17.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1175

“Deliorman Delisi”

“Deliorman Türklüğü deli, Adı için düşen şehitleri, Göçmenleri perişan deli, acı özlem doluydu günleri…” diyerek kendisini Deliorman’ın Delisi olarak tanımlayan Şumnu Türk Kültür Evi’nin başkanı şair yazar Nurten Remzi’nin daveti üzerine kalkıp dünyaca meşhur pehlivanımız Koca Yusuf’un memleketi Bulgaristan’ın Şumnu şehrine gittik.

İyi ki de gitmişiz, neler gördük neler!

Türkiye’de, Türk Milletine kahpelik ederek Balkan Türklerinin Türklüğünü sorgulamaya kalkanlara inat, Bulgaristan Türklüğü’nün kahramanca bir mücadeleyle var olduğunu gördük.

Dünyanın neresinde olursa olsun her türlü baskıya, zülme, katliama, soykırıma rağmen “ben Türküm” demeye devam eden bütün kardeşlerim benim için Türk Milletinin varlığı için can vermiş şehitlerimiz ve gazilerimiz kadar kahramandır ve değerlidir. Bu iddialı sözleri niçin söylüyorum, isterseniz durup bir tefekkür edin ya da bir an önce “biz de sizin yanınızdayız” demek için onların yanına koşun. Çünkü onların her biri Türklüğe üstün hizmet madalyasını fazlasıyla hak ediyor.

Henüz 1,5 yaşında iken, anasının kucağında Şumnu’dan ayrılmak zorunda kalan ressam Remziye Ülker’in, babasının imamlık yaptığı Tombul Camiinde, dedesinin işlettiği hamamın yıkıntılarında, anasının yollarını aşındırdığı Türk mahallesi Pınarbaşı’nda gözlerinden akan yaşı gördüğünüzde her madde anlamsızlaşıyor ve her mutluluğun sebebinde yatan şeyin mana olduğu ortaya çıkıveriyor.

Romanya’daki köyünün yüzde yüz bir Türk köyü olduğunu her cümlesinde tekrarlayan Başpınarlı İrfan Mehmet’i tanıyınca hemen gönlünüz Balkanların başka bir toprağına kayıyor.

Ya Akkadınlar kasabasının adı gibi olan “Akkadınları”na ne demeli? Gerçekten bu “Akkadınlar”ı Türk televizyonları yoluyla Türk milleti ile buluşturmalı ve Türk kadını ne anlama geliyormuş diye bizlere bir defa daha göstermeli. Akkadınların reisi İsmigül Yaşar Ali ablamın şahsında Akkadınlara söz verdim, onları Türkiye’ye tanıtacağız.

1958 yılında köyünde Türkçe konuşulması yasaklanan, isim değiştirmelerin ilk örneğinin aynı köyde 1972’de yapıldığı Kırcaali’li Emel Balıkçı hem eşi ile Alev Dergisi’ni çıkartıyor, hem de Türklük varolsun diye kendisini gözyaşları ile ortaya koyuyor.

Halk ozanı olma geleneğini Deliorman’da başarıyla sürdüren Emrullah Topçu, 75 yaşına rağmen herkese inad içindeki böceğin ölmediğini ısrarla vurguluyor, gerçek bir saz virtüözü olduğunu gördüğüm Hasancık’ta; Sivas’ın yolları türküsü ile Şumnu’ya bir hat kuruyordu. Onların arkasından gelen Erkin Ahmet’te yeni bir Emrullah Topçu olmaya aday.

Şumnu 4. Genç Kalemler Şiir Yarışması’nın Jüri Başkanı, Bulgaristan Türk Şairlerinin yaşayan çınarı Ali Bayram’ı es geçmek mümkün mü? Türkçe öğretmeni kızının okulunda, Türkçe sınıfının kapanmasından dolayı yüzüne yansıyan hüznü artık ebediyen unutamam.

Neredeyse herkese öğretmenlik yapmış olan 83 yaşındaki Osman İsmailov’un Şumnu’nun sert havasına rağmen bayrama gider gibi çok şık bir takım elbise ile şölene gelmesi ve misafirlerin hocanın elini öpmek için yarışması ise güzelliklerin sadece küçük bir parçasıydı. Osman İsmailov artık ömrünün son günlerini yaşadığını ama bundan sonra benim içinde dualar edeceğini ısrarla bana söylemesi, beni de gözyaşlarına boğdu.

Türk çocukları kızı ve erkeği ile şiirler söyledi, sazlar çaldı, davulları gümbürdetti ve sanki bu günü beklermiş gibi dört bir yandan gelenler hünerlerini gösterdi.

Bunları seyrederken yanımda Türkiye Cumhuriyeti’nin Burgaz Başkonsolosu Sibel Erkan’da vardı. O da bu heyecana samimi birşekilde katıldı. Hepimiz izlediğimiz güzellikler karşısında şaşkın ama bir o kadar da mutluyduk.

Bütün bunlara vesile olan Deliorman Delisi Nurten Remzi’dir. Onca imkansızlığa rağmen bize milyonlarca güzellik yaşattı. Hele elimize tutuşturduğu Türkçe çıkan çocuk ve gençler için kültür, sanat eğitim ağırlıklı “Mozaik” dergisi yok mu! Sırada bizi davet etme sözü veren Kemaller(İsperik) Belediye Başkanı Adil Residov’un Mayıs ayında yapılacak şenliğine gitmek var.

Gördüklerimizin kısaca özeti şudur; Bulgaristan’da Türk olarak doğmak ve Türk olarak kalmak zordur ve aklınıza gelmeyecek kahramanlıkları gerektirir.

Eğer Türkiye’ye sahip çıkmazsanız, Bulgaristan’daki Türklerin akibetine düşmeniz kaçınılmazdır.

Bir Kırım Türkünün, Balkan felaketinin sosyal açıdan röntgenini çektiği ve Balkan savaşları esnasında yazılmış “İstanbul Mektupları” adlı eserinde, İstanbul’daki Türklerin tembellik ve miskinliği hakkındaki tespitleri çok dikkat çekicidir. Bir vesile ile Eğitimci Oğuzhan Saygılı’nın yazdığı yazı sebebiyle haberdar olduğum Fatih Kerimi’nin “İstanbul Mektupları” Çağrı Yayınları tarafından yayınlanmış.

Yazar eserinde Türk – İslam aleminin üzerine serpilmiş ölü toprağından, yaşadığı atalet ve tembellikten oldukça huzursuz olur. Bu huzursuzluğu yer yer üzülerek zaman zamanda umutsuzluğa kapılarak şöyle tasvir eder “İstanbul’un beş yüz kahvesinde vasati olarak ellişer kişiden yirmibeş bin kişinin ve bunlar cümlesinden sarıklı, cüppeli hoca efendilerin sabahtan akşama kadar kağıt, dama, tavla oynayıp tembel, tembel oturmaları…” işte bu durum az kaldı Türk milletinin mahfına sebep oluyordu. Şimdi yine benzer aymazlıklar görüyoruz. Onun için bu eser okununca Balkanlar nasıl elden gitmiş ve Türkiye nasıl elden gitmek üzere çok net anlıyorsunuz. Bizde size Bulgaristan Türklerinin var olma mücadelesini anlattık. Gerisini anlamak size kaldı. Yoksa her zaman bir “Deliorman Delisi” bulamayız.

Kentleri Seller Alıyor; Neden?

Bu ülkenin kentleri her şiddetli yağışta sellere yenik düşüyor?

Neden?

Her yaşanan sel felaketi, bu ülkenin ulusal zenginliğinden bir şeyler koparıp alıyor.

Sel felaketine uğrayan vatandaşımızın evi, eşyaları mahvoluyor.

Ama daha da önemlisi, ruhsal sarsıntı yaşıyor!

Düşünün, bir gece aniden bastıran şiddetli yağışla birlikte, eviniz çamurlu sularla doluyor.

Alın terinizle sahip olduğunuz eşyalarınız kullanılmaz hale gelmiş. Yerine yenilerini koymanız da mümkün değil!

Belki, yarın öbür gün gelin olacak kızınızın çeyizi sellere kapılıp gidiyor.

Aile fotoğraflarınız çamurlu sularla bakılamaz hale geliyor.

Ölümün kıyısından dönüyorsunuz!

Küçük çocuğunuz derin uykusundan sarsılarak uyanıyor!

Önce “can” sonra “mal” derdine düşüyorsunuz!

Ve, farkında olmadan daha büyük bir “yaşamsal risk” içindesiniz; ruhsal dengeniz bozuluyor!

Peki, bütün bu rezaletin nedeni nedir?

“Takdir-i İlahi” mi?

Kendi akılsızlığını neden Yaradan’a fatura ediyorsun?

“Küresel çevre sorunları” mı?

Öncelikle, “evet.”

Sonra?

“Kentler planlı ve önce altyapı ilkesine uygun mu gelişiyor?”

Ne yazık ki, bu sorunun yanıtı “HAYIR!”

Kentler, bireysel çıkarlara sunulan “rant alanları” olarak iğfal edilmiş!

Güzelim “BURSA OVASI” nda, meyve bahçeleri sökülüp fabrikalar, işyerleri, yerleşim alanları yapılmış!

ÖNCE ALTYAPI” ilkesi de yok sayılmış!

Ankara’da 10 dakika şiddetli yağmur yağıyor, kanallar doluyor, yollar su altında kalıyorsa, bu kenti son üç dönemdir yöneten ve “battı çıktılarla” dolduran belediye yönetimi hiç mi utanmıyor?

Ankara’nın merkezinde, en gözde yerinde araçların içine dolan çamurlu sular jant kapakları ile boşaltılmaya çalışılıyorsa, “NEREDE SENİN ALTYAPI HİZMETİN?” diye sormak yanlış mı?

Kentler, “yağma-rant alanları” olmuş.

Dere yataklarında fabrikalar, konutlar, hatta okullar kurulmuş.

Siyasal çıkar hesaplarıyla altyapısız alanlarda konut yapımına göz yumulmuş.

Bir kez yitirdiğiniz tarım toprağını bir daha kazanmanız mümkün değil!

“Tarım alanlarını korumak” Devlet’in asli görevi olduğu halde, ekonomik ve siyasal çıkar hesaplarıyla tarım topraklarını yok edenler;

altyapı önceliğini bilmeyen cahil ve kötü niyetli yerel yöneticiler;

açgözlü, ihtirası aklı ve vicdanını aşan insancıklar;

ormanları yakıp kesen vahşiler;

gelecek nesillerin de hakkı olan denizleri, akarsuları, gölleri, toprağı ve havayı kirletenler;

Bütün bu sel ve deprem felaketlerinin sorumlusu, suçlusu ve günahkarı sizlersiniz!

Ne yazık ki, sizin suç ve günahınızın bedelini günahsız insanlar ödüyor.

Malıyla, canıyla.

Lanet olsun size!..

 

Örgütler ve Cemaatler

0

Hanefi Avcı’nın malum kitabının yayınlanmasından sonra dini cemaatleri örgütsel bir yapı olarak değerlendirme çabaları arttı. Daha önceki dönemlerde Türk Ceza Kanununda yer alan 163 madde kapsamındaki davalarda da dini cemaati örgütsel bir yapı olarak görme eğilimi zaman zaman olmuştur. Ancak davaların çoğunda savunulan bazı İslami değerler yani hükümler suç unsuru olarak görülmüştür. Necip Fazıl Kısakürek, Bediuzzaman Said-i Nursi vb. lerinin davalarında ön plana çıkan suç unsurları daha çok savunulan dini hükümlerdir. Bu üstatlar da yazdıkları ve savundukları fikirlerden dolayı yargılanmışlardır. Bu üstatlarla okurları ve gönüldaşları arasında örgütsel bir bağ çoğu kere kurulmamıştır.

Hanefi Avcı’nın kitabı ve bu kitap çerçevesinde inşa edilen söyleme bakıldığında, Sayın Fethullah Gülen gönüldaşlarını ve okurlarını, dini ve manevi yönü ağır basan bir cemaat olmaktan ziyade, bir örgüt olarak görme eğilimi ağırlık kazanmaktadır. Dini bir cemaatle bir örgüt arasında ne tür farklar vardır?  Öncelikle bunu ortaya koymak gerekir.

Örgütlerin çok farklı çeşitleri vardır. Herhangi bir derneğin mensupları da bazen örgüt olarak görülür. Ancak biz burada örgütten, önceden belirlenmiş amaçlar doğrultusunda mücadele etmeyi kabullenmekle birlikte amaçlarının ve eylemlerinin gizliliğinden dolayı mensuplarının bir birlerini tanımadığı gizli örgütleri kastetmekteyiz. PKK ve DHKPC bu tür örgütlerin örnekleridir.  Söz konusu kitap zaviyesinde gündeme gelen tartışmaya bakıldığında Gülen cemaatini de bu tarz örgütlere benzeştirme çabasının olduğu görülmektedir.  Cemaat mensuplarının planlı olarak cemaate karşı olan kesimlerin telefonlarını dinledikleri, onları bürokratik yetkilerini kullanamaz duruma getirdikleri, bilinçli bir tarzda cemaat karşıtlarını takibata aldıkları ve izledikleri iddia edilmektedir. Cemaate yüklenen bu sıfatların art niyetli yakıştırmalar oldukları açıktır.

Dini cemaat, her şeyden önce bir ibadeti, dini bir metni okumayı, dinlemeyi ve dini bir duyguyu daha canlı ve coşkulu bir şekilde yaşamak üzere zaman zaman bir araya gelen insanlardan oluşur. Dini cemaat mensupları arasında samimiyet, gönüldaşlık, sadakat ve yardımlaşma değerleri canlıdır, etkilidir. Cemaat mensupları biri birlerini tanırlar.  Ayrıntılı olarak bilirler, kişisel özelliklerini saklamazlar, gönülden davranırlar. Bu özellikler Gülen cemaati mensupları için olduğu kadar, Türkiye’deki benzeri birçok dini cemaat için de geçerlidir.

Dini cemaate katılma ve ayrılma konusunda sınırları kesin kurallarla belirlenmiş ölçütler de mevcut değildir. Allah rızası olarak algılanan cemaate hizmet görevi her kes için her zaman açıktır. Gülen cemaatinin cemaate katılma hususunda bu manada belirlenmiş şartları da yoktur. Manevi bir hizmet olarak algılanan cemaat kurumlarına yardım ve destek bir aşktır, heyecandır. Bu manada cemaate destek olanlar ve cemaatin etkinliklerine katılanlar toplumun bütün kesimlerinden olabilmektedir. Herkesin girişine ve çıkışına açık olan bir cemaati bir örgüt olarak etiketlemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Sosyolojik kavramsallaştırma ile izah edilebilir değildir.

Örgütlerle cemaatler arasında önemli farklar vardır. Cemaatler her kesime ve herkese açık oldukları halde örgütler açık değildir. Örgüte katılma dikkatli ve planlı takibatlar ve izlemeler yapıldıktan sonra mümkün olur. Örgütlerin faaliyetleri bütün örgüt mensuplarınca bilinmez. Örgüt faaliyetlerinin ve eylemlerinin amaçları örgüt üyelerine söylenmez. Sadece örgütün üst düzey yöneticilerince bilinir. Örgütlerin faaliyet yerleri de açık değildir. Örgütler dar kapalı ve küçük gruplardan oluşur. Bir örgüt üyesi diğer örgüt üyelerini de tanımaz. Örgütlerde görevler emir ve komuta zinciri içinde dağıtılır. 

Gülen cemaati yukarıda belirtilen özellikler bakılırsa yapı olarak hiçbir şekilde örgüt olarak tanımlanamaz. Cemaat mensupları ve gönüldaşları, toplumun her kesiminden olabilmektedir. Cemaatin eğitim, spor ve girişimcilikle ilgili bütün faaliyetleri açıktır. Bu faaliyetler, Türkiye’nin resmi organlarınca ve basın camiasınca açık bir şekilde izlenebilmektedir. Cemaat her türlü faaliyetini ve girişimini bizzat basın yoluyla duyurmaktadır. Cemaatin hiçbir yerinde gizlilik yoktur. Örgütlerdeki gibi emir ve komuta zinciri mevcut değildir. Anadolu’nun her hangi bir şehrinde bir iş adamı Allah rızasını gözeterek bir okul binasını yapmaktadır. Bu okuldaki görevlilerin ve öğretmenlerin bir kısmını manevi yönü ağır basan dindar ve Gülen hoca efendinin muhiplerinden seçebilmektedir. 

Dini ve manevi yönü ağır basan davranışlara, kişilere ve gruplara karşı Türkiye’de bazı radikal laik gruplar, öteden beri bir korku imajı oluşturma çabası içindedirler. Fethullah Gülen hoca ve gönüldaşlarına karşı inşa edilmeye çalışılan muhayyel korkular, milyonlarca insanın gönül verdiği ve katıldığı etkinlikleri maalesef bir örgüt faaliyeti olarak görmeye yol açabilmektedir. Ne diyelim? Kendi muhayyel korkularını yenemeyenler, korkularını meşrulaştırmak için muhayyel ve uydurulan imajlara sarılmaya devam edeceklerdir.

 

 

Eğitim ve Başarı -1

Eğitimde başarı için bir kıssa üç nokta.

Bunlara geçmeden önce

Değerli öğrenciler;

1 – Sizi seviyoruz.

2 – Bizi sevmeseniz de sizi seviyoruz.

3 – Bizi sevenleri daha çok seviyoruz.

Eğitim- öğretim uzun soluklu bir süreçtir.

Bu süreçte öğrencilerde bilgi birikiminin yanında

Olumlu yönde davranış değişikliğide gözlenmelidir.

Bu süreçteki bilgi birikimine öğretim,

Olumlu yöndeki davranış değişikliğine ise eğitim denir.

Eğitim sağlığı da içerir.

Sağlık fertlerin geleceğini,

Eğitim ise toplumların geleceğini şekillendirir.

Bu süreç içerisinde olumlu yönde davranış değişikliği gözlenemiyorsa

Orada eğitimden söz etmek pekte sağlıklı olmaz.

Bu girişten sonra gelelim kıssaya

Fi tarihinde her şeyi bilmesiyle meşhur bir filozof varmış.

Bilmediği hiçbir şey yokmuş.

Sorulan bütün sorulara cevap verirmiş..

Dolayısıyla halk arasında çok popülermiş

Bu durum vatandaşların birisinde kıskançlığa yol açmış

Arkadaşına O’na öyle bir soru soracağım ki kesinlikle bilemeyecek

Dolayısıyla karizması çizilecek demiş.

Arkadaşı ona bu adamın bilmediği bir şey yok ki,

Ne soracaksın da bilemeyecek demiş.

O da ona bekle görürsün diye cevap vermiş.

Bir gün arkadaşıyla beraber yumurtadan yeni çıkmış bir civcivi alarak filozofun yanına gitmişler.

Selam aleykümselâm  dan  sonra

Bizim haset vatandaş,

Filozofa efendim size bir sorum olacak demiş.

Filozofta tabi buyurun sorun deyince

Kıskanç vatandaş civcivi avucunun içerisinde saklayarak

Elini filozofa doğru uzatmış

Söyle bakayım şu avucumun içerisindeki canlımı cansız mı? diye sormuş

Vatandaşın niyetini anlayan filozof

O’na şöyle bir sevap vermiş.

Elindekinin canlı yâda cansız olması sana bağlı,

Canlı derim sıkar öldürürsün bak cansız dersin.

Cansız derim elini açar canlı olduğunu gösterirsin.

Zaten vatandaşında niyeti böyle imiş,

Ölü dese canlı olduğunu gösterecek,

Diri dese sıkarak öldürecek,

Evet, hikâye bu…

Şimdi gelelim birinci noktaya

Okullar eğitim öğretimin yapıldığı yerlerdir.

Eğitim öğretimle ilgili dört ana unsur vardır.

Birinci ana unsur devlettir.

Devlet çocuklar okusunlar diye okullar açar.

Öğretmenler görevlendirir,

Okulların ihtiyaçlarını imkânları ölçücüsünde karşılamaya çalışır.

Dolayısıyla üzerine düşen görevleri yapmaya çalışır.

İkinci ana unsur anne-babalardır

Anne-babalarda çocuğum iyi bir eğitim alsın diye,

Kıt imkânlara rağmen dershanelere gönderir,

Kendileri eski giyer çocuklarına yeni alırlar.

Mutfak masraflarından kısarak çocuğuna harçlık verir,

Evin ihtiyaçlarını geciktirerek çocuklarının ihtiyaçlarını öne alır.

Onlarda istisnalar hariç,

Görevlerini fazlasıyla yapmaya çalışırlar.

Üçüncü ana unsur öğretmenlerdir.

Onlarda bilgi beceri ve kabiliyetleri kadar öğrencilerine faydalı olmaya çalışırlar.

Hatta birçoğu teneffüslerde çocukların sorularını çözmekten öğretmenler odasın gidip çay içmeye zaman bulamazlar.

Dolayısıyla kahir ekseriyet itibarıyla onlarda görevlerini fazlasıyla yaparlar.

Bütün bunlar başarının gelmesi için yeterli mi?

Hayır.

Dördüncü ana unsur öğrencilerdir

Evet, eğitim çoğunlukla öğrenci merkezlidir.

Devletin, anne- babaların ve öğretmenlerin görev ve sorumlulukları olduğu gibi,

Öğrencilerinde sorumlulukları vardır.

Yukarıda saydığımız bütün hususlara rağmen,

Öğrenciler görevlerini yapmazlarsa,başarı gerçekleşmez.

Filozof sorulan soruya ne cevap vermişti?

Demek ki bütün bunların yanında başarılı yâda başarısız öğrenciye bağlıdır.

İkinci nokta

Genellikle öğrenciler başarılı olmak ister ama hepsi başarılı olamaz.

Neden

Başarı sadece istemekle olmaz ki.

Bu duygu yâda isteki

İnsandaki açlık hissi gibidir.

Nasıl yemeden açlık giderilemiyorsa…

                                                                                         

Devam edecek

Küreselleştirici Süreç

Milli ve uluslar arası seviyede sonuçlar doğuran küreselleşme, kurumsallaşma çerçevesinde anlaşılması gereken bir konu haline gelmiştir. Sorun çözme ve karar alma mekanizmalarının milletüstü (ulusüstü) yapılara yerini bırakması ve bu yapıların belli hiyerarşilere göre yönetilmesi amaçlanmaktadır. Böylece, “mahallilik” (yerellik) ve millilik (ulusallık) kavramlarının evrenselleşmeye doğru bir değişim geçirmesi öngörülmektedir.

Dünyanın tek merkezli bir alan haline geleceği iddiaları yaygındır. Meselâ, bölge kalkınması da milli ve mahalli seviyeden milletüstü seviyeye taşınmakta; soru işaretleriyle dolu bölge kalkınma ajansları devreye sokularak ferdi girişimciliğin desteklenmesi, bölge kalkınması için AB fonlarının ve devlet desteğinin sağlanması hedeflenmektedir. Öte yandan kamu harcamalarını arttırıyor diye İngiltere bile bu ajansları kapatmıştır. 

Aslında Dünyayı küreselleştiren güç ve güçler ile küreselleştirilenler aynı resim içinde yer almaya zorlanmaktadır. Küreselleşmenin küresel bir egemenlik peşinde koşması ve milletüstü kurumsallaşma eğilimleri, oldukça tenkit çekmiştir.

Sanayileşmenin adeta ilk dönemlerini andıran hangi şart altında olursa olsun şartsız ve kontrolsüz büyüme ve üretim nöbeti, kaynakları insafsızca kullanma tekrar gündeme gelmiştir. Bu süreç biyolojik çevrenin, tabiatın ve tabiattaki canlıların tahribatını da hızlandırmıştır.

Tüketim hırsı, kârı ve faydayı en çoklaştırma nöbeti, her değeri silip süpürmektedir. Tüketim hırsı, sanal gelirlere dayandırılınca, fert ve gruplar ile devletlerin borçlandırılması bir kısır döngü gibi sürdükçe; küresel kriz de kaçınılmaz olmaktadır. Küresel olarak ifade edilen bu kriz, bir bakıma Dünyaya egemen olmak isteyen siyasi destekli yeni ekonomik güçlerin (çokuluslu şirketlerin vb.) artık ayak bağı olan dünün ekonomik güçlerinden ve kurumlarından kurtularak yeni ufuklara ve pazarlara açılmak olarak da tanımlanabilir.

Dünyanın kaynaklarını ele geçirme, aşırı şekilde kullanma ve istismar edebilmede milli devletler üstü bir kurumsallaşmaya ihtiyaç olduğu ortaya çıkmaktadır. Milli devletler ve onların vatandaşlarının milli menfaatlere bağlı kalmaları statükoculuk olarak etiketlenmektedir.

Bu süreçte; tek taraflı ve hâkim ekonomiler lehine işleyen serbest piyasa ekonomisine, liberal değerlerin yerleştirilmesine, emperyal demokrasinin kurumlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Bundan dolayı değişik milli devletlerde yasa ve anayasa değişiklikleri ön plana çıkarılmaktadır. Ekonomik kaynaklar ve kuruluşlar talan edilmekte; ülkeler küreselleştirmeye uyumlu hale getirilmektedir. Ekonomik yapı kadar sosyal yapı ve doku, yerel sorunlar, etniklik ve mezhep farklılıkları esas alınarak bütünlükçü değil, çatışmacı, parçacı eğilimler desteklenerek milli devletlerin savunma ve direnme gücü yıpratılmaktadır. 

Bu süreç, hâkim ekonomi ve onu siyasette kullanan hâkim ülkelerce sürdürülmektedir. Onlara göre; ekonomik büyüme arttıkça; hem refah düzeyi, fert başına düşen milli gelir artacak, eşitsizlikler ve yoksulluk müdahaleye ve sosyal devlet araçlarına gerek kalmadan ortadan kalkacaktır.  Bunun için devlet ekonomiden çekilmelidir. Onun yerine çokuluslu şirketler ve sus payı verilen yerli ortaklar geçmektedir. Sosyal politika ve devletin müdahaleleriyle kamu kaynakları sosyal adalet amaçlı ve üretken olmayan alanlardan uzaklaştırılmalıdır.

Bu mantık küresel rüzgarlarla estirilmekte, reel sektör ve üretici, gerekli desteği bulamamakta, kur politikaları, ihracatı değil; ithalatı prim yapar hale getirmektedir. Devamlı artan cari açık sıcak paradan medet umar hale gelmekte ve ülkeler kuşatılmaktadır. Gelişmekte ve önü açılan ülkeler bu kuşatmayla daha çok karşılaşmaktadırlar.

Küçük ve orta ölçekli sanayi, yan sanayi daralmakta; ara malı ithalatı artmakta, işsizlik büyük sorun olmaktadır. Dış bağlantılı büyük sermayenin önemli bölümünün ölçek büyütmeye teşvik edildiği ve yabancı sermayeyle ortaklığa zorlandığı görülmektedir. Ancak, zamanla önce ortak olan, hisselerin bir kısmını eline geçiren yabancı sermayenin, o ekonomik şirket veya kuruluşları bütünüyle ele geçirmesi; hem siyasi, hem de ekonomik bakımdan önlenemez olmaktadır.

Sağ- sol ideolojik ayırımı bile milli (yerli)-küreselci (teslimiyetçi) şekline dönüşmüştür. Bundan dolayı sağın ve solun milliyetsiz kesimleriyle eski aşırı sol, liberal ve sözde İslamcı ittifakı doğmaktadır.  

Medeniyet, İnsana Değer Vermektir

Size birisi “Ne kadar medenisiniz?” diye sorusa ne cevap verirdiniz? Veya kendinize “Ben ne kadar medeniyim?” diye sorduğunuz oldu mu? Bir insanın medeni olması veya olmaması ne demektir, bunun ölçüsü nedir?

Kullandığımız teknoloji, bildiğimiz kelime sayısı, giydiğimiz kıyafet, insan ilişkilerindeki centilmenlik, yaşadığımız evin konforu birer medeniyet ölçüsü müdür? Bana “Medeni insanın niteliklerini sayar mısınız?” desem kaç nitelik ve neler sayabilecek durumdasınız?

Medeni olmakla gelişmişlik ve bayındırlık ne kadar alakalıdır? İnsanı bir değer olarak önemsemek, insan haklarına saygılı olmak, medeni olmanın neresinde kalır?

Medyadan takip ettik. Şili’de 33 madenci, yerin 700 metre altında 69 gün mahsur kaldı ve geliştirilen özel bir çelik kapsülle kurtarıldı. Kurtarılma sonunda yaşanan sevinç ve heyecanı burada anlatmaya gerek yok. Onlardan on beş gün haber alınamamıştı. On beşinci gün sağ oldukları anlaşıldı ve yaşamaları için her türlü imkân kullanıldı. İstenseydi, bir hafta sonra o insanlar gözden çıkarılabilirdi, onlara ölü muamelesi yapılabilirdi. Onları yaşatmak için bütün vasıtalar değerlendirildi. Kamuoyu oluşturuldu, insani duyarlılık geliştirildi. Onlar aracılığı ile, Şili yöneticileri, bir insanlık sınavı verdi ve bu sınavı kazandı. Tarihe, insana verilen değerin en güzel örneğini armağan etti.

“Bizde olsaydı şöyle olurdu.” demek, içimi burkuyor. İnsanlık adına çıkarılacak ders varsa demek zorundayız. Bu ülkede, gençler için “Asmasaydık da beslese miydik?” diyerek henüz hayat deneyimi olmayan gençlerin asıldığını, bir sel felaketinde ve maden kazasında ölenlerin arkasından “Ne yapalım bu da onların kaderiymiş.” dendiğini hatırlıyorum ben. Aynı zamanda “Ademi öldürmenin alemi öldürmek olduğunu, yaratılmışı Yaratan’dan ötürü sevmek gerektiğini” öğrendim ben bu topraklarda, bu toprağın kültüründe. Lafta kalan bu anlayışın, bir uygulamasını ise hatırlamıyorum kendi yakın tarihimizde. Kıyaslamanın iyi bir yöntem olmadığını bilsem de aklım ve vicdanım beni Şili ile kendimizi kıyaslama mecburiyetine itiyor.

Kötüden örnek olmaz. Güzel örnekler nerede olursa olsun, kaynağı kime ait olursa olsun alınmalıdır, bu güzellikler bir yaşam biçimi haline getirilmelidir. İnsanlık, yaşamak değil, yaşatmaktır. Tarihin altın sayfalarını yaşamak için yaşayanlar değil, yaşatmak için yaşayanlar tezyin eder. O insanlar, bizim için bir kutuptur; o güzel olaylar, bizim için bir köşe taşıdır.

Medeni insan tipini, medeniyet algılamamızı bir daha sorgulayalım. Medeni insan, insana değer verendir; medeniyet, yaratılanda Yaratan’ı görmektir.

Medeniyet inşasına yeniden başlamalıyız.

Müderris Râşid Hoca

Râşit Bey (1868-1952) Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde 1919-1921 yılları arasında Bâb-ı Âli hûkümetlerinde, İaşe-Maliye-Maarif ve Evkâf Nezaretleri gibi dört ayrı bakanlığın başında nazır olarak yani bugünkü tanımıyla bakan olarak görevde bulunmuştur.

Râşit Bey, olağanüstü zeki, fevkalâde bilgili, müthiş bir hafızaya sahip, hârikulâde bir Türklük ve İslam şuuru ile mücehhez (donanımlı) idi.

Bu efsanevi hoca ile tanışmamız 1945 yılında Galatasaray Lisesi’nde oldu. Tarih dersi hocamızdı. İlerlemiş yaşına rağmen dinç ve sağlıklıydı.

Râşit Bey, kısa boylu ve zayıftı ancak vâkur, ciddi ve soylu davranışlarıyla karşısındakini hemen tesiri altına alırdı. Okuldaki yabancı uyruklu hocalar kendisinden çok çekinirler ve saygılı davranmaya özen gösterirlerdi.  Ayrıca  Fransızca diline olan olağanüstü hakimiyet ve bilgisine şaşırırlardı.

Râşit Bey, Maliye Yüksek Okulu ile  Deniz Ticaret Yüksek Okulu’nda da Fransızca ve coğrafya dersleri verirdi. Hocalık dönemi 1924’te başlamış ve 1949 yılında sona ermiştir. 25 yıllık bu dönemde yirmi bin civarında  öğrencisi olduğu tahmin edilmektedir. Hoca aynı zaman da  akademik çalışmalar için kendisinden randevu alarak gerek ülkemizden gerekse  dış ülkelerden gelen  çok sayıdaki uzmana da  bilgi aktarır ve onlara referans olurdu.

Râşit Bey hakkında pek çok anektod nakledilmiştir. İaşe nazırlığı döneminde İngilizlerin rüşvetini red etmiştir. “- Ben seksen bin altına kadar namusluyum. Daha fazla rüşvet teklifi almadım. Bunun için bu sınırı koyuyorum” sözü O’na aittir. Râşit Hoca’nın bu ifadesine bir hayli yazılı eserde rastlanır.

Çok anlatılan bir diğer anektod da; Fransa sefirinin,  Maliye ve İaşe nazırı Râşit Bey’i, 14 Temmuz Fransa Ulusal Bayramı nedeniyle davet ettiği yemekteki olaydır.  Râşit Bey gecenin onur konuğudur. Yemekte, yanına Fransız sefirinin eşi madam Bompard oturur. 

Madam Bompard, Râşit Bey’in geniş dünya görüşü ve birikiminden etkilenir.  Çok ilgi duyduğu modadan  bahis eder. Râşit Bey moda hakkında da bilgi sahibidir. Süre ilerledikçe o gece için ikram edilen özel şaraptan fazlaca içen Madam Bompard alkolün verdiği etkiyle moda konusunu iyice koyulaştırır, giderek konuşma uslübu saldırganlaşır ve Türk hanımlarının kapalı giyinmesini eleştirir.

Avrupa’da yaygınlaşan yeni modanın hanım giysilerinde kolları bacakları ve göğüsleri kısmen açık bırakacak şekilde dizayn edildiğini ve buna dekolte denildiğini anlatır. İstanbul’da  ise Türk hanımlarının hâlâ bu modadan bî haber olduğunu tenkîd eder.

Raşit Bey konuyu değiştirmek için çaba gösterirse de başarılı olamaz. Aldığı alkol nedeniyle sesi de yükselen Madam Bompard, hanımların açılmasının artık bir uygarlık ölçütü olduğunu söyleyince dayanamaz. Herkesin duyacağı bir sesle;

“-Madam, çıplaklık medeniyet ölçüsü ise sömürgelerinizin bulunduğu Afrika’nın çok gerisinde kaldınız. Orada insanlar anadan doğma dolaşıyorlar” der.

Râşit Bey, bir hayli  yüksek görevlerde bulunmuştur. Ancak, Cumhuriyet Hûkümeti’nin çok doğal bir tavrı olan  İmparatorluk erkânına soğuk davranmasıyla işsiz ve parasız kalmıştır.

Ankara’da büyük bir güvene sahip olan, bir süre  milletvekilliği de yapmış olan  Galatasaray Lisesi müdürü Behçet Güçer ile devrin önemli bakanlarından Abdullah Suphi Tanrıöver’in girişimleriyle, Galatasaray Lisesi ile  Maliye Yüksek Okulu’na ve  Deniz Ticaret  Yüksek okullarına hoca olarak atanarak maddi sıkıntısı önlenmiştir.

Raşit Hocanın “Türklere Karşı Haçlı Seferleri” kitabı pek çok kişiye kaynak olmuş ve olmaya da devam etmektedir.

 

Enderun İktidarı’na karşı Türk Milliyetçiliği

Günümüzde Türk kelimesine karşı duyulan kin ve nefret, beni Osmanlı‘nın çöküş dönemine geçerken yaşanılanlara götürdü.

Tarih hafızanızı biraz zorlarsanız göreceksiniz ki; Osmanlı Beyliği‘ni kuran, bu beyliği önce devlet, sonra da Cihan Şümul bir imparatorluk haline getiren Türk gücü, Türk zekâsıdır.

Osman Gazi, kardeşi Aydoğdu‘nun şehadetinden sonra, mezarına, ‘Türk Han Mezarlığı’ ifadesini yazdırmıştır.

‘Oğuznâme’ diye bilinen eserinde Yazıcıoğlu Ali,  Osmanlı Hanedanı‘nın 24 Oğuz Boyundan biri olan Kayı Boyu’ndan olduğu ifade edilir.

Ahmedi’nin İskendernâmesi’nde Osman Gazi’nin, babası Ertuğrul Gazi’nin, Gündüzalp’in, Gökalp’in Oğuz soyundan geldiklerini anlatır.

Bütün kaynaklarda Türk olmak, Oğuz soyuna, Kayı boyuna mensup olmak, bir iftihar vesilesi olarak, kullanılmıştır.

Bu Fatih Sultan Mehmet Han‘ın devrine kadar sürmüş, ondan sonra da Türk, kendi özüne yabancılaşmış, hatta Türk sözü, hakaret anlamında dahi kullanılmıştır.

Bir süre sonra devleti kuran kudrete ‘etrak-ı biidrak’,  yani idrak etmekten yoksun Türk denilecektir.

Sultan II. Bayezid Adli mahlası ile şiirler yazan bir Hükümdardı.

İsmet Zeki Eyüboğlu’nun ‘Alevi- Bektaşi Edebiyatı’ adlı kitabında geçen şiirinde, Sultan Bayezid maalesef şöyle der:

Değme etrak ne bilsin gam-ı aşkı Adli,

Sırr-ı anlamaya haylice idrak gerek

Saltanatın devamı için, etrafında soyu sopu belirsiz, güdülmeye müsait, dalkavuk zümresini görmeyi arzu eden padişahların varlığından istifa eden Enderun menşeliler, bir süre sonra da gemiyi azıya alıp, devletin gerçek sahibi gibi davrandılar.

Devleti kuran Türk ırkını aşağılamaya, hor görmeye, savaşlarda esir edilişlerinin adeta intikamını almaya başladılar.

Enderun müessesi kurulup, Osmanlı idaresinde egemen olmaya başladıkları an, Türkleri cepheye sürülen, vergi alınan birer yığın halinde görmeye başladılar.

Türkler ne zaman ki kurdukları devleti, mağlup milletlerin döküntüleri olan bu Enderun müessesinin idaresinden kurtarmaya kalkıştılar, aynı bugünkü gibi, derhal hain, celali, asi ilan ediliyor, ağır hakaretlere uğruyorlar, hatta katliama maruz kalıyorlardı.

Yaşadığımız bu günlere ne kadar benziyor.

O zaman da saygın bir konuma sahip olmanın Arap veya Acem olmakla mümkün olduğu gerçeği mevcuttu.

15.YY şairlerinden Tokatlı Leali, sitem ettiği bir şiirinde;

“Olmak istersen itibara mahal

Ya Arap’tan, yahut Acem’den gel “ der.

Aynı yüzyılın şairlerinden Mesihi, Türk olduğu için kendine yer bulamamasına isyan edip;

“Mesihi, gökten insen sana yer yok

Yürü var gel, ya Arap’tan, ya Acem’den” diye mısralara döker isyanını.

O dönemde de bugün olduğu gibi kendi soyunu hakir görenler mevcuttur..

Bunlardan Şair Baki; ” Türk ehlinin ey hace biraz başı kabadır” derken, Nef’i;  “Türk’e Hak, çeşme-, irfanı haram etmiştir” diyebilmiştir.

Günümüze kadar gelen birçok risale ve benzeri eserde de devşirmelerin, devletin asıl sahibi olan Türkleri nasıl aşağıladıklarını gösteren, Enderun’a hâkim olan genel kanaati aksettiren birçok belgeye rastlamak mümkün.

O dönemin aydınları arasında da aynı bugünlerdeki gibi, Türk düşmanlığı, Türk’e küfür etmek, Türk’ü hakir görmek, bir sükse ve yarış haline gelmiş.

Bugünün Orhan Pamukları, o gün Hoca Sadettin Efendiydi, Solakzade, Ahmedi ve diğerleriydi.

Devşirmeler tamam da, soyu Türk olan o dönemin sözde bu aydınları, Osmanlı’nın çöküşüne sebep olacak Enderun tarafından sıkça kullanılmıştır.

Bugün de durum farklı değildir.

Devşirmeler bir taraftan, ihaneti hizmet bellemiş Türk soylular bir taraftan el ele vermişler, Türk Devleti‘ni,  Türk Milleti’ni diz çöktürmeye çalışıyorlar.

Türk Milliyetçileri uyanın, tarihin tekerrür etmemesi için, fazla da bir vaktimiz kalmadı.

Kaynaklar:

Koca Sekhenbaşa Risalesi, Naima Tarihi, Mehmet Halife- Tarih-i Gulmani, Hoca Sadettein Efendi- Tec’üt Tevarih, Gelibolulu Mustafa Ali- Mevaid’ün Nefais, Çağatay Uluçay- Yavuz Sultan Selim Nsıl Padişah oldu, İskender Pala- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği, Necdet Sevinç-Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü

 

 

Esnafın “Ahi” ve Vahi!

Geçtiğimiz hafta, “Ahilik Haftası” olarak çeşitli etkinliklerle kutlandı.

Leyla Atakan Kültür Merkezi’nde düzenlenen törende, ahiler devir teslim töreni yapmışlar. Vali Topaca’ya “Ahi kıyafeti” giydirmişler. Vali Topaca, yaptığı konuşmada; “Atalarımız yıllar önce esnaflık kriterlerini belirlemişler. Çıtayı yükseltmişler. Müşteri aldatılmamalı demişler. Esnaf bu çıtayı asla düşürmemeli.”demiş.

İzmit esnafının temsilcileri bu törene neler söylediler, ya da söylemediler bilemiyorum.

Esnaf bir ailenin çocuğuyum.

“Bu toplantıda olsaydım ve söz hakkım olsaydı neler söylerdim?” diye düşündüm.

Şunları söylemek isterdim;

“Ahilik, Hacı Bektaş Veli‘nin önerisi ile “Ahi Evran Hazretleri tarafından kurulmuş bir esnaf dayanışma örgütü. Arapça; “kardeşlik” anlamına gelen Ahiliğin Türkçe karşılığı ile “cömertlik, eli açıklık” anlamını da içeriyor.

Ahi örgütü, üyelerinin hem mesleki hem de ahlaki eğitimini düzenliyor. Kendine özgü kuralları var; “İyi ahlaklı, doğru insan olacaksın; kardeşlik, yardımseverlik temel değerlerin olacak ve kanaatkar olacaksın.”

Ahilikte, “usta-çırak ilişkisi” var.

Yunus Emre’nin; “Hamdım, piştim, oldum” deyişine uygun, mesleki ve ahlaki bir olgunluktan sonra “Peştamal Kuşanacak” Kalfa olacak, zaman içinde niteliklerin ve yeteneğin uygunsa, “Usta” olacaksın. Sen de çıraklar yetiştirecek, toplumsal yaşama kazandıracaksın.

Ahilikte, bir meslek grubunda, “toplumun ihtiyaçlarına uygun” ve bir meslek alanında faaliyet gösterenlerin ekmekleriyle oynamayacak, “haksız rekabete neden olmayacak” ölçü ve sayıda esnaf ticaret yaşamına girerdi.

Yani Ahilik, bugünkü “güçlünün güçsüzü yuttuğu” vahşi ekonomik düzenle çelişen bir sistem!

Acaba, esnafımız bu çelişkinin farkında mı?

Küresel ekonomik düzenin” karşımıza çıkardığı Çok Uluslu Tekellerin, ülkemizde özgürce! Faaliyet gösterdiği ve bu ülkenin esnafını yiyip yuttuğunun bilincinde mi?

Borsası, bankaları, sigorta şirketleri, limanları, iç ve dış ticareti, pek çok üretim ve hizmet şirketi “yabancı büyük sermayenin” eline geçmiş bir ülkede “Ahilik değerleri” kimin umurundadır?

Esnafımızın son sekiz yıldır büyük bir sabırla beklediği “Perakende Yasası” neden bir türlü çıkmaz?

Neden çok uluslu yabancı sermayenin “AVM’leri” hızla çoğalır?

Ve elbette en önemli soru şu olmalı;

“Bu ülkenin, bu kentin esnafı neden bir araya gelerek bu rekabet karşısına dikilemez?”

Selçuklular’dan başlayarak sürdürülen Ahilik, “ekonomik yönden güçlü olan ülkesine de egemen olur” anlayışı ile Anadolu’da Türklerin kök salmasında en önemli temel taşlarından biri olmuştur.

Bugün, ekonomik kalelerini yitiren bu ülkenin esnafı bu ülkenin “Bizim Yurdumuz” olarak kalması için ne yapıyor?

 

Çılgın Projeler ve Ekonomi Tetikçileri

Son haftalarda özellikle Ulaştırma Bakanlığı‘nın büyük projeleri gündemde.

  • Ø “Türkiye ile Çin arasında imzalanan ‘Demiryolu İşbirliği Anlaşması’ kapsamında 2023 yılına kadar 7 bin kilometre hızlı tren hattı yapılacak. Proje maliyeti 45 milyar dolar. Projenin finansmanı için de Çin hükümeti 28-30 milyar dolar kredi sağlayacak. Hat, Edirne’den Kars’a, Diyarbakır’dan İzmir’e, Trabzon’dan Antalya’ya kadar uzanacak. 10 yıl içinde, Ankara-Sivas, Ankara-İzmir, Ankara-Antalya hattının yapılması planlanıyor.”
  • Ø Ülkemizin en büyük otoyolu projesi olan Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolunun sözleşmesi, İzmit Körfez Geçişi ve bağlantı yolları da dahil olmak üzere 27 Eylül 2010 tarihinde imzalandı. Müteahhitin (Konsorsiyumun) proje kapsamında yol ve köprüler için yapım+işletme süresi 22 yıl 4 ay.
  • Ø Çanakkale Köprüsü ve 370 kilometrelik otoyolun da, yap-işlet-devret (YİD) yöntemiyle ihale edilmesi işi Yüksek Planlama Kurulu’nda (YPK) görüşülüyor. Projenin tahmini maliyeti 6 milyar TL.
  • Ø Bunlara ilaveten Başbakan Erdoğan’ın İstanbul için “çılgın bir projesinin” olduğu basına sızdırıldı. Kamuoyu oluşturma kapsamında bu projenin ne olabileceği tartıştırılırken, “muhalefetin hayalleri bizim yaptıklarımıza yetişemez” mesajının verildiği bir propaganda çalışması yürütülüyor.

*********

Türkiye’miz için “heyecan verici projelerin” hazırlanması ve bu projelerin etap etap hizmete sokulmasını her Türk vatandaşının memnuniyetle karşılayacağı şüphesizdir. Ancak bazı hususların göz ardı edilmemesi çok önemlidir.

Türkiye’nin tasarrufları yatırımları yapmak için yetersizdir. Dış kaynak kullanmak suretiyle büyümek durumundayız.

Yabancı sermayenin gelmesi için iyi para kazanacağını görmesi lazım. Türkiye’nin en ucuz maliyetli, ödemesi en kolay krediyi kullanması ve projeden sağlanacak faydanın azamisini ülke ekonomisine kazandıracak tedbirleri almak ta hükümetin görevi.

Projelerin öncelik sıralamasını çok iyi yapmak zorundayız. Osmanlı Devletinin aldığı ilk dış borçlarla Dolmabahçe Sarayı gibi verimsiz, geri dönüşlü olmayan yatırımlar yaptığını ve bunun sonuçlarını hatırlarsak bu sözün önemi daha iyi anlaşılır.

Dar gelirli bir ailenin uzun vadeli kredilerle, evine öncelikli ihtiyacı olmayan eşyalar alması, bugünkü yaşantısını renklendirici harcamalar yapması ilk başta aile fertlerini mutlu eder. Fakat uzun vadede yaşacak sıkıntıların ve var olan varlıkların da kaybına yol açacak hesapsızlıkların bedeli ağır olabilir.

Ekonomi Tetikçilerine Dikkat!

Büyük devletler ve uluslar arası dev şirketlerin geri kalmış ve gelişmekte olan ülke kaynaklarını sömürmek ve siyasi, askeri taleplerini gerçekleştirmek için ekonomik projeleri kullandığına dair John Perkins‘in yazdığı “Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları” isimli kitabını okumuş veya hakkında yazılanları duymuş olabilirsiniz. Kendisi de bir ekonomi tetikçisi olan Perkins’in yazdıklarını kısaca hatırlatmak istiyorum.

“Zengin ülkeler (Türkiye gibi) fakir ülkelere ‘Ekonomi Tetikçisi‘ gönderiyor. Ekonomi tetikçileri ‘uzman olarak’ ülke sorunlarını inceliyor. Raporlar hazırlıyor, projeler geliştiriyor. Bu projelerin bir an önce yapılması gerektiğine kamuoyunu ve hükümetleri inandırıyor. Sonra da bu projeleri hangi firmaların yapabileceğini, hangi kuruluşların kredi verebileceğini söylüyor…

Ülkenin gündeminde olmayan, önceliği olmayan projeler, öncelikli işler haline geliyor. Ülkeler teklif edilen kredileri (bir fırsat, bir nimet imişçesine) kabul ediyor.”

“Sonuçta ülke, kendi önceliği olmayan projeler yüzünden büyük borçlar altına giriyor. Borçlanan ülke “Ekonomi Tetikçisi”ni yollayan zengin ülkeye ‘bağımlı’ duruma geliyor. İşte o çizgiden sonra devreye zengin ülkenin politikacıları giriyor. ‘Bağımlı ülkeyi’ istedikleri biçimde kullanıyor.”

Perkins anlatıyor: “Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların önkoşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez (..) transfer edilir.”

“Para hiç vakit geçirmeden şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki, birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet…”

“Bir ülkenin ekonomisi tamamen ele geçirildikten sonra, tüm temel organları yavaşça ele geçirilir. Devleti devlet yapan kurumlar paramparça edilir. Siyasetine, ordusuna, polisine, yargısına, eğitim sağlık sistemlerine sızılır. Ülke felç edilir.”

“Eşzamanlı olarak etnik ve dini gruplar kışkırtılır. Feodal ağalardan uyuşturucu baronları yaratılır. Milli dokular bozulur, millet içine ‘halkların özgürlüğü‘ tohumlanır, ‘kendi kaderini tayin hakkı‘ isteyen halklar, ne hikmetse hep petrol bölgelerinde ortalığı kasıp kavurur..”

Ekonomi Tetikçisi kullanmak sadece ABD’ye mahsus değil. Büyük ülkeler ve güçlü şirketlerin çoğunun benzeri usuller kullandığını söyleyebiliriz.

Önemli bütçe kullanan Belediyelerde de, yeterli teknik ve entelektüel kapasitede yönetici ve teknik elemanları olmadığı halde, yöneticilerin birden ufuklarının açılıp, büyük projelere soyunmaları, bu kurumlara da ekonomi tetikçilerinin yardımcı(!) olduğunun bir göstergesi olabilir.

Ulaştırma Bakanlığı bana bu hükümetin en başarılı bakanlıklarından biri gibi görünüyor. Teknik açıdan büyük projeleri gerçekleştirmenin heyecanını taşıyan bir kadro olduğunu seziyorum. Fakat işler sadece teknik bir konu değil.

Ülkemizin büyük kaynaklarına mal olacak ve gelecek nesillerin hayatını etkileyecek projelerin her yönüyle incelenmiş, öncelik sıralaması yapılmış, kredilerin ödenebilirliği, projelerin verimliliği, “bağımsızlık- karşılıklı bağımlılık” çizgisinin hesap edilmiş olduğunu ümit etmek istiyorum.