6.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1141

Toplum Akıllı Olmak Zorunda

Konfüçyüs “kimin aklı varsa mutlaka iyi konuşur, ama kim iyi konuşursa mutlaka akıllı değildir. Seçkin kişinin mutlaka cesareti vardır ama, her cesur olan mutlaka seçkin değildir.” der.

Şöyle bir etrafınıza bakın. Konfüçyüs’ün tarif ettiği gibi insanlar var mı, yok mu? ve bunlar hayatınızı ne kadar etkiliyor?

Eğer insan davranışlarını analiz etme yeteğiniz doğuştan yoksa veya böyle bir yeteneğiniz gelişmemişse etrafınızda her güzel konuşan kişiyi çok akıllı zannedebilirsiniz. Böylece onun aklına da teslim olmanız kaçınılmaz hale gelir.

Yine cesaretinden dolayı, kahramanlık sıfatı yakıştırdığınız pek çok kişi de kahramanlığın asaletini taşımaktan aciz olabilir.

Çevremizde gelişen olaylara baktığınızda, bu olaylar içinde çok güzel konuşan ve kahramanlık mertebesinde cesaret sergileyen insanlar görüyorsunuz. Ama bunların varlığına rağmen, toplum adına alınan sonuçlar, çoğunlukla kocaman bir sıfırdan ibaret oluyor. Bunda bir çelişki var diyorsanız, demek ki; Konfüçyüs’ün söylediklerinde doğruluk payı var.

Konfüçyüs, öğretisinde; güçlükler, sıkıntılar, imkansızlıklar ve yoksulluklar içinde olunabileceğini ama bundan şikayet etmemek gerektiğini ve asıl gücün böyle durumlar karşısında şikayet etmeden çözümler üretmek olduğunu anlatıyor. Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa Nutku’nda, Türk gençliğine gösterdiği yol gibi…

Cemil Meriç Üstad “bir çağın vicdanı olmak isterdim; bir çağın daha doğrusu bir ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek. Türk insanını, Türk insanınından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim” diyor. Ve ekliyor “ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum”. Cemil  Meriç yaşasaydı herhalde bunu bu gün “mazlum Türk milletinin sesi olmak istiyorum” diye dillendirirdi. Gerçekten ortak aklını, bilgiye ulaşamadığından dolayı kullanmakta zorlanan milletimizin, bu tip seslere bu gün her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.

Günümüzde bir savaş türü olarak kabul edilen psikolojik savaş; insanların ruh haline etki ederek sonuç almak olarak tanımlanıyor. Düşmanını tanımayan ve bilgi gücü zayıf olan taraf bu savaşta hep yenilmeye mahkum oluyor.

Çarşı, pazar dolaşınca, halkın arasında turlayınca, zengin fakir demeden her sofraya oturunca insanlarımızın genellikle sapla samanı birbirine karıştırdığını gözlemliyorum. Bu hem ülkemizde hem de dünyadaki olayların algılanmasına dair bir tespit.

Bu gün bazı mihrakların toplumları sömürmek için insan beynini kontrol altına alma girişimlerini bildikçe bu tür operasyonların ülkemde yapacağı tesirleri  hiç düşünmek bile istemiyorum.

Onun için her güzel konuşana, aptalca cesaret gösterisi yapan sahtekarlara ve başkalarına haksızlık ederek köşe dönmeyi maharet sayanlara toplum tarafından prim verildikçe kahroluyorum. Bütün bu yapılanların psikolojik savaşın bir silahı olarak kullanıldığını düşünüyorum.

Bunları aşmak için bireylerin akıllı olması yetmez. Toplum top yekün aklını kullanmayı başarmalıdır. Aklın doğru kullanılması için temiz bilgiye de ihtiyac vardır. Çünkü akıl bilgi ile hareket eder.Bu gün toplumda bulunmayan budur. İşte size tarihin derinliklerinden üç bilge ses; Atatürk, Cemil Meriç  ve Konfüçyüs… Eğer toplum olarak ortak ve doğru akla ihtiyacımız varsa.

 

 

Yaşlılara Saygı, Allah’a Saygıdır

Yüce Rabbimizin koyduğu kanun gereği insan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir: “Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O dilediğini yaratır. O hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (Rûm Sûresi, 30/54)

İslam dini, büyük-küçük her insanı saygıya layık görmüş, yaşlılara hürmet etmeye ise ayrı bir önem vermiştir. Bugünün gençleri, yarının ihtiyarlarıdır. Bu nedenle bir Müslümanın, kendinden yaşça büyük olanlara hürmet etmesi gerekmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadis-i şeriflerinde; “Küçüğümüze şefkat göstermeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen, bizden değildir” (Tirmizi, Birr, 5) buyurmuştur. İmam-ı Azam Hazretleri, talebesi İmam-ı Ebu Yusuf’a, “İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster” diye tavsiye etmiştir.

Mevlâna Hazretleri bir gün, meclisinde bir gencin, ihtiyarların yanında oturuş şeklini doğru bulmadı. O gence bir şey söylemeden;  Hazret-i Ali’nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan Hıristiyan bir ihtiyarın yaşına hürmeten önüne geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrail (a.s.)’ın Resûlullahın sırtına lütuf ile elini koyup durdurduğunu ve Hazret-i Ali’nin yetiştiğini anlatıp, buyurdu ki: ” Hıristiyan ihtiyara hürmet edilince, Müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü İslam’a hizmetle geçirmiş ihtiyarlara saygı, hürmet gösteren gençlerin, Allahü Teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir.” Bu nasihati dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerinin yanında edebe aykırı davranmadı. 

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yaşlılara hürmet eder, ashabının da hürmet etmesini isterdi. Mekke’nin fethinde Hz. Ebu Bekir (r.a.) yüz yaşına yaklaşmış olan babası Ebu Kuhafe’yi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna getirir. Hz. Peygamber: “Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, ben onu ziyaret ederdim” buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yaşlı Ebu Kuhafe’ye karşı bu nazik davranışı, yaşlı insanlara duyduğu saygının çok açık bir ifadesidir.

Allah’ın bir emaneti olarak insanın yanında bulunan gerek anne-babası ve gerekse diğer yakını olan ihtiyarlar, onun için rızkının genişleme vesilesidir. Bir toplumda bulunan yaşlılar da, bir takım bela ve musibetlere karşı o toplumun sigortasıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu hususta şöyle buyurmuştur: “Düşkünleri görüp gözetiniz; zira siz, ancak düşkünleriniz sayesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız.” (Riyâzu’s-Sâlihîn, 1, 314) “Beli bükülmüş ihtiyarlar, süt emen bebekler ve otlayan hayvanlar olmasa idi, başınıza büyük azap gelecek ve sel gibi belalar akacaktı.” (Keşfü’l-Hafâ, 2, 212)

Rahmet ve bereket vesilesi ihtiyarların varlıklarından rahatsız olmak, hele de kendilerini evlatlarının hayatına feda eden anne ve babaları yaşlılıklarında yalnız bırakmak, onlardan sıkılıp bir şekilde kurtulmaya çalışmak hiçbir Müslümana yakışmayacak çirkin davranışlardır. Bu şekilde haklarını ödeyip, rızalarını kazanmamız ve hayır dualarını almamız mümkün değildir. Onların yeri çocuklarının, torunlarının yanı olmalıdır. Onlar son zamanlarını çocuklarının şefkatli kollarında, torunlarının cıvıltıları arasında geçirmelidir.

Anne-babasına ve çevresindeki diğer yaşlılara hürmet etmeyene, ileride kendi evladı da, diğer gençler de hürmet etmeyecektir.  Anne-babasına ve toplumun diğer yaşlılarına hürmet gösteren, hizmet eden kimse de, ihtiyarlığında mutlaka bunun karşılığını görecektir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde; “Herhangi bir genç, yaşından dolayı bir ihtiyara hürmet ederse, Allah Teâlâ da, yaşlılığında ona hizmet edecek kimseler halk eder” (Riyâzu’s-Sâlihîn, 1, 391) buyurmuştur.

Aile ve toplumun huzuru, emniyeti, hayır ve bereketi için; yaşlılara saygı göstermeli, gönüllerini incitmekten sakınmalı, yaşlılıktan dolayı meydana gelebilecek birtakım hata ve yanlışlıklarına karşı hoşgörülü olmalı, onları Allah’ın bir emaneti olarak kabul edip, koruyup kollamalıyız. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yaşlılara saygı ve hürmet göstermeyi Allah’a duyulan saygının bir gereği olarak görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Saçı sakalı ağarmış yaşlı Müslümana saygı gösterip ikram etmek, Allahü Teâlâya saygıdandır.” (Ebu Davud, Edeb, 23)

Büyüklerimize saygı ve hürmet göstererek, her türlü hizmetlerine seve seve koşarak çocuklarımıza, gençlerimize güzel örnek olmak zorundayız. Hiçbir zaman unutmayalım ki, büyüklere saygı göstermeyenler, küçüklerden saygı göremezler.

 

Deprem, Tsunami ve Sonrasında Öğrendiklerimiz

Hayat, bir mektep. Bu mektep, bize çok şey öğretiyor. Depremden, tsunamiden ve sonrasında yaşadıklarımızdan çok şey öğrendik. Öğrendiklerimizden bir kısmı uçacak, bir kısmı insanlığın birikimi olarak kalacak. Bazı şeyleri öğrenmenin faturası yüksek.

Deprem, doğal gerçek. Bu, Yaratan’ın yasası. Yaratan, bu yasanın işlerliğini fiziğe bağlamış. Deprem, yer sarsıntısı veya kırılması şeklinde oluşuyor. Tsunami, Japonca bir sözcük, liman dalgası anlamına geliyor. Özellikle Okyanus’a kıyı ülkelerde depremden sonra yaşanan tsunami büyük can ve mal kayıplarına, büyük yıkımlara neden oluyor. Tsunami, depremden daha büyük bir felakete yol açabiliyor. Son Japon depreminde bunun örneğini gördük.

Depremden ve tsunamiden kaçış mümkün değil. Bu, insanlığın kaderi. Daha sonra yaşananları “kader” diye adlandırmak, Yaratan’ı suçlamak olur. Neler yaşanıyor, bir deprem sonrasında? Evler yıkılıyor, açlık başlıyor, nükleer felaket oluşuyor…

Bir sığınak, bir saadet yuvası olarak kullandığımız evlerimizi yeterince sağlam yapmadığımızı nedense hep depremlerden sonra hatırlıyoruz. Her yapıtın bir direnç gücü, sağlamlık ömrü, mukavemeti ve statiği var. Bu özellikler, yapıları kaliteli ya da kalitesiz yapıyor. Allah, insana akıl, fikir vermiş; fizik, kimya diye bir ilim vermiş. İnsanoğlu, bitmeyen ihtiraslarından, bencilce anlayışlarından dolayı aklı da fiziği de önemsemiyor, çok zaman inşa ettiği çürük yapıların altında kalıyor. Bunun adına da kader diyor. İntiharın, kader olarak adlandırılması sadece bir savunma değil, aynı zamanda suçlamadır.

Varlığı herkes paylaşır. Önemli olan, yokluğu paylaşmaktır. Sıkıntıyı paylaşmak, erdemi, bilgeliği, hoşgörüyü, sağlam inancı gerektirir. Yoklukta bile var olanı birbirine ikram etmek, kendinden önce karşındakini düşünebilmek, hakikaten büyük bir fazilettir. Depremler, bizi bu konuda da test etmeye yetiyor.

Şüphesiz, teknolojiye karşı değiliz. Nükleer enerji, bana göre, insanlığın enerji üretiminde seçtiği yanlış yol. Bu enerjinin, diğer enerjilere göre pek çok artısı olabilir. Bu artılar, bu enerjiyi masum kılmaz. Nükleer reaktörlerin patlaması, kontrolden çıkması, toplu ölümlere yol açıyorsa bu enerjiden kaçınmak gerek. İnsanların açgözlülüğü, bu enerjiyi, maalesef, meşru hale getirmiş durumda. Komşuda var, bizde de olsun anlayışı, uzun vadede büyük musibetlere sebep oluyor. Nükleer reaktörler, bütün dünyada yasaklanmalı. Bundan doğacak bir felaket de “kader” olarak adlandırılamaz.

Her insan fiziki ve ruhi dünyasında deprem yaşayabilir, tsunamiye maruz kalabilir. Bunları kader alanında değerlendirebiliriz. Sonrasını idare etmemiz, yeniden yorumlayıp kurmamız için Allah, insana akıl vermiş, fikir vermiş, irade vermiş, inanç vermiş. İnsan olmak, insanı yaratılmışların en şereflisi görmek, burada başlıyor. Her şey olduğu gibi, deprem de bir sınav.

Herkese geçmiş olsun!

 

 

Çanakkale Ruhu – 2011

Kıyamadım gülü ellemene, dikeni vardır diye.

Yüzüne çarparsa yel, yüreğim ürperir oğul.

Ama bugün git oğul, yoluna git.

Çanakkale ruhu evlatsız kalan babaların,

Babasız kalan bebelerin ruhudur.

Birkaç çeşit ruh vardır.

Ama bizim konumuz Çanakkale ruhudur.

Bu ruh bir ananın oğlunu cepheye gönderirken söylediği şu satırlarda gizlidir.

Kıyamadım gülü ellemene, dikeni vardır diye.

Yüzüne çarparsa yel, yüreğim ürperir oğul.

Bir ananın oğlunu cepheye gönderirken ardından söylediği şu sözler

Bütün anaların oğullarının ardından söylediklerine tercüman olmuştur.

Cephedeki başarıların sırrı bir bakıma bu sözlerde gizlidir.

İşte anaların bu duygularla uğurladıkları Mehmetçikler

Dünyaya parmak ısırtan kahramanlıklara imza atmışlardır.

Oğul canımdan can, kanımdan kan oğul!

Giderken ardından bıraktığım oğul, seni gözledim.

Doğduğundan beri yaptığım gibi giderken yine seni izledim.

Yüzüne çarparsa yel, yüreğim ürperir oğul.

Ayağına taş değerse bağrım yanar, oğul.

Kıyamadım gülü ellemene, dikeni vardır diye.

Ama bugün git oğul, yoluna git.

Şu İslam toprağını gâvur alacaksa,

Ezanlar susacaksa,

El kemendini boynuna takacaksa,

Çiğnenecekse şehit atanın mezarı,

Git oğul git

Bilesin ki RESUL önündedir.

Bilesin ki melekler ardındadır.

Bilesin ki dualarım semadadır.

Bilesin ki yolun ALLAH’a dır.

Düşte gördüm oğul;

Artık vuslat mahşerden sonrayadır.

Çanakkale ruhu geri dönmeyeceğini bildiği halde oğlunu cepheye gönderen anaların ruhudur.

Çanakkale ruhu evlatsız kalan babaların,

Babasız kalan bebelerin ruhudur.

Hüseyin im, yiğit oğlum benim.

Dayın Şıpka’da baban Dömeke’de

Ağaların sekiz ay kadar evvel Çanakkale’de şehit düştüler.

Bak son yongam sensin!

Minareden ezan sesi kesilecekse,

Camilerin kandilleri sönecekse,

Sütüm sana haram olsun.

Öl de köye dönme!

Yalnız bizim ailenin değil oğul.

Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi.

Vatan sağ olsunda bizim hepimiz ölelim ne çıkar.

Çanakkale ruhu bu anaların ruhudur.

Hey onbeşli onbeşli

Tokat yolları taşlı

Onbeşliler geçiyor

Kızların gözü yaşlı

Bu öyle mendil sallayarak halay çekmek için söylenmiş türkü değil

Onbeş yaşının üzerinde köyde erkek kalmamış

Onbeş yaşındakilerde dönmemek üzere gidiyor

Gözler yaşlı olmasında ne olsun

Bu bir türkü değil ağıttır ağıt.

Askerlikten kurtulmak için çürük raporu alan ve almaya çalışanlara duyurulur.

Çanakkale’de Seyit Onbaşıyı unutmak olmaz

Koca Seyit’in hiçbir araç gereç kullanmaksızın

Bir arkadaşının yardımıyla sırtına alıp namluya yerleştirdiği 276 kiloluk top mermilerinin

Ümitlerin tükenmeye başladığı bir zamanda

Ya Allah Bismillah

Yarabbi atması benden isabet ettirmesi senden diyerek ateşlemesi

Çanakkale’yi geçilmez kılmıştır.

Çanakkale ruhu Seyit Onbaşının ruhudur

Bu gün bu ruh bizde ne kadar mevcut?

Bakınız Merhum Necip Fazıl bu savaşla ilgili ne diyor.

‘Mehmetçiği zafer arabasına bindirmek gerekseydi

Eline kamçı diye yıldırımı vermek,

Arabasına at diye kasırgaları koşmak,

Başına taç diye en parlak yıldızı oturtmak icap ederdi’

Çanakkale ruhu kına ve kurban

Kurbanın anlamı yakın olmak demektir

1-      Eşine evine ve çocuklarına yakın olmak

2-      Allaha yakın olmak.

3-      Vatana ve millete yakın olmak.

Bizde üç şeye kına yakılır.

1 Geline: Evine, çocuklarına ve kocasına kurban olsun diye.

Ayrıca gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır.

Gelinliğin renginin beyaz olmasının sebebi budur.

Evlilik, hayat boyu yani ölünceye kadardır

Mahkemelerdeki yüz binlerce boşanma davaları

Parçalanmış aileler perişan olmuş çocuklar

Demek ki bu gün bizim aile yapımızdaki ruh

Çanakkale ruhu değil.

Ne ruhu olduğuna siz karar verin.

2 – Kurbanlık koça: Allah’a kurban olsun diye.

Şimdi koçlar, kurbanlar bayramda ibadetten ziyade et yemek niyeti ile kesilir oldu.

Demek ki bu gün kurbanlarımızda bile Çanakkale ruhu yok.

3 – Askere giden delikanlıya: Vatana kurban olsun diye

Anadolu’da ana – babalar kına ile davul zurna ile düğün bayram havasında vatana kurban olsun diye gönderiyorlar.

Milleti kafeslemek için değil

Ana anadır hiçbir ana yavrusunu bayrağa sarılı tabutun içerisinde görmek istemez

Bizim askerimiz ve insanımız bütün bunların yanında şefkat ve merhamet abidesiydi.

Vatanını işgal etmeye gelen düşman askerini bile yaralı olarak ele geçirince

Sırtında cephe gerisine taşır yarasını iyileştirmeye çalışırdı.

O günkü kıt imkânlarda suyunu ve yiyeceğini paylaşırdı.

Ogün bizim askerimizin düşmana gösterdiği merhameti

Biz bu gün en yakınlarımızdan başlamak üzere kendi vatandaşlarımıza, dindaşlarımıza gösteriyor muyuz?

Demek ki bizde de Çanakkale ruhu kalmadı.

Ne oldu da bu aziz millet bu ruhtan uzaklaştı yâda uzaklaştırıldı?

Bu ruh Çanakkale ruhu değil.

Bu nesil de Asımın nesli değil.

Her zaman istisnalar müstesnadır.

Bütün olumsuzluklara rağmen ümit var olmakta güzeldir.

Çanakkale ruhunun ülkemize ve insanımıza ve bütün İslam âlemine hâkim olması temennisiyle

Ruhları şad

Mekânları cennet

Dereceleri âli olsun.

 

Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi vs.

Her şeyin ruhu, esası; güzel, iyi ve faydalı yönleri İslam’da mevcut. Her şeyin kötü, çirkin, zararlı ve mülevves / pis tarafları İslam’da yok. İnsanların, milletlerin, kitlelerin peşinden koştuğu, ardı sıra gittiği rejim ve sistemlerin aslı; aslında İslamiyet’de vardır. Zaten isimsiz olarak beşerde / insanlıkta yer eden kalıntılarından alınma ve devşirilme sonucunda ortaya çıkmış ve çıkarılmıştır. Bazıları şeklen İslama muhalif ve aykırı görünse de, hattızatında ruhu ve özü itibariyle İslami ve Kur’ani’dir.  Haktır, Hak’tan gelmiş ve Hak’tan alınmıştır.

Tebeddülü esma ile hakikatler tegayyür etmez. Yani, isimlerin değişmesiyle gerçekler başkalaşmaz. Nitekim bugün kullandığımız bir çok tabir, kavram ve mefhumların iç yüzüne baktığımız zaman, İslam’a; özü bakımından aykırı olmadıklarını hayretle görürüz.

Mesela; Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi tabirleri; hepsi de aynı manaya gelmekte ve millet hakimiyetini ifade etmektedir. Yani umumun, halkın genelinin fikirlerinin / kamu oyunun; tecessüm etmiş / cisimleşmiş somut bir misal ve örneği hükmünde olan milletvekillerinin hakimiyetini gösterir. Bu rejim ve sistemlerde hükümet hadim / halkın hizmetkarıdır. Çünkü bütün bunlar istişare, müşavere ve danışma ortamını lüzumlu kılan seçme – seçilmenin bir sonucudur.

Yine Cumhuriyet’e İslam’ın bakışına gelince; Karınca ve Arı milletleri bile Cumhuriyet-perver / Cumhuriyetçi bir yaşayış sergilerken; insanların buna bigane ve kayıtsız kalmaları tasavvur edilebilir, düşünülebilir mi?

Evet, Hulefa-i Raşidin / Dört Halife yani Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali; hem Halife hem de Reisicumhur / Cumhurbaşkanı idiler.

Hz. Ebubekir; Aşere-i Mübeşşere’ye / Cennetle müjdelenen on kişiye ve Sahabe-i Kirama elbette Reisicumhur / Cumhurreisi / Devlet Başkanı hükmünde idi. Fakat sözde değil özde bir Cumhurbaşkanı idi. Yani manasız isim ve resimden ibaret kalan bir Başkan değil, belki hakiki Adaleti ve Dinsel hürriyeti yani, sınırlarını İslam’ın çizdiği bir özgürlüğü taşıyan Dindar Cumhuriyet manasına gelen bir Cumhuriyet’in Reis ve Başkanı idi.

Kaldı ki, Cumhuriyet, Adalet, Meşveret / Danışma / Meclis / Parlamento; bütün bunlar Parlamenter Sistem demektir. Ayrıca, kuvvetin Kanunda olmasıdır. Yani, Kanunun; kuvvetli haksızdan yana değil, kuvvetsiz de olsa haklıdan yana çıkmasıdır.

Mesela üzerinde çok tartışılan bir konu olan Laiklik hususunu ele alalım. Laiklik tarafsız kalmaktır. Vicdan Hürriyeti’nin prensip, düstur ve ilkeleriyle hareket ederek; ne dinsiz ve inançsızlara ilişmeli, ne de sefih hayat içinde olanlara.

Laiklik; dindar ve takva sahiplerine karşı da, nötür olan; onlara da ilişmeyen bir hükümet telakki ve anlayış tarzıdır.

Yine İslam’ın gösterdiği meşru çerçeve içinde her şeye olduğu gibi Muhalefet’e de yer vardır. Onun da davranış biçimine atıfta ve göndermede bulunur; gereken işaretlemeleri yapar.

Asayiş ve Emniyete dokunmamak şartiyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği ve inandığı bir fikirden dolayı suçlanmamalı. Çünkü devlet kalbe bakmaz. Ele bakar. Fiili / eylemsel bir durum söz konusu olmadıkça harekete geçmez. Geçmemeli.

Üstelik, hiçbir hükümette; haksızlığa, zulme, kanunsuzluğa karşı muhalefet edip karşı çıkmak suç sayılmaz. Sayılmamalı. Çünkü, Muhalefet; Adalet’in dengesini sağlayan meşru ve samimi bir unsurdur.

Hele Adalet ille Adalet denen müessese ve kurum ise; Devlet ve Mülkün temeli ve baş tacıdır. Hiçbir cereyan ve akıma kapılmamalı. Hiçbir tarafgirliğe kaymamalı. Zira bu husus;

Din ve Vicdan Hürriyeti’nin bir ana umdesidir. Bunun böyle olduğu; Hz. Ali’nin hilafeti zamanında bir Yahudi ile mahkemede beraber oturmaları, nice padişahların sıradan adamlarla adalet huzuruna çıkmalarıyla sabittir.

 

 

Deprem Öldürmez, Tsunami Öldürür

Ak talebeleri Erbakan Hoca‘nın D-8‘inin yüzüne bakmadılar. Benimse orta -2‘den beri işim dış politika; aldım geliştirdim. Ortaya AFRASYA adıyla, Türkiye ile Japonya‘nın eşbaşkanlığını yaptığı, Afrika‘yla Asya‘nın kesişim kümesi olan, dünya için yeni bir küresel güç odağı, 10 ülkeli bir alternatif eksen çıktı. Ay ve yıldızın güneşle birleşimini sembolize eden bir Gök Konfederasyonu.

D-8‘in Endonezya, Malezya ve Pakistan‘ını aynen aldım; aklın yolu bir. Nüfus yorgunu Bangladeş‘in yerine parlayan yıldız Kazakistan‘ı, İran‘ın yerine ise güneyle birleşince parlayacak olan Azerbaycan‘ı koydum. Zira – İran coğrafyasını yönetmemizin dışında – Farslarla tarih boyunca bir ittifakımız olmamıştır.

Afrika‘daki D-8‘ci Mısır ve Nijerya‘ya Fas‘ı da ekleyerek kara kıtanın üçgeninin tamamladım. Sıklet merkezi Asya olan Afrasya‘nın kalbi Türkiye, beyni Japonya‘dır. Tarih boyu birbiriyle hiç savaşmamış ve ahlâkları / kültürleri birbirine benzer bu iki millet 15 – 20 yıllık bir planlamayla dünyanın dönüş öyküsünü değiştirebilir hatta yerküreye hükmedebilir.

Alın size Afrasya Birliği rakamları; mevcut güç odaklarıyla karşılaştırın:

 

AFRASYA   BİRLİĞİ

1 milyar

(Nüfus)

10 milyon km2

(Yüzölçüm)

  Birlik

1,4 milyar $

(İhracat)

1,2 milyar $

(İthalat)

8,3 milyar $

(GSMH)

AB

   495 m.

  4.325 bin

Ekonomi

1,4 milyar $

1,5 milyar $

14 milyar $

ABD

   305 m.

  9.630 bin

  Silah

1,2 milyar $

2,0 milyar $

13 milyar $

ÇİN

1.350 m.

  9.640 bin

   Nüfus

2,0 milyar $

1,0 milyar $

7,2 milyar $

RUSYA

   140 m.

17.100 bin

Toprak

0,4 milyar $

0,3 milyar $

2.3 milyar $

 

Üzüntüm 7,4 Gölcük Depremi gibi 8,9 Fukuşima Depremi‘nin de HAARP gibi dış kaynaklı bir yeraltı faaliyeti olma ihtimali. Zira depremin yıkamadığını sanki Pasifik’te atom bombası denemesi yapılmış gibi dev dalgalar Japon Sanayisiyle beraber yıktı geçti. Hem de depreme en hazırlıklı milletin tsunamiye karşı en hazırlıksız yakalanması suretinde.

Uzakdoğu‘daki gönüldaşlarıma taziyelerimi sunarım. İnşallah 20 bin kayıpta kalırlar ve radyasyon/madyasyon belasıyla ihracatları iyice düşmez de GSMH’da ikincilikten dördüncülüğe inmezler. Amerika, Çin ve Rusya‘nın arasında sıkışıp kalmış ama onurlu ve çalışkan, uzaktaki yakın dostlarımızın madden ve manen yanında olmak zamanıdır. Niye dua edilmez? Niçin camilerde para toplanmaz?

Ha, bu arada Japonya‘daki radyoaktif sızıntıları bahane edip de Türkiye‘nin 30 yıllık macerası olan nükleer enerjide oyunbozanlık yapanları da izana davet ediyorum.

Özal zamanından beri yok çevre, yok barış diyerek nükleer santral teknolojisine geçişimiz engellendi. Sanki termik santraller daha az tehlikeli ve daha çok çevreciymiş gibi.

Greenpeace ki büyük şirketlerin kürdanıdır. Rockefeller‘den para alırlar, üçüncü dünya ülkelerinde SAT ve SAS komandolarının yapamayacağı eylemleri gönüllü (!) gurubu olarak yaparlar. Onların uzantıları neye, niçin karşı olduklarını bir daha düşünsünler.

Son söz: Siz siz olun Tsunami’ye karşı gelmeyin. Yani halk tsunamilerine. Libya sana söylüyorum, Yemen sen işit.

Haçlı bombalıyor, AKP alkışlıyor!

AKP, ‘Mazlumların Partisi’ sloganıyla İktidar oldu, zulmeden, zulmedenin yanında yer alan bir parti oldu.

‘Kimsesizlerin kimsesi olacağız’ dedi, ‘Karun kadar zenginlerin hısımı, akrabası, dostu, arkadaşı’ oldu.

Ne dediyse tersini yaptı bugüne dek.

İktidar olduktan sonra Müslümanların hamiliğine soyundu.

Ola ola, Müslümanları kendi yurtlarında katleden, ülkelerini bölen, yer altı kaynaklarını gasp eden, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı oldu.

Irak bölünürken ABD‘ye payandalık yaptı.

Irak’ta Sünni ve Şii Müslümanlar birbirine kırdırılırken, ABD‘ye ışık oldu, ses çıkarmadı.

ABD Askeri, Müslüman kadının ırzına geçerken, ABD Askeri’nin Irak’taki meşruiyetini savundu.

Sıra geldi Libya‘ya.

ABD‘nin ve Haçlı zihniyetli Batı’nın Libya‘ya müdahalesini savunmak için, Arap Dünyası’na bu müdahaleyi meşru göstermek için, Arap Ülkeleri’ni ziyaret ediyor Başbakan.

Libya‘ya demokrasi mi gelecek bu müdahale ile?

Yoksa düne kadar Batı‘ya petrol gelirinden zırnık koklatmayan Kaddafi’nin gönderilmesi mi sağlanacak?

Libya’nın bölünmesi talebini resmen bildiren ABD Savunma Bakanı‘nın talebi, Libya‘ya demokrasi midir?

Libyalı çocukların, BM kararı ile Haçlı uçakları tarafından bombalanmasını, bana biri kalkıp açıklasın.

Başbakan açıklasın.

Komşularla sıfır sorun diyen Dışişleri Bakanı açıklasın.

‘Müslüman Dünya’nın Lideri’ diye diye, Başbakan‘ın ayaklarını yerden kesen Yandaş Kalemler açıklasın.

Gelin siz, Libyalı çocuğa seslenen, kim olduğunu bilmediğim satırların sahibine kulak verin.

Şimdi sen ölüyorsun Libyalı çocuk.

Senden on sene önce öldü Iraklı çocuk.

Senden kırk sene önce Vietnam’da Nepal’da yandı bir çocuk.

Senden altmış altı sene önce Hiroşima’da şeker yiyemeden öldü bir çocuk.

Senden doksan sene önce öldü Anadolu’da beşikte bir çocuk…

Şimdi sen ölüyorsun Libyalı çocuk.

Keşke ama keşke parayı hiç bulmasaydı Lidyalı çocuk.. “

Tarih utansın!

 

 

Libya’ya Şaşı Bakışlar!

Pazar sabahı, internetten gazete manşetlerine bakıyorum.

“Libya, Fransız savaş uçaklarıyla vuruluyor. Bizim medyamız olayı nasıl yansıtıyor?” diye soruyorum kendi kendime.

İşte gazete manşetleri;

Taraf: “Kaddafi zorbası bombalanıyor.”

Bugün: “ülkesini yaktı.”

Akşam : “Halk başlattı B.M. bitiriyor.”

Güneş: ” BM’nin askeri müdahale tehdidine meydan okuyan Deli Kaddafi‘nin başına denizden ve havadan bomba yağdı.”

Haber Türk : “5’li Koalisyon füze yağdırdı.”

Star : “25 yıl sonra yine hedef.”

Yeni Asya : “Kaddafi artık devam edemez.”

Zaman : “Libya’ya füze yağdı.”

Hürriyet : “Vurdular.”

Yeni Şafak : “Avrupa’nın Bush’u”

Cumhuriyet : “Libya ateş altında.”

Akit : “İşte Batı ahlakı.”

Manşetlerin sonrası, haber içeriklerini de okursanız, görülüyor ki; Cumhuriyet ve Akit gazeteleri dışındaki hemen tüm gazetelerde “Kaddafi suçlanıyor!”

Kaddafi’yi beğenir ya da beğenmezsiniz.

Bu sizin ideolojik tercihinize göre değişebilir.

Ama günümüz Uluslar arası Siyaseti, “Uluslar arası Hukuk normları” ile belirlenmek zorunda.

Ama böyle olmuyor.

“Güçlü olan daima haklıdır” yaklaşımı hayat buluyor!

Birleşmiş Milletler (BM) BARIŞ için kuruldu.

Üye ülke askerlerinden oluşan BM Ordusuna “BM Barış Gücü” diyoruz.

Ama, “Küresel düzenin egemenleri” yani “ÇOK ULUSLU TEKELLER”, BM’i de NATO’yu da, kendi çıkarları için birer “tetikçi” olarak görüyor!

Bugün Libya’da zengin petrol ve Doğalgaz kaynakları olmasa, küresel efendilerin hizmetkarları olan siyasal iktidarlar, tek kurşun harcamazlardı!

Libya halkı Kaddafi’nin zulmü altında ezilip sürünüyormuş, Batı’nın umurunda mı sanıyorsunuz?

Peki, bizim medyamızdaki “batı yalakalığını” görebiliyor musunuz?

Yalnızca iki gazetenin, hem de siyasal çizgileri zıt iki gazete olan Cumhuriyet ile Akit’in karşı tepki göstermeleri sizi düşündürmüyor mu?

Özellikle Nurcuların ve Fethullahçıların yayın organlarının “Batı yanlısı” tutumları ilginç ve düşündürücü değil mi?

Bu örnek olaya bakarak, Türkiye’de döndürülen dolapları ve dolap beygirlerini bir düşünsenize!..

Ah, aklı egemen kılıp bir düşünsek, o zaman göreceğiz kim ak, kim kara!..

 

Hani Arap Halklarının Özgürlük Mücadelesiydi?

ABD öncülüğündeki Batı kuvvetleri Libya’yı bombalamaya başladı. Birleşmiş Milletlerde alınan kararla meşruiyet kılıfı geçirilmiş olan müdahalenin sebebi ve sonrası önemli.

1-Müdahalenin insani amaçlı olmadığı herkesin malumu. Kaddafi’nin halkına yaptığı “zulüm” ile ilgili bilgiler, Batı kaynaklarının tek taraflı propagandasının eseri. Ortada açık bir belge veya görüntü yok. “Saddam’ın nükleer silahları” bahanesi gibi, bir propaganda mekanizmasının işlemekte olduğu anlaşılıyor.

2-Kaddafi‘nin devrilmesinden sonra, Libya’nın zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının “Koalisyon güçlerini” oluşturan devletlerin kontrolüne gireceği kesin. Libya’da faaliyet gösteren petrol ve gaz şirketleri ile öncü koalisyon güçlerinin paralelliği dikkat çekicidir: Total (Fransa), Eni (İtalya), Repsol (ispanya), OMW (Avusturya), BASF/Wintershall (Almanya), Statoil (Norveç), BP (İngiltere), Royal Dutch Shell (Hollanda/İngiltere), Petrochina (Çin)

3-ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar olan (genişletilmiş Ortadoğu olarak da adlandırılan) bölgede 22 ülkede rejimlerin ve sınırların değişmesi öngörülmüştü.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu hedefleri, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice‘ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında anlatılmıştı. “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini açıklamıştı.

“Transformasyona” uğrayan ülke sayısı kaç oldu sayabildiniz mi?

ABD bu projeyle enerji kaynaklarını kontrol etmek, rakip devletler Çin, Japonya ve Rusya’yı bu kaynaklardan uzak tutmak, İsrail’in güvenliğini sağlamak gibi hedeflere ulaşmak istiyor.

4-Kuzey Afrika’daki ülkeler ile Bahreyn, Yemen gibi ülkelerde, halkların birden demokrasi talepleriyle isyan etmesi ilahi bir tesadüf(!) olsa gerek. Mısır’da Ordunun idareye el koyması demokrasinin bir zaferi ise, Türkiye’de bazı ordu mensuplarının darbe teşebbüsünden yargılanması demokrasinin nesi olmaktadır?

5-Başındaki diktatörlerin gitmesiyle halkın kendi kendini yönettiği, huzurlu ve mutlu bir hayat vaat edilerek işgal edilen ülkelerden Irak‘ın hali ortada. Milyonun üstünde Müslüman öldürüldü, sakatlanan ve tecavüz edilenlerin sayısı belirsiz. Afganistan‘ın hali de bundan iyi değil.

6-“Ülkelerin iç işlerine karışmama” ilkesini, “halkın özgürlük taleplerine saygı” kavramları ile ortadan kaldıracak bir yaklaşım, emperyal devletin istediği ülkeye, bu arada Türkiye’ye de, müdahale edebileceği bir meşruiyet kazandırma riski yaratabilir.

7-İmralı’dan mesaj gönderen teröristbaşı Öcalan çok önemli şeyler söylüyor: “Burada bir diyalog devam ediyor. Kimi pratik öneriler aşamasına gelmiş bulunmaktayız. Diyalog ve müzakere yöntemiyle sonuç alamazsak 2011 yılının ikinci yarısından itibaren topyekûn direniş ve özgürlüğünü sağlama süreci gelişecektir. Bu yol da çözümü getirir ama tercihimiz değildir. Aynı şekilde gelişecek bu ikinci yol tehdit olarak algılanmamalıdır. Müzakere süreci gelişmezse çatışma süreci kaçınılmazdır. Böylesi bir ortamda da geçmişten farklı olarak 3-4 misli kayıplar yaşanabilir. Kuzey Irak’taki Kürt liderler Celal Talabani ile Mesut Barzani’nin de bu süreçte rol alabilecektir.”

8-“Müzakere ile taleplerimizi vermezseniz daha büyük kayıpların olacağı çatışma süreci ile çözüm sağlarız” diyen Öcalan ve PKK, Türkiye Cumhuriyeti’ne geniş çaplı bir kalkışma hareketi başlatırsa, dış güçler “halkının taleplerine saygılı ol” ihtarı yaparsa ne cevap vereceğiz?

ABD, Birleşmiş Milletlerde Türkiye’ye de bir müdahale kararı çıkartırsa “bu karar meşrudur” mu diyeceğiz?

9- Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu konudaki hassasiyeti şu sözlerle ifade etti: “İmralı’da bulunan caninin, Mısır olaylarına benzer bazı tavsiyelerde bulunduğu ortamda, Türkiye’yi bölmek isteyen iç ve dış unsurlarının eline Libya örneğinin verilmesine rıza göstermeyecek hassasiyetin korunması lazımdır. Bugünkü siyasi iktidardan beklentimiz budur. Türkiye’yi gelecekte risk altına alabilecek yaklaşımları kabul etmeyeceğini veya böyle bir gelişmenin Libya ve dışı ülkelerde uygulanmasına uygun bulmadığını da uluslararası platformlarda dillendirmesi gerektiğini düşünüyoruz.”

10-Devletimizi yönetenlerin, “bölgede sözü geçen devlet olma” heyecanı ile güçlüden yana tavır koyma politikası, “bir koyup üç alma hevesi”, uzun vadede zararla sonuçlanabilir. Zayıf da olsa haklıdan yana olmak, bizim geleneğimize de, kültürümüze de, uzun vadeli menfaatlerimize de daha uygundur.

 

Atatürk 130 Yaşında

Atatürk’ün 1881 yılında dünyaya gelişinden bu yana tamı tamına 130 yıl geçmiş. O zamandan bu yana neler oldu neler?…

Bu gün yeni anayasa ile Mustafa Kemal’in kuruluşuna öncülük ettiği ve en büyük eserim dediği; tek millet esasına dayalı Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığını ve bekasını tartışıyoruz.

İşi bu noktaya getirebilmek için yıllarca Mustafa Kemal’i ve onun yaptıklarını konuştular. Eğer onu ve fikirlerini tartışmaya açmadan bize gösterdiği yolda ilerleyebilseydik bugün her şey daha güzel olurdu.

Atatürk doğmuştur ama ölmemiştir. Çünkü unutulmamıştır. Onun ölmesi demek Türk milletinin ölmesi demektir. Türk milleti ölmeyeceğine göre Atatürk’te ebediyen yaşayacaktır.

Aslında Atatürk’le uğraşanların derdi; Türk milletinin varlığı ve onun teşkilatlanmış bir şekli olan Türk devletidir.

Atatürk’le ilgili saldırılar, direkt olarak ona karşı olanlar ile sahte Atatürkçülerden gelmektir. Bu insanlar ne yazık ki; Atatürk’ü kendi milletine karşı yabancılaştırmayı başarmışlardır. Oysa Atatürk ne kendisine karşı olanların ne de yandaş gözükenlerin anlattığı gibidir. O milleti için yaşamış ve bu sebeple kalplere yerleşmiş nadide bir insandır.

Bakın Atatürk’ün 130. yaşını bile hatırlamıyoruz. Geçtiğimiz günlerde “Bakırköy Sivil Toplum Kuruluşları” birliğinin toplantısında, katılımcılara, Atatürk’ün 130. yaşını bu yıl idrak edeceğimizi, bunun farkında olup olmadıklarını ya da bunu hatırlayacak bir kuruluşun veya üniversitenin etkinliğini duyup duymadıklarını sordum. Hiç kimse farkında değildi ve herhangi bir etkinlik haberi de duymamışlardı.

Oysa geçenlerde sohbet ettiğim dünyaca ünlü opera – caz sanatçımız Yıldız İbrahimova çok ilginç bir olay anlattı.

Kendisini Bulgaristan’ın eski savunma bakanlarından biri arayarak, Atatürk’ün 130. doğum  yılını, Bulgaristan’da bir dizi etkinlik ve konserle anacaklarını ve kendisini de sanatçı olarak bu etkinliklerde görmek istediklerini ve katılıp katılamayacağını sormuş.

Bulgarlar, Atatürk’ün  130. doğum yılında onun aziz hatırası için bir opera sahneye koymaya hazırlanıyor ve onu Balkan topraklarının yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olarak görüyorlar.

Bu etkinliklerde; panel, konferans, opera, konserler düzenlenecek ve Rumeli’de halen canlı bir şekilde yaşayan Türk kültürü ,Atatürk’ün manevi şahsiyetinde tekrar yaşatılacak.

İşte bunun için Atatürk yaşıyor ve halen Türk milleti ile birlikte diğer mazlum ve mağdur milletlere hizmet etmeye devam ediyor.

Bizim düşünemediğimizi, Bulgarların düşünüp, 130. doğum yılında Atatürk’ü hatırlamaları, inanın  Türk milletinin bir evladı olarak beni utandırdı.

Atatürk’le uğraşan hainler ve işbirlikçiler ne yaparlarsa yapsınlar, kendisinin en büyük zenginliğinin Türk milletine mensubiyet olduğunu tekrar tekrar ifade eden bu büyük insanı öldürmeyi başaramayacaklar.

Türk milleti; ne kadar gaflet ve şuursuzluk içinde olursa olsun, Atatürk’ü ve onun en büyük eserim dediği  ve bir Türk devleti olan cumhuriyetimizi  ebediyen yaşatmaya devam edecektir.

Büyük Önder, açtığın yolda senin izinde yürümeye devam ediyoruz. Dünyaya gelişinin 130. yılı sana ve büyük Türk milletine kutlu olsun. Allah’a da; Türk milletini varoluştan bu yana hakansız, komutansız, başsız, başbuğsuz bırakmadığı için dua niyazında bulunuyorum.