11.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1127

Allah Temizleri Sever

İnsanı güzel bir surette yaratan yüce Allah, onun temiz bir hayat yaşayabilmesi için kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuş ve bütün mahlûkatın bu kanuna göre hareket etmelerini emretmiştir. Çevremize şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman, atomlardan güneşe, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıkların, bu temizlik ilkelerine uyduğunu görürüz.

Temiz; duru olan, pis ve kirli olmayan, kendisine her hangi bir şey bulaşmayandır. Temizlik, maddi ve manevi (görünen ve görünmeyen) her hangi bir şeyde yapılan temizleme işidir. Temizliğin dinî ıstılahtaki manası ise necaset denilen maddî pislik ve hades denilen, ibadetlere mâni hükmî kirlilik hallerinden temizlenmek demektir. Yani temizlenmek isteyen bir kimsenin gerek hakiki pisliği (necaseti), gerekse hades denilen manevi pisliği gidermek için meşru bir surette suyu veya toprağı yahut her ikisini birden kullanmasıdır.

Bazı ibadetlerin yapılabilmesi için hakiki veya hükmi olan pisliklerin temizlenmesi şarttır. Her Müslümanın nelerin temiz olduğunu, nelerin temizlenmesi gerektiğini, temizliğin ne zaman ve nasıl yapılacağını bilmesi şarttır. Çünkü temizlik imandandır, imanın yarısıdır.

Dinimizde kirlenen her şeyin bir an önce temizlenmesi istenmekte, temizlikte suyun esas olduğu belirtilmektedir. Namaz kılmak için abdest almak, gusül abdesti gerektiğinde gusletmek farz olan bir temizliktir. Esasen Allah Teâlâ’ya hakkı ile kulluk edebilmek ve O’nun rızasını kazanmak için temizlik şarttır. İslâm fıkhında; taharetsiz yapılması mümkün olmayan birçok ibadet vardır. Bunların başında, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Dinin direği” olarak nitelendirdiği namaz gelir. Gerek hakiki pisliği (necaseti), gerekse hades denilen manevi pisliği temizlemeden namaz kılınmaz.

Genel olarak vücut temizliği yapmak, elbiselerini temiz ve düzenli tutmak; saç ve sakalı temiz tutmak ve düzeltmek, insanların hoşlanacağı, nefret etmeyeceği şekilde temiz olmak sünnettir. Gerekli olmasa dahi haftada bir defa olsun vücudu yıkamak müstehaptır. Cuma günü yıkanmak da daha iyidir.

Temizlikle ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şu ayetler yer almaktadır:

“Şüphesiz Allah, çok tövbe edenleri, çok temizlenenleri sever…” (Bakara, 2/222)  “(Bu abdest ve teyemmüm emriyle) Allah sizin için güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz etmek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Ta ki şükredesiniz.” (Mâide, 5/6) “Allah, üzerinize gökten yağmur indiriyor; onunla sizi pisliklerden temizlesin diye…” (Enfâl, 8/11) “Orada ter-temiz olmak isteyen kimseler vardır. Allah da ter-temiz olanları sever.” (Tevbe, 9/108)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de hadis-i şeriflerinde; “Her kim Allah Teâlâ’nın emrettiği gibi abdest alırsa, farz namazlar arasındaki günahlara keffaret olur.” (Müslim, Tahare, 4/ 11) “Temizlik imanın yarısıdır” (Müslim, Tahare, 1/1) buyurarak temizliğin önemine işaret etmiştir.

Allah Teâlâ mü’minlere; elbiselerini temiz tutmalarını, pislikten arınmalarını ve ter-temiz olmalarını emretmiş, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuda mü’minlere örnek olmuştur. İslam âlimleri fıkıh ve ilmihal kitaplarını yazmaya “Temizlik” bahsini öne alarak başlamışlardır. Bütün bunlar göstermektedir ki; Müslümanlar temizlik hususunda çok hassas olmak durumundadırlar.

Temizliği, sadece beden temizliği olarak anlamak yanlış olur. Beden temizliği kadar, hatta ondan da önce kalp temizliği, niyet dürüstlüğü, ahlâk güzelliği gereklidir. Nitekim niyeti temiz olmayanın ibadeti halis olmaz, dolayısıyla, Allah katında kabul görmez. Bu sebeple Müslümanda kalp temizliği ile beden temizliği birleşmeli, ancak her ikisinin de temiz tutulması halinde kâmil bir Müslüman olunacağı bilinmelidir. Beden ve kalp temizliği, İslâm’ın temeli ve en mühim bir esasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hâdis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “İslâm, temizlik temeli üzerine bina edildi.” (Kütüb-ü Sitte, 10/29) Diğer bir hâdis-i şeriflerinde de “Allah temizdir, temizleri sever” (Tirmizi, Edep, 41) buyurarak, temizliğin Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanma vesilesi olduğunu belirtmiştir.

 

                                                                                                               

                                                                                                               

                                                          

Fatih ve Fetih

0

Fatih Sultan Mehmet gibi, bir cihan hükümdarını ve hala tesirini yürüten bir fetih hadisesini anlatmak gerçekten zor. Sadece Fatih ve Feth’in bazı hususiyetlerine temas ederek, o hadiseden bugüne bir nükte, bir ışık tutmaya çalışacağız. Çünkü Fatih ve Fetih, İslam ve Hıristiyan Alemi’nin her hususta büyüklüğü hakkında müşterek duygu ve düşünceye vardıkları ve üzerinde kesin olarak birleştikleri tek hükümdar ve tek fetihtir.

Fatih ve Fetih’in Kur’an-ı Kerim’e bakan yönü var: Kur’an’ın Sebe suresi on beşinci ayetinde “Belde-i Tayyibe” tabiri geçer. Bu ifadenin ebcet hesabiyle rakam değeri 857’dir. Bu ise İstanbul fethinin Hicri tarihini göstermektedir. Mezkur tabirde, İstanbul’un İslam Alemi’nin ser-haddi olacağına ve bunu gerçekleştireceklerin Allah katındaki makbuliyetine ve İslam hakimiyetinin, İstanbul’un fethinden geçtiğine imalar, işaretler vardır.

Hakikaten ancak fetihten sonradır ki, Osmanlı Devleti, sağlam bir yere basabilmiş. İslam fütuhatlarına İstanbul’un her iki yönünden emin adımlarla yürüyebilmiştir. Zaten İstanbul’un fethine “Feth-i Mübin” denilmesi de bu ince nükteden dolayı olsa gerek.

Fatih ve Feth’in Hz. Peygamber’e bakan yönü var: Hz. Muhammed, İstanbul fatihini ve fethi başaracak orduyu, saadetle muştulamıştı. Resul-i Ekrem ta on dört asır önceden, İstanbul’un muhakkak fethedileceğini müjdelemiş ve haber vermişti. İstanbul’u fethedecek kumandan ve onun şanlı askerinden nasıl sitayişle bahsettiği ve O ne güzel emir ve O ne güzel asker dediğini hepimiz biliriz.

Allah’ın bildirmesiyle gaybı bilen Resul-i Müçteba, ayet-i kerimenin doğrultusunda İstanbul’un İslam tarihindeki stratejik değerine dikkati çekmiş ve buna muvaffak olacakları tebcil ve tahsin etmiştir. Çünkü Nübüvvet gözüyle biliyordu ki, dünya tek bir yerden idare edilecekse bu, taht şehri ancak dünya cenneti sayılan İstanbul olmak şartiyle gerçekleşebilirdi. Nitekim İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı, ancak bu şekilde yüksek bir prestij ve cihan-şümul bir mana kazanabilmiştir.

Fatih ve Feth’in, Fatih’in doğumuna bakan yönü var: Çünkü kainatta tesadüf yok tevafuk vardır. Her hadise, ezeli takdirin kazasından yani plan ve programın zamanı gelince uygulanmasından, tatbik mevkiine konmasından başka bir şey değildir. İşte Fatih’in doğumu da, istikbale ayine olan düşündürücü bir tevafuk / bilinçli bir rastlantı sırasında vuku bulmuştur.

Nitekim, 30 Mart 1432 sabahı, İkinci Murat Han, sabah namazını kılmış Kur’an-ı Kerim okuyordu. Muhammed suresini bitirmek Fetih suresine başlamak üzereydi ki, bir oğlu olduğunu müjdelediler. Bunun üzerine Murat Han’ın dudaklarından gayri ihtiyari şu veciz cümle döküldü:

“Ravza-i Murat’da bir gül-i Muhammedi açtı.”

Yani Murat’ın bahçesinde Muhammed’e mensup bir gül açtı. Sonra bahtiyar baba, kutlu çocuğun kulağına Tekbir ve Ezan-ı Muhammedi’yi okudu. Ve yine kulağına üç kere “Mehmet” diye seslenerek adını koydu. Mutlu doğumun her tarafa duyurulmasını bildirdi.

Fatih ve Feth’in Hz. Mevlana’ya ve Mevleviliğe bakan yönü var: Fatih de  -padişahların çoğu gibi-  Mevleviliğe intisap etmiştir. Bu intisap, O’nun ulema ve urefaya başta Akşemsettin ve Molla Gürani olmak üzere teslimiyetini sağlamış. Onların irşat ve ikazları sayesinde Sırat-ı Müstakim’de tökezlemeden yol alabilmiştir.

Malum olduğu üzere müritlik, tam bir teslimiyetten geçer. Fatih’in teslimiyeti ise öyle bir

raddeye ulaşmıştı ki, uhdesindeki cihan saltanatını elinin tersiyle itecek ve Akşemsettin’e tam bir bağlanışla dünyaya tamamen sırt çevirecek bir mahiyet almış ve bu samimi isteğini Akşemsettin’e açmaktan kendini alamamıştır.

Fakat o büyük mürşit, Fatih’in kendisine derviş olmak isteğini geri çevirir ve:  “Bu dünya işlerini düzene koymak için, sizin gibi bir zata cihanın ihtiyacı var.”  Diyerek bakış açısının büyüklüğünü bir defa daha ortaya koyar. Cihanın kaybı bahasına bir mürit kazanmayı uygun görmez.

Fatih ve Feth’in, Fatih’in hocalarına bakan yönü var: Çünkü, zemin ve esbap elbirliği etmiş, geçmiş ve gelecek asırların en büyüğüne, yarışırcasına imkan hazırlanıyordu. Bu hazırlayıcılardan biri de Fatih’in karşılaştığı müstesna hocalar silsilesidir. Fatih, başta Şemsettin Ahmet Molla Gürani ve Mehmet Akşemsettin gibi en kıymetli hocalardan ve bunlar gibi daha birçok seçkin alimlerin rahle-i tedrisinden geçmek saadetine mazhar olmuş ve hatta Bizanslı ve İtalyan bilginlerinden faydalanmış, her birinden ayrı ayrı feyiz-yab olmuştur.

Fatih’in fıtri kabiliyet ve istidadı ise bu alimlerden daha fazla istifade imkanını kendisine bahşetmiştir. Akşemsettin’in ayrıca İstanbul’un Manevi Fatihi sayılması, Fatih’in nasıl zü’l-cenaheyn bir hocanın elinde kıvamını bulduğunu müşahhas olarak gösterir.

Fatih ve Feth’in İslam’a bakan yönü var: Fatih, İslamı çok iyi anlamış; İla-yı Kelimetullah’ı gaye edinmiş, bütün dünyayı İslam çatısı altında cem ederek Müslümanları bir sancak, bütün insanları bir bayrak altında toplamak istemiş. Nitekim, İtalya’ya bu maksatla yönelmiş. Fakat bunu fark eden düşman, Fatih’i zehirleterek yüksek İslami ve İnsani emellerine set çekmiştir.

Fatih, gayesine tam bir İslam şuur ve metodu çerçevesinde ulaşmak istiyordu. Bunun içindir ki, Fatih’in hareket ve tarzında, İslam ruhunun şekillenmiş halini görüyoruz. Hz. Peygamber’in Mekke’yi fethinde Kureyşlilere söylediği ne ise, Hz. Ömer’in Kudüs’ün fethinde halka dedikleri ne ise, Tarık b. Ziyad’ın Endülüs fethinde dehşet içinde titreyen İspanya Hıristiyanlarına karşı sarf ettiği ferahlatıcı, huzur ve hayat verici sözler ne ise, Fatih’in de İstanbul’un fethinden dolayı Ayasofya’ya korku içinde sığınarak bir kurtarıcı bekleyen insanlara söyledikleri hep aynı İslami umdeler ve aynı İslami ruhun tezahüründen başka bir şey değildi.

Zaman, zemin ve insanlar farklı ama tek bir şey aynıydı. İslam ruhu ve Hz. Peygamber’in örnek alınması. İşte misali:

Fatih, 28 – 29 Mayıs gecesi, ateşler yaktırdı. Ordu hep birden  “Tekbir”  getirdi. Kara ve denizden saçılan ışıklar, bütün İstanbul’u aydınlatıyordu. Fatih, elbette, Mekke fethini biliyordu. Bu hareketiyle düşmana dehşet ve korku saçarak kuva-yı maneviyelerini kırmak, böylece daha fazla kan dökülmesine meydan vermeden teslim olmalarını sağlamak istiyordu.

Çünkü bu örneği, müjdesine mazhar olduğu Peygamberinden almıştı. Biliyordu ki, Mekke’nin kuşatılmasında bu yola başvuran Hz. Muhammed, Kureyş’e korku salıp, kansız bir şekilde fethi gerçekleştirmişti.

Yine Fatih Sultan Mehmet de, öğle üzeri Topkapı’dan şehre girmiş. Ezan ve Tekbir sesleri arasında Ayasofya’ya gelmiş. Mabet’te ağlayanlara susmalarını işaret ederek Patrik’e karşı artık hayatları ve hürriyetleri hakkında korkacak bir durum olmadığını söylemişti.

Yine Fatih’in İslamı tam manasiyle anladığını aşağıdaki cevabı ne güzel belirtir. Bilindiği gibi, İstanbul’u fetheden Fatih, Hıristiyanlara mezhep hürriyeti vermiş, Rum patrikliğini yerinde bırakmıştı. O esnada dinde aşırıya varanlardan bazıları: “İslamiyet bu derece kuvvet ve ulviyet bulmuşken Hıristiyanlara: ‘Ya İslam olunuz veyahut kılıçtan geçersiniz!’ deyip de işi tamamlamamak nasıl caiz görülür?” diye itiraz etmişlerdi. Fatih, bu itirazı duyunca:

“İslam dinini Hz. Allah’tan ziyade himaye etmek iddiasında bulunmak ne büyük vazifesizliktir.” Cevabiyle reddeylemiştir ki, filhakika pek doğru bir redd – i şahanedir.

Hal böyleyken, bugün bile Fatih’in bu davranışını şahsi bir hatt-ı hareket tarzı sanıyor. Bugünkü aczimizin sebebini kendimizde aramamız gerekirken, Fatih’in o gün Patrikhane’yi yerinde bırakmasında buluyor ve kendimizi temize çıkarmak istiyoruz. Halbuki Fatih, İslami bir davranışta bulunurken, ayrıca Osmanlı Devleti’nin karşısına, Hıristiyan Alemi’nin yekvücut bir şekilde çıkmasını da önleyerek; devlet ve millete Salip karşısında rahat bir nefes almak imkanını da bahşetmiş oluyordu.

İslamı tam olarak anladığına başka bir misal: Ortodoks Sırp kralı Brankoviç, ülkesinin er geç Katolik Macarlar veya Müslüman Osmanlılardan birinin eline düşeceğini anlayınca Fatih’e ve Macar kralı Hünyad’a başvurarak, Sırbistan’ı ele geçirdikleri takdirde Sırblıların mezhepleri hakkında ne düşündüklerini sordu.

Hünyad, Sırbistandaki Ortodoks Kiliselerini yıktıracağını ve yerlerine Katolik Kiliseler yaptıracağını söylerken, Fatih ise, her caminin yanına bir Ortodoks Kilisesi yapılmasına, herkesin kendi dinine göre ibadet etmesine müsaade edeceği şeklinde cevap verdi. Çünkü Fatih hazretleri biliyordu ki, İslam; tehdit değil tekliftir. “La ikrahe fi’d-din.” Yani dinde zorlama yoktur. İslam, akla kapı açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu.

Yoksa  -hele o zamanın şartlarında-  her zaman ordu sevk edilmesi mümkün olmayan yerlerde, kalelere yerleştirilen birkaç bin yeniçeriyle hakimiyet sağlanabilir miydi?

Yine Fatih’in ne Dünyayı Ahirete, ne de Ahireti Dünyaya feda etmeyen İslam anlayış tarzına güzel bir örnek: Fatih, Cuma günü Edirnekapı’dan şehre girmiş ilerlerken, dervişin biri atının dizginlerinden tutarak, İstanbul’u almakla mağrur olmamasını, çünkü fethi dervişlerin duaları sayesinde gerçekleştirdiğini söyler.

Bunun üzerine Fatih, kılıcın da hakkını inkar etmemek gerektiğini belirtir. Ve şu hayat-bahş sözleri söyler: “Din ve dua bir top ise, kılıç; bu toptan fırlayarak surları ve Bizans mukavemetini kıran mermidir. Duayı bırakanlar, öbür dünya Cehenneminde yanacaksa, kılıcı bırakanlar da bu dünya Cehenneminde yanacaklardır. Yazık kılıcı bırakanlara.”

Fatih ve Feth’in İslam fetihlerine bakan yönü var: Millet-i İslamiye bir memleketi fethedince veya yeniden aldıklarında önce bir cami-i şerif ile yanına bir mektep yapmak her zamanki adetlerindendi. Fetih alameti olarak da -varsa- en büyük kiliseyi camiye çevirirlerdi.         

İşte Ayasofya’yı da Fatih, fetih sembolü olarak camiye çevirmiş, vakfiyesinde ise şu satırlara yer vermiştir:

“Dünya durdukça benim bu camim, cami olarak kalacaktır. O’nu camilikten çıkaracaklar Allah’ın, meleklerin ve insanların lanetine uğrasınlar. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen azap içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiç kimse bulunmasın.”

Fatih ve Feth’in Haçlı Seferlerine bakan yönü var: XIV. Asrın yarısında Osmanlıların Rumeli’de iyice tutunmaya başlaması Avrupa’yı tedirgin etmiş, buna İstanbul’un fethi eklenince Haçlı Ruhu yeniden ve bütün canlılığıyla dirilmişti. Avrupa Osmanlı’ya karşı uzun bir mücadele devri açtıysa da, netice hep Avrupa aleyhine tecelli etti.

İstanbul’un fethiyle, o büyük yenilgiyi ve daha sonraki yenilgilerle I.Dünya Savaşı’na kadar kin ve gayz içinde kabaran Avrupa, I. Cihan harbi’nin sonunda ve yedi yüz yıldan beri ilk defa Anadolu’yu istila etmek fırsatını yakalamış ve İslam’ın on asırlık ser-haddi olduğu için, asırların kinini bir defada vatanın harim-i ismetine hayasızca kusmuştu. Nitekim bu hususta başı çeken İngiliz Mareşali Lord Allenby, Kudüs’ü Osmanlılardan aldığı zaman Haçlı Ruhunu halen taşıdıklarını gösteren: “Bugün Haçlı Seferleri zaferle sona ermiştir.” Tarihi cümlesini sarf etmekten kendini alamamıştır.

Fatih ve Feth’in adalete bakan yönü var: “El-adlü esasü’l-mülk.” Yani Adalet, mülkün temelidir. Bir devlet küfürden değil, zulümden yıkılır. İslam’da ise hak haktır. Hakkın

küçüğü büyüğü olmaz. Hakkın hatırı yüksektir. Hiçbir hatıra feda edilmez. Fatih, İslam’ın adaletini tatbik eden bir hükümdar olduğu ve bunu cümle alem bildiği için, İstanbul’u fiilen fethetmeden önce İstanbul’u manen fethetmişti zaten.

İnsanlar inandıkları davalar için yaşarlar. Daha doğrusu yaşamalarının bir manası varsa, o da inançlarını tatbik edecek zaman ve zemini bulmaları ve bunu muhafaza etmek istemeleridir. Bizans’ın bizzat kendisi, kendi halkının din ve vicdan hürriyetini elinden almış, istemedikleri bir mecrada akıtmak istemişti. İşte o zaman Bizanslılar, Kardinal şapkası yerine Osmanlı sarığını tercih ettiklerini söyleyerek, Fatih’in İstanbul’u manen fethini gerçekleştirmişlerdi.

 

Çünkü kalpleri fethedilen insanların ülkelerini almak artık mesele olmaktan çıkar. Dikkat edersek, günümüzde, maddi harbin galibi olmadığını idrak eden devletler, ülkeleri almaktan ziyade o memleket insanlarının kafalarını fikirleriyle işgal ederek, sessiz sedasız, sadece ülkeyi değil, insanlarını da kendi emel ve gayeleri doğrultusunda, dolaylı bir şekilde sömürme yolunu tercih etmektedirler.

Şimdi Fatih’in diyarında Fatih’in Kadı’sının adaletini görelim: Konyalı bir tüccar, Venedikli birine kumaş siparişi verir. Fakat gemi batar. Parasını alamayan Venedikli tacir, Konya Kadı’sına başvurur. Kadı, Venedik tacirinin siparişi yerine getirdiğini geminin batmasından ise mesul tutulamayacağını, binaenaleyh Konyalı tüccarın kumaşların parasını ödemesi gerektiği şeklinde kararını açıklar. İtalyalı tacir adaletin tecellisi karşısında, kendilerinin de ticaret kanunları olduğunu, fakat hiçbir Venedikli Hakim’in  -haklı da olsa-  bir Müslüman’ı bir Hıristiyan karşısında haklı çıkarmasının mümkün olmadığını söyleyerek Kelime-i Şehadet getirir.

Yine Fatih camisi yapılırken, Rum usta İpsilanti’nin cami sütunlarını kısa kestiğini gören Fatih Sultan Mehmet, işin iç yüzünü araştırmadan ustanın sağ elini kestirdi. İpsilanti usta tazminat talebiyle padişahı dava etti.

İstanbul kadısı Sarı Hızır Efendi, davacı İpsilanti ustayı içeri alıp ayakta durdurdu. Sonra davalı olan Fatih’i çağırdı. Fatih, suçlu sedirine kendiliğinden oturunca Kadı Hızır Efendi, davacı ayaktayken davalının oturmasının doğru olmadığını söyleyerek Fatih’i de ayağa kaldırdı. Neticede Kadı  “Kısasa Kısas”  olarak padişahın da sağ elinin kesilmesini kararlaştırdı.

Fakat davacıya, kısas için değil tazminat için Kadı’ya müracaat ettiği hatırlatılarak, davadan vazgeçmesi istendi ve Rum usta bu hususta ikna edildi. Böylece İpsilanti Usta, kendisine ve çocuklarına yetecek kadar tazminat karşılığında kısastan vazgeçti.

Adalet bu şekilde tecelli ederken, madalyonun arkasında ikinci bir adalet daha bütün haşmetiyle kendini gösteriyordu. Mahkemeden sonra Fatih, tekrar Kadı’nın huzuruna girer ve: “Şayet ben padişahım diye bana iltimas etmeye kalksaydın başını uçuracaktım!” deyince, bu sefer Kadı da, “Sen de, Padişahım diye kararlarıma muhalefet etseydin, ben de seni hançerleyecektim.” Şeklinde ibretamiz bir cevapta bulunur.

Fatih ve Feth’in gaza ruhuna bakan yönü var: Fatih, coşkun bir gaza ruhuna sahiptir. Bu uğurda hiçbir cefa ve fedakarlıktan çekinmez. Nitekim, 1461 Trabzon seferinde sarp ve kayalık dağları aşmak için atından inip geminden tutmak zorunda kalarak yaya bir şekilde tırmanışını sürdürürken Sara Hatun: “Oğul der, bir Trabzon bu kadar zahmete değer mi?” Fatih: “İslam’ın kılıcı şimdi benim elimdedir. Bu zahmet İslam yolundadır. Buna katlanmazsam, bize gazi demek yalan olur.” der.

Fatih ve Feth’in ilme bakan yönü var: Fatih’te ilim, Fetih’te teknik yani Fatih’te mana, Fetih’te madde at başı gitmiş, büyük netice ancak bu şekilde gerçekleşebilmiştir.

İla-yı Kelimetu’llah’ı ser- taç etmiş olan Fatih, İslam’ın bir tek şeye tahammülü olmadığını çok iyi idrak etmişti: İlimsizlik ve cehalet.

Bu bakımdan Fatih, fetihten önce de, fetihten sonra da ilme müdavim olmuştur. Ki, gerçekten hükümdarlarda nadir görülen bir haslettir.

Bugün de dünya hakimiyeti, ilimde başı çekmekten geçtiğini müşahhas olarak görmüyor muyuz?

Fatih ve Feth’in devlet adamlığına bakan yönü var: Devlet biraz da sır demektir. Fatih,

“Devlet Adamlığı” vasıflarının başında gelen gizlilik ve sır tutmanın ehemmiyetini çok iyi anlamıştı.

Nitekim, ordu günlerce yol alırdı da, kimse seferin nereye yapılacağını bilmezdi. Bir defasında Kadı’lardan biri, seferin ne tarafa olduğunu öğrenmek isteyince Fatih, kızgın bir şekilde: “Sakalımın tellerinden biri, yapmak istediğimi bilseydi, onu hemen koparırdım.” diye karşılık vermiştir.

Fatih ve Feth’in liyakata bakan yönü var: Fatih, Fatih camii civarında Sahn-ı Seman denen sekiz medrese yaptırmış, fakat bir odasının kendisine ayrılması isteği reddedilmişti. Çünkü dediler, bir odaya sahip olabilmen için, ya müderris yahut da danişment olman gerek. Ne yapması lazım geldiğini sorunca da: “Bir imtihandan geçip, danişmentlik hakkını kazanmanız lazım.” dediler. Ve Fatih, bunu tabii karşıladı. Eski isteğinde ısrar etmedi.

Fatih ve Feth’in millete bakan yönü var: Fatih millete, millet Fatih’e layıktı. İnsanlar layık oldukları tarzda idare edilirler. İşte Fatih’e sahip bir milletin birbirlerine bakış tarzı:

Fatih devrinin vatandaşları kendilerini değil, milleti düşünürlerdi. Millete hizmeti gaye edinmişlerdi. Ücrete değil, hizmete taliptiler.

Nitekim, Fatih, bir gün tebdil-i kıyafet edip dolaşırken akşam ezanı okunmuştu. Unkapanı kapısına geldiğinde, kale kapısı kapanmıştı. Kapıcı Sinan Çelebi, Fatih kendini tanıtıncaya kadar kapıyı açmaz. Sinan Çelebi’nin bu vazife-şinaslığı Fatih’in çok hoşuna gider ve ne dilerse vereceğini söyler. Sinan Çelebi ise, Fatih’ten sadece adına bir cami yaptırmasını ister.  Ve tabi cami yapılır.

Yine bir gün Fatih, tebdil-i kıyafet ederek çarşıya çıkar. Bir dükkandan yağ, bal ve peynir almak ister. Bakkal yağı verdikten sonra, diğerlerini komşu bakkaldan almasını çünkü onun henüz siftah etmediğini söyler.

Padişah ikinci dükkandan da balını alınca, dükkancı diğer alacağını komşu dükkandan almasını çünkü onun henüz siftah etmediğini söyler.

Fatih Sultan Mehmet, halkın: “Kişi kendisine istediğini başkası için de istemek gerektiği.” Yolundaki Peygamber buyruğunu tatbik ettiğini görünce: “Bu milletteki bu ahlaki istikamet yok mu, ona dünyalar fethettirir.” Demekten kendini alamaz. İşte Fatih, kökleri fazilet suyuyla sulanan böyle bir ağacın meyvasıdır.

Fatih ve Feth’in Hz. Yusuf’a bakan yönü var: Hz. Yusuf pek çok badirelerden, felaket ve musibetlerden geçerek Mısır Aziz’i olmuş, annesine, babasına ve kardeşlerine kavuşmuş. Artık bütün Mısır’a hakim ve her istediğine erişmişti. Sanki Cennet hayatı yaşıyordu. Fakat O, refah ve saadetin zirvesindeyken: “Aslında Dünya Hayatı, tevil ve tabiri sonradan gerçekleşecek bir rüya gibidir.”  Diyerek Allah’tan kendisini Müslüman olarak vefat ettirmesini istedi. Çünkü biliyordu ki, lezzetin zevali elem doğuruyordu. Sonu olmayan bir nimet, nimet değildi. Asıl hayat ise, ebedi olan Ahiret hayatıydı.

Şüphesiz bu isteyişte dinleyenlere elem ve teessüf değil, bilakis bir müjde vardı. Demek istiyordu ki, kabrin arkası için çalışınız. Hakiki saadet ve lezzet oradadır.

Hz. Yusuf, Allah’tan imanlı bir ölüm isterken, dünyanın en parlak ve en sevinçli halleri bile, kendisine gaflet vermediğini ve onu meftun edemediğini ve Ahiret saadeti yanında bütün dünya nimetlerinin sönük kaldığını bizlere ders vererek bu dünyadan göçmek istiyordu. Nitekim, bu halis niyetini Allah kabul etti.

İşte Fatih hazretleri de, aynen Hz. Yusuf’un Mısır’a sahip olduğunda ölümü temenni etmesi gibi, aynı hissiyata malik olduğunu bizlere aşağıdaki beytiyle ispat etmiştir.

İstanbul’u fethettiği gün Kayser’in sarayını ziyaret etmiş ve ilk sahibinin akıbetini ve dünyanın vefasızlığını düşünüp:

“Perdedari mikoned ber Kasr-ı Kayser-i Ankebut

Yevm-i nevbet mizened ber künbed-i Efrasyab.”

Beytini söyleyerek, yüksek nazarını göstermiştir. Yani:

“Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık yapıyor,

Efrasyab’ın künbetinde de nöbet günü çalıyor.”

Demek istiyordu ki: “Bu sarayda benden önce başkası vardı. Ben de başkası için, bir gün gelecek, başkası olacağım. Öyleyse aldanmaya mahal yok.” Diyerek asıl nazarını Ahiret saadetine çevirdiğini Yusufvari dile getirmişti.

Fatih ve Feth’in Fatih’in şahsiyetine bakan yönü var: İstanbul’un fethine muvaffakıyetinden dolayı “Fatih” unvanını kazanmıştır. Dirayet, cesaret, şecaat, metanet, faaliyet itibariyle yalnız Osmanlı padişahlarının değil bütün cihan hükümdarlarının dahi birincilerinden en ileri gelenlerinden biridir.

Bir tarihçinin dediği gibi: “Kişver-küşalıkta yani ülkeler fethetmekte ibka eyledikleri nam ve unvan mertebesinde siyasette de bir şöhret sahibiydi.”

Fatih Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Latince, İbranice okur-yazardı. Her çeşit ilimden nasibi vardı. “Avni” mahlasiyle şiir de söylerdi. Ulemaya ve şairlere son derece riayette bulunurdu. Öyle ki, kendisine bir kaside takdim eden bir Latin şairini pek ziyade takdir ve tahsin ederek hediye makamında, esaret altında bulunan bir çok Latin esirlerini serbest bırakmıştır. Rum ve İtalyan sanat erbabına da fevkalade iltifat eylediği vesikalarla sabittir.

Hatta alimlere bu rağbetin bir neticesi olarak, İslam beldelerinin her tarafından İstanbul’a bir çok alim ve fazıl zatlar gelmiş ve Osmanlı Maarifi bu sayede büyük merhale kazanmıştır. Fatih, yalnız İslam alim ve kumandanlarına değil, meziyet erbabından olmak şartiyle yabancılara da fevkalade itibar eylerdi. Batı tarihçilerince de itiraf edildiği gibi, İstanbul’un fethini müteakip imparatorun başvekili Grandük Notaras’ı huzuruna celp ile büyük iltifatta bulunmuş ve ertesi günü ziyaretini iade kabilinden hanesine gitmiştir.

Kısaca Fatih, Osmanlı hükümdarlarının içinde; kumandanlıkta, devlet ve siyaset adamlığında ve ilimde en başta gelenlerden biridir.           

       

  

            

 

 

 

 

 

 

19 Mayıs Gençlik ve Sorunları

0

19 Mayıs 1919
19 Mayıs 2011
Aradan geçen zaman tam 92 sene
30 seneden alırsanız üç kuşak
25 seneden alırsanız dört kuşak

Yani dört nesil değişti

Dedem babam ben ve çocuklarım

Gençlik; yarınlarımız, geleceğimiz yani her şeyimiz

Gençlik bayramı

Üç nesil heba oldu

Dördüncü nesli yani çocuklarımızı

Kurtarırsak kârdayız.

Buraya bir nokta koyup.

Gençlik bayramı dolayısıyla

Gençliğimizin sorunlarına dönelim

Bizim orta ve yüksek öğretim gençliğimiz

Birçok devletin nüfusundan fazladır.

Bu yönden elbette ki sevindirici.

Aynı gençliğin çoğunluğu gelecekten karamsardır

Buda üzüntü vericidir.

Gençliğimizin üç ana sorunu vardır:

1 – Ahlak ve maneviyat boşluğu: Yani ahlaki ve kültürel yozlaşma.

2 –  Eğitim sorunu

3 – Gelecek yani iş yâda işsizlik sorunu

1 – Alkol, uyuşturucu ve sigara kullanımı ilköğretimin birinci kademesine kadar inmiştir.

Lise yaşlarında kız yâda erkek çocukları anne- babasını katledebiliyorsa

Sevgi saygı kalkmış, insanlara şiddet hâkim olmuşsa

Öğrenci öğretmenine silah vede bıçak çekebiliyorsa

Gönül ilişkileri nikâhsız beraberliklere dönüşüyorsa

Savaşlarda düşman askerlerine gösterdiğiniz merhameti birbirimizden esirgiyorsak

Okula ve sokağa, futbola şiddet hâkim olmuşsa

Gençliğimiz maalesef bu girdabın içerisinde çırpınmaktadır

Bu durumun üzerinde ciddi olarak düşünülmeli ve çözüm önerileri üretilmelidir

Bu maneviyat boşluğu giderilemezse

Ahlaki ve kültürel yozlaşma giderek derinleşecektir

2 – Eğitimde düne göre ciddi mesafeler alınmasına rağmen hala çok ciddi sorunlar vardır

Bırakınız varoşları, köyleri Anadolulun kasabalarını

Bugün büyük şehirlerin kent merkezlerinde bile ciddi manada öğretmen açığı var.

Artan nüfusa oranla yeni okullar açılamıyor.

Parası olan dershaneye gidiyor

Dershanelerdeki eğitim öğretim okullarda verilemez mi?

Öğrencilerin dershaneye yönlendirilmesi milli eğitimin bir utancıdır

Eğitimde fırsat eşitliğini bozuyor.

Ayrıca her öğrenci binlerce lira dershanelere vermek zorunda mıdır?

LGS DE 40 bin civarında öğrenci neden sıfır puan aldı

40 bin öğrenci 12 senelik eğitimin sonunda sıfır puan alıyorsa

Yetkililerin bu durumu düşünmeleri gerekmez mi?

Bütün suç idarecilerde demiyorum ama bunun bir çözümü olmalı.

19 Mayıs hazırlık ve kutlamalarını yeniden gözden geçirerek biraz daha bilimsel ve çağın gerçeklerine uygun hale getirsek olmaz mı?

Atatürk hayatta olsa bu gün lise birinci sınıfların bir ay derse girmemelerine gönlü razı olmazdı kanaatindeyim.

19 Mayıstan sonra son yazılılar derken okul bitiyor

İki ay ders işlenemiyor

Bu duruma da Atatürk’e yakışır bir çözüm bulmak gerekir

Çözümü bulacak olanda idaredir

Bu çocuklar zekâ özürlü değil

Buda gençliğimizin çok ama çok önemli bir sorunudur

19 Mayıs vesilesiyle hatırlansalar

3 – Gelecek yani işsizlik sorunu

Binlerce on binlerce geç üniversiteyi bitirmiş

KPSS den yeterli puanı almak için yine dershanelere gitmek zorunda

Bizim gibi az gelişmiş yâda gelişmekte olan ülkelerde üniversite kültürlü insan olmak için değil iş sahibi olmak için okunuyor.

İstihdam yatırım üretim olmayınca da bu gençlerin çoğu işsiz kalıyor

Üniversite mezunu yüz binlerce genç bugün mağdur durumda

Devlet iş kapısı değil ama çözüm kapısı da olması gerekmez mi?

Ne olacak bu gençliğin hali

Askerliğini yapmıştır evlenemiyor.

Evlenmiştir geçinemiyor

Biz gençlik bayramından bahsediyoruz

Bayram gelmiş neyine

Gençlerin dert damlar yüreğine

Elbette gençlik bayramı olsun ama

Bayramın alt yapısı da bayrama uygun olsun

Bol keseden vaat dağıtan siyasiler

Gençlerin bu sorunlarına niye el atmıyorlar?

Ülkemizin ve gençliğimizin geleceğinin aydınlık olması temennisiyle..

                                                                                                   

 

AB Delegesi Neden Şaşırdı?

Avrupa Birliği ( AB) Birim Merkezi’nin açılışı nedeniyle ilimize gelen AB Türkiye Delegesi Michele Vilani, “Kocaeli’nin bir sanayi kenti” olmasına şaşırıp kalmış!

Çünkü, Kocaeli’yi bir “Tarih Kenti” olarak tanıyormuş!

Bu kentte yaşayan bir avuç “tarihe saygılı insan” dışında, bu kentin tarihsel geçmişini bu kentte yaşayanların büyük çoğunluğu bilmez!

Oysa, zahmet edip, KYÖD Tarih Araştırmaları Grubu’nun, özellikle de sevgili kardeşim Yavuz Ulugün ile değerli ağabeyim Muhittin Bakan’ın emekleriyle ortaya çıkardıkları Kocaeli Tarihini yansıtan kitapları okumuş olsalar, bu kente bu kadar hoyrat davranamazlardı!

Sözüm, özellikle “Tarih ve Kültür Danışmanı” olarak bu kentte hiç yaşamamış “ithal danışmanları” getirenleredir!

Michele Vilani, bir Fransız.

Ama, belli ki, Türkiye’ye ve Kocaeli’ye “Fransız” değil!

Bu kentin benzeri bir kent Fransa’da olsa kim bilir nasıl değerlendirirlerdi.

Örneğin Paris.

Tarihi kimliği ve yapılarıyla Paris’i olduğu gibi korumuş adamlar.

O tarihi alan içinde tek çivi çakamazsınız!

Tek ağacı kesemezsiniz!

Çünkü, Paris’i yönetenlerde ve Paris halkında “Tarih bilinci ve doğa sevgisi var!”

Paris’in o tarihi mekanında kocaman bir “kent ormanı” var.

“Kent merkezinde orman mı olur? Keselim yerine iş merkezi, lüks konutlar, ya da gökdelenler yapalım” diyen olmamış!

Cahillik işte!..

Kocaeli, dünden bugüne, “kent planlaması, tarih ve doğa bilinci” yoksulu yöneticilerinin ve bu yöneticilere boyun eğen kimi “sözde kanaat önderlerinin ” günahlarını yansıtmaktadır!

Örnek mi ?

YARGI’nın “Yürütmeyi durdurma kararına” rağmen, Körfezi daha büyük bir risk alanına çevirecek “Dubai Port” inşaatı sürüyor!

Gecekonduları “uydu takip sistemi” ile izleyen ve yıkan Büyükşehir görmüyor!

Yasaları “Devlet adına” yani “Hukuk Devleti” adına uygulamakla, yasadışı hiçbir eyleme izin vermemekle ödevli Kocaeli Valiliği müdahalede bulunma cesaretini gösteremiyor!

Hukuk çiğneniyor, Yargı kararları hiçe sayılıyor!

Bu kentte yaşayan, “ben aydınım” diyebilen pek çok aydıncığın da sesi soluğu çıkmıyor!

Kentin tarihi kimliğine sahip çıkmaya çalışan kişi ve kurumlar, kişisel husumetlerle engellenmeye çalışılıyor!

Sonra da, sıra nutuk çekmeye gelince, “Uygar bir toplum” olduğumuz masalları anlatılıyor!

Ezcümle;

Kocaeli tarihine elin Fransız’ı bile “Fransız” değil, ama bu kentte yaşayan pek çoğumuz “Fransız” kalıyoruz!

Üstelik, cehaletimizle de gurur duyuyoruz!

Yazıklar olsun!..

 

 

Herkes MHP’yi Konuşuyor

0

Şimdi seçim zamanı… Bu zamanda bir partinin lehinde ve aleyhinde yazmak, yakışık alır bir durum değil.

Siyasi partilerden bazılarının yararına, bazılarının zararına, çeşitli sebeplerle yorum, haber ve hatta kaset imali için at izinin it izine karıştığı bir yarış rüzgârına kapılmanın öz erdemimize yakışır bir tarafı yoktur.

Yoktur ama haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytandan farklı olmadığını, Efendimiz buyuruyor.

Evet, bugünlerde iktidar, muhalefet, basın ve halk hemen her yerde MHP’yi konuşuyor.

“MHP sandıkta kaldı, kalıyor” la başlayan bu konuşmaların ana teması, malum kasetlere kaymış vaziyette.

“Operasyon Türkiye” projesindeki sondan bir önceki hedefin, MHP olacağını, sağduyu sahibi herkes biliyordu. Tek bilmeyenin MHP yönetimi olduğu, hazırlıksız oluşlarından anlaşılıyor.

MHP’nin siyasi koordinatları, seçmenin yüzde sekseninin odağında… Yönetim, izlediği stratejilerle sanki sınırlı bir büyüklükte kalmayı bilinçli olarak tercih ettiği kuşkusunu doğuruyor.

“Operasyon Türkiye” projesinde, CHP’nin kurumsal engelinin bir kasetle aşılarak, CHP’nin değişim ve dönüşüme uğratıldığı günlerde, sırada MHP yöneticilerinin kasetlerinin olduğu ve AKP’li bir vekilin kendisine teklif edilen bu kasetleri almadığı basın organlarına aksetmişti.

Buna rağmen MHP yönetimi tedbir almadı. Gizli saklı ilişkisi olanların yönetimden ve Milletvekilliği adaylığından uzak durmalarını isteyebilirdi.

Hoş, kaseti olan adamın; “bu benim özelimdir” diyerek istifaya direndiği bir anlayışa bu çağrı ne kadar etkili olurdu?

Kaseti yapanların muradı, ayıplı işi olanları meclisten uzak tutmak değil. Bir gerçek daha var: Kasetçilerin, MHP yönetiminin ve muhtemel milletvekili adaylarının özel hayatını hiç kesintisiz, 24×365 esasıyla izlemeleri mümkün değildi.

Onlar, TSK mensuplarıyla ilgili kozmik gizlilikteki bilgileri, Taraf Gazetesi’nde nasıl yayınlattılarsa, onları nasıl biliyorlarsa, MHP’ye yerleştirdikleri mayınları da biliyorlardı. Onları izlediler, malzemeyi temin ettiler ve belki de gerekli ortamı bizzat oluşturup kayıtları yaptılar, uzaktan kumandaya basıp “Operasyon Türkiye Projesi” yolundaki engelleri ortadan kaldıracak mayınları bir bir patlatmaya başladılar.

Bugüne kadar MHP’yi, AKP’nin muhtemel alternatifi gibi ama sınırlı büyüklükte tutmayı başardılar.  Sağda kontrol dışı bir gelişme ihtimaline karşı, halkın yedek sevgilisinin, işini de, Keş Dağında bitirdiler.

2001 ekonomik kriziyle halk nazarında “Erkek Parti” hüviyeti elinden alınarak sandıkta bırakılan MHP, şimdi ortaya çıkarılan kasetlerle ahlaki değerlerinden soyutlanarak, tabanın savunma ve benimseme sistemleri çökertilmek suretiyle sandıkta bırakılmak isteniyor.

Bunu başarırlarsa, hiç şüpheniz olmasın sırada AKP ve tabi Türkiye Cumhuriyeti var. Ahlaki olmayan beraberliklerin neşredilmesinin yüksek pazar değeri böyle devam ettikçe, imam nikâhlı eşle görüntüler, gün gelir aynı eller tarafından pazara sürülüverir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1960 sonrasında, her kurumun ayrı telden çaldığı ve adeta ‘Türkiye Cumhuriyetler Birliği’ne dönüşen yapısını, AKP üzerinden, daha demokrat bir yapıya kavuşturma yolculuğu, yol ayrımına gelmiş görünüyor.

CHP’ den sonra MHP’ ye uygulanan bu operasyon, Türkiye’ye gösterilen istikametin “Türkiye Birleşik Devletleri” olacağı endişelerimizi arttırıyor.

Öyle ya; istikamet bu değilse, 70-80 Milletvekiliyle Meclis’te temsil edilen MHP’nin Türkiye’ye ne gibi zararı olabilir?

Resmen bölünmeyi dayatanları destekleyen bir yapıya kapı aralamak için YSK’ya bir gecede karar çıkarttırıp, MHP’yi üç beş nefsine düşkünün kepazeliğine kurban etmenin kime ne yararı olabilir?

Bu yüzdendir ki; tüm Türkiye MHP’yi konuşuyor. Sadece bir günde, ulusal gazetelerin on ünlü yazarı, bunun hakça bir durum olmadığını ve MHP’nin mutlaka meclise girmesi gerektiğini yazıyorlar.

“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” tabiri bir kere daha doğrulanıyor. MHP’nin lehte tek kelime yazdıramayacağı kalemler, kendiliğinden hakkı teslim ediyor.

“Bak Allah’ın işine!” Boşuna dememişler; herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır elbet.

Malum fıkradır: Nasrettin Hoca’nın evine hırsız girip hocanın bütün birikimini götürdüğünde, herkes hocayı suçlayınca Hoca; “insaf edin efendiler, hırsızın hiç mi günahı yok?” diye sitem eder.

Bu kasetleri yapanlar, malzeme olanlar, yayınlayanlar, kasetler üstünden siyaset yapanlar, herkes suçlu ama MHP yönetiminin hiç mi suçu yok?

MHP’ye yönetici olacakları, milletvekili olacakları, teşkilatları kim seçiyor? Onları seçenin; ihlâsla ve imanla yapılmış tenkitlerin sahiplerini pata-küta edenlerin, bir başka yere gidenleri hor görenlerin, faziletli olmayı kimseye bırakmayanların hiç mi günahı yok?

MHP, kendi politikasını halka anlatamayan tek talihsiz partidir. MHP, boşluk oluşturdukça onun üstünden işini yürütmek isteyenler, MHP’yi günah keçisine çeviriyorlar. Dün faşistlikle suçlayıp sırf komünizm karşıtı bir yapı gibi gösterenler, bu gün PKK’yı MHP üstünden meşrulaştırmak sevdasındalar.

Ve maalesef MHP, bir türlü kendisi olamıyor. Üstüne giydirilen deli gömleğini yırtıp atamıyor.

Çünkü herkes MHP’yi konuşuyor, bir tek MHP kendini konuşmuyor, konuşamıyor. Böyle bir hayat anlayışına sahip olanlar, MHP içinde yükselme imkânını nasıl buldular? İşte samimiyetle sorgulanması ve cevaplanması gereken husus burası.

 

Kara Gün

18 Mayıs 1944 tarihinde, Kırım Tatar Türkleri tarihte eşi emsali görülmemiş bir insanlık dramı ile karşı karşıya kalmışlardır. Âdeta dünyadan topyekûn yok edilmek, silinmek istenmişlerdir.

Kırım Türkleri 18 Mayıs 1944 günü sabahın ilk saatlerinde evlerinden zorla çıkartılarak dede, nine, çoluk çocuk, ana baba demeden ite kaka tren garına sürülmüş ve  hayvan vagonlarına doldurulmuşlardır. Böylece  Sibirya’ya sürgün başlamıştır.

Günlerce, haftalarca süren ve korkunç koşulların baskısı altında geçen bu yolculukta, aç susuz bırakılan soydaşlarımızın büyük bir bölümü yaşamlarını kaybetmişlerdir.

Ölenler uzun süre  vagonlarda kalmış, ancak verilen kısa molalarda trenden araziye indirilebilmişlerdir. Soydaşlarımız çaresizlik içinde dinî merasim bir yana, ölülerini gömme fırsatı bile bulamadan tekrar yolculuğa devam ettirilmişlerdir.

Bu akıl almaz, insanlık dışı sürgünde binlerce çocuk ailelerinden koparılmış, analar babalar dağıtılmış ve korumasız kalan ailelerin her türlü vahşete ve tecavüze uğraması için adeta, özel bir zemin hazırlanmıştır.

Bütün bu aşağılık uygulamalar ve korkunç vahşet altındaki sürgün yolculuğu, öz vatanları Kırım’dan binlerce kilometre sonra sona ermiştir. Zorunlu iskân bölgeleri olan Sibirya, Urallar, Tacikistan ve Özbekistan halkları da, türlü hile ve yalanlarla Kırım Tatar Türk’lerine karşı olumsuz yönde  şartlandırılmışlardır.

Böylece perişan ve aciz bırakılan soydaşlarımızın, bilmedikleri, tanımadıkları yerlerde bir süre daha çile çekmeleri sağlanmıştır. Kırım Tatar Türk halkı, farklı iklim, açlık, hastalık ve sefaletle, yeni yerleşim yerlerinde tam bir cehennem hayatı yaşamışlardır.

Bu insanlık tarihinin yüz karası olayın başı, kötü bir Ortodoks papazı olan Josef Stalin’dir. Aslen Gürcü olan ve küçük yaşta girdiği papaz okulundan mezun olduktan sonra, Kilise’den  istifa ederek Sovyet Sosyalist Komünist Partisi’ne girmiş ve başkanlığa kadar yükselmiştir.

Sürgün olayını başından sonuna kadar yönetmekle görevli olan kişi de, bir başka gaddar ve zâlim adamdır. Bu zat Sovyet Komünist Partisi Gizli Polis Teşkilatı başkanı Beria’dır.

Yalan dolanla Kırım Tatar Türkleri’ni vatanlarından eden bu çağ dışı vahşeti idârede gösterdiği başarı nedeniyle, mareşal rütbesine yükseltilmiştir.

Stalin’in ölümünden sonra Beria’nın yıldızı sönmüş, işlediği her biri insanlık vahşeti olan  diğer korkunç  suçlarından   ve vatana ihanetten  yargılanarak  idam  edilmiştir.

Yaşadığı her ülkede uyumu, çalışkanlığı ve yurtseverliğiyle temayüz eden Tatar Türk halkı, bu kara günün hüznünü, acısını her yıl 18 Mayıs günü yüreğinde hissetmektedir.

Bu çağdışı ve kabul edilemez insanlık suçunu bir kez daha yürekten lânetlerken, yaşamını kaybeden soydaşlarımızı rahmetle anıyoruz.

 

Partiler Arası Oy Kayması ve MHP

TBMM’ne girmesi beklenen dört parti var. AKP, CHP, MHP ve bağımsız adaylarıyla BDP. Diğer partilerin seçim sisteminin azizliğine uğrayarak baraj altında kalacağı ifade ediliyor.

İkinci tercih MHP: Yapılan araştırmalara göre, “kendi partinize oy vermezseniz oy verebileceğiniz ikinci parti hangisi olur?” sorusuna çoğunluk MHP‘yi işaret ediyor. AKP’liler CHP’yi, CHP’liler de AKP’yi ikinci parti olarak pek tercih etmiyor.

Bu neticeyi sağlayan iki sebep olduğunu düşünüyorum:

  • 1- Adil Gür‘ün (A&G Araştırma Şirketi) açıklamasına göre, “Türkiye’de yetişen her iki gençten biri hayatının bir döneminde muhakkak MHP’ye oy veriyor.”
  • 2- MHP’nin düşünce sistemi, bağımsızlık ve milliyetçilik ilkeleri açısından CHP ile yakınlık arz ederken; dindarlık, laiklik anlayışı ve “geleneksel muhafazakârlık” açısından AKP ile ortak noktalarda buluşmaktadır.

Bu sonuç MHP açısından hem avantaj, hem de riskli bir durumu işaret etmekte. AKP ve CHP seçmeninin kendi partisine küsmesi veya kırılması durumunda, bir cazibe merkezi olma özelliği olduğu için, hızlı bir büyüme potansiyeli taşıdığı anlamına geliyor. Bu özelliği ile MHP, yüzde 35-40 a kadar çıkabilecek bir oy potansiyeli taşıyor. Fakat kendi partisine kırılan MHP’li seçmenin de, öncelikle AKP’ye ve az da olsa CHP’ye kayabileceğinin de göstergesi.

A&G Araştırma Şirketi’nin yaptığı araştırmada bu riske işaret ediyor. “Hem AK Parti’nin hem CHP’nin ikinci tercihleri olabileceğini söyleyen MHP’li oranı oldukça yüksek. Şu an için MHP’nin bu seçimde baraj altı kalma ihtimali yok.” Ancak ileride ciddi hatalar yaparsa, en kötü ihtimalle 2002 deki oy oranına (yüzde 8,4) geriler.

 

NEDEN MHP’SİZ MECLİS İSTENİYOR?  MHP’siz bir Meclis’le yeni Anayasa yapmak ve “devletin temel niteliklerini değiştirmek” isteyenler var. Bunu hedefleyenlerin hayali, MHP’li seçmeni partisine küstürmek ve bu partiyi baraj altına itmek. MHP yöneticileri hakkında bel altı vuruşların başlaması tesadüf değil. Özel hayata dair mahrem kasetleri kaydedip pazarlayanların planları bu “projeye” hizmet etmeye yönelik.

MHP seçmeninin “kaset şantajı” vasıtasıyla yönlendirilmesi mümkün olmazsa, yeni komplolar sürpriz olmayacak. (CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin‘in açıklamasına göre kaset olaylarından sonra MHP’nin oyları yüzde 1,5 artmış.)

BARAJ ALTI PARTİLERİN SEÇMENLERİNİN İKİNCİ TERCİHİ: Baraj altı kalma ihtimali büyük olan partilerin seçmenlerinin ikinci tercihi belki daha da önemli. Çünkü bu partilerin kemikleşmiş oyları dışında kalan seçmeni kendisine en yakın gördüğü ikinci partiye oy vermeye meyilli oluyor. Saadet Partisi ile Has Parti seçmeninin önemli kesiminin artık AKP’li haline gelmiş olması bu tür bir tercihin eseridir.

DP ve BBP seçmeni CHP’yi ikinci tercih olarak kabul etmez. Bu partilerden “oy’unun ziyan olmasını istemeyenlerin” AKP’yi mi, MHP‘yi mi tercih edeceği önemlidir.

SEÇMENİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER: “Seçmenin yüzde 79.2′ si oy verirken ‘partinin siyasi düşüncesini’, yüzde 59.3’ü ‘liderini’, yüzde 48.3’ü ‘kadrosunu’ dikkate alıyormuş. Kadınlar lider, erkekler siyasi düşünce ve kadroya daha çok önem veriyormuş. AKP seçmeninin yüzde 70′ e yakını lideri sebebiyle oy vermekte” imiş.

AKP’nin avantajları: Liderinin karizması, teşkilatların düzenli ve disiplinli çalışması, medya ve propaganda gücü, tarikat ve cemaatlerle işbirliği, halka doğrudan yapılan yardım sistemi ile temsilcilerinin halka “sizden biriyiz” mesajını verebilmesidir.

Yoksa AKP’nin aldığı oylar, sağladığı ekonomik başarıların eseri değildir. Zira AKP döneminde ekonomide gerçekleşen ortalama büyüme sadece yıllık yüzde 4,9 dur.  Bu oran 1946-2002 arası gerçekleşen ortalama yıllık yüzde 5 büyümenin biraz altında.  Birkaç kat artan iç ve dış borçlar ve Cumhuriyet döneminin bütün birikimlerinin ve ülkenin kaynaklarının satılmasına rağmen elde edilen bir kalkınma hızıdır bu. Yetersiz, işsizliği azaltmayan, şirketlerimizin ve varlıklarımızın yabancıların eline geçmesini sağlayan böylesine bir ekonomik kalkınma, üç dönem seçim kazanmanın sebebi olamaz kanaatindeyim.

MHP’NİN DURUMU: CHP ve MHP’ de liderlerin partiye sağladığı katma değer daha düşük. Bu partilerde seçmenin tercihini belirleyici esas unsur “partinin siyasi düşüncesidir.

Birinci tercihindeki partinin barajı kesin geçemeyeceğini gören bir kısım seçmen, ikinci tercih arayışına girecektir. MHP’nin baraj altında kalma riskini devamlı gündemde tutanlar, MHP’den AKP ve CHP’ye kayma hesap etmiş olabilirler. Ancak bu hesap ters dönerek, MHP’siz bir Meclis’e gönlü razı olmayacak bazı küskün MHP’lilerin de MHP’ye oy vermesine yol açabilir.

Anketlerden de anlaşıldığı üzere ikinci tercih potansiyeli en yüksek parti MHP.  Bütün mesele ikinci tercihi birinci tercih haline getirmeyi başarabilmek. Rakip partilerin “sadık olmayan seçmen”inden oy alabilmek.

Bunun için rakibin hatalarını anlatmak yerine, proaktif bir politika ile seçmeni daha iyi tercih olduğuna ikna edebilmek gerekiyor.

MHP en fazla oyu 28 yaş altı gençlerden alıyor. “MHP seçmen kitlesinin %37’si 18-28 yaş grubundandır.” Türkiye’nin yaş ortalaması da 28. Yani nüfusumuzun yarısı 28 yaşın altında.

MHP kadınlardan çok az oy alıyor. Ev kadınları toplam seçmen içinde yüzde 35 dolayında iken, MHP seçmeni arasında yüzde 19 oranında. Galiba “MHP’li erkeklerin cemaat ve tarikatlara bağlı eşleri ve kızları AKP’ye oy veriyor. Adil Gür’ün yorumuna göre, MHP’nin neredeyse her dört seçmeninin üçü erkek. Eğer MHP’nin her erkek seçmeni, annesine, kız kardeşine, eşine, sevgilisine MHP’ye oy verdirmeyi başarabilseydi, MHP birinci parti olurdu.”

MHP’nin, orta yaş ve üstündekiler ile gelir seviyesi yüksek kesimden de oy alma oranı nispeten düşük. Bu seçmen kitlesine yönelik, yeni politikalar geliştirmesi lazım.

Kocaeli‘de, MHP doğru adaylarla seçime girmesi ve kadınlara yönelik çalışmaları ile gerekli tedbirleri almış gözüküyor.

***

Bu seçimin çalışkan partisi CHP’yi değerlendirmek için yerimiz kalmadı. Gündem elverirse başka bir yazıda…

Fethin İç Yüzü

0

Bizans Devleti’nin başşehri olan İstanbul, Fatih Sultan Mehmet tarafından 29 Mayıs 1453’te fetih olunmuştu.

Yıllardır yapıla gelen fetih şenliklerine, her sene bir yenisi daha ekleniyor. Fakat yazık ki, bu milletten manen kopuk olan bazı aydın-yazarlar  -ne hikmetse-  bu fetihten rahatsız olmaya, üzülmeye başladılar. Utanmasalar Hıristiyanlardan özür dileyecekler!

Bu, hayret ne kelime, dehşet verici durum, Milli Eğitim’in millilikten yani millete bakan yönünden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Ne hazin ki, temel meselelerde bile, bir kısım aydınımız milletten farklı düşünüyor! Millete zıt bir ruh hali içinde yetiştiklerini, her fırsatta ortaya koyuyorlar. Maalesef fetih, işgalle bir tutuluyor. Neymiş efendim: “İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’u işgal etmeleri, nasıl işgal ise, Fatih’in İstanbul’u fethi de aynı şekilde işgal imiş.” (Doğu Perinçek, Aydınlık, 4 Haziran 2000, 24)

Nerdeyse Fatih’e bu zaptından dolayı  -çekinmeseler-  hesap soracaklar. Fatih Sultan Mehmet’e karşı dostu ağlatan, düşmanı güldüren bir tavır sergileniyor.

Ayrıca fetih kutlamaları da tenkit ediliyor. Güya fethi kutlamakla, İstanbul’un başkalarına ait olduğunu tescil ediyor / belgeliyormuşuz! Doğrusu Avrupa’ya karşı ayıp oluyormuş!

Fesüphanallah fetih münasebetiyle yazılanlar ne menem şeyler yahu? Hani deveye: “Boynun eğri.” demişler de: “Nerem doğru ki?” diye karşılık vermiş ya, işte o hesap. “(Evet) bazılarına göre İstanbul’un 1453’te Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethi ile İstanbul’un Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist devletler tarafından işgali arasında hiçbir fark yokmuş, ikisi de işgalmiş! Onun için ’29 Mayıs’ fetih günü değil, İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu olan ‘6 Ekim’ günü kutlanmalıymış!” (Hasan Pulur, Milliyet, 2 Haziran 2000, 3.)

Doğrusu, usta kalem Hasan Pulur, sözde fikir sahibi bu tiplere layık oldukları en mantıki cevapları verip, onları ilzam ederek / susturmasını bilmiştir. “Bu mantıktan hareket edersek, Birinci Cihan Savaşı’nda, emperyalistler hangi İstanbul’u işgal ettiler? Fatih’in 1453’te işgal ettiği (!) İstanbul’u değil mi? O halde,  emperyalistler açısından, bu işgal değil, kurtuluştur!

Öyle mi? “Sonra, Türk Ordusu ‘6 Ekim’de ne yaptı? İstanbul’u kurtardı. Hangi İstanbul’u? Fatih’in işgal ettiği İstanbul’u!!! Eeee, mantık bu olursa, şimdi ‘6 Ekim’lerde İstanbul’un kurtuluşunu kutlayanlara sormazlar mı? “Fatih’in işgal ettiği, gasp ettiği İstanbul üzerinde Türklerin ne hakkı var ki, kurtardık diye kutluyorlar!” ( a. g. m.)

Prof. Dr. Mete Tunçay da: “Fethi İngiliz işgaline benzetmek halt etmektir. Osmanlı’nın yaptığı bir lütuf darbesidir.” (İhsan Yılmaz – İstanbul, Milliyet, 1 Haziran 2000, 18.) diyerek gönlümüze su serpmiş ve o gibilerin ağızlarının payını vermekte gecikmemiştir.

Nitekim “Tarihçiler (de), Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u almasının, 15 – 16 Mart 1920’deki İngiliz işgaliyle bir tutulamayacağını,” (a.g.m.) söylüyor.

“İlk ve Orta Çağ boyunca büyük kitlesel yer değiştirmeler büyük nüfus hareketleri olmuştu. İstanbul’un fethi, bu tür kitlesel yer değiştirmelerden bir tanesi. Buna işgal denemez. İngilizlerin İstanbul’u işgali, bu tür hareketlerin durulduğu döneme rastlıyor. Bence bu iki olayı karşılaştırmak tarihsel olarak da çok yanlış. (Tarihçi Prof. Dr. Halil Berktay)” (a.g.m.)

“Kültürel yönden çökmüş, ekonomisi felce uğramış, nüfusu alabildiğine azalmış, bir

zamanların ‘akıl ve himmet beldesi’ olan, fakat ‘harap’ bir kent durumuna gelmiş bulunan İstanbul’u şenlendirmek, Fatih’in temel kaygılarından biriydi. Bunu başardı da… İstanbul’un nüfusu her yerden, kimi zaman zorla getirilenlerle arttırılırken, ekonomik yapıyı güçlendirmek için önlemler alındı. Kent yeni dükkan, çarşı, cami, çeşme ve saraylarla donatıldı. İstanbul Asya ile Avrupa’yı, Akdeniz ile Karadeniz’i birleştiren bir imparatorluğun merkezi konumuna geldi. (Prof. Dr. Zeki Arıkan )” ( Erdal Çetin, Sabah-İstanbul, 1 Haziran 2000, 3 )

Çünkü “Fetih” açmak demektir. Bir yeri ve orda yaşayanları; bulundukları karanlık dehlizlerden hak ve hakikate çıkarmaktır. Işığa, aydınlığa, huzura, adalete ve insanlık imkanlarına kavuşturmaktır. Bunun için önündeki engelleri, kaldırmak, yolunu açmak, hür iradesini eline vermektir.

Fetih, insanı sevmenin bir gereğidir. Kendimiz için isteneni başkaları için de istemektir. Bu uğurda, sırasında savaşı bile göze aldığımızı göstermektir.

Hakkı, gerçeği ve doğruyu bulmuş insanların; hemcinsi olan diğer insanları da bu gerçekten haberdar etmek, onları bu hakikatlerle karşılaştırmaktır.

Onlara seçme, tercih etme hakkını bahşetmektir. Bir bakıma akıllarına kapı açıp, onları kendi hür iradeleriyle istediklerini yapma imkanlarıyla baş başa bırakmaktır.

Bizanslıların, İstanbul’da Kardinal şapkası yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih etmeleri bu yüzdendir.

Üstelik şartlar, Türkleri İstanbul’u almaya zorluyordu. Çünkü Fatih, Bizans’ı fethetmeseydi; Bizans, Fatih’e galebe çalacaktı.

Mülk Allah’ındır. Dilediğine nasip eder. Ama hikmet icabı, önce şartlar elverir; sonra da taşlar gediğine konur. Bu el değiştirmede insanlar rol oynar. Kader ise adil hükmünü icra eder.

İslam’da dolayısiyle Osmanlı’da savaş istenmez. Gerektiğinde ise ondan kaçılmaz. Osmanlı’da savaşın asıl gerekçesi savunmadır. Ama bu savunma; yerine göre hücum, baskın ve fütuhat şeklinde tecelli eder.

Fakat dediğimiz gibi, temeli nefsi müdafaadır. Zira harp hiledir. Saldırıya hazırlanan ve buna kalkışacak düşmanı gafil avlamak esastır. Tehlike ve tecavüzü en az zayiatla bertaraf  etmek / gidermek de çok mühimdir.

Osmanlı’larla Bizans İmparatorluğunun harp etmelerine sebep olan ihtilaflardan sadece birini zikredelim:

“Boğaziçi’nin Rumeli yakasında, eski Ütarid Mabedi’nin bulunduğu mahalde büyük bir Hisar’ın yapımı için temel kazılarak inşaata başlanması. Orasının Cenevizlilere ait olduğunun söylenmesi. “Sultan Mehmet Han bu ikaz ve uyarı teklifleri ile huzuruna gelen elçilere hiddetli bir tavırla şu cevabı verdi:

“Ben sizin şehriniz aleyhinde bir tasavvurda bulunmuyorum. Memleketlerinin emniyeti ile alakalı tedbirleri almak ahdin bozulması demek değildir. İmparatorunuzun Macarlarla ittifak edip babamın Rumeli’ye geçmesine mani olmak istediği zaman ne kadar fena bir halde kaldığımızı unuttunuz mu? Kadırgalarınız Boğazı kapadı. Babam Murat, Cenevizlilerden yardım istemeye mecbur oldu. Ben o vakit henüz pek genç olarak Edirne’de idim. Müslümanlar dehşetten titriyorlardı, sizler onların belalara duçar kaldıklarını gördükçe tahkir ediyordunuz.

“Babam Rumeli sahilinde bir hisar yapmayı daha ‘Varna Muharebesi’nde ahdetmiş idi. O yemini ben yerine getiriyorum. Kendi arazim üzerinde gönlümün istediği şeyi yapmaklığıma muhalefet için elinizde ne hak, ne de kudret vardır. İki sahil benimdir. Çünkü siz müdafaasını

bilmiyorsunuz. Gidiniz efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı Padişahı kendisinden öncekilere benzemez. Şu an benim iktidarımın vasıl olduğu (ulaştığı) yerlere onların emelleri bile yetişmemiştir.” (Selim Sırrı Altıer, Tarih Dergisi, Haziran 2000, s. 31.)

“(Kaldı ki), Bugün 1453 yılı Türk Toplumu’na nazaran pek çok bakımlardan çok daha geri ve ilkel durumda olduğumuzu inkar edemeyiz. Toplumsal münasebetlerimiz olsun, devletin teknik fonksiyon kapasitesi olsun, adalet ve din alanlarında kendini gösteren havsalaya sığmaz soysuzlaşma olsun bunların hepsi ‘geçer not’ alabilmekten çok uzak bulunduğumuzun kanıtları.

“(Üstelik) 29 Mayıs 1453’ün, bizler tarafından değil Batılı tarihçi ve düşünürler tarafından bir ‘Çağ Dönümü’ olarak telakki edilmesi özellikle önemlidir. Zira bu tür bir tasnif zaten bizim tarih akışımıza pek uymaz. Daha ziyade ‘Batı Avrupai’dir. Fakat her hal ve karda Fatih Sultan Mehmet’in gerek din ve vicdan özgürlüğü, gerek ferdi mal ve can güvenliği ve gerekse diğer bütün kurumlarıyla devlet anlayışı, onun yeryüzündeki ‘İlk Modern Devlet Başkanı’ özelliğini taşımasına (da) sebep olmuştur.” (Yağmur Atsız, Milliyet, 29 Mayıs 2000, 26.)

 

 

    

                  

 

 

 

Zinayı Suç Olmaktan Kim Çıkardı?

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç; “Zinanın suç olmaması kötü oldu” diyor! ( 8.5.2011, gazeteler.)

Zina suç olsa da önlenemez.

Ancak, “suç” olması zina olaylarını belirli ölçüde azaltabilir.

Zina, günlük yaşamda hayli yaygın!

Bakın, gazete haberlerine yansıyan zina olayları bile hiç de azımsanmayacak ölçüde.

Bir de hiç yansımayan, gizli kalanları düşünün!

Zinayı asıl engelleyecek olan “aile kurumudur.”

Ne yazık ki bu ülkede “aile içi cinsel saldırılar” bile korkunç boyutta!

Üstelik, çok kolay evleniyor, çok kolay boşanıyoruz!

Demek ki, aileler düzgün kurulamıyor.

Ülkeyi yönetenler bu temel sorunun çözümüne yönelecekleri yerde,  siyasi rakiplerine kurulan “kaset tuzakları” ile bel altı siyaseti yapıyorlar!

Bülent Arınç’ın yakınması boşuna mı? Hayır!

AKP iktidarı döneminde Türk Ceza Yasası’ndan zinanın suç olması hükmü kaldırıldı!

Neden?

“Avrupa Birliği’ne Uyum” için!

AKP, AB’ye üye olma çabalarıyla yasal mevzuatımızda bir dizi değişiklik yaptı.

Henüz, yüzde 10 seçim barajı indirilmedi!

Henüz, Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları AB’ye uygun hale getirilmedi!

Henüz, “İş Yasaları” İLO- Uluslararası Çalışma Örgütü’nün “asgari normlarına” bile getirilmedi! Bu ülkede “Sendikalı olma hakkı” fiilen kullanılamıyor! Kullanmak isteyen emekçileri işte atıyorlar!

Sendikalı işçi sayısı hızla eriyor.

Ama AKP iktidarı 2 yasaya öncelik veriyor;

1-“Domuz kasaplık hayvan” sınıfına sokuluyor!

2-“Zina, suç olmaktan çıkıyor!

Neden?

Avrupa Birliği öyle istiyor!

Peki bu gerçeği AKP seçmeni biliyor mu?

Hiç sanmıyorum!

Süleyman Arif Emre, bir süre önce VAKİT gazetesinde; “Zinayı suç olmaktan kim çıkardı?” başlıklı bir yazı ile Müslüman halkımıza bu gerçeği yazmış!

Ama galiba okuyan, ya da ciddiye alan olmamış!

Şimdi, her fırsatta toplumun inançlarını kullanarak siyaset yapan siyasetçilerin gerçek yüzlerini bir ölçüde de olsa görebiliyor musunuz?

İnsanları “Dinle ve  Allah’la aldatmak” nedir sizce?

Bu “şark kurnazlığı” ile zina önlenebilir mi?

 

Kuvvetlinin Zayıfı Yediği Dünya

Bu yazıyı yazarken gayemiz kamuoyunu aydınlatmaktır.

Hakikatin kanunları bütün kanunların üstünde olduğundan, buna uyarak doğruları söylemeye kendimi mecbur hissediyorum. Bu konudaki düsturum “haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisidir.

Zindanlara atılan çaresizlere muhafızlarını seçme hakkı verilse bu hak onların hürriyetlerini mi temin eder?

Birisi evinizi haksız yere işgal etse de onu iyi kullansa, ona iyi baksa, işgal meşru olur mu?

Hakkın kuvvet de olmadığını, hakkın hak olduğunu, hiç kimsenin bir diğerini kul edinemeyeceğini, bayağı göremeyeceğini, bütün imtiyazları kaldırarak insanların insanlıkta, hukukta, hayatta eşit olduklarını dinimiz bize açıklamıştır.

Nice insanlar vardır  ki milletleri inek gibi sağan emperyalist güçlerin kendiliklerinden çekilip gideceğine inanırlar. Hâlbuki bu emperyalist güçler hiçbir zaman bir şeyi hak ve adalet olduğu için değil kendisi gibi bir kuvvetin gücünü görünce ve onunla başa çıkamayacağını anlayınca kabul ederler.  

Kuvvetlinin zayıfı yok etmesi kaidedir. Yerde havada, denizde bu savaş geçerlidir. Ey Allahım, insanın ihtiyacı bir lokma ekmeğe olduğu halde bu ihtiyaç derdiyle uzun uzun çekişme nedendir.

Her hilekâr adamdan vefa bekleme, çok hacıların putu koltuklarının altından çıkmıştır.

Rütbe sahipleri af  ile müjdelenmiş midir? Ceza kanunları zayıfa mı uygulanır?

Zenginler için din de imanda akçedir. Namus ve hamiyet sözü fukarada kaldı.

İkbal için dostları çekiştirmek yeni çıktı. Eskiden bilmezdik bu dirayet yeni çıktı. Hırsızlık çoğalıp sadakat kelimesi moda oldu. Namus tamam oldu hamiyet yeni çıktı.

Dostları düşmanlara zemmetmek zarafet sayılmaktadır. Sevgiliyi yabancıya şikâyet demek yeni çıktı. Hakiki sadıkları tahkir ederek reddetmek kaide şekline girdi.  Hırsızlara ikram ve inayet yeni çıktı. Gerçi doğruyu söyleyen evvelce de menfurdu. Fakat hainlere riayet etmek yeni çıktı.

Bütün nizamlar gazetelerle ilan olunur. Halkı sözle refaha kavuşturmak yeni çıktı. Aciz olanın en açık hakkı verilmez. Arkası olanları her yerde himaye etmek yeni çıktı.

Devletin geri kalmasına sebep Müslümanlıkmış bu rivayet eskiden yoktu yeni çıktı. Her işimizde, milliyeti unutarak Frenklerin fikirlerine uymak yeni çıktı.

Bu sözleri Ziya Paşadan okurken aklıma memleketimden manzaralar geldi. Rant için sağda, solda vuruşmalar. Tüysüz yetimin hakkını yerken vicdanı sızlamayanlar. Evine sebze götürebilmek için pazar yerlerindeki çöpleri karıştıran insanların olduğu bir ülkede bir gecede içki masalarında milyonlar yiyenler.

“Devletin malı deniz yemeyen domuz” diyen domuzlar.

Ziya Paşa diyor ki, Feleğin rengine pek aldanmış, o eski felektir. Çünkü meşrebi düzensiz ve dönektir. Biri ipek kumaşlı döşekte, diğeri viranede can verse de zengin ve fakir nihayet herkes toprağa girecektir. Halim şahsın gazabından Allaha sığın, çünkü yumuşak huylu atın çiftesi pektir.

Bu Milet bir gün mutlaka uyanacak ve kan emen sülüklere gerekli tokadı atacaktır.