16.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1157

Dalkavuklar ve Yalakalar

Dalkavukluk elbette yalakalık değildir. Yalakalar, kişisel çıkar umdukları insanlara yerli yersiz övgüler yağdıran, kendilerine güven duyulmayan, çirkin insanlardır.

Dalkavukluk ise Osmanlı İmparatorluğu’nun esnaf sınıfları arasında yer alırdı. Dalkavukların kendilerini yöneten kâhyaları, uymak zorunda oldukları tüzükleri, töreleri, usulleri ve ücret tarifeleri vardı.

Dalkavuklar ruhsat ve ehliyet sahibi olup belli bir ücret karşılığı hizmet vererek işlerini yaparlardı.

Görev yerinde oturacakları ve duracakları yer belli idi. Genelde merdiven kenarındaki küçük minderde otururlar veya trabzan yanında dururlardı.

Konuşmaları bulundukları ortamı neşelendirmek, kötü, çirkin sözlerden ve küfürlerden kesin olarak kaçınmak düzenindeydi.

Dalkavukların ev veya toplantı sahibinin sözlerine candan onay ve destek vermek görevleri idi.

Ancak dalkavukluk tehlikeli bir meslekti. Bunu ücret tarifelerindeki başlıklardan anlıyoruz. Bazı örnekler şöyledir;

Çıplak başına tokat yeme……………………………………..45 para

Sakalına boya sürülmesi……………………………………… 60 para

Altından minder çekilip düşürülmesi…………………………30 para

Sakalının kesilmesi……………………………………………90 kuruş

Bu örnekler çoğaltılabilinir.

Konu ile ilgili belgeler halen Topkapı Sarayı arşivlerinde muhafaza edilmektedir*

Konuyu hoş bir fıkra ile bitirmeye çalışalım.

Üçüncü Murad’ın huzurunda görevini tamamlayan dalkavuk ücretini alacağı zaman başını öne eğer “_ Bugün para istemem! Yerine bana yüz değnek vurmanızı isterim.” der. Padişah şaşırır ama işin içinde bir iş olduğunu hisseder ve sebebini sorar. Dalkavuk “_ Hele önce değneği vurdurun yalnız sayı elliye ulaşınca durdurun yanıtı o zaman veririm.” der, Padişah “_ Yatırın.” der, falakaya yatırıp elli sopa vururlar sayı elli olunca dururlar, dalkavuk der ki “_ Benim bir ortağım var geri kalan elli değnek O’nun hakkıdır. Ortağım beni size getiren Bostancı Başı’dır. Çünkü işim bitip giderken, seni ben çağırdım, paranın yarısı benimdir diye ihsanınızın yarısını benden zorla alır. Şimdi bugünkü kazancımın da yarısı olan elli değnek O’nun payı ve hakkıdır.”

Huzurda bulunanlar ve Padişah bu açıklamaya çok gülerler, Padişah bu cesur ve akıllı dalkavuğun hakkını birkaç misli fazlası ile öder. Bostancı Başı ise falakaya yatırılarak elli değnek hakkını alır**

* R. Ekrem Koçu, Tarihte Garip Vakalar

** Kadınlar Saltanatı, İşbankası Yayınları, sy. 66.

 

 

Karambol

Sevemem mi? Sanıyorsun seni,

Anlamak istemiyorsun ki beni,

Seviyorum kölesiyim tutkularımın kopamam,

Senden asla.

 

Anlayamaz mıyım?  Sanıyorsun seni,

Sen sevdikten sonra beni,

Aşığım, ayrılamam senden,

Sevgim tükenmez asla.

 

Olamaz mıyım? Dersin seninle,

İstemiyorsan sen beni,

Çareler tükenmez ki hayatta,

Sen varken dünyamda.

Cennet Cennet Dedikleri

İman edenleri ve güzel işler yapanları Allah; cennetlerle, kendilerine ait olacak has bahçelerle müjdelemektedir. (Bakara – 25) Öyle cennetler ki, altlarından ırmaklar akar. O cennetlerde istedikleri gibi, istedikleri kadar, istedikleri yerden ve istedikleri şeyden yer ve içerler. Üstelik yedikleri meyveler; dünyadaki meyvelerin benzerleridir. Ki, yabancılık çekmesinler, bu yüzden yemekten geri kalmasınlar. Fakat, tatları ve verdiği lezzetler; dünyadaki benzerlerinden kat be kat fazladır.

Aslında, Cennet’te karşılaşacaklarımız; biraz da dünyada ettiğimiz imanın temessül etmesi, Cennet’te çeşitli nimet ve rızıklara bürünerek, tecelli etmesinden başka bir şey değil. Mesela, Dünya’da “Elhamdülillah” diyenlerin, Cennet’te elma yiyecekleri gibi.

Yine, Cennet’te kavuşulacak nimetler; burada yani Dünya’da yapılan doğru ve yararlı işlerin; meyveler gibi, çeşitli nimetler şeklinde somutlaşmasından başka bir şey değil. Çünkü, Dünya Ahiret’in mezraası yani tarlasıdır. İnsan; burada eker, orada biçer. Burada çalışır, sonuç; orada karşısına çıkar.

Velhasıl, Dünyadaki her şey; söz sohbet ve hatta tahayyülat / kurulan hayaller, tasavvurat / düşünülen tasavvurlar, tefekkürat / tefekkürler, yapılan tezekkürat / her türlü zikir, anış ve fikretmeler; tamamen zapt edilip kayıt – kuyut altına alınıyor. İşte Allah; bunlardan dilediklerini, Cennet’te maddi oluş ve görünüşler olarak kulların karşısına çıkaracaktır. Kısaca, ne ekerse Dünya’da, onu koyacaktır önüne Ahiret’te.

Evet, “insanın bu dünyadaki eylem ve davranışları, onların öteki dünyadaki ‘meyveleri’ne ya da ürünlerine yansıyacaktır.” (Muhammed Esed) Nitekim:

“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu(n karşılığını) görecek.  Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa, onu(n karşılığını) görecektir.” (Zelzele – 7,8) Hükmü bütün şaşaasıyla Cennet’te ve Cehennem’de tecelli edip görünecek.

İşte Cennet; hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği; Cennet’e has güzelliklerle süslü olduğu halde; bir gelin gibi, imanlı kimseleri iştiyakla beklediği bir gerçek iken, dikkati Cennet’ten daha Cennet, Cennet’ten daha üstün, Asıl Cennet’e çekmek istiyorum. Cennet’ten daha güzel ve Cennet’ten alınacak lezzetlerden daha fazlasını verecek olan Asıl Cennet’e…

Evet, Cennet üstü Cennet var. Cennet’i aratmayacak bir Cennet mevcut. Üstelik bu Cennet’e girmek için, ölümü beklemeye hiç lüzum yok! Çünkü bu Cennet; Dünya’da. El altında. Girmek mümkün ve imkan dahilinde…

Kaldı ki, bu Cennet; “Cennet’ten daha güzel, Hurileri’nden daha latif (ve hoş),  Selsebili’nden  ( Irmakları’ndan) daha tatlı olan beyanat-ı ayat-ı Kur’aniye” Cennetidir.

Bu Cennet, Ma’na Cenneti’dir.

Bu Cennet, Kur’an Cenneti’dir.

Bu Cennet’in bağ ve bahçeleri, renk renk çiçek tarlaları, birbirinden güzel ve etkili bitki kümeleri derken; Kur’an’ın Sure ve Ayetlerini kast ediyorum.

Kur’an’ın Sure ve Ayetleri arasında dolaşmak; Kur’an’ın Ma’na Cenneti’ne girmek;  Kur’an’ın Ma’na Cenneti’nde bir gezintiye çıkmak demektir. Bin bir Ayet Çiçekleri’nin rayihalarını içine çekmek, aynı zamanda onları temaşa etmek, onları mütefekkirane / tefekkür edercesine seyretmektir.

Evet, “Beyanat-ı Ayat-ı Kur’aniye” / “Kur’an Ayetlerinin Beyanları” / Kur’an’ın anlattıkları ve açıkladıkları gerçek ve hakikatlere muttali ve vakıf olmak; Kur’an Cenneti’nin bağ ve bostanlarında gezmek demektir. Üstelik, Kur’an ayetlerini anlamak, Maddi Cennet’in içindeyken alacağımız lezzetlerin çok üstündedir.

Evet, Kur’an’ın kapağını açmak demek, Kur’an’ın Ma’na Cenneti’ne adım atmaktır. Ayetler arasında, onları anlayarak dolaşmak, Ma’na Cenneti’nin içinde tenezzüh ve gezinmek gibidir. Ayetlerden Allah’ın muradını keşfetmek ise, Cennet’te alınacak lezzet ve zevklerin çok fevkinde ve üstündedir. Çünkü, İmam-ı Rabbani’nin de belirttiği gibi, mesela bir iman hakikatinin anlaşılması ve farkına varılması; binlerce maddi tatlara tercih edilir.

Haşir ve Neşir’den yani Kıyamet’teki sorgu ve sualden sonra  -İnşallah-  Mü’minler Cennet’e konulacak. İşte bu neticeye vasıl olmak, “Mutu kable en temutu.” / “Ölmeden evvel ölme”yi gerekli kılıyor. Yani, ölmeden önce ölüm gerçeğini, öte dünya hakikatini anlamayı iktiza ediyor. Böylece, ölüm denen meçhul şey de halledilmiş; meçhul / bilinmez bir mes’ele olmaktan çıkmış olur.

Demek ki, bu bakışla insan; zahiren hangi çetin şartlar içinde geçerse geçsin ömrü; Kur’an’ın  Ma’na Cennet’ine girmekle, daha ölmeden evvel Ma’na Cenneti’ne girmiş; manen doyumsuz lezzetleri tatmış; ölüm köprüsünden geçiş zamanı gelmeden önce, geçişini kendisine; bizzat kendisi kolaylaştırmış olur.

Böylece:

“Cennet Cennet dedikleri
Birkaç köşk ve birkaç huri
Sen isteyene ver onları
Bana seni gerek seni”

diyen Yunus Emre’nin de, ne demek istediği anlaşılır. Zira Cennet; aynı zamanda bir ziyafet sofrasıdır. Ziyafete çağırılmış olmak; ziyafette alınacak lezzet ve zevklerin çok ötesinde ve onların çok üstündedir.

Elbette, Cennet istenmeyecek bir yer değil. Allah’ın tüm nimetlerini içinde barındıran, en güzel ve en büyük nimet. İşte o Cenneti anlamanın, kıymetini bilmenin yolu; öncelikle Dünya’dayken  Kur’an’ın Ma’na Cenneti’ne girmekten geçer. Bu ise herkesin elinde. Herkes Kur’an ayetlerini okuyarak, Kur’an gezisine çıkabilir. Ayetleri anlamaya çalışmakla da, Kur’an’ın Ma’na Cenneti’nin tadına varır. Çünkü, bu varış, Cennet’teki tatların da miftah ve anahtarıdır.

İşte ancak bu şekilde, Dünya’da manen; Ahiret’te ise, hem manen hem de maddeten, Cennet’e girmenin ön şartını yerine getirmiş olur.

 

 

 

 

 

 

İnsanca yaşama cesareti olanlara

Herkese Merhaba…

Herkese Merhaba…

Herkese Merhaba…

Daha fazla SAĞLIK dolu…

Daha fazla MUTLULUK dolu…

Daha fazla HUZUR dolu…

Daha fazla SEVGİ dolu…

Daha fazla AŞK dolu…

Daha fazla HOŞGÖRÜ dolu…

Daha fazla BARIŞ dolu…

Daha fazla umut taşıyacağımız…

Daha fazla farkındalık hissedeceğimiz…

Daha fazla okuma alışkanlığı kazanabileceğimiz…

Daha fazla seyahate çıkma olanağı bulabileceğimiz…

Büyüklere daha fazla saygı ve sevgi göstereceğimiz…

Küçüklere daha fazla sevgi ve saygı sunacağımız…

Çevreye daha fazla duyarlı olacağımız…

Sorumluluklarımızın daha fazla farkında olacağımız…

Daha fazla üretken olacağımız…

Milli değerlerimize daha fazla sahip çıkacağımız…

Birlik ve beraberliğimizin daha fazla pekiştiği…

Daha fazla maddi, manevi taviz vermeyeceğimiz…

Haklarımıza daha fazla sahip çıkacağımız…

Daha fazla kurtarıcı beklemeden, üzerimize düşeni yapacağımız…

Daha fazla mazeret üretmeyeceğimiz…

Daha fazla emek ve çaba harcadığımız…

Geçmişimize daha fazla sahip çıkacağımız…

Fırsatçılara daha fazla olanak vermeyeceğimiz…

Daha fazla insanca yaşama cesareti bulacağımız…

Üzerine dökülmüş olan bu ölü toprağına daha fazla dayanamayıp, fırlatacağımız…

Bir yıl olsun 2011…

Uzun lafın kısası gönlümüzden geçen güzelliklerle bir bir karşılaşacağımız yılların başlangıcı olsun 2011…

Daha size ne diyeyim sevgili okur… Anlayana sivrisinek saz, anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az…  Gümbe de güm güm… Gümbe de güm güm güm… Güm… Güm… Güm… Güm… Güm…

Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…

En çok beni özleyin…

Hatta bir tek beni özleyin…

ÖZLEYİN…

 

 

Dünyevileşme – 1

 

Müslümanlar arasındaki dünyevileşmenin başlangıcı Sıffın savaşına dayanır.

Sıffın savaşı İslam dünyasında ilk ciddi kırılma noktasıdır.

İslam’da Müslümanlar arasında sınıf farkı olmaz.

Kast sistemi,

Parya yâda ikinci sınıf ayrımı yoktur.

Cahiliye döneminde ötekileştirilen,

Yönetimde hiçbir söz sahibi olmayan insanlar,

Gerek asrısaadet, gerekse Hülafai Raşidin dönemlerinde,

Sisteme yani yönetime dâhil edilmişlerdi.

Bu durum cahiliye döneminde imtiyazlı konumda olan MÜSLÜMANLARIN hoşuna gitmiyordu.

Bu durumun en bariz örneği,

Hz. Ömer (ra) zamanında meydana gelen şu hadisedir.

Hacda tavaf esnasında MÜSLÜMAN bir köle farkında olmadan Cebel isimli bir kabile reisinin cübbesine arkadan basar.

Cebel geri dönünce eteğine basanın bir köle olduğunu görür ve O’na bir tokat atar.

Köle Hz. Ömer’e durumu şikâyet eder.

Hz. Ömer onları çağırarak muhakeme eder.

Cebeli (kabile reisini) suçlu bulur.

Kısas emreder.

Cebel Hz. Ömer’e hitaben

Sen ne diyorsun?

 O’ bir köle,

Ben ise kabile reisiyim.

Eğer kısasta ısrar edersen dinden çıkarım diyor.

Hz. Ömer kısastan vazgeçmeyince Cebel firar ediyor,

Bu sadece vakalardan bir vaka,

Sıffın savaşında Hz. Ali (ra)’nin etrafında toplanan insanların ise,

Birçoğu İslam ile beraber sisteme dâhil edilen (insan yerine konulan) her türlü entrikadan uzak herkesi kendi gibi bilen tertemiz Müslümanlardı.

Cebel zihniyetinin hâkim olduğu kesim ise daha ziyade Hz. Muaviye’nin etrafında toparlanmışlardı.

Sıffın savaşı;

Hicreti yaşamış.

Bedir Uhut ve Hendek savaşlarını görmüş Müslüman anlayışıyla,

Mekke’nin fethinden sonra,

Allahu âlem beklide çaresizlikten Müslüman olmuş insanların dünyaya bakış açılarındaki farktır.

Yâda geçmişe ait hesaplaşmanın bir sonucudur.

En doğrusunu Allah bilir.

Hz. Muaviye Şam valiliğine atandığında Bizanssın atadığı Şam valisini danışman olarak almıştı.

Bu danışman her türlü Bizans oyununu biliyor ve Muaviye’ye taktik veriyordu.

Hz. Muaviye de bir deha idi.

O’nun şu sözü dikkat çekicidir.

Sözün geçtiği yerde söz,

Sözün geçmediği yerde para,

Paranın geçmediği yerde tehdit,

Tehdidin geçmediği yerde kılıç,

Mühim olan sonuçtur.

Birde Hz. Aliye bakalım.

Savaşın kızıştığı bir ortamda bir vatandaş gelerek,

Ya Ali bana tevhidi anlat diyor.

Hz. Ali durup ona tevhidi anlatmaya başlıyor.

‘Bir insanın hidayetine vesile olmak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır’

Buyuruyor ya peygamberimiz,

Ve bu büyük ihtimalle karşı tarafın adamı,

Bizans oyunlarından birisi,

Hz. Ali’ye taraftarlar şöyle diyor,

Ya Ali şimdi bunun sırası mı?

 

Devam edecek

Adil Yargılama ve Tutukluluk Süresi

Adalet konusunda çok şeyler söylemiş ve çok şeyler yazılmıştır. Dinimizin temeli Kur’an ile birlikte doğru zemine oturan adalet anlayışı, zaman içinde muktedirlerin heva ve hevesleri doğrultusunda kaygan zemine çekilmiştir. Böylece adalet yerini zulme bırakmıştır.

Genel olarak adaletten bahsederken kişilerin karar ve davranışları değil, devlet denen sosyal olgunun gücünü elinde bulunduranların idare tarzlarında uymakla ahlaken ve hukuken sorumlu oldukları kurallar anlamında ele alınmaktadır. Öncelikle Devletten beklenen de budur.                           

Bir hadisi şerifte Yüce Peygamberimiz “Bir saatlik adalet, yetmiş yıllık nafile ibadetin yerini tutar.”  buyurmuştur.                                                                                                          

Diğer taraftan Hz. Ömer’in herkesçe bilinen “Adalet mülkün temelidir” vecizesi leb demeden anlaşılacak cinstendir ki Devletin temeli adalettir anlamındadır.                                                   

Büyük şair ve düşünür Namık KEMAL de bir şiirinde                                                                   Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde                                                                                       Geçer bir gün zemîne, arşa çıksa pâye-i devlet..                                                                           Demektedir. Bu günkü Türkçeye çevirirsek; “Milletin fertleri arasında adalet bulunmazsa, devletin itibarı gök’e de çıkmış olsa bir gün yerin dibine geçer”

108 yıla kadar mahkûmiyeti istenenlerin on yıllık tutukluluk halinin devamı sonucunda tahliye edilmeleri toplumda infial yaratmıştır. Bir yargılamanın makul sürede bitirilmemesi sonuncunda tutukluluk halinin uzunca zaman sürmesi hem mağdur ve hem de sanık açısından doğru bulunmadığı hukukçuların ortak kanaatidir.                                                                  

Tutuklulukta geçecek süreyi Ceza Muhakemeleri Kanunu 102.maddesinde belirlemiştir. Madde özelliği nedeniyle başlığıyla birlikte aynen aşağıya alınmıştır.

Tutuklulukta geçecek süre                                                                                                                  Madde 102 – “(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.”

(2) Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.                                                                                                                                         (3) Bu maddede öngörülen uzatma kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir.                                                                     

Buna göre; “Sulh ve Asliye Ceza Mahkemelerinde tutukluluk süresi en çok bir”    en çok bir yıldır. Bu ifade kesinlik ifade etmesine karşılık, devamı bendinde bir istisna getirilerek Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir. Hükmüne yer verilmiştir.                                                                                                           

Maddenin 2. Fıkrasında tutukluluk süresinin Ağır Ceza  Mahkemelerinde yargılaması devam edenlerin tutukluluk süresinin “en çok iki yıl..”  olacağı belirtilmiştir.devamında ise  “Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.” Hükmü getirilmiştir.                                                                                     

Her iki fıkrada da zorunlu hallerde ifadesi muğlak bir ifadedir. Bu da Yasa metinlerinin tereddüde yer bırakmayacak şekilde açık ve her kes tarafından anlaşılır olması gerektiği kuralına aykırıdır. CMK tasarı halindeyken bu madde hakkında olumsuz kanaatler serdedilmişti. Ancak Hükümet kanadı ve Adalet Bakanlığı buna duyarsız davrandı.                                            

CMK 2005 yılında yürürlüğe girdi ve 102.madde ile ilgili idari tedbirlerin (makul tutukluluk hali) alınması için beş yıllık zaman hükümete ve adalet bakanlığına tanınmıştı. Bu süre içinde hükümet ve bakanlık hiçbir işlem yapmadı. Sadece yargı reformu yapıyorum diye Anayasa Mahkemesi ile Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını Anayasa değişikliğiyle yaptılar.                   

Bunun tek nedenini Hukukçu Yazar Arslan BULUT şu sözlerle “….böyle olacağı öngörülüyordu. Maksat, Yargıtay’ı kamuoyu önünde rezil rüsva etmek, böylece bu kurumu yeniden düzenlemek, bölge adliye mahkemelerini uygulamaya geçirmektir. Yoksa artan nüfusa göre davaların sayısı da arttığı için Yargıtay kadrosu da aynı oranda genişletilseydi, böyle bir tablo ortaya çıkmazdı. Kasten Yargıtay’ın bu yöndeki taleplerini karşılamadılar ki istinaf mahkemelerinin önü açılsın!”  tespiti yerindedir.                                                                  

Şüpheli ve sanık haklarını koruma amacına yönelik olan tutuklamada geçen sürenin, makul olması prensibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5 inci maddesinde ifade bulmuş temel ilkedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bazı kararlarında görüldüğü gibi, tutukluluğun bu makul süreyi aşması, Devletin tazminat ödenmesini gerektirir.                                                     

1930 tarihli ve 1990 yılında yürürlükten kaldırılan 1609 sayılı BAZI CÜRÜMLERDEN DOLAYI MEMURLAR VE ŞERİKLERİ HAKKINDA TAKİP VE MUHAKEME USULÜNE DAİR KANUN’da yargılamanın 6 ayda bitirileceğine ilişkin hüküm konulması 1930’lu yıllarda adalet duygusunun daha güçlü olduğunu bize göstermektedir.                                                                 

Makul süreyi aşan tutukluluk hallerinde en fazla rahatsız olanlardan biri de uygulamanın içinde bulunan avukatlardır. Bu durumu kimseye izah edememekteyiz. Çözüm var olmasına rağmen bir takım beklentilerle adaleti tesis etmemek izahı mümkün olmayan hukukumuzda bir lekedir.

 

Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü

Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü, 1956 yılında klonal bazda kavak fidanı yetiştirmek ve halka dağıtmak maksadıyla “Kavak Fidanlık Müdürlüğü” adı altında İzmit’te kurulmuştur. Bir hazırlık devresinden sonra, FAO’nun da katkılarıyla bu fidanlık, halk tarafından yapılan geleneksel kavakçılığı modern kavakçılığa dönüştürmek, bu alanda uygulamalı araştırmalar yapmak ve edinilen bilgileri halka yaymak maksadıyla bir araştırma kurumuna dönüştürülmüştür. İsmi de Uluslararası Kavakçılık Komisyonu üyelerinin iştiraki ile 24 Nisan 1962 tarihinde “Kavakçılık Araştırma Enstitüsü” olarak değiştirilmiştir.

Enstitüye daha sonra Okaliptus türleri üzerinde de araştırma ve geliştirme çalışmaları yapma yetkisi verilmiştir.

1968 yılında çalışma alanı daha da genişletilerek, faaliyet kapsamına diğer hızlı gelişen orman ağacı türleri dahil edilmiştir. Bu meyanda özellikle hızlı gelişen türlerle “Plantasyon ormancılığı” konusunda araştırmalar yapmak ve Türkiye’de plantasyon ormancılığının geliştirilmesine, yaygınlaştırılmasına yardımcı olmak amaçlanmıştır.

Halen Enstitünün resmî adı, “Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü” şeklindedir.

Müdürlüğün günümüzdeki amacı kısaca Türkiye kavakçılığını ve hızlı gelişen orman ağacı türleri ile tesis edilen plantasyon ormancılığını geliştirmek maksadıyla uygulamalı araştırmalar yapmak, araştırma sonuçlarını, yeni bulgu ve teknolojileri uygulayıcıya iletmek ve uygulamaları izlemek olarak özetlenebilir.

Enstitüsü, halen aşağıdaki uluslararası ormancılık kuruluşlarının resmî üyesidir:

IUFRO (International Union of Forest Research Organizations = Uluslararası Orman Araştırma Kuruluşları Birliği) -1972

IPC (International Poplar Commissione = Uluslararası Kavak Komisyonu)- 1962

EFI (European Forest Institute = Avrupa Orman Enstitüsü)- 2002

Enstitü, EUFORGEN (Avrupa Orman Genetik Kaynaklar Programı) bünyesindeki Avrupa Karakavak Ağı’nın (Populus nigra Network) da üyesidir.

Ülke Kavakçılığına Katkısı

“Kavakçılık”, Türk halkının yüzyıllardır yapageldiği, geleneksel ve yegâne odun üretim biçimidir. Türkiye’de halkın “kavak” dışında odun elde etmek amacıyla bir başka ağaç yetiştirmediği görülmektedir. Bu durum ormanca fakir olan ülkemizde odun talebini karşılamakta büyük önem arz etmekte ve hemen tamamının devlet tarafından yapıldığı ormancılık işletme harcamalarında dolaylı olarak önemli tasarruf sağlamaktadır. Kavak üreticileri sayesinde Devlete hiç para sarf ettirmeden odun üretimine ciddi boyutlarda katkı sağlanmış olmaktadır. 

Ülkemizde kavakçılık, sulamaya müsait tarım arazilerinde, yeterli taban suyunun bulunduğu yerlerde veya akarsu boylarında halk tarafından yapılmaktadır. Kavakçılığın halk tarafından yapılmasının başta gelen sebebi, kavak ağacının çok çabuk büyümesi ve bu sayede insanların öncelikle kendi ihtiyaçlarında kullanacakları yuvarlak odunu kısa zamanda karşılayabilmeleridir. Bunda en büyük rolü, mevcut mevzuatta kavağın orman ağacı, odununun da orman ürünü sayılmaması, diğer orman ağaçları gibi birtakım resmi denetimlere, izinlere tabi olmaksızın serbestçe yetiştirilmesi, odununun alınıp satılması oynamaktadır. Diğer taraftan, kavak diğer mevsimlik tarım ürünleri gibi yoğun bakıma ve ilgiye ihtiyaç duymamaktadır. Yıllık fiyat, pazar talebi, iklim vs değişikliklerden fazla etkilenmemekte, üreticiyi pazarlama konusunda sıkıntıya sokmamaktadır.

Önceleri klasik tarzda ve dar dikim aralıklarıyla ve muhtelif karakavak (Populus nigra) varyeteleriyle yapılan klasik kavakçılığa, 1946 yılında denetimden uzak bir şekilde melez kavaklar katılmaya başlamıştır. Ancak, Türkiye’nin gelecekte muhtemel bir odun açığıyla karşı karşıya kalacağını gören ormancıların önayak olmasıyla ve İzmit’te kurulan “Kavak Fidanlık Müdürlüğü” sayesinde 1955 yılından itibaren kavakçılık modern yetiştirme tekniklerine kavuşmaya başlamıştır. Bu fidanlığın 1962 yılında “Kavakçılık Araştırma Enstitüsü” isimli bir Enstitü haline dönüştürülmesiyle de Türkiye Kavakçılığı bilimsel olarak ele alınmış ve halka modern kavakçılık teknikleri öğretilmiştir.

Bu maksatla, o yıllarda kavakçılıkta en ileri ülke olan İtalya ile işbirliği içinde ciddi bir çalışma başlatılmıştır. Öncelikle İtalya’dan ithal edilen ve bir Avrupa-Amerika karakavağı melezi olan I-214 numaralı klon üretime alınmış ve halka dağıtılmıştır. Bir taraftan da, Türkiye’nin hangi yöresinde hangi tür veya klonların daha başarılı olacağı, daha yüksek verimle yetiştirileceği araştırılmaya başlanmıştır. Bu arada farklı tür ve klon arayışlarına da girilmiş, melezleme çalışmaları yapılmış, bulunan veya ithal edilen üstün nitelikli fertlerle ülke çapında kurulan kavak fidanlıklarında klonal üretime geçilmiştir.

Fidan üretimini, 80’li yılların ikinci yarısına kadar Orman Bakanlığı’na bağlı Devlet Orman Fidanlıkları üstlenmiştir. Orman Fidanlıklarında kavak fidanları yetiştirilerek herhangi bir kâr gayesi güdülmeksizin halka satılmıştır. Zamanla halkın kavakçılıkta tecrübe kazanmasıyla, özel girişimcilerin desteklenmesi politikaları çerçevesinde özel şahısların da fidan üreticiliği yapmasına izin verilmiştir.

Kavak Odunu Üretimi ve Ülke Odun Hammmaddesi Üretimine Katkısı

Türkiye’de halen, coğrafi bölgelere ve buraların iklim şartlarına uygun şekillerde çeşitli kavak klonları kullanılarak kavak odunu üretimli yapılmaktadır. Dikimlerde, İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun soğuk iklim şartlarında daha çok dona dayanıklı Anadolu, Gazi ve Kocabey isimli yerli karakavak klonları kullanılmaktadır. Bunlar genellikle dar dikim aralıklarıyla (3X3 m) yetiştirilmektedir.

Diğer bölgelerde ise daha geniş dikim aralıklarıyla (5×5, 5X6, 6×6 m gibi), daha çok Amerika karakavaklarının veya Avrupa-Amerika karakavak melezlerinin klonları kullanılmaktadır. Bunlardan da başta gelenler I-214 numaralı İtalya menşeli klon ile, bir Populus deltoides klonu olan ve halk arasında “Samsun” olarak bilinen I-77/51 nolu klondur. Enstitü tarafından birkaç yıl önce “İZMİT” adıyla tescili yapılan ve üretme kazandırılması öngörülen yine bir başka Deltoides klonu ise henüz fidanlık aşamasındadır.

Avrupa-Amerika karakavaklarının en yaygın olarak yetiştirildiği bölgeler, Adapazarı-Hendek-Düzce ovaları başta olmak üzere, Trakya ve Ege’nin taban arazileri veya sulanabilir akarsu boylarıdır.

50’li yıllarda 300.000 m3 olduğu tahmin edilen geleneksel kavak odunu üretimi, Enstitü’nün çalışmaları sayesinde 90’lı yıllarda 150.000 ha sahada 4.000.000 m3‘e ulaşmıştır. Bu rakamın, 22.000.000 ha olduğu beyan edilen devlet ormanlarından, Orman Genel Müdürlüğü’nün yılda sadece 7-8 milyon m3 odun üretimi yapabildiği dikkate alınacak olursa, ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak kavakçılığın her türlü teşvik ve ilgiden uzak olması sebebiyle bu üretimde günümüzde bir miktar düşme görülmüştür. Halen 125.000 ha’da 3.000.000 m3 kavak odunu üretildiği tahmin edilmektedir.

Araştırma Müdürlüğünün Katıldığı Uluslar Arası Projeler,

  • FAO/SF:41/TUR-6 Türkiye Kavakçılık Enstitüsü Projesi (FAO-1962-1969
  • § FAO/TUR/71-521 Türkiye Endüstriyel Ormancılık Plantasyonları Projesi (FAO, 1972-1976)
  • § FAO/TUR/82/003 Hızlı Gelişen Yapraklı Tür Orman Plantasyonları Projesi (FAO, 1982-1987)
  • § FAO/TCP-TUR/8852 Türkiye’de Yenilebilir Mantar Türleri Araştırma ve Üretim Projesi (FAO,n 1987-1990)
  • § FAO/TUR/88/001 Kağıt Hamuru Üretimine Uygun Okaliptüs Türlerinin Seçimi Üzerine Araştırmalar (FAO, 1989-1995)
  • § FAO/TCP-TUR/6651 Yakındoğu Bölgesinde Ormancılık ve Hayvancılık Eğitimi Projesi (FAO,
  • § PDP/TURKEY Türkiye Kavakçılığını Geliştirme Projesi (İtalya, 1988-1999)
  • § TARP/TURKEY Türkiye Tarımsal Araştırma Projesi (FAO, 1992-2002)
  • § Özbekistan’da kavakçılığı Geliştirme Projesi (TİKA, 2010-2014) 

Enstitümüz, bugüne kadar aşağıdaki uluslararası toplantıları düzenlemiştir:

  • IPC 16. Genel Kurul Toplantısı (İzmir – 1980)
  • IPC/TCP/RAB/8854 Uluslararası Kavak Komisyonu İcra Komitesi Toplantısı (Sapanca- 1994)
  • IUFRO/TURKEY Hızlı Gelişen Plantasyonların Yönetimi (İzmit – 2002)
  • Türkiye’de Endüstriyel Plantasyonların Tesisi konulu Uluslararası Çalıştay (2003 -İzmit)
  • FAO ile birlikte İzmit’te yapılan Söğüt ve Kavak Çalıştayı (Temmuz 2009)  

Bunlardan başka Enstitü tarafından yedi adet Milli Kavak Komisyonu toplantısı düzenlenmiştir.

Ayrıca Enstitü, Orman Fakülteleri, TÜBİTAK, Orman Bakanlığı’na bağlı Genel Müdürlükler, Araştırma Müdürlükleri, kavak yetiştiricileri ve Özel Ormancılık Şirketleri ile işbirliği içinde çalışmaktadır.

Arge ve Eğitim Çalışmaları

Enstitü, sonuçlandırılan araştırmaların uygulamaya aktarılması için; 208 Teknik Bülten, 22 Çeşitli Yayın, 2 Kitap, 31 Dergi, 16 Broşür yayınlamıştır. Ayrıca uygulamacılara ve kavak yetiştiricilerine yönelik bilgilendirme toplantıları yapmaktadır. 

Kavakçılık Alanındaki Hedefler 

Türkiye’de mevcut potansiyel kavak alanı 300.000 hektarı geçmektedir. Günümüzde üretim yapılan saha 125.000 ha, üretim miktarı ise 3 milyon m3 civarındadır. Hedefimiz potansiyel sahanın tamamında kavakçılık faaliyetlerinde bulunarak 10 milyon m3 üretime ulaşabilmektir. 

Giderek artan çevre sorunlarının çözümüne de katkıda bulunmak maksadıyla; özellikle karbon depolama, karbon değişimi, kirli toprak ve suların temizlenmesinde kavağın kullanımı konularını dikkate alarak, kavak odunu üretimini arttırmak konusunda araştırma ve geliştirme çalışmalarına yoğunlaşmak gerekmektedir.

Bunun için ülke kavakçılığının kısa ve uzun dönemli amaçları aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

  • Genetik ıslah çalışmalarına ağırlık vererek odunda kalite ve kantite yönünden verimi arttırmak
  • Kavakçılık konusunda meslek içi eğitimler düzenleyerek tatbikatçılara yeni bilgileri ulaştırmak; üretici ve tüketici üzerinde eğitim çalışmaları yaparak verimliliği arttırmak
  • Fidanlıklarda klonal kontrol yaparak klon karışıklıklarının önüne geçmek
  • Milli Kavak Komisyonu toplantılarını zamanında düzenleyerek ve alınan kararları uygulayarak Komisyonun etkinliğini arttırmak, üretici – tüketici – araştırmacı koordinasyonunu sağlayarak sektörün sorunlarının çözülmesine katkıda bulunmak
  • Kavak odunu üretici ve tüketicileri birliklerinin zaman geçirilmeden kurulmasını, bu sayede fiyat istikrarını sağlamak
  • Orman teşkilatı taşra kuruluşlarının kavakçılık konusunda halka yardımcı olmasını, uygun yerlerde kavak plantasyonları kurulması konusunda halkı yönlendirilmelerini sağlamak.
  • Kavak odunu üretiminde saha ve miktar envanterine çözüm getirmek; bu maksatla tarımsal ürünler envanter çalışmalarıyla işbirliği yapmak.

Sonuç

Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü yaklaşık 50 yıldır, çoğu doktora ve yüksek lisans yapmış uzman teknik elemanlarla Kocaeli’den ülkemizin tamamına hizmet vermeye ve ülke ekonomisine katkı sunmaya devam etmektedir.  

 

 

Kimlik-Kişilik Farkı

Öncelikle kavramların anlamları üzerinde bir mutabakat sağlamaya çalışalım; sözlük anlamı hayli geniş olan “Kişilik” kavramının sözlük anlamını belirtelim;

1-Bir kimseye özgü belirgin özellik, şahsiyet…

2-Kendi varlığının bilincinde olan kişinin psikolojik açıdan taşıdığı birey olma özelliği; bilinçli bireylik…

3- Kişiyi ötekilerden ayıran bedensel ve ruhsal özelliklerin tümü; karakter…

4-Bir kişinin diğer kimselerden az veya çok ayrılık gösteren görünüşü…

5-Bir insana yakışacak nitelikteki davranış; insanca davranış; insaniyet; insanlık; adamlık; iyilik…

Yaklaşık on kadar tarifi olan “kişilik” kavramının sadece ilk beş anlamını ve karşılıklarını buraya aldım.

Görüldüğü gibi her ifade bir bütünün parçası ve derinliğini yansıtıyor.

Bu ifadelerin hangisini diğerinden soyutlayabilirsiniz ki!!!

Güncel konu olması bağlamında “inanç-kişilik” ilişkisini örnekleyelim; pek çok yönden kişiyi diğerlerinden ayıran özelliklerden biri de inanç meselesi bir “kişilik” meselesidir..

Kimlik konusuna gelince; bu kavramın sözlükteki karşılığı “kişilik” kavramına göre daha sade ve kısadır;

Kimlik: 1-Bir kimsenin toplum içinde, insana özgü olan özellik ve niteliklerle belirli bir insan olmasını sağlayan şartların bütünü; hüviyet… 2-Bir kimsenin kim olduğunu tanıtlayan belge; kimlik belgesi; kimlik kartı; hüviyet kartı…

Bu tariflerden sonra kimlikle milliyet ilişkisini örnekleyelim; inanç nasıl ki kişiliği yansıtan faktörlerden biri ise, milliyet de kişinin kimliğini yansıtan bir faktördür.

Dolayısıyla milliyet, bir “kimlik” meselesidir…

Milliyet, bizleri bir arada tutan ortak kimliğimizdir; kişiliklerimiz değil…

Kimlikle kişilik arasındaki en önemli fark, “özel” alan kapsamasıdır. Kişilik konuları herkesin kendi özelidir; kişiye özeldir, başkasına ait ortak değer değildir. Kişinin neye inandığı ya da inanmadığı bir başkasını ilgilendirmez; farklı kişilerin aynı kutsallığa inanması o kişilerin aynı kişilikte olduğunu göstermez, kişiye özgü inanç derecesi ve derinliği vardır. Örneğin insanların kutsallıkları, zevkleri, değer yargıları, hobileri bunların hepsi kişilik konusuna girer ve kimseyi ilgilendirmez, ortak da kılmaz, bağlamaz da…

Bir örnek verelim; bir kişinin ya da devlet büyüğünün inançlı olup olmadığını, dindar olup olmadığını, Müslümanlık derecesini sorgulamak da hiç kimsenin görevi değil haddi de değildir… Bunu gerekçe göstererek “dindar başbakan” “dindar cumhurbaşkanı” telkinlerinde bulunmak en hafif haliyle densizliktir…

Kişilerin kutsallıkları kişilere karşı “silah” baskı unsuru, manevi nüfuz aracı olarak kullanılmaktadır…

Kişilerin kişiliğini ilgilendiren söylem ve kavramları değil yaptıklarına bakılıp değerlendirmek gerekir. Örneğin Atatürk’ün ne derece inançlı olduğu, ne derece ibadet ettiği topluma yön vermez; O’nun eserleri ve her dönemde rehber niteliğindeki veciz sözleri insanlara yön verir.

Bir kişinin kişilik özellikleri nasıl ki kendini bağlıyorsa Atatürk’ün de kişilik özellikleri Atatürk’ü bağlar. Örneğin çoğu kez tenkit konusu olan rakı içmesi, sigara kullanması, kişisel zevkleri yansıtan eylemlerdir.

İnsanları, hele Atatürk gibi “süper” devlet adamlarını “zaaf” olarak kabul edilen insani zevklerine göre değerlendirmek doğru değildir. Eğer böyle varsayımda iddia edilirse şu soruyu sormak gerek; rakı içen ya da sigara kullanan her insan Atatürk’ün bu insani zevklerinden etkilendiği için mi bu eylemlerde bulunuyor?

Buna mantıklı bir cevap vermek mümkün mü?

Hâlbuki Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti, kurtardığı yurdu, yaptığı devrimleri somut eylemler olarak almak gerek ve bunlara göre insanların kişiliklerini geliştirmelidirler. 

Peki, kimlik ve kişilik konuları neden aynı değerler olarak millete telkin ediliyor?

Bunun sebebi ve amacı nedir?

Kişilik ve kimlik kavramlarının aynı değerler olmadığını bu “köşe kapıcıları” bilmiyorlar mı? Tabii ki biliyorlar.

Kanaatimize göre kişilik – kimlik kavramlarının aynı değerler olduğunu iddia edenlerin şu amacı vardır; Türk milleti “asimile” etmek… Bu “asimilasyon” amacı yıllardan beri plânlı ve programlı bir şekilde yürütülmektedir. Hedef, asimilasyonu kolaylaştırmak için öncelikle millete kimliğini unutturmak… Bunu sağlamak için de kimlik-kişilik ikileminin “aynı değerler olduğunu telkin ve empozesini telkin etmektir.

Türk milletini arkadan hançerleyen tarih tescilli hainleri bugün farklı kategorilerde görmek mümkündür. Türk düşmanını “kardeş” ya da “dost” ilan etmek en azından bu tarih tescilli Türk düşmanları kadar suçluluk sandalyesine oturacaklardır. Bunlarla Milletimizi asimile etmeye çalışanlarla aynı söylemleri kullanıyor olması son derece önemsenmelidir. Aynı frekanslarda savunma yapan ve millilik kimliğini çekinmeden ortaya koyanlar yanlışa sapmadan asimilasyon eylemine karşı çıkmalıdır. Karşıtları tanımak ve himaye etmek, bu ihanet içine girenleri himaye etmektir.

**

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki; kişilik ile kimlik farklı değerlerdir. Kimliğe göre kişilik, kişiliğe göre kimlik tayini yapılamaz. Bunu böyle varsaymak veya iddia etmek doğru bir yaklaşım değildir.

Türkiye’nin Biçimlendirilmesine Karşı Koymak

Hindistan’da, Hinduların oturduğu bir mahalleye Müslüman kılıklı iki kişi bir ineği sürükleyerek getirirler ve ineği öldürerek kaçarlar. Bu olay üzerine Hindular Müslüman mahallelerine saldırırlar. Çıkan çatışmalar günlerce sürer. Sonuç, çok sayıda ölü ve yaralıdır. Aradan bir süre geçtikten sonra ortaya çıkar ki, ineği öldürenler İngiliz casuslarıdır. Bu olayların olması planlanmış, Hindular ve Müslümanlar bu senaryoda kendilerine verilen rolü hiç de farkında olamadan oynamışlardır.

Bu olay çocukluğumda okuduğum bir yazıda anlatılıyordu. Malum olduğu üzere Hindistan’da Hindu inancı gereği inekler kutsal kabul edilir. Ülke nüfusunun yüzde 81’ini teşkil eden Hindular inekleri asla kesmezler. Nüfusun yüzde 14’ünü oluşturan Müslümanların inek kurban etmeleri bu ülkede zaman zaman çatışmalara yol açmıştır.

Okuduğum bu yazıdan sonra, uzun yıllardır sosyal ve siyasi olaylar söz konusu olduğunda, görünen yüzünden ziyade arka planını anlamaya çalışıyorum.

1846 da İngilizler kendilerine isyan eden Hindu ve Müslümanlara karşı, Müslüman ve Hintli askerlerden bir ordu oluşturmuştu. Bu ordudaki Hindu ve Müslüman askerler isyancılar tarafına geçti. Çünkü İngilizlerin kullandığı tüfeklerin domuz ve inek yağıyla yağlandığı iddia ediliyordu. İslam dinine göre domuz yağı, Hinduizm’e göre inek yağı kullanılması hoş görülecek bir durum değildi. İngilizlerin bu olaydan çok ders çıkardığı, toplumsal inanç ve değerlerin halkları yönetmekteki önemini çok iyi kavradığı, anlattığım ilk anekdottan anlaşılıyor.

***

Büyük devletler, dünya üzerinde kendi menfaatlerini devamlı kılmak için, diğer devletlerin yönetimlerini ve halklarını çeşitli usullerle etkileyerek sosyal ve siyasi gelişmeleri yönlendirmek isterler. Bunun için,

1-  Ülkenin kendi iç dinamiklerinde çatışma alanı oluşturma istidadı gösteren farklılıkları kaşıyarak, tahrik ederek çatışmalar yaratılır. Ülke bütün dikkatini ve enerjisini bu iç çatışmalar üzerine teksif ettiklerinde, emperyal devletin veya uluslararası dev şirketlerin büyük ölçekli planlarını ve hedeflerini fark edemez, fark ederse de direnemez hale getirilmiş olur.

2- Emperyal devletin/devletlerin ülke kaynaklarını sömürmesini sağlayan politikalara karşı, milli direnç oluşturan değerler sisteminin değiştirilmesi, dönüştürülmesi suretiyle direnç noktaları kırılır.

Toplum, değerler sisteminin değiştirilmesi ve dönüştürülmesi sayesinde, kimlik bunalımına düşer. Sosyal, ekonomik ve siyasi olayları değerlendirirken billurlaşmış bir değerler sistemine sahip olmadığından, doğru/yanlış veya faydalı/zararlı diye bir kanaate varamamaktadır. İşte bu kararsızlık hali, ülke için yanlış/zararlı değişim ve politikalara karşı milli bir refleks gösterilmesini engellemektedir.

Toplumun değerler sisteminin değiştirilmesi ve dönüştürülmesi işlemi için kullanılan usuller de çok çeşitli olabilmekte.

İngiltere’nin ünlü bir üniversitesinde çeşitli ülkelerden gelen seçkin öğrenciler okur. Buradan mezun olan öğrencilerin hemen hepsinin ülkelerine döndüklerinde devlet başkanlığına kadar varan çok kritik görevlere gelmesi tesadüf olmasa gerektir. ABD’li yetkililerin, “Türkiye’nin stratejik kurumlarının hepsinde, üst düzey yönetim kademelerinde, mutlaka ABD eğitim sisteminden geçmiş kimseler görev yapıyor” olmasından övünmesi de boşuna değil.

Elbette ki, bu eğitimlerden geçen yöneticilerin hepsinin hain ve satılmış olduğu anlamına gelmez. Ama tepe yöneticilerinin değerler sistemi içine, ABD değerlerinin enjekte edilmiş olması mühimdir.

Güdülmek istenen toplumun tepe yöneticileri kadar, toplumun zihinsel değişimini sağlayacak kişilerin kontrol edilmesi de gerekli görülmekte. Güdümlü medya mensupları, dini ve siyasi kanaat önderleri, sanatçılar, sporcular vasıtasıyla mevcut değerlerin dönüşümü çok daha kolay olabilmekte.

Bu güdümlü zümrelerin toplum üzerinde etkili olabilmesi için, toplum fertleri düşünmeyen bireyler olmalıydı. En azından düşünmek için gerekli asgari bilgiye sahip olmadığı için, kendisince güvenilir insanların kanaatine göre karar veren insanlar haline gelmiş olması lazımdı.

Diyelim ki dini konularda sağlam bir ilmihal bilgisine dahi sahip olmayan, ancak geleneksel olarak kuvvetli bir inanç içinde olan kitleler, sosyal ve siyasi olayları değerlendirirken nasıl bir hareket tarzı izler?

Kendince güvenilir olduğunu düşündüğü ve kanaat önderi olarak gördüğü dini veya siyasi kimlikli kişilerin işaretine bakar. İşaretçiler AB için “Onlar ortak, biz pazar” şeklinde verirse, AB karşıtı olurlar. İşaretçiler, “Brüksel sopasıyla Ankara’daki hasımları dövmek için” AB taraftarı gözükünce, “AB’ye kerhen evet” derler. İşaretçiler, “AB ve ABD’ye karşı muhalefet etmeyin” dediklerinde de Irak ve Afganistan’da milyonlarca Müslüman’ı öldüren, sakat bırakan ve kadınlarına tecavüz edenlere karşı bir cümleyle dahi itiraz edemezler. Kıblesi Kâbe olanların bir kısmı, bu defa yönünü Brüksel’e veya Washington’a dönmeye başlar.

Dindar ve dindar olmayan kesimler, çılgınca bir tüketim hırsına sürüklenerek, emperyal devletlerin ürettiği tüketim malzemelerini elde etmek dışında bir hedefi olmayan fertler haline getirilir. Popüler kültür ve hızlı tüketim felsefesi, yerel ve milli değerlerin yerine ikame edilir. Ülkenin en değerli kurumları, madenlerinden, enerjisine, limanlarına kadar yabancılara verilirken, tek kaygısı borsanın düşmesi olan bencil ve tembel vatandaşlar oluşturulur.

Bu insan yapısına sahip olan ülkenin, güdümlü medyada sadece elli kişi civarında sözde aydın aracılığıyla yönlendirilmesi mümkün olur. Ülkenin bölünmesi riskine karşı dahi tepki vermez hale getirilir.

Genetiği değiştirilmiş kavramlar ile toplumun değerler sistemi değiştirilir, dönüştürülür. Gerçek anlamlarının yerine tebdil, tağyir ve tağşiş edilerek yeni anlamlar yüklenen kavramlar sayesinde, ülke menfaatine olmayan uygulamalara tepki eritilir.

ÇARE, iradesini başkasına devretmeyen düşünen vatandaş olabilmekte.  

Bunun için milli konularda lisanımız, sanatımız (edebiyat, mimari, müzik vd) konusunda asgari bilgi ve sevgiye sahip, vatandaşlık bilgileri, milli hedeflerimiz ve milli mutabakatlarımız konusunda, temel bilgileri edinmiş vatandaşlar olmamız lazım.

Dini konularda ise, Müslüman’ım diyen herkesin en azından temel bir ilmihal bilgisine sahip olmasını ve Allah’tan başkasına iradesini teslim etmeyen müminler olmasını sağlamak zorundayız. Zira O, düşünmemizi istiyor ve “yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” inancını hayata geçirmemizi emir buyuruyor.

Bu Türkiye Yıkılır

Adalet bir devletin temelidir. Türkiye’de bir mahkemeye yolunuz düştüğünde,hakimin arkasında “Adalet Mülkün Temelidir” yazısını görürsünüz. İşte o adalet artık Türkiye’de mülkün yani devletin temeli olmaktan çıkmıştır.

Vatandaşın adalet duygusunu kaybettiği bir devlet yıkılır. Ve kanaatimce  vatandaşın Türkiye’de adalet olgusuna artık inancı kalmamıştır.

Habur’da terör örgütüne düzenlenen hakimli ve savcılı karşılama, teröristlerin ayağına mahkemenin taşınması ve terör örgütüne üyeliğin ikrarına rağmen teröristlerin ellerini kollarını sallayarak Türkiye’ye girişleri, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu çağdaş bir ülkede asla görülebilecek bir tablo değildir.

Bebek katili sıfatlı ve binlerce şehidin kanına girmiş olan terörist başının İmralı’da adeta bir tatil köyünde yaşar hale getirilmesi ve eli kanlı örgütünü pervasızca idam ve müebbet hapisle hükümlü olduğu konforlu mekanından yönlendirmesi, hukukun egemen olduğu bir ülke de asla düşünülemez.

Bir ülkenin Yargıtay’ı, Danıştay’ı, Sayıştay’ı ve HSYK gibi adli organları, hangi ülkede bu kadar siyasallaşmıştır? Hangi ülkede hakim ve savcılara ve onların yürüttükleri soruşturma ve yargılamalara bu kadar güven azalmıştır? Bütün bunlar kasıtlıdır ve Türk devletinin yıkılması için iç ve dış düşmanlar tarafından yapılmakta, halkın devletine karşı güveni sarsılmaya çalışılmaktadır.

Hukuk niçin bu kadar geç tecelli etmekte veya hiç tecelli etmemektedir? Yargılamalar ve temyiz incelemeleri niçin bu kadar uzun sürmektedir? Yargıtay’da bekleyen 1.700.000 dosya sayısına ulaşılıp adalet kilitleninceye kadar niçin tedbir alınmamıştır?

Ülkemizde mahkemelerce yakalanmasına karar verilen 700.000 kişi neden kolluk kuvveti dediğimiz polis ve jandarma tarafından bulunamamakta ve mahkemelerin muhtelif emirleri ivedilikle niçin yerine getirilememektedir? Ama bu çark namuslu vatandaş için tersine işlemekte ve bu kolluk kuvvetleri istediklerini iğne deliğine girse bile anında yakalamaktadır. Bu da hukukumuzu haklının hakkını bulduğu değil güçlünün olmayan hakkını hukukileştirdiği bir güçlüler hukukuna dönüştürmektedir.

Şimdi de nedeni ne olursa olsun halkın hukuk duygusunu zedeleyecek bir şekilde, tutukluluk süresi uzadı diye mahkumiyeti Yargıtay incelemesi ile kesinleşecek pek çok suçlu halkın gözlerinin içine baka baka salıverilmektedir.

Eğer bu salıverilenler suçlu değilse niye bu kadar uzun süre tutuklu kaldılar? Yok eğer suçluysalar niye yargılamaları süratle neticelendirilip niçin ceza almadılar ve kamu vicdanı niye tatmin edilemedi? Kimsenin hele ülkeyi yönetenlerin bu iş te hiç mi kabahatleri yok?

İç hukukta bu sıkıntılar yaşanırken ve bunlar yetmezmiş gibi başbakan yardımcısı Bülent Arınç aslında sıradan bir kilisenin papazı olmaktan başka hiçbir hüviyeti olmayan Bartholomeos’un ayağına kadar gidip “haklı taleplerinizi yerine getirmeyi görev sayıyoruz” demesi uluslararası hukuk açısından tam bir mağlubiyet ve Batı Trakya Türklerinin haklarının terk edilmesi demektir. Sayın Arınç’a; Batı Trakya Türklerinin haklı taleplerini Yunanistan’ın yerine getirmesi konusunda ne yapıyorsunuz diye soruyorum.

Ya vergi, prim, trafik cezası gibi birçok hususu içeren ve yurttaşlık görevini zamanında yerine getiren vatandaşı enayi yerine koyan af tasarısına ne demeli? Ya askerlik görevini zamanında eksiksiz tamamlayan vatandaşa karşı, polislerimizin yasayla kayırılmasına ne demeli? Nerede kaldı anayasamızın her vatandaşın yasalar karşısında eşit olduğu ilkesi?

Vatandaşımız, devletine güveniyor ve hakkını mahkeme de arıyor, oğlunu askere gönderiyor ve ocağına ateş düşebiliyor, vergisini zamanında ödüyor, bayrağına ve devletine saygı duyuyor ve karşılığında hep haksızlığa uğruyor. İdeal vatandaş olmanın ödülü asla bu olmamalıdır. Bu bir kader olamaz ve hukuk denilen sistem buna izin veremez.

Böyle yapan bir devletin ayakta kalıp yıkılmaması mümkün değildir. Ancak enteresandır ki; bu tabloya karşı Türk halkı büyük bir sessizlik içindedir.

Büyük Önder Atatürk; Kurtuluş Mücadelesi sırasında kendisini endişelendiren en büyük hususlardan birinin, iç cephedeki suskunluk ile bunun sonucu ortaya çıkan sessizlik olduğunu söyler.

Kurtuluş Mücadelesi incelendiğinde, Atatürk’ün, Türk Milletini uyandırmak için çok sıkıntı çektiği görülecektir. Kurtuluş Mücadelesi’nin kilit noktası olan Kastamonu halkının bile mücadeleye razı edilmesi için Mehmet Akif uzun süre Kastamonu’da kalmış ve Nasrullah Camii’nde vaazlar vermiştir. Türk halkını Kurtuluş Mücadelesi’ne ikna etmek için gösterilen çabalara böyle yüzlerce örnek verilebilir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlara şöyle bir bakınca yaşadığımız günlerin Kurtuluş Mücadelesi’nin verildiği günlerden pek farklı olmadığı görülmektedir.

Ülkemizde adalet denilen olgu tükenmiştir. Ekonomi çıkmaza sürüklenmiştir. Bölünme kapıya dayanmıştır. Halk fakirlikten hiçbir şeyi düşünemez bir haldedir. Buna rağmen bir kısım şer güçler; medya  ve toplumun arasına karışmış işbirlikçi ajanları eliyle çizdikleri pembe tablolarla halkın kafasını karıştırmaktadır.

Bu durum halkımızı sessizliğe itmektedir. Halkı bu sessizlikten ve hukuksuzluğa karşı suskunluktan kurtarmak ve buna demokratik kurallar çerçevesinde çözüm bulmak her bir Türk aydınının görevidir.

Bu nedenle herkes bulunduğu çevrede önderliğe soyunmalı ve Türk Milletine, içine düştüğü bu badireden kurtarılması için destek sağlamalıdır. Aksi halde adalet terazisini bu kadar bozmuş olan bir devlet yıkılır ve Türk Milleti felakete yelken açar. Ve tabii ki; halen adı Türk olan bir millet ortada kaldıysa…