “aymazlık”  deniyor. Müthiş bir gaflet yani aymazlık içindeyiz. Zaman geçiyor, mekân yıpranıyor, fikirler hızla değişiyor; biz bunların farkında değiliz. Başını kuma gömen devekuşları gibiyiz.

İki kaplumbağa bir araya gelip bir salyangozu soymuş. Salyangoza bunun nasıl gerçekleştiğini sormuşlar. Salyangoz: “Vallahi ben de anlayamadım; her şey birden oldu.” cevabını vermiş. Soyulan salyangoz, soyanlar kaplumbağa… Cevap, “Her şey birden oldu.” İlginç değil mi?

Atalet; ruhumuza, bedenimize sinmiş. Neyi, nerede, ne zaman yapacağımızı bilmezlik içindeyiz. Bir şeyler yapanları da anlamakta zorlanıyoruz. Sünnetçi, dükkânının vitrinine bir kol saati koyar. Bunu görenler, ona vitrine niçin kol saati koyduğunu sorunca sünnetçi: “Peki, siz olsaydınız vitrinde ne teşhir ederdiniz?” der. Yaptığımız işin gereğince davranmak, fıtratımızın ihtiyaçlarına göre beynimizi kurgulamak ve aklımızı kullanmak, aymazlıktan kurtulmanın ön şartı.

Dinozorlar, canlılar âleminin en güçlü, en dirençli, en uzun ömürlü hayvanı olarak bilinir. Ancak şimdi onların varlığını kitaplardan öğreniyoruz. Değişime direnmek, onları dünyadan sildi. Değişmek, değişime ayak uydurmak, ayakta kalmanın gereği. Güzel olan ise, değişimi doğru tespit edip ona öncülük etmektir. Tarihin kırılma noktasında öne çıkanlar, bu değişime imza atanlardır.

Değişime ayak uydurmak, “Üzüm üzüme baka baka kararır.” misali iradesiz bir teslimiyet değildir. Zamanın, mekanın şartlarını, insanlığın düşünce serüvenini iyi kavrayıp buna göre davranmak, buna göre yol haritası belirlemektir.

Kaplumbağaya göre, zaman çok yavaş akar; salyangoz kendini soyanların farkında değildir. Biz ne kaplumbağayız ne salyangozuz. Külli iradenin, kopyasıyız, cüzi iradeye sahibiz. Biz, sorumluluk sahibiyiz. Bastığımız toprağa, içtiğimiz suya, teneffüs ettiğimiz havaya, bizi ısıtan ve ışıtan güneşe, yetiştiren ana-babaya, kokladığımız çiçeğe, sütünü içtiğimiz koyuna borcumuz var. Borçlu doğduk, dünyaya borçlarımızı ödemek için geldik. Borcunu ödemeyenler, müflis tüccar olarak bu dünyadan gidiyorlar.

Bir de şuna bakmak lazım: Yük alanlardan mıyız, yük olanlardan mıyız? Varlığımız, başkaları için eziyet mi, külfet mi? İnsanların yükünü artırıyor muyuz, azaltıyor muyuz? Aymazlık içinde yaşam sürenlerin ruhları, bedenleri kendilerine; kendileri de çevrelerine yüktür.

Daima verici, gönlü geniş olmak gerek yaşadıkça. Hayat, bu anlayışla daha anlamlı oluyor. En kaliteli buğday yetiştirme yarışmalarında hep birinci olan çiftçiye, bunu nasıl başardığını sorarlar. Çiftçi, “Benim buğdayımın iyi olması için komşularımın iyi buğday yetiştirmesi gerekiyor. Önce onlara yardımcı oluyorum.” der. Kalite, güzellik ancak dayanışma, yardımlaşma ile oluşur. Tek başına güzellik, ikincisi olmayan birincilik gibidir. Birincilik, varlığını ikinciliğe; güzellik, varlığını daha az güzele muhtaçtır. Başkası yapamıyorsa onu da biz yapmalıyız, bu da özveri gerektirir. Derisinin yüzülerek öldürüldüğünü kitaplardan öğrendiğimiz, Tasavvuf edebiyatı şairi Nesimi’nin, ölüm sırasında kendisine bu işkenceyi yapanların affı için ağladığını bir yerden duymuştum. Bu kadar geniş gönüllü olamayız belki, ancak bunu deneyebiliriz.

Bize kötülük yapanlara darılmayı mı, kötülüklere ve kötülere karşı direnmeyi mi tercih etmeliyiz? Darılmak, kolaycılık; zor olan, direnmek. Varlık ve hayat bilincine sahip olanlar, bir başka ifadeyle gaflet içinde olmayanlar, direnenlerdir. Onlar bilirler ki, hayat bir sınavdır; her olumsuzluk, bizi olgunlaştıran, kuvvetlendiren vitamindir.

Hayat, geçiyor; aymazlık, canlı ceset olmaktır. Salyangoza gülmek de mümkün; ama biz kendimize bakalım. Sünnetçinin sorduğu gibi sorayım: “Siz, vitrininize ne koyuyorsunuz?”

 

Cemaat – Tarikat Önderleri ve Siyaset

Gençlik dönemimizde yaşadığımız olayların bir kısım hatırası, daha sonraki dönemlerde yaşadığımız olaylar esnasında birdenbire ortaya çıkıverir ve bu olayları değerlendirmemizde bir takım ipuçları verir. Günümüz dini ve siyasi hayatındaCemaat ve tarikatların etkinliği” vakası da bana bazı olayları hatırlatmakta. 

Liseyi bitirinceye kadar ailemle beraberdim. Babamın babası medrese (zamanın üniversitesi) mezunu olmasına rağmen, babam ilkokuldan sonra okumamış ve ticarete atılmış. Fakat babam etrafında hep hoca ve hafız arkadaşları olan, dini hizmetlere yardımcı olmaya çalışan orta halli bir tüccardı. Beni de diğer kardeşlerim gibi yaz aylarında Kur’an Kursuna veya esnaflık yapan hoca arkadaşlarının yanına gönderdi. Kur’an-ı Kerim’i okumayı, temel ilmihal bilgilerini öğrenmemi sağladı. Bu alanda Rahmetli Annemizin destek ve teşviki de inanılmazdı.

Rahmetli Babamın, âlim olduğuna inandığı hoca efendilere saygısı o kadar fazlaydı ki, Onların sohbetlerini izlemekle kalmaz, elindeki imkânlar ölçüsünde daha çok insanın dinlemesi için uğraşırdı. O yıllarda Antalya’da Süleymancıların önemli ismi, İsmail Şanlı Hoca, Burdur’da ise Hacı Tahir Büyükkörükçü vaazlarıyla kitleleri etkilemekteydi. Her iki Hocaefendi evimizde de misafir olmuştu. Ben de çok küçük yaşlarda iken onların özel sohbetini dinleme imkânını da bulmuştum. 

Ses kayıt cihazları yeni yeni yaygınlaşıyordu. Babam İstanbul’dan iki bond çanta büyüklüğünde bir teyp getirtmişti. (1964) Önce İsmail Şanlı Hoca’nın vaazlarını dinleyen ve bunları kaydedip çevresine dinleten babam, daha sonra Tahir Hoca’ya daha fazla hayran olmuş ve bir grup arkadaşı ile her hafta minibüsle 50 km.lik yolu gidip gelerek O’nun vaazlarını dinlemeye ve kaydetmeye başlamıştı. Kaydedilen vaazlar ise bazen Merkez Camiinden tüm ilçeye, bazen de dükkânımızın önünden komşu esnaflara, bazen de evden komşulara dinletilirdi. 

Ben de bu vaazları defalarca dinlemiş, vaazlardan bazı dini bilgilerin yanında hitabet sanatında son derece usta olan bu hocalardan, özellikle de Tahir Hoca’dan çok geniş bir kelime haznesi öğrenmiştim. Bu ortam, kitap okuma konusundaki gayret ve hevesim de eklenince, bana lisede Türkçe ve kompozisyon derslerinde sınıfımdaki arkadaşlarımın açık ara önünde olma imkânı vermişti. 

Babamın bir cemaat veya tarikat mensubiyeti yoktu. Ancak “Süleymancı” İsmail Şanlı’yı da, Nakşibendî tarikatının önemli ismi Tahir Büyükkörükçü’yü de İslam’a yaptığı hizmet açısından seviyor ve sayıyordu. 

Süleymancılar ve İsmail Şanlı o dönemde Kur’an Kursları dışında Milli Eğitime bağlı diğer okullarda, Lise ve İmam Hatip okullarında öğrenci okutulmasına karşıydı. Bu cemaat kendi hoca kadrosunu kurmak için fakir ve/veya kimsesiz köylü çocuklarını kendi eğitim süreçlerinden geçirerek, giyimi, davranışları, hatta bıyık şekli ve saç tarama tipi bile aynı olan bir kadro oluşturmaktaydı. (Daha sonraki yıllarda bu cemaat diğer okullarda okumaya daha açık hale geldi ve bu okullarda okuyan öğrencilere yurt imkânı sağlayarak kadrolarını genişletme yolunu seçti.) 

Tahir Büyükkörükçü Hoca ise İmam Hatip okullarını teşvik etmekte, “din ve fen ilimleri ile teçhiz edilmiş, çift kanatlarıyla uçan bir nesil” yetiştirme sevdasını vaazlarına yansıtmaktaydı. Babam bu fikre daha çok inandığı için Tahir Hoca’yı daha çok takdir ediyordu. 

Tahir Büyükkörükçü Hoca daha sonra Konya müftüsü oldu. (1965-1973) Orada da vaazlarıyla Konya’nın manevi iklimini değiştirmeyi başardı. (Bugün 85 yaşında ve hasta olan Tahir Hocaefendi’nin Konya’nın yerel TV kanallarında eski vaazları yayınlanmakta imiş.)

 Zamanın CHP Genel Başkanı İsmet İnönü‘nün, rakibi Süleyman Demirel aleyhine yaptığı konuşmalardan birinde ettiği söz bazılarımızın hafızasında kalmıştır: “Demirel düzeninin bir ayağı Konya Müftüsü, bir ayağı ise seçim kanunudur.”) Oysaki o yıllarda Tahir Hoca’nın siyasetle doğrudan irtibatı olduğuna dair bir emare görünmemekteydi. 

Daha sonraki yıllarda hiç beklemediğimiz bir şey oldu. Tahir Hoca Milli Selamet Partisinden milletvekili seçildi (1977) ve TBMM’de görev yaptı. (12 Eylül ihtilalı sonrası 11 ay hapis yattı.) Necmettin Erbakan dindar çevreler üzerinde çok etkili olan yeteneğini kullanarak Tahir Hoca’yı siyasete ikna etmeyi başarmıştı. Hoca’nın Konya halkı üzerindeki manevi etkinliğini oy’a tahvil etmek bir siyasetçi için muhakkak ki başarı sayılmalıdır. Fakat Hocaefendinin milletvekili olduğu dönemde etkinliğinin azaldığı muhakkaktı. Meclis’te de pek mutlu olmadığı, hiç konuşma yapmamasından ve siyasi konularda fikir beyan etmemesinden anlaşılıyordu.

*************** 

Rahmetli babamın Tahir Hocaefendi’nin milletvekili adayı olduğunu duyduğu anda gösterdiği tepki, ilim sahibi olmayanın da irfan sahibi olabileceğini gösteren bir derinlikte olmuştu: “Eyvah Hocam, keşke siyasete girmeseydin. Sen herkesin, her kesimin Hocası idin, şimdi artık sadece MSP’lilerin Hocasısın.” 

O günden bu yana toplumun bütün kesimlerinden saygı gören, kanaat önderi olma özelliğini taşıyan kişilerin bir siyasi partiye kendisini bağlamasının doğru olmadığını düşünürüm. 

Kanaat önderi olan kimsenin, kendisine bağlı hisseden kitlelerin özel hayatından, siyasi tercihlerine kadar her şeyine karışmasını, yönlendirmesini de kabul edilemez bulurum. Kanaat önderi olan şahıs, temel inanış ve ilkeleri öğretmeli ve herkesin kendi hür iradesi ile hayat tarzını, sosyal ve siyasi tercihlerini belirlemesinin en doğrusu olduğunu kabul etmelidir. 

Sünnete de, demokratik anlayışa da uygun düşen budur. 

Devleti ele geçirme veya devletin bazı unsurlarını yönetme sevdası, bazılarına ilk bakışta cazip görünmüş olabilir. Nurcu bir arkadaşımdan sıkça duyduğum Bediuzzaman Said-i Nursi’nin, din adına hareket eden kişilere ve zümrelere tavsiyesi olan şu sözü bana daha makul geliyor: “Euzubillahimineşşeytani Ve’s Siyase.” Siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçınma tavsiyesini belki de “siyasetten ve paradan” diyerek genişletmek daha da doğru olabilir. 

Siyasete ve maddi güce endekslenmiş din temelli hareketlerin, hizmet üretme imkânlarının azalacağı, tam tersine nifak ve çatışmaya yardımcı olacağını görmek için kâhin olmaya lüzum yoktur sanırım. 

Siyasi ve maddi gücün kaybedilmesi korkusu, -maazallah- İslam’ın hiç kabul etmeyeceği metotların kullanılmasını mazur ve “şeytan” ile işbirliğini meşru gösterebilir.

 

“Antidemokratik” Seçim Değerlendirmelerinden “Demokratik” Sonuç Çıkar mı?

12 Eylül 2010 Halk Oylaması Sonuçları:                         21 Ekim 2007 Halk Oylaması Sonuçları:

Türkiye Geneli Seçmen Sayısı           : 52.051.828        42.665.149

Kullanılan Oy                                        : 38.369.215        28.794.216

Geçerli Oy                                            : 37.644.051        28.142.781                         

Geçersiz Oy                                          : 725.164              651.435

Evet                                                       : 21.787.610        19.403.987

Hayır                                                      : 15.856.441        8.738.794

Katılım Oranı                                        : %73,71                               %67,48

Oy Kullanmayanlar               : 13.682.613    13.870.933

Oy Kullanmayanlar Oranı                   : %26,28                               %32,52 

*******************************************************************************************

22 Temmuz 2007 23. D. M.vek. Gen. S. Son:               03 Kasım 2002 22. D. M.vek. Gen. S. Son:

Kayıtlı Seçmen Sayısı                          : 42.799.303        41.407.027

Kullanılan Oy                                        : 36.056.293        32.768.161

Geçerli Oy                                            : 35.049.691        31.528.783          

Geçersiz Oy                                          : 1.006.602           1.239.378

Katılım Oranı                                        : %84,25                               %79,14

Oy Kullanmayanlar               : 6.743.301      8.638.866

Oy Kullanmayanlar Oranı                   : %15,75                               %20,86

Yukarıda son on yılda “Mahalli İdareler Seçimi” hariç  sandığa gittiğimiz dört ayrı seçimi karşılaştırmalı olarak dikkatinize sundum.

Siyaset bilimciler, sosyologlar, iktisatçılar, politikacılar, gazeteciler  ve birçok akademisyen kullanılan  oyların sandığa yansımasını  dikkate alarak  seçimlerin sonuçlarını    değerlendirirler. Halbuki böyle bir yönteme başvurmak eksik olmanın da ötesinde yanlış sonuçlar vermektedir.

Şöyle ki;

“Demokratik Sistem” lerin genel özelliklerinden en önemlisi, sandığa gidenlerin verdikleri oyların dikkate alınarak sonuç alınması yönündedir. Buna karşın kullanılmayan veya kullanılamayan oyların önemi vurgulanmamakta, oy kullanmayan seçmenlerin böylesi bir tasarrufları ayrıntılı irdelenmek bir yana dikkate bile alınmamaktadır. Böyle bir yaklaşımın ve yorumun ne kadar demokratik ve doğru olduğu da ayrıca tartışılmalıdır. (iktidar partisinin yaklaşık 16 milyon oy ile tek başına iktidar olduğu ülkemizde bir çok seçimde 6 ile 13 milyon oy arasında oy ver(e)meyenin olduğunu unutmayalım).

Neden oy veril(e)mediğini irdelersek;

  • – Siyasal bir sistem var, bu sisteme dahil siyasi partiler var. Eğer siz bu sistem dahilinde sunulan partilerden herhangi birine yakın olmadığınızdan dolayı oy vermezseniz sistem sizin kullanmadığınız oyunuzu dikkate almamaktadır.
  • – Siz herhangi bir sebeple siyasi bir davranış olan oy verme işlemini kullanamıyorsanız (sağlık, ulaşım, çevre baskısı, aile baskısı vs) sistem sizin neden oy veremediğinizle ilgilenmemektedir ve buna bağlı olarak kullanmadığınız oyunuzu dikkate almamaktadır.
  • – Genel siyasetten bıkmış, siyasetten sıkılmış, aradığınızı bulamamış olabilirsiniz. Bu ruh hali sizi bıkkınlık ve umursamazlığa götürebilir. Tam anlamıyla siyasal bir depresyon içinde olup oy vermeyebilirsiniz. Maalesef bu durumda da sistem sizin neden oy kullanmadığınızla ilgilenmez.

Ana hatlarıyla açıklamaya çalıştığım ve sık görülen bu sebeplere muhakkak ki bir çok madde de ekleyebiliriz.

Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi temel sorun var olan sistemlerin, oy kullanma hakkına sahip insanların neden oy kullanmadıklarını incelemeyi sistemin dışlamasıyla alakalıdır.

15 ve 16 Eylül 2010 tarihlerinde televizyonlardaki ana haber bültenlerinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın! R.T. Erdoğan’ın şu açıklaması durumu tahlil etmemize yardımcı cümleler içermektedir.

Kendisi 12 Eylül 2010 Halk Oylamasına ilişkin yorumlarını vatandaşlarla paylaşırken mealen şu cümleleri kullanmıştır:

“…Ben arkadaşlarıma %58’in tahlilini yapmaktan çok, %42’nin tahlilini yapın diye talimat verdim.”

Bu cümleler mevcut siyasi yapımızı, seçim sistemimizi, demokrasi anlayışımızı açıklamaya yetecek kadar çarpıcı ve bir o kadar da üzücüdür.

Başbakan oy ver(e)meyen  13.682.613 Türk vatandaşının tercihlerini değerlendirmekten ziyade, oy verenler havuzundaki kendisine oy vermeyenlerin neden vermediklerini öğrenmek istemektedir.

Bu davranış sadece Başbakan’a ait olmayıp, toplumumuzdaki hemen her kademeden toplum önderlerinin de davranış biçimi olarak uzun yıllardır siyasi hayatımıza gölge etmektedir.

Oysa,  gerçekten “Demokrasi” ye inanan bir devletin, hükümetlerin, politikacıların vs temel amacı mümkün olduğunca çok insanın sandığa ulaşmasını sağlayacak maddi şartları sağlamak ve politikaları oluşturmaktır.

Ancak böyle bir çabaya girmektense oy kullanmaya gelmeyenler için sadece idari para cezası öngörmek, “oy vermezseniz şuna-buna yarar.” Söylemleri yaratmak oy ver(e)meyenleri dikkate almayan sistemin devamını saplamaktan öte bir şey değildir.

Sayın! Başbakan’ın yukarıdaki demecini verdiği tarihlerde, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir verdiği demecinde,  12 Eylül 2010 tarihindeki Halk Oylamasını boykot eden taraftarlarına uygulanacak adli para cezasını bir şekilde kendisinin ödeyeceğini söyleyerek sistemde kocaman bir delik açmıştır. Artık kullanılmayan, kullandırılmayan oyların bedeli bellidir ve maddi gücünüz varsa bunları öder oyları kullanmaz veya kullandırtmazsınız.

Demokrasi’nin olmazsa olmazı “oy kullanma” davranışı kadar bir başka olmazı olan “oy kullanmama hakkı” nı tüm ayrıntılarıyla irdelemedikçe, herkesin gönlünce ve kanunlar çerçevesinde siyasi düşüncelerini sandığa yansıtmasını sağlayamadıkça, günlük siyasi rantların tuzağına düşmekten kurtulamadıkça, seçim sonuçlarını tam ve doğru olarak yansıtmadıkça, sonuçlar üzerine manipülasyondan kaçınmadıkça, toplumsal istekleri dikkate almaktansa  yandaşların isteklerin dikkate almaktan vazgeçmedikçe, demokrasi tanımımızı değiştirmedikçe, oy ver(e)meyeneleri dikkate almayan “antidemokratik” yorumlardan kurtulmadıkça  sistemin dişlileri arasında yok olmaya mahkumuz.

Dostlara Bir Hatırlatma!

Her zaman düşünmüşümdür. İnsanların önüne geçeyim. Yarın ahirette karşılaşacakları tehlikeyi haber vereyim. İnanan, inanmayana, yarım yamalak inanana işin özünü anlatayım. Kimse bilinçsiz kalmasın. En azından sonucunu bilerek inansın veya inanmasın, yapsın veya yapmasın.

Tabi insanlara ulaşmak zor. Ulaşsam da güven vermek güç. Ancak hiç olmazsa yakınlarıma, dostlarıma, iş arkadaşlarıma durumu izah etmeden de duramayacağım.

Bu, kapıya gelen tehlikeyi haber vermemek gibi geliyor bana. İnançsız olarak gördüğüm arkadaşlar, benim fark ettiğim dünyevi bir tehlikeye maruz kalsalar, onları uyarırdım. Hatta onları kurtarmak için kendimden fedakarlık da yapardım. O halde bu kadar ciddi bir konuda kayıtsız kalamazdım.

Bu bakımdan aşağıdaki açıklamaları yapma lüzumu hissettim:

Muhteremler, görebildiğimiz-göremediğimiz şu kainatı, bizleri, yüce Allah yaratmıştır. Hiçbir şey tesadüfen meydana gelmemiştir. Yerde ve göklerde olan her şey O’nundur. O’nun emri ve müsaadesi olmadan hiçbir şey meydana gelmez. O tekdir, çok büyüktür, çok güçlüdür, yaratılmışların hiç birine benzemez…

Yüce Allah, insanlara çeşitli zamanlarda peygamberler, kitaplar göndermiştir. Son olarak da Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselamı peygamber olarak görevlendirmiştir. Ve O’na Kur’an-ı Kerimi vermiştir. Din olarak İslamı seçmiştir. Kuran’da ne yazıyorsa, Peygamberimiz ne bildirdi ise hepsi doğrudur. İslami hükümlerden açıkça anlaşılmayan veya farklı anlaşılabilen şeylere inanma konusunda esneklik olsa da islamın ana meselelerine inanmak şarttır.

İslama, Kuran’a inanmayanlar veya bazı hükümlerini beğenmeyenler, Müslüman sayılmazlar. Müslüman olmayanların ise ne kadar iyi insan olurlarsa olsunlar, ahirette Cennete gitmeleri mümkün değildir.

Yüce Rabbimiz çok merhametli, çok şefkatli olmasına rağmen inanmayanları, Müslüman olarak ruhunu teslim edemeyenleri kesinlikle Cennetine sokmayacaktır. Bu O’nun va’didir ve O va’dine aykırı bir şey yapmayacağını bizzat Kuran’da bildirmektedir.

Gereğince inanan ve ruhunu Müslüman olarak teslim edenleri Allahu Teala çok sever. Rabbül alemin onlar için ahirette hazırladığı çok güzel mükafatları Kuran’da uzun uzun saymıştır. Müslüman, ne kadar günahkar olursa olsun, hesaplaştıktan, cezasını çektikten sonra veya affedilerek cennete girecektir.

Ve ahiret hayatı sonsuzdur. Bin yıl, milyon yıl, katrilyon yıl değil, S O N S U Z…

Özetle, iman etmeyenler veya imanlarında ciddi eksiklikler olanlar, bu dünyada ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, yaptıkları kabul görmeyecek, öldükten sonra sonsuz bir azap içersinde olacaklardır. Onlara kimse de yardım edemeyecektir.

O halde inancınızı gözden geçirin. Hazırlıksız ahiret yolculuğuna çıkmak, dönüşü olmayan bir yoldur. Bu riski göze alıyorsanız siz bilirsiniz. Ancak dünyada küçücük risklere katlanamayanların bu büyük riski göze almaları çok cahilcedir.

Ne olur iş işten geçmeden inancınızı gözden geçirin. İslamı öğrenin. Göreceksiniz ki İslam çok mükemmeldir, çok gerçekçidir.

Bazı Müslümanlara olan antipatiniz, sizi İslamı araştırmaktan, öğrenmekten alıkoymasın. Dönek diyecekler, nurcu-tarikatçı, şucu bucu diyecekler diye korkmayın. Öldükten sonra bir daha geri gelip telafi etme imkanı yoktur.

İslam öyle zor da değildir. Özetle, Müslüman olmak için gerekenleri üç grup halinde sıralıyorum:

İnançta Müslüman olabilmek için; Kainatın yaratıcısının çok güçlü, çok bilgili ve hiçbir varlığa benzemeyen bir Allah olduğuna inanmak lazımdır.

Allah’ın bu kainatı boş ve beyhude yere yaratmadığına inanmak gerekir. İnsanlığın varoluşunun yegane gayesi yüce Allah’ı tanımak, O’na ibadet ve itaat etmektir.

Yüce Allah’ın, peygamberler gönderip kitaplar indirdiğe inanmak gerekir. Görevde olan son Peygamberin Hz. Muhammed a.s, geçerli son kitap Kuran’dır.

Allah’a inanan ve O’na itaat eden mü’min kimsenin mükafatının Cennet, Allah’ı inkar eden ve O’na isyan eden kafirin cezasının cehennem olduğuna inanmak gerekir.

Allahı çok sevmeli, nimetlerinin farkına varıp şükredilmelidir. Her şeyin O’nun elinde olduğunun farkında olup sadece O’na güvenmeli, başkasından korkulmamalıdır.

İbadetlerde Müslüman olmak için; Allahın emrettiklerini yapmalı, yasakladıklarından kaçınmalıdır. Kuran’da emredilen ve Peygamberimizin hayatında örneğini bulan her tavsiye, yerine getirilmeye değerdir.

Yani namaz kılınmalı, oruç tutulmalı, zenginsek zekat verilmeli, hacca gidilmelidir. Kuran’ı okumalı, Yüce Allahın mesajını anlamaya çalışmalı, İslam iyi öğrenilmelidir.

Haram yenmemeli, içki içilmemeli, uyuşturucu kullanılmamalı, kumar oynanmamalı, faiz alıp verilmemelidir. Kimsenin canına kastetmemeli, zina etmemeli, namusa göz dikmemelidir. Hatta kimseyi incitecek söz ve davranışlarda bulunulmamalıdır. Başkasının malına, hele yetimin malına göz dikilmemeli, rüşvet alınmamalı, iftira atılmamalı, yalan söylenmemeli, sözünde durulmalıdır. Miras malı kaçırılmamalı, her kes hakkına razı olmalıdır.

Ailenin geçimi ihmal edilmemeli, fakir ve düşkünlere yardım edilmeli,  anne babaya iyi davranılmalıdır. Giyim kuşam da Allahın emirlerine uygun olmalı. Gerek erkek, gerekse kadınlar tesettüre uygun giyinmelidir.

Ahlaken  Müslüman olabilmek için; her iş Allah için yapılmalı, gösteriş yapılmamalıdır. Haya sahibi, alçak gönüllü ama vakarlı olunmalıdır. İnsanların arkasından konuşulmamalı. Cömert olunmalıdır. Sadece kendini beğenerek başkaları hafife alınmamalıdır. Başa geleceklere sabırlı olmalı, ibadetler üşenmeden yapılmalı, günaha düşmemek için kendini tutmalıdır.

Lütfen iş işten geçmeden bir daha düşünün. İslam-iman, çok güzel, çok tatlıdır. Dünya ve ahirette mutlu olmak İslamı anlamak ve yaşamakla mümkündür.

Bul-ma-ca

Soldan sağa ilk soru, gençliğimin muradı.
Mecnun etmişti hani, çöle salmıştı yadı.
Serabına aldandım, çöz dilimde feryadı.

Ya mükafat ol artık gönül bulmacasına.
Gel tabibim şifa bul, ayrılık acısına.

Bak, üç harfle tek hece. Hayatımın anlamı.
İlhamın halvetinde, kalemin serencamı.
Gül düşseydi mısraya kim çekerdi bu gamı.

Ya sebebi olduğun her soruya cevap ver.
Gel şairim deva ol, mutluluğuma ezber.  

Diyarbakır Burması

Referandum bitti, daha ülke soluklanmadan, Diyarbakır’a Ahtiasari geldi.

Kim bu Ahtisari?

Nobel Barış Ödüllü Finladiya eski Cumhurbaşkanı.

Kamuoyu, kendisini nasıl tanır peki?

– Arabulucu.

Diyarbakır‘da yanında İspanya eski Dışişleri Bakanı’nın da bulunduğu bir heyetle Baydemir‘i ziyaret etti.

Ardından da Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ı.

Aynı gün planlanan ama Hakkari‘deki menfur olay sebep gösterilerek iptal edilen Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ile Devlet‘in zirvesindeki iki ismin görüşmesi de vardı bugün.

Ne oluyor sizce?

Bu görüşme trafiğini izah edecek, bizi de ikna edecek biri var mı?

Ahtisari demeç vermiş. Demiş ki;

– “Ben arabulucu değilim!”

Nesin peki?

Diyarbakır’daki ziyaretin sebebi burmalı kadayıf yemek mi?

Ardından Başbakanla da, Cumhurbaşkanıyla da Diyarbakır‘daki lezzetin sohbeti mi yapıldı?

Bakın ben size Ahtisari’nin başarı ile biten son öyküsünden bahsedeyim.

Kosova’nın Makedonya ve Sırbistan ile sınırlarını çizerek, orada Amerika’nın Uydusu konumundaki Kosova Devleti’nin kurulmasını becermiş bir şahsiyetten bahsediyorum size.

Hani derler ya, “Bugün sünnet, yarın deniz” diye..

İşte aynen öyle. 

Kimsenin itirazına mahal bırakmayacak şekilde, uluslararası camianın da desteğini alarak, Kosova’yı uydu devlet yapıverdi çok kısa bir sürede Solana ile birlikte.

Şimdi tecrübelerini konuşturmaya gelmiş olmasın..

İlginizi çeker mi bilmem ama, Ahtiasari ve beraberindekiler, Anayasa Değişiklik Paketi ile ilgili referandum ve yapılması planlanan Yeni Anayasa süreci ile ilgili sorular yöneltmişler Başbakan Erdoğan’a.

“Dur bakali nolcek”diye diye, tecavüz edildiğini son ana kadar anlayamayan adam durumuna düşmeden, uyanmanın zamanı gelmedi mi sizce?

Bırakın siyasi taassubu bir yana.

Bırakın bağnazlığı.

Bırakın şu aymazlığı.

Geç olmadan, hep birlikte silkinmenin zamanı artık.

Partiniz, ideolojiniz, inancınız ne olursa olsun, “tek millet, tek vatan, tek bayrak” diyorsanız eğer, bağımsızlık refleksiniz hala körelmemişse, bir araya gelin.

Sahip çıkın bu ülkeye.

Yarın çok geç olabilir.

Birleştirmek için ayrıştırmak mı gerek

Son üç beş yıldır yoğun şekilde karşılaştığımız bazı tartışmalar ve meydana gelen gelişmeler, farklı yollarla da olsa aynı projenin ülkemizde de devreye sokulduğunu gösteriyor.

Önce Türkiye’de kaç etnik gurup olduğunun çetelesini tutmakla işe başladık. Otuzdu, kırktı, derken Sayın Başbakan’ın ağzından otuz altı rakamı çıkıverdi.

Sonra birileri farklı etnik kökenlerden gelenlerin toplam nüfus içerisindeki oranlarını ve ne kadar olduklarını yazıp çizmeye, söylemeye başladılar.

Allah Allah..

Bir de öğreniverdik ki aslında Türkiye’de azınlık durumunda olan kitle Türk soyundan gelenlermiş.

Arkasından evet öyledir anlamında yorumlar dillendirilmeye başlandı.

İş yalnızca etnik ayrıştırmayı öne çıkaran söylemlerle sınırlı kalmadı.

Aynı anda farklı inanç guruplarının ve mezheplerin ne kadar bağlılarının bulunduğu ile ilgili söylemler de yoğunlaşmaya başladı.

Hayırdır, nereden çıktı bu tür söylemlerdeki yoğunlaşmalar sorusunun cevabını bulmak için aslında fazlaca zeki olmanın gerekmediği ortada.

Bir yerlerden, belli merkezlerden yönlendirilen ve koro halinde seslendirilen bir söylem birliği olgusu kendisini açıkça hissettiriyor.

Siz aynı millete mensup değilsiniz…

Siz aynı inanca mensup değilsiniz…

Siz farklısınız….

Onun için bırakın şu Türk Milleti veya Müslüman Türk Milleti gibi lafları

Siz;                

Türksünüz, Kürtsünüz, Zazasınız, Çerkezsiniz, Lazsınız, Abazasınız, Boşnaksınız,

Arapsınız, Arnavutsunuz, Alevisiniz, Sünnisiniz, Caferisiniz, Hristiyansınız, Süryanisiniz, Protestansınız, Bahaisiniz vs.

Yetmedi

Türkmensiniz, Azerisiniz, Manavsınız vs vs

Sayın sayabildiğiniz kadar.        

Sizin ortak paydanız, aynı coğrafyada yaşamak ve aynı ülkenin vatandaşı olmaktır.

Onun için gelin Türk Milleti demekten vazgeçin.

Çünkü siz otuz altıda birsiniz.

Ne yani büyüklerimizden daha mı iyi bileceksiniz?

Türkiyelilik deyin. Ve tabii ki Türk Devleti de demeyin.

Vay be… Biz neymişiz de haberimiz yokmuş.

Şaka gibi geliyor değil mi?

O zaman ta rahmetli Özal zamanından bu yana ara sıra duyduğunuz ama pek ciddiye almadığınız Anadolu Federe Devleti sözleri üzerinde biraz düşünün isterseniz.

Sahi durup dururken nereden çıkıyor bu tür sözler?

Alıştıra alıştıra sonuca varmak veya kurbağa ısındığını zannederken

Alışırlar alışırlar diyordu rahmetlinin biri.

Hakikaten alıştırıyorlar.

Ve alıştırırken de aynı zamanda tepkisizleştiriyorlar.

Baksanıza;

Önce açılın dediler, olur dedik ve şöyle bir açılmaya başladık.

Sonra baktık ki açıldığımız yerlerden neler giriyor içeriye neler.

Önce Habur’dan bir girdiler ki sormayın. Sanırsınız ki sefere gidenlerin zaferler kazanmış edalarıyla dönüşleri ve muzaffer ordular gibi karşılanışları…

En son giren de bildiğiniz gibi Özerk Kürdistan naraları oldu.

Ne olur yani? Bir bayrağın yanında bir başka bayrak daha dalgalansa kıyamet mi kopar?     Sınırlar da dillendirilmeye başlandı yavaş yavaş. Antep’ten çık yukarı, Maraş’ın yarısı, Sivas’ın yarısı, Erzincan’ın, Erzurum’un yarısı vs.

Daha hızlılar da var.

E canım bu özerk(!) yapının Karadeniz’de ve Akdeniz’de de bir çıkışı olsa fena mı olur..

Kurbağanın hikayesini bilirsiniz.

Altındaki su ısıtılmaya başlanınca başına geleceği düşünemez ve ısınıyorum zanneder. Isındıkça refleksleri kaybolur ve son anda durumu fark etse de artık yapacağı bir şey yoktur ve malum sonuç gerçekleşir,ölür gider.

Biz kurbağalar kadar saf değiliz herhalde

…             

Bu film epey zamandır sahnede ama…

            

İnsan hafızasının unutkanlık hastalığı bulunduğu hep söylenir. Şüphesiz ki doğrudur.

Onun için hafızamızı şöyle bir yoklayalım ve geriye doğru gidelim.

Hemen fark edeceğimiz ilk husus şudur. Bu özerklik-eyalet hikayeleri aslında bu gün piyasaya çıkan hikayeler değil.

1960’lı yıllarda,. dönemin hükümetine ve Başbakanına yapılan ve ta Okyanus ötesinden bu tarafa doğru gelen telkin eyalet sistemine geçiş telkinidir.

1980 ihtilalini yapanlara önceden bu konuda telkin mutlaka yapılmış ki dönemin önce Milli Güvenlik Konseyi Başkanı sonra da Cumhurbaşkanı olan Netekim Paşa’mız Sayın Kenan Evren, Türkiye’yi sekiz eyalete bölmeyi düşündüklerini ama sonradan vazgeçtiklerini açıkça söylüyor.

1990 yıllarda hem Başbakanlık hem de Cumhurbaşkanlığı yapan eskimez Baba (!) siyasetçi Sayın Süleyman Demirel bu dönemde kendisine Avrupalı ve ABD’li birçok siyasetçi ve devlet adamının Üniter yapıyı değiştirmeyi önerdiğini ve Türkiye’nin sıkıntılarının kaynağının Üniter yapı olduğunu söylediklerini çok kere açıkça ifade etti.

Açıkça görüyoruz ki bu gün de aynı çevrelerden daha da artan ısrarlarla aynı telkinler ve yönlendirmeler yapılmaya devam ediliyor.

Bu günkü tek fark şu.

Eskiden bu tür dış telkinlerin ülke içerisinde yeterli etkileyiciliği yoktu. İçerde toplumsal tabanı olmayan ve bu yüzden de fazla can sıkıcı olmayan telkinler halindeydi.

Ama bu gün farklı.

İçerde epey çalışıldığı, yükselen seslerin ve seslerin arkasındaki cesaretin fazlalığından belli.

Yani alıştırıla alıştırıla, uygun ortam birazcık oluşturulmuş.

Baltalara diyeceğimiz yok ama ah şu sapları var ya..

 

Hedef ülkelere ve toplumlara yönelik emperyalist yayılmaların yalnızca zorla ve silahlarla olacağını ancak geri zekalılar düşünebilir.

Çünkü savaşlar topyekündür ve en önemlisi süreklidir.

Ekonomik, sosyal, kültürel, dini, ahlaki, siyasi, askeri vs her alanda ve birbirini tamamlayan süreçlerle topyekün ve sürekli bir mücadele söz konusudur.

ABD ve Avrupa’da sayısı yüzleri bulan vakıflar, sivil toplum örgütü görüntüsündeki yarı resmi yapılar, yıllardır bu coğrafyalarda yerli sivil toplum örgütlerinden, gazetecilere, yazarlara, çizerlere, siyasetçilere para aktarıyor.

Merak edenlerin bunları öğrenmeleri zor falan değil. Çünkü adamlar saklamıyor ve kime ne verdiklerini de niçin verdiklerini de açık açık yazıp söylüyorlar.

Bu paraların niçin verildiklerini veya niçin alındıklarını anlamak istiyorsanız alanların söylediklerine, yazdıklarına ve yaptıklarına bakmanız kafidir.

Hepsinin koro halinde şunları söyleyip dillendirildiklerini görürsünüz.

Türk Milleti demeyin,

Türk Bayrağı demeyin(Çok anlı şanlı bir Prof’umuzun bir TV kanalında “Türk

Bayrağı dememek lazım. Zira birileri bundan rahatsız olabilir. En doğrusu Türkiye Bayrağı tabiridir.) sözleri hala kulaklarımda. Türk tabirini belki de ırkçı bir tabir olarak görüp kucaklayıcı görmeyen zatı muhterem’in Türkiye tabirini nasıl kucaklayıcı olarak kabullenebildiği de ayrıca düşündürücü ya..

Türkiyelilik deyin,(Gerçi bir müddet sonra Anadolu Federasyonu diyelim talepleri de yükselebilir ya)

Çok kültürlülük, çok dillilik, çok dinlilik deyin..

Üniter yapıdan bahsetmeyin, Eyaletlerden, Özerklikten veya Federalizm’den bahsedin. vs.vs.  

Her çaba bir müddet sonra öyle veya böyle bir sonuç verir. Nitekim geçmişi epey eskilere dayanan bu tür çabaların ulaştıkları neticeleri yavaş yavaş görmeye başladık. Çizilmeye çalışılan sınırlar, Yükselen perdesiz sözler ve balkonlardan sallandırılan üç renkli bayraklar.

Hikaye bu ya. Kesileceğini anlayan ağaç baltaya dönmüş ve şöyle demiş.Sana bir lafım yok ama ah şu sapın var ya sapın. O bizden. Bu hazmedemiyorum.

Ebesi başkaları olsa da yeni çocuğunuz hayırlı olsun.

Gerçi her doğan çocuk büyüyecek diye bir kural yok. Hayat uzun bir yolculuk. Bazen ayı çıkıp parçalayabilür, daş düşüp altına alıp ezebilür. Hatta hiç bilinmez, doğumuna vesile olanlar bile yaşamasını sakıncalı bulup bir şekilde işini bitirebilirler…

Kimbilir?…

…