12.4 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1126

Statükodan Yana Mısınız, Değişimden Yana Mı?

 

AKP adaylarının ve yandaşlarının çokça sorduğu bir soru bu. Tabii ki “biz değişimi temsil ediyoruz, muhalefet ise statükoyu” dedikten sonra.

Statüko mevcut durum, var olan durum demek. Değişim ise var olan durumu değiştirmeyi ifade ediyor.

ABD Başkanı Obama’nın seçim kampanyasında kullandığı bir kavramdı, değişim. Obama, kitleleri etkileyen bu kavramı çok iyi kullanarak başarılı oldu.

Değişim üzerine çok tekrarlanan bazı sözlerden örnekler: “Değişimin önünde durulamaz. Değişmeyen tek şey değişimdir. Değişime direnenler kaybetmeye mahkûmdur.”

Demek ki, sihirli bir kelime değişim.

Çünkü özellikle dinamik toplumlar, genç nüfusun etkin olduğu kitleler çoğu zaman mevcut durumdan şikâyetçidir.

Böyle toplumlarda değişim kavramını sahiplenmek bile propaganda savaşında rakiplerden bir adım önde olmak kabul ediliyor.

Öyleyse seçim sonuçlarına etkisini görebilmek için hangi partilerin değişimci, hangi partilerin statükocu olduğunu anlamaya çalışmak faydalı olacaktır.

İkinci kademede ise kavramın içini doldurmak yani değişimden kastedilenin ne olduğunu değerlendirmek lazımdır.

EN DEĞİŞİMCİ PARTİ BDP’DİR. BDP/PKK Türkiye’nin devlet yapısını, siyasi, toplumsal ve kültürel temellerini kökten değiştirmek isteyen ve bu talebini seçim kampanyası olarak yürüten taraftır.

Böyle bir değişim talebine hayır diyen seçmen kitlesi yüzde 93 mertebesindedir. Bu yüzde 93 statükodan yana diye suçlanabilir mi?

Değişim kavramının içinin doldurulması gerekir. Değişim her zaman gelişim demek değildir, bazen mevcut durumdan daha kötüye gitmek de değişimdir.

Mesela bir aile reisinin işinden ayrılması o aile için bir değişimdir. Bu değişimin gelişme olarak nitelendirilebilmesi için o kişinin daha iyi bir iş bulması gerekebilir. O kişi işsiz kalmış veya daha kötü şartlarda iş bulabilmişse bu değişim gelişme değil, kötüleşme olarak vasıflandırılabilir.

Bir kişinin evlenmesi de, eşinden ayrılması da değişimdir. Evlendiğinde veya boşandıktan sonra daha mutlu oluyorsa bu değişim onun için faydalı olabilir. Daha mutsuz oluyorsa hayatı çok kötü değişmiştir. Bu değişimin diğer eş, çocuklar ve yakın çevresi açısından etkileri de değişimin iyi veya kötü olmasının kişilere göre de farklı olabileceğini göstermektedir.

STATÜKOYA HER ZAMAN KARŞI OLMAK GEREKİR Mİ? Mevcut durum bazen yakın gelecekte öngördüğümüz gelişmelerden daha iyi ise statükoyu savunmak daha akılcıdır.

Mesela ülkenin bölünme riski varsa ve atılacak adımlar bu riski artıracak mahiyette ise, yeni adımlar atarak değişim yapmak bilerek tehlikeye atılmak demektir.

Bir yüce dağa tırmanmakta olan dağcıları göz önüne getiriniz. Dağ son derece engebeli ve tehlikeli uçurumlarla doludur. Güvenli bir mola bölgesinde iken bir metre ilerisinin dahi görülemeyeceği kadar ağır bir sis çökmüş olsun. Değişim adına tırmanmaya devam etmek mi gerekir, yoksa statükoyu muhafaza ederek sisin geçmesini beklemek mi akılcıdır?

KONTROLLÜ BİR DEĞİŞİM: Aynı dağcılar güvenli olmayan bir bölgede iken bir adım ötesini görmeye mani olan sis basmış olsun. Hava soğuk, zirveye varmak ta, geri dönmek te aynı zamanı alacaktır ve aynı riskleri barındırmaktadır. Orada kalınırsa donmak riski vardır. Bu durumda statükoyu korumak yani orada kalmak akılcı olamaz. Zirveye çıkmak veya geriye dönmek için acele etmek de çok tehlikelidir. Uçurumlardan düşülebilir.

Bu halde mevcut durumdan çok emniyetli ve tedbirli bir şekilde çıkmaya çalışmak en doğru yol olacaktır. Yani bir ayağınızı güvenli bir zemine basıp, diğer ayağınızla yoklayarak, basacak güvenli bir zemin bulmak ve böylece yarım adımlar atarak zirveye varmaya çalışmak gerekir. Yani çok kontrollü ve hızı düşürülmüş bir değişim. (Bu örneği Petkim’de görev yaptığım sırada eski bakanlardan Vehbi Dinçerler’den dinlemiştim.)

Türkiye’de değişimden murat edilen yeni anayasa ve devletin niteliklerinin değiştirilmesi ise, son örneği dikkate almak lazım. Ülkenin bu sisli havasında, Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye’den gelen (BOP kapsamında yaratılan) sert fırtınalı ortamda, demokratikleşme, sivilleşme, değişim kavramları adına atılacak adımlarda bastığınız zemine çok dikkat etmek zorundasınız.

Çünkü parçalanma, ufalanma, yaralanma riski çok büyüktür.

AKP STATÜKOYA KARŞI MIDIR? Değişimden kastedilen devlet erklerini (yasama, yürütme, yargı güçlerini) elinde bulunduranların değişimi ise AKP’nin değişimci olması mümkün olamaz. Değişimci olan muhalefet, statükocu olan ise AKP olur.

Bugünün Türkiye’sinde AKP, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık/ Hükümet, TBMM Başkanlığı,  Yargı, YÖK, medya ve birçok kurumda hâkim durumdadır. AKP’nin mevcut durumdan yani statükodan memnun olmaması, bu durumun değişmesi için çalışması anlamlı değildir.

Yapılmak istenen Yeni Anayasa ile Başkanlık sistemi getirilerek Başbakan’ın daha geniş yetkilerle ve daha uzun süre ülkeyi yönetme arzusunu gerçekleştirmektir. Bu değişim değil, statükonun güçlendirilmesi ve sürdürülebilir kılınması çabasından ibarettir.

Kaldı ki parlamenter sistemin yerine Başkanlık sisteminin getirilmesinin millete yararı olacağına dair yaygın bir kanaat yoktur. Sadece muhalefet değil, Cumhurbaşkanı ve AKP Bakanlarından bir kısmı bile böyle bir değişime endişe ile bakmaktadır.

SON SÖZ: Statükoculuk ve değişimcilik herkesin kendi bulunduğu konum ve şartlara göre değişir. Şartlara göre statükocu olmak da akılcı olabilir, değişimci olmakta. En kötüsü ise slogancı olmaktır.

Ben bu milletin alt ve orta tabakalarından yükselmiş insanların ülke yönetiminde rol almasından çok memnunum.

Ancak demokrasi ve hürriyetler açısından, devlet erklerinin (yasama-yürütme-yargı kuvvetlerinin) ve dördüncü kuvvet medyanın tek parti kontrolünde olduğu bir statükoya karşıyım.

Parlamenter demokrasi yerine Başkanlık sistemi, federasyon yapılanması, devletin temel nitelikleri konusunda yapılmak istenen değişime de karşıyım.

Başka bir ifadeyle,

  • “Kuvvetler Ayrılığının ve dengesinin” olduğu;

  • halk iradesinin tam olarak Meclis’e yansıdığı;

  • kolektif hakların değil bireysel hakların geliştirildiği;

  • özel hayatın gizliliğinin korunduğu;

  • düşünme ve düşündüğünü ifade hürriyetinin genişlediği;

  • hukukun üstünlüğünün esas olduğu bir devletten yanayım.

 

Böyle Çılgınlık Olmaz

0

Turgut Özakman, 20. yy. sömürgecilerine karşı Türk Milletinin verdiği onur mücadelesini anlattığı romanını,’Şu Çılgın Türkler’ adıyla piyasaya sürdüğünde, kitap, ‘çılgın’  kelimesinin genetik hafızamızdaki manasıyla kafadan kabul gördü. İçeriğiyle okuyucuyu mest etti.

Anlaşılan o ki; ‘çılgınlık’ Türkler için olumlu bir paye…

Çılgın kelimesi sözlüklerde; deli-mecnun veya çok büyük, aşırı ve olağanüstü gibi anlamlarla açıklanıyor.

Türkler için ‘çılgın’ kelimesinin sözlüklerde yazmayan bir başka anlamı var; Halk için, Hak için imkânsızı düşünmek, ölümü göze alıp başarmak… İki eliyle hayırda olmak için canını dişine takıp çalışmak gibi bir şey…

‘Şu Çılgın Türker’de, bu mana tam karşılık buluyor. Çünkü onlar, din ve dünya için imkânsızı ölüm pahasına başarıyorlar.

Başbakan’ın ‘seçim topu’ olan bu kanal projesine ‘çılgın proje’ demeden önce düşünmek lazım!

Projenin ‘çılgın’ payesini alması için gerekli üç aşamadan; düşünme, deneme ve başarıdan henüz biri gerçekleşmiş, o da yeni bir düşünce değil.

Projenin ‘çılgın’ olarak isimlendirilmesindeki temel sebebi; onun çok büyük ve olağanüstü bir düşünce oluşuyla izah etmek de pek mümkün görünmüyor. Çünkü küreselleşen bir dünyada, Osmanlı’nın temelini attığı ve 142 yıl önce hizmete açılan 163 km uzunluğundaki Süveyş Kanalı’nın yanında ve başka ulusların uzayın fethine çıktığı bu çağda, kazma kürek esaslı projenin çılgınlıkta esamisi okunmaz.

Peki, bütün bu gerçeklere rağmen proje kamuoyuna niye bu isimle açıklandı?

Başbakan, halkın zihninde düşünce kayması oluşturup bu payeyi kendine verdiriyor. Proje üstünden kendini işaret ediyor. 12 Haziran seçiminin en büyük şovunu yapıyor ve her zamanki gibi istediğini alıyor.

Başbakan, talip olduğu üçüncü iktidar dönemini, ustalık dönemim olacak diye açıkladı.

Bu açıklamasıyla; karizmatik liderliğini ustalık derecesinde olgunlaştırdığını ilan etti.  Şimdi bu ustalığını ‘çılgınlık’ payesi ile taçlandırıp sıra dışı usta olduğunu düşündürüyor ve ölümlüler arasında efsaneleşmek istiyor.

Çünkü geri kalmış halklar, akılla desteklediklerine, imanla bağlanırlar ve sonra da kutsallık, olağanüstülük atfedelermiş.  Buraya kadar her şey normal, esasa aykırı bir durum yok.

Başbakan, halkın bu gerçeğini baştan beri biliyordu. Kendi yeteneklerini ve halkını tanıyordu. Mevcut malzemeden en iyi sonucu çıkarıyor; halkı efsunluyor, kendini efsaneleştiriyor.

Başbakan ‘çılgın proje’ dedi ve Anadolu’daki bağlıları; ‘o yapar, o çılgın’ dediler. Maalesef bu hayırlı düşünce; üç beş şakşakçı, el ovuşturan fırsatçılar ve birkaç muhalifin dışında esas konuşması gerekenlerin umurunda değil…

İşte bütün bu sebeplerle Başbakan, ısrarla başkanlık sistemi diyor. Kitlelerin; ‘o çılgın, o yapar’ diye efsaneleştirip yücelttiği biri, halkın önüne çıkıp; ‘Ben başkanınız olmak istiyorum’ dese, ona kim hayır diyebilir? Başbakan bir taşla birkaç kuş vuruyor. Böyle çılgınlık olmaz!

Gelelim zurnanın zırt dediği yere…  Biz bu kanalı yapacağız ama uluslar arası kullanımında tek karar verici biz olamayacağız! Başbakan, başka devletlerin endişelerini gidermek için baştan açıkladı; ‘Biz yaparız, uluslar arası anlaşmalar neyi gerektiriyorsa onu uygularız.’

Kendi vatanımda kanal açıyorum, uluslar arası geçişlerde, Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçişleri düzenleyen -1936 tarihli- Montrö anlaşmasının geçerli olacağını şimdiden ilan ediyorum.

Hayır! Böyle çılgınlık olamaz!

 

 

 

Fatih ve Patrikhane

0

29 Mayıs 1453 Salı günü, bir devletin imparatorluk yolunda ilk adımı attığı aynı zamanda 1000 yıllık uzun bir geçmişe sahip Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunun tarihe karışmasıyla dünyanın seyrini değiştirip yepyeni bir çığır açan müstesna fetih günü.
Öyle bir gün ki, asırlarca önce: “İstanbul, elbette fetih olunacaktır. Onu fethedecek komutan ne şanlı komutan, fethedecek ordu ne şanlı ordudur.” diyen Hz. Muhammed’in sözleriyle müjdelenen bir bahtiyarlığa nail olma iştiyakını nefsinde duyanların elde edemediği fakat Tebşir’e daima kavuşmak emelini aklından çıkarmayan cihangir bir padişahın akıllara durgunluk veren önderliğinde kahraman Türk-İslam askerinin cansiperane hücumlarının gayretiyle ulaşılan bir zafer günü.
O kadar övülmeye değer vasıflarla müzeyyen ki, maddi faktörleri yanı sıra ulvi değerler at başı yürümüş.
Öyle göz kamaştırıcı bir nusret ki, yine Türk’ün cehdine ram olmuş. Her yönüyle düşündürücü o nispette de mantıki.
Her bakımdan adeta hudutsuz bir mevzu olması hasebiyle, “Fatih” ve “İstanbul’un Fethi” hakkında sayısız eserler yazılmıştır. Binaenaleyh bu konuda kalem oynatmak haddimin fevkindedir. Bununla beraber, böyle aziz bir günde bizleri dilhun eden bir hususu dilimin döndüğü kadar aydınlatmayı da bir vazife saydım. Gururla karışık iftihar duyduğumuz kahraman Fatih’imizin büyüklüğüne ve onun uzak görüşü icabı güttüğü siyasi politikayı anlamayarak ona dil uzatarak ruhunu azap içinde bırakmak isteyenler bir hayli yekun tutmaktadır.
Bilhassa “Kıbrıs Davası”nın en buhranlı anlarında bile milletçe alevden bir gömleği giymişken bazıları sathi düşüncelerinin zebunu olarak gafletle Fatih’e dil uzatmak küstahlığını irtikap etmişlerdir.
Bugünkü  -varsa-  aczimizin vebalini her türlü ithamdan münezzeh, emsalsiz bir kumandana atfetmek milli tarih şuurunun zihinlerde dumura uğratılmış oluşuna büyük bir delildir.
Tarihi olaylarda kıyas yoluyla bir tasnife gitmenin ve kesin netice çıkarmanın çok tehlikeli olduğunu ancak bunu büyük tarihçilerin o da cüretli bir tutumları muvacehesinde nitelerken şu veya bu kimselerin şuursuzca Fatih’i muaheze etmesi ne kadar acıdır.
Fener Patrikhanesi’nin içimizde yaşattığımız bir yılan olduğuna hepimiz müdrikiz. Ne var ki, bunun vebalini Fatih’e yüklemek pek hatalıdır. Çünkü tarihi bir olay kendi cereyan ettiği zamanın kıymet ölçüleriyle tartılır. Yine içinde bulunduğu zamanlardaki içtimai ve siyasi değerlerle, müspet menfi bir tutum içinde mütalaa edilir.
Efendim ithamları şu: Niçin Fatih Sultan Mehmet Patrikhaneyi ilga etmedi veya sınır dışına sürmedi? Böyle büyük bir gafleti nasıl yaptı v.b. töhmetlerle onu suçlamak!
O halde hep beraber Fatih’in kendi zamanındaki siyasi duruma ve onun tutumuna bir göz atalım: “Taht’a çıkar çıkmaz ilk işinin İstanbul fethi olacağı daha şehzadelik zamanından beri şayi olan Fatih’in cülusu Bizanslıları derin bir teessür ve hatta umumi bir dehşet içinde bırakmıştır.
İmparator Konstantin bu korkunç vaziyette Hıristiyanlık namına Papa Beşinci Nikola’dan alelusul imdat dilenmekten başka çare bulamamış ve hatta asırlardan beri birbirine düşman olan İstanbul ve Roma Kilisesi’nin birleştirilmesine bile razı olmuştur. Aslen Selanikli veyahut Moralı bir Rum olduğu rivayet edilen bu Kardinal İzidor büyük bir gemiye 200 İtalyan askeri doldurarak İstanbul’a gelmiş ve 12 Kanunuevvel 1452 Salı günü Ayasofya
kilisesinde imparatorla devlet erkanı da hazır bulunduğu halde büyük bir ayin yaparak Rum Patriki Grigorios Mommasla beraber Ortodoks ve Katolik mezheplerinin birleştirildiğini ilan etmiştir.
Mezheplerine vatanlarından çok fazla bağlı olan Bizanslılar İmparator’un bu fedakarlıklarını ‘küfür’ saymışlar ve İstanbul sokaklarında Türk sarığı görmeyi Kardinal şapkası görmeye tercih ettiklerinden bahse başlamışlardır. Hatta bu cereyanın başında Başvekil Lukas Notaras’la Patrik’in en şiddetli düşmanı sayılan meşhur Papas Gennadios Skholarios gibi halkın çok sevdiği mühim şahsiyetler vardır. Bu Skholarios’un mütemadiyen bozgunculuk ettiği rivayet edilir. Hatta Fatih’in adamı olmak ihtimali bile vardır. Fetihten sonra “Gennadios” ismiyle patriklik makamına getirilmiş olması bu ihtimali az çok teyit edebilecek bir delil bile sayılabilir.” (İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi Cilt:1, s: 240-241)
Fakat asıl konuya yaklaşmadan evvel, bazı hususları belirtmek, meselenin daha etraflıca ve deruni bir şekilde anlaşılmasına yol açacaktır. Bir defa her tarihi olayın pek çok sebepleri vardır. Bir milletin yarınlarını güven altında tutmak zarureti, üzerinde yaşadığı toprağın jeopolitik vaziyetine vakıf olmasına bağlıdır. Yine bir memleketin hayatiyetini idame ettirme isteği, çevresiyle ilişki ihdas etmek lüzumuna ve iktisadi bir görüşe istinat eder.
Komşu devletlerin kem nazarlarını mülayim bir hale çevirecek siyaseti de, dış politikasında şiar edinmesi zaruridir. Bunlardan birinin veya birkaçının işlemez hale gelmesi, başka bir deyimle devletin iktisadi, siyasi ve hatta içtimai çıkarlarının geçersiz hale düşmesi yahut yabancı bir devletin diğer bir devlet üzerindeki haklarına halel gelmesi, üstelik bunlara milletlerin hükmetme ve hakim olma duyguları da eklenince; bütün bu saydıklarımızdan birinin temayüz etmesi; tarihi bir olay için gerekli zemini hazırlamış demektir.
Hatırlarsınız ki, Fatih’e kadar Osmanlı Devleti diye bilinen bu devlet, İstanbul’un muhteşem bir hazırlık ve savaş ile Türkler’in eline geçişiyle, Fatih; “Karaların ve Denizlerin Hakimi”, “Diyar-ı Rum Padişahı” unvanlarıyla terviç olunmuştur. Ancak bundan sonra, küçük bir “Beylik” hüviyetini yitirmiş, “İmparatorluk” olmuştur. Bütün bu merhaleleri, Türk’ün fıtri seciye ve ahlakından, özellikle İslam’ın kendisinde zaten mevcut filizleri su yüzüne çıkarmasıyla elde etmiştir.
Hakim olma ve idare etme gibi ulvi bir seciye kabiliyetine fıtraten haiz olan Türk Milleti; elbette bunu idame ettirecek siyasi dehadan mahrum değildi. Nitekim: “Bu vaziyete göre İstanbul muhasara ve fethi esnasında Katolik ve Ortodoks ihtilafı ortadan kalkmış ve Şark Hıristiyanlığı Garp Kilisesi’nin hükmüne girmiş demektir.
Halbuki bu vaziyet bir taraftan İstanbul Rumları’nın dini temayüllerine, bir taraftan da Bizans’ı istihlaf eden Türk İmparatorluğu’nun harici siyasetine kat’iyyen uygun değildir. Fatih’e, camiye tahvil ettiği Ayasofya’da ilk Cuma Namazı’nı kıldığı gün yahut biraz sonra Katolik – Ortodoks birliğine karşı mücadeleleriyle meşhur olan Gennadios Skholarios’u tantana ve debdebe ile Patriklik makamına oturtuvermesi işte bundan dolayıdır. Tabii bu andan itibaren Ortodoks Kilisesi; Katolik kilisesinden tekrar ayrılıp eski istiklaline yeniden kavuşmuş ve netice itibariyle Şark Hıristiyanlığı Türk himayesi altında Garp Hıristiyanlığına karşı cephe almış demektir.
Her halde Fatih’in Hıristiyanlık Alemi’ni ikiye böldüğü ve bu suretle Ortodoks tebaasını Roma nüfuzundan ayırdığı muhakkaktır. Bilhassa Balkanlarda yapılacak fütuhat bakımından, o zaman bu tedbirin çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Patrikhaneye verilen imtiyazların siyasi sebepleri işte bunlardır. Bu tedbir aynı zamanda Bizans Rumlarının yeni Türk idaresine ısınmasını da temin etmiş ve hatta evvelce Avrupa’ya kaçan bazı Rum ailelerinin avdetine bile sebep olmuştur.
-Gennadios Skholarios Patrikhane meclisi tarafından Patrik seçilmiş, intihap usulü dairesinde cereyan etmiş ve Fatih de bu intihabı tasdik etmiştir: Asıl adı ‘Yeorgiyos Kurtesis’ olduğu halde papazlık mesleğindeki ‘Gennadios’ ismiyle Patrik olan Skholarios Bizans İmparatorları devrindeki merasimle, padişahın huzuruna kabul edilmiş ve bir rivayete göre, Fatih kendisine murassa bir asa hediye edip pek çok teveccüh ve iltifat göstermiştir. Yeni Patrik’in Osmanlı teşrifatınca vezir payesinde sayıldığı ve hatta maiyetine muhafız şeklinde bir yeniçeri kıt’ası bile verilmiş olduğu rivayet edilir. Fatih’in Patrik Gennadios’u makamında ziyaret ettiği hakkında bile bir rivayet vardır.
Patrikhane’ye verilen imtiyazların en mühimleri aile hukukunda kaza salahiyetleriyle vergi ve haraçtan muafiyet gibi şeylerdir.- Fatih’in bu münasebetle Rum kilisesine bahşettiği imtiyazlar sonraları tenkit edilmişse de, bir çok Garp müellifleri bu tedbirin o zaman için siyasi bir zaruret olduğunda ve bu suretle Fatih Sultan Mehmet’in büyük bir basiret göstermiş bulunduğunda ittifak etmektedir: Sırpların Macarlara karşı gittikçe Türklere meyletmesi ve Mora kilisesinin bundan bir müddet sonra Osmanlı müdahalesini istemesi de, büyük Fatih’in bu siyasi tedbirinde ne kadar isabet etmiş olduğunu gösterir.
Gennadios gibi Katolik düşmanlarının İstanbul muhasarasında Türklere el altından yardım etmiş olmak ihtimali bile vardır. Mesela Ebu’s-Suut Efendi’nin ‘Mecmua-i Feteva’sındaki bir fetvadan anladığımıza göre İstanbul cebren fethedilirken bir takım Rumlar ‘el altından’ Fatih’le münasebette bulunmuşlar ve fetihten sonra işte bu hizmetlerine mükafat olarak kiliselerinin ipkasını temin etmişlerdir… Fatih Sultan Mehmet yeni bir Patrik gibi yeni bir Patrikhane de tayin etmiştir.” (a.g.e. s: 263 – 265)
İşte töhmetlerimize mihrak noktası olan hususun; aslında Türk’ün ihatalı bir görüş zaviyesine sahip olduğunu belirtmesi bakımından şayanı hayrettir.
Bugün bizlerin tenkitlerine hedef olan Fatih’in davranışı muazzam bir devletin gayelerini tahakkuk ettirerek, hem içte sükunu sağlamak hem de dışta tehditten uzak bir rahat cihat imkanı bulmak için takip ettiği bir siyaset icabından başka bir şey değildir.
Heyhat bizler, o büyük anlayış çerçevesinin ne kadar dışında kalmışız. Burada Türk’ün kendine has olan insan hayatına verdiği değeri ve mecbur olmadıkça savaştan kaçınmayı, hele gayenin her şeyden evvel sulh ile hallini istemesi, sulh yoluyla temin ettiği başarıyı karşı taraf sadık kaldıkça ihlal etmemek gibi üstün evsafı, nazarlarımızdan kaçmasın.
Fatih Sultan Mehmet aynı umdelere sadık kalarak büyük bir siyasi görüş eseri olarak Patrikhane’ye ve Rumlara karşı gösterdiği bu hareket tarzı; Türk’ün hüsnüniyetinin bir ifadesiyse de, haddizatında asıl gayesinin üzerinde yükseldiği bir temel taşıdır. Görülüyor ki, Patrikhane artık Osmanlı Devleti’nin içinde ve onun himayesinde kendine buyruk bir halde her türlü içtimai tasarrufa sahip kılınmıştı.
Patrikhane’ye bu müsamahayı verişimiz, ondan asla korktuğumuzdan veya çekindiğimizden değil. Bilakis, kötü muameleye duçar olan bir Patriğin dışarıda yer altı faaliyetlerinde bulunmasını önlemek. Kendisine tabi olan Hıristiyan halkın din duygularını istismar etmesine engel olmak. Osmanlı Devleti’ni istemediği bir kuvvet kullanmasına sebebiyet vererek; huzursuzluk çıkarmak gibi faktörleri izale etmek istemesinden ötürüdür. Yoksa Osmanlı Devleti hasmını sindirecek güç ve kuvvete sahipti. Ne var ki, bu cebri tutum; onun cihan-şümul insaniyet anlayışına da zıttı.
Onlar, cihangirliklerini; milletleri sömürmek ve yok etmek için değil, egemenlikleri altına aldıkları milletlere dillerinde, dinlerinde, örf ve adetlerinde tam bir müsamaha ve tolerans göstermek. Adil bir idare altında yaşayan insanların karşılarında daima görecekleri bir İslami yaşayışı gözler önüne sermek. Böylece, ancak kendi arzularıyla İslam ile şereflenmelerine vesile olmaktı.
Ayrı bir özellik de şudur. Osmanlı Padişahı; düşmanlarını karşısında daima bölük pörçük görmek istemiştir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu bütün zaferlerini, silah gücünün yanı sıra siyasi buluşlarıyla da perçinlemiştir.
Osmanlıların hışmına uğrayarak kin ve gayz içinde kıvranan Patriğin ne kadar araları açık olsa da, Katolik erbap ile kafa kafaya vererek, tekrar “Haçlı Seferleri” tertip etmeyecekleri olmayacak bir şey değildi. Bunun neticesi Osmanlı Devleti ortadan kalkmayacaksa da, ağır sadmelere maruz kalması bir tarafa, devamlı bir tehdidin de eksilmeyeceği hatırdan uzak tutulmayacak hususlardandır.
Bütün bunları düşünen Fatih, Patrikhane’yi himayesine almış olmakla; kendi buyruğu altında olan milletlerin hariçten kışkırtılmasına da meydan vermemiş oluyordu.
Yine de “İstanbul’un fethinden biraz evvel birleştirilmiş olan Şark ve Garp kiliseleri ittihadının fetihten sonra Fatih tarafından bozulup İstanbul Ortodoks Patrikliğinin eski istiklaliyle diriltilmesini tanımak istemeyen Papa Üçüncü Calixtus kendi yeğenlerinden Kardinal Ludovico’yu Şark Patrikliğine tayin etmiş ve bir donanmayla Adalar denizine göndermiştir” (a.g.e. s: 282)
Demek ki, haksız tenkitlerimize hedef ittihaz ettiğimiz Fatih’in bu siyasi tutumunun; Katolik Avrupası’nca yukarıda belirttiğimiz gibi, sert bir tepkiyle karşılanması; Fatih’in engin siyasi görüşünün isabetliliğine, en büyük bir delildir.

Uyuşturucu Maddeler ve Gençlik

Kanserden sonra dana tehlikeli asrın vebasını ülkemiz açısından, kısaca değerlendirmek istiyorum. Uyuşturucu, uyarıcı ve hayal üreten maddeler kimyasal nitelikleriyle canlı organizmanın görev ve yapısını etkileyen, ruh durumunu, algı gücünü ya da şuurunu değiştiren suistimali birey ve toplumun zarar görmesine yol açan her nevi kimyasal maddelerdir.
Toplumun temel direği ailedir. Toplumdaki sapmalar aile düzenindeki bozukluklarla doğru orantılıdır. Bir ailede baba eve nefesi içki kokarak gelip, yemekten sonra televizyon karşısında puro içerken ve anne sakinleştiricinin hangi cehenneme gittiğini sorarken her ikisi yoğun bir şekilde sigara içip bu kanser çubuklarını bıraktıklarında sinirli ve gergin olurlarken bu ailenin çocukları kendilerinin uçuran drajeleri kullanmaların da ne gibi bir sakınca olduğunu anlamakta güçlük çekeceklerdir.
Şairin dediği gibi “hayır umulur mu böyle bir gecenin sabahından?” Hayır umulur mu böyle bir ailenin çocuklarından? Yurdumuzda uyuşturucu, uyarıcı ve hayal üreten maddelerin suistimali çok yaygın olmayıp genel olarak tehlike vahim boyutlara ulaşmamıştır. Ancak son zamanlarda çok hızlı bir şekilde yaygınlaşmaktadır. Yurdumuz nüfusunun 1/3’ünün yaşadığı büyük şehirlerde özellikle gençlerimiz için her geçen gün tehlike çanları seslerini yükseltmektedir.
Sorumlular olarak üzerimize düşen görevi yerine getirmeliyiz. Ancak şu anda bunu yaptığımızı söylemek mümkün değildir.
Kurumlar arası yeterli koordinasyon yoktur. Yerine getirmeye çalışırken ökseye yakalanmış, müptelaların tedavilerini yaptırdıkları kurumlar henüz yeterince harekete geçmemiştir. Varlıklı aileler çocuklarını yurtdışında tedavi ettirebilmektedirler. Ya imkânı olmayanlar. Zincirin bu halkasına her geçen gün yenileri ilave olmaktadır.
Tıbbi ve ilmi amaçlar dışında bu maddelerin kötüye kullanımları, onları kullananlar için yıkıcı öldürücü olduğu kadar onların mensubu bulundukları toplumlarda büyük zararlar vermiş ülkelerin sağlığını tahrip etmiş ve savunma güçlerini de yiyip bitiren bir afet haline gelmiştir.
Narkotik maddelerin kaçakçılığı bölgesel ve ulusal sınırları aşmıştır. Çok uluslu bir kaçakçılıkta, çok uluslu alımlar satımlar bulunmaktadır. Yer altı yasalarına göre işleyen kaçakçılık dünyasında para ve kaba kuvvet hakimdir. Kaçakçılık son derece gizlilik içinde yürütülen her aşaması iyice planlanan ve uygulanan büyük kazançlar elde edilmekte ve en büyük payı finanse edenler ve örgütçüler (PKK) almaktadır.
Sürekli olarak eroin kullanan insan kısa zamanda fiziksel ve ruhsal yönden bağımlı bir insan olup çıkar. Eroinin bu özelliği uyuşturucu madde kaçakçılarının çok işine yarar. Malı her zaman aranan nitelikte bir maldır. Ve bunun sonucu olarak Eroin pazarı istikrarlı bir pazardır. Bu sebeple eroin yapımında kullanılan maddeler belirli üretim merkezlerinden belirli yollar izlenerek belirli tüketim bölgelerine ulaştırılır.
Eroin bilinen yaygın olan uyuşturucu maddeler arasında en tehlikelisidir. Eroinman zaman ve enerjisinin tamamını uyuşturucu madde kullanmaya ayıran karşılaştığı sorunlara ancak uyuşturucu madde kullanarak tepki gösterebilen kimsedir. Eroine alışkanlık artıkça daha çok eroine ihtiyaç duyulacaktır. Kullanılan eroinin dozu artıkça insanın çalışma gücüde aynı oranda azalacaktır.
Gün gelecek çalışmak, eroin tutkusuna kapılmış kimseye işkence gibi gelmeye başlayacaktır. Aradığı eroini bulamayan tutkun müthiş bir acı çekmeye başlar. Eğer 8 yada 12 saat eroinsiz kalacak olursa sıkıntısından terlemeye başlar. Sanki birden şiddetli bir nezleye yakalanmış gibi burnu gözleri akmaya başlar. Bedeninde dayanılmaz ağrılar başlar. Kolları, elleri, başı önüne geçemeyeceği biçimde terler. Bazı organlarına kramp girmiş gibi olur. Hiç uyuyamaz onu yatıştırmanın tek çıkar yolu büyükçe bir doz eroin enjeksiyonudur.
Eroin bulamayan tutkun her türlü kötülüğü yapabilir. Bunların cinayet işlemeleri işten bile değildir. Narkotik maddeler kaçakçılığı konularına göre işlemektedir. Kaçakçılık bu maddelerin bol ve kontrolünün az olduğu bölgelerden talebin çok olduğu bölgelere doğru seyretmektedir. Böylece arz ve talep birbirini etkilemekte ancak madde cinsi polis kontrolünün yoğunluk derecesine tabi olarak değişme göstermektedir.
Bu nedenle polis trafik yönünü kullananların çalışmaya usul ve yöntemlerini piyasadaki değişmeleri bilmek ve takip etmek zorundadır. Ülkemizde eroin kaçakçılığı daha ziyade VAN, DİYARBAKIR, GAZİANTEP üçgeni içerisinde üretilerek büyük şehirlere nakledilmektedir. Narkotik maddeler sorunu çok yönlü bir sorundur. Bu nedenle bu çözümü araştırırken çok yönlü yaklaşım yapmak gerekir.
Ülkemizde adli idari kuruluşlar ile polis arasında karşılıklı bilgiye dayanan sağlam bir işbirliğine ihtiyaç vardır. Böyle bir işbirliği sorunun yalnız insani yönünü değil, polisiye hizmetlerin daha rahat yürütülme  imkanlarını da sağlamış olur. 14 yaşında bir kız ve ya erkek çocuğu uyuşturucunun nereden ve nasıl alınacağını bilmektedir. Bu gün basında listeleri verilen liselerimiz uyuşturucuların gerçek pazarı halindedir. Uyuşturucunun uyarıcı ve hayal üretici narkotik maddeleri tarihi gelişimi içinde tanıyarak gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde toplum içindeki konumlarını şöyle sunabiliriz.
Afyon, Morfin (Beyaz nesne) Eroin (Beyaz, kurutoz) kokain (yaprak, kar, kız) Bahrituratlar (İlaç olarak kullanılır. Veranel) ad ile piyasaya çıkarılmıştır. Yer altı dünyasında (sarı ceket, kızıl şeytan mavi cennet) olarak bilinir.
Esrar hayal ve evham oluşturanlar (meskalin ESD DMT haplar)
Halkımızı özellikle gençlerimizi uyuşturucuya karşı korumak gerekmektedir. 1982 Anayasasının 58. maddesinin ikinci fıkrası bunu öngörmekte ve şöyle demektedir. Devlet gençleri Alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklarından ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır. Buna göre gençleri uyuşturucu maddelerden koruma işi bir devlet görevi ve Anayasal bir görevdir.  
Devlet gençleri bu tehlikelerden korumak için;
a) Narkotik maddelerin illegal ticaretini imal ve satışını önlemek
b) Basınla sıkı işbirliği yaparak her fırsatta uyuşturucu suistimalinin zararını kamuoyuna duyurmak.
c) Okul yöneticileriyle işbirliği yapmak okul içi ve okul dışı davranışlarını denetim altında tutmak
d) Okul yöneticileri ve öğrenci velileriyle toplantılar düzenlemek
e) Gençlerin sık sık girip çıktığı lokal ve eğlence yerleri gibi mahalleri sürekli denetim altında bulundurmak
f) Sağlık Bakanlığınca yasaklanmış ilaç listelerini takip etmek yasağa uymayanlar üzerinde durmak
g) Diyanet İşleri Başkanlığı birimleriyle işbirliği yaparak halka camilerde uyuşturucunun zararlarının anlatılmasını sağlamak
h) Toplumsal açıdan soruna yaklaşırken uyuşturucu kullananları sadece bir suçlu olarak kabul edip legal ve polisiye önlemlerle ağırlık vermeme, onları aynı zamanda hasta kabul edip tedavilerine de önem vermek gerekmektedir. Bu durum hem ceza adaleti sistemine ve hem de sosyal kontrol örgütlerine ihtiyaç göstermektedir.  
Son tespitler ve netice: Kimileri konuşur, kimileride yapar işte aradaki fark; birileri yapılması lazım der, birileri yapmam lazım der. Bu böyle devam eder. Bu problemin çözülmesi lazım, bu problemi çözmem lazım. Yardım edilmesi lazım, yardım etmem lazım. Kurtulması lazım, kurtarmam lazım. Sorumluluğu başkalarını üzerine bırakacağımıza kendi üzerimize aldığımız zaman bütün sorunların daha kolay çözüleceğine inanıyorum.  
Sigara ile başlayan uyuşturucular beyine çakılan birer ecel çivisidir. En önce aklı ve iradeyi zincire vururlar. Bağımlı kendisini hapsettiği zindanın
anahtarını da kaybeden gönüllü bir tutsaktır. En büyük tuzak bir defa denemekten ne çıkar? Demektir.  
Uyuşturucunun ve ölümün denemesi olmaz, ve sen canı can vererek almadın ki değerini bilesin.

REJİ İdaresi, Kolcular ve TEKEL’in hazin sonu

Öğrencilerime yıllardır soruyorum; “Reji nedir?”
Hiç birinden yanıt alamıyorum!
Oysa, her birinin “siyasal” anlamda kesin fikirleri ve tercihleri var!
Yani, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuşlar!
Öğrenciler böyle de, büyükleri daha mı bilgili?
Bir düşünün lütfen!
Osmanlı’nın son dönemlerinde, giderek artan dış borçlar ödenemeyince, yabancı alacaklılar 1883 yılında “Duyun-u Umumiye” adı altında alacaklarını tahsil edecek bir özel idare kurdular. (Tam adı: Memalik-i Şahane Duhunları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi.)
Duyun-u Umumiye, vergi gelirlerine el koyarak, yeni vergiler koyarak, bir yandan alacaklarını tahsil ederken bir yandan da Limanları, telefon ve elektrik idarelerini, yabancı şirketlere bölüştürüyorlardı.
Osmanlı “Yaprak Tütün ve Müskirat İşletmesi” de “Reji” adlı bir yabancı konsorsiyuma devredildi.
Reji, nerede ve ne kadar tütün ekileceğine karar veriyor, fiyatı kendi belirliyordu. Ama, çaresiz kalan tütün ekicileri yine de tütün ekiyor ve pazarda ya da gizli olarak satıp geçimini sağlamaya çalışıyordu. Reji İdaresi bu kaçağı önlemeye çalışıyor ama başaramıyordu.
Bunun üzerine, padişah, II. Abdülhamit’ten yeni bir imtiyaz alarak KOLCU Kuvvetleri (Silahlı Özel Güvenlik) kurdular! Kolcular, genellikle – deyim yerindeyse- ipten kazıktan kurtulmuş eski sabıkalılardan kuruldu!
Kolcular, kaçak tütün ekip satan Türk köylüsünün peşine düştü. Yakaladıklarını önce dövdüler, yetmedi işkence ettiler, daha da ileri gidip binin üzerinde tütün ekicisi köylüyü öldürdüler!
Hani, “ÇÖKERTME” türküsü vardır ya; “….kolcular gelmeden Halil’im nerelere kaçalım? Teslim olmayalım Halil’im aman piştov saçalım” der bir yerinde. İşte, bu türküde sözü geçen “Kolcular” o kolculardır!
Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı yenik sayılıp SEVR Antlaşması ile toprakları paylaşıldığında, Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu halkı ile el ele vererek, “işbirlikçilere rağmen” emperyalist güçleri bu ülkeden def ettiler ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.
Cumhuriyet’in ilk 15 yılı, yabancıları eline geçen şirketlerin satın alınmasıyla geçti.
REJİ idaresi de, “bedeli ödenerek” def edildi ve TEKEL İdaresi kuruldu.
Tütün ekicisi köylümüz bundan sonra özgürleşti.
Ya şimdi?
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası, “Özelleştirme” adı altında ulusal varlıklar elden çıkarıldı. Türkiye, yabancı şirketlerin yağma alanına döndü!
TEKEL İdaresi’ni önce “Sigara” ve “İçki” olmak üzere parçaladılar. Sonra, bir bir yabancılara sattılar. Amerikan, İngiliz, Fransız ve Japon şirketleri bu büyük varlığı paylaştılar.
Özellikle Amerikan şirketleri tütünü ABD’den ithal ederek, Türk tütün köylüsünü perişan ettiler.
Sigara fabrikaları (Akhisar, Bitlis gibi) kapatıldı, Tekel işçileri işsiz bırakıldı.
ABD’li şirket üç otuz paraya-bedava ele geçirdiği içki şirketini birkaç misli karla başka bir yabancı firmaya sattı.
Şimdi, Türk tüketicisi yabancı sigaraları ve yabancı şirketlerin üretip sattığı  “Türk” isimli sigaraları ve içkiyi, tüketerek yabancı şirketlere para kazandırıyor.
Ulusal varlıkların yabancılara satılmasına, bu sömürüye karşı çıkanlar “Ulusalcı, Kemalist bunlar!”diye aşağılanıyor!
“Kişisel çıkarlarını yabancıların çıkarlarıyla birleştirenler” baş tacı ediliyor!
Ve, toplumun büyük çoğunluğu bu gerekleri bilmeden, “Celladına aşık kurbanlar” gibi, kendilerini sömüren siyasetçilere ve siyasal oluşumlara payanda oluyorlar.
Oysa, çocukları işsiz ve her geçen gün daha da fakirleşiyorlar!
Ramazan çadırlarında ya da kapı önlerine konan bir iki torba erzakla, Yeşil Kartla yaşamayı içlerine sindirebiliyorlar!
Allah’ın lütfettiği aklı yok sayıyorlar!
Sürünerek, eğilip büzülerek yaşamayı onurlu sayıyorlar!
Bilgisizce fikir sahibi olduklarını sanarak, efendilerine hizmet eden köleler haline geliyorlar!
Ne diyeyim, Allah akıl fikir versin…

Canlı Canlı

Her canlının doğada kendisine özgü bir yaşam biçim ve yapması gereken bir görevi – işlevi vardır. Bir canlıyı yok ettiğimiz zaman bazı canlı türlerini de kaybedebiliriz; bunun içine insanlarda dahil.
Bize basit gelen canlı kaybı aslında büyük bir tehlikedir. Eğer o canlının nesli tükendiyse senin besin kaynağın da tükenmiştir. Sen veya o canlıyla beslenen canlı ne yapsın?
İnsanlar olarak öbür canlılardan farklarını “akıl” diye geçiriyorlar. Onların bu kendilerini beğenmiş durumları yüzünden canlıların hayatı sonlanıyor. Ama her canlının da yapabildiği ve akıldan farklı kendilerine öz bir şeyler var. Mesela; kargaların ortalama ömrü 120 yıldır. Atlar 1 ay ayakta durabilirler. Bir köstebek 1 saat içinde 45 metre uzunluğunda bir tünel kazabilir.
İnsanlar akıl farklılıkları görüşüyle devam ediyorlar. Ama bilmiyorlar ki canlılar olmazsa kim oksijen yayacak? İnek olmazsa kim süt ve süt ürünleri ihtiyacımızı karşılayacak? Tavuk olmazsa proteini nerden alacağız?
Canlıların doğadaki yerine paha biçilmez. Onların bizim üzerimizde o kadar etkileri varsa biz de onları koruyarak ödeşebiliriz. Sokak kedilerini – köpeklerini beslersek, kurumuş bitkileri sularsak, yaralanmış canlıları iyileştirsek çok mu olur? Çok mu zor bunları yapmak?
Üstümüze kürk için leoparları, hobimiz diye güzelim kuşları vurmak daha mı kolay? İnsanlar böyle işte; fazla şımartılmış, az disiplendirilmiş. Yapılır mı hayvana bu işkence, değer mi kendimizi attığımız tehlikeye?
Bari evimize alıp beslediğimiz canlıyı aksatmayalım. Sen evine alıp ta bakmadıysan sal bari onu, dışarıda yok etmediğimiz canlılarla yetinsin hayvancağız!
Canlılara saygımız artsın, canlılarla dost olalım. Asıl o zaman sosyal bir vatandaş olabiliriz. Bugünkü yetişkinler, yarınkileri düşünmüyorsalar şimdiden örnek olalım onlara, canlıları korumakta..
Canlılara iyi bakmak dileğiyle…   

 

 

Dr. Ahmet İNAN İle, Türk Toplumunu Asırlardır Ayakta Tutan Vakıf Müesseselerini Konuştuk

‘Osmanlı Devleti’nde halkın ihtiyacı
Oğuz ÇETİNOĞLU: Vakıf kelimesinin lügat ve ıstılah anlamını açıklamakla röportaja başlayabilir miyiz?
Dr. Ahmet İNAN: Başkalarına yardım ve iyilik etme duygusu fıtrî bir duygudur. İnsanoğlunda doğuştan az veya çok bu duygular vardır. Bu yüzden insanoğlu yaşadığı yerlerde bu duygunun eseri olarak bir çok hayır kurumları kurmuşlardır. Fakat bu duygunun kuvveden fiile çıkması, dev hayır kurumları, eğitim yuvaları, hastaneler, su yolları, camiler, mescitler, şadırvanlar, kervansaraylar, medreseler gibi insanlığın hizmetine sunulmuş kurumlar hâline gelmesi İslam inancının ürünüdür.
Vakıf kelimesi sözlükte, ayakta durmak, durdurmak, beklemek gibi anlamlara gelir. İlim dilinde ise menfaati, İbadullaha yani Allah’ın kullarına ait olmak üzere bir aynı (malı) Allah’ın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten yâni alım satımdan ebediyyen alıkoymaktır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: İlk vakıf uygulamaları ne zaman başladı?
Dr. Ahmet İNAN: En eski vakıf olarak Kabe-i Muazzama’yı da içine alan Hz. İbrahim’in kurmuş olduğu vakıftır. Eski milletlerde de vakıfların mevcut olduğu görülmektedir. Bunlar; İskenderiye Kütüphanesi, Kudüs Havuzları, Zemzem Kuyusu, Yollar, Köprüler, çeşitli mâbetler, halkın istifâdesine sunulan vakıf eserlerdi.
İslamiyet’te ilk vakıf Hz. Peygamber Efendimiz zamanında Medine’de başlamıştır. Peygamberimiz, hicretin 32. ayında Medine’de kendisine ait 7 hurma bahçesini vakfedip, hâsılatını yâni gelirlerini İslam’ın müdafaasını icap ettirecek hadiselere ve karşılanması mecburî ihtiyaçlara tahsis etmiştir.
Fedek Hurmalığını da İbn-i Sebil’e yâni yolcuların her türlü ihtiyaçlarına, Hayber Hurmalığını da üçe taksim edip, iki kısmını Müslümanlara, bir kısmını Ehl-ü İyaline yâni çoluk çocuğuna ve bu kısımdan artan olursa fakir muhacirlere tahsis eylemiştir. Hicretin 7. senesinde Hz. Ömer, Medine’de Semg adındaki hurmalığını Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine vakfetmiştir.
Len tenalülbirra … ‘Sevdiğiniz malınızdan Allah yolunda infak etmedikçe iyiliğe veya ahiret sevabına eremezsiniz.’ Âyetinin nâzil olmasından sonra başta Ebu Talha olmak üzere ashabın zenginleri birbirleriyle yarışırcasına vakıf kurmuşlardır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Mûsevîlerde ve Hıristiyanlarda vakıf kuruluşları ne zaman hangi vesilelerle görülmeye başlandı?
Dr. Ahmet İNAN: Günümüzde Yahudi ve Hıristiyan dünyasında vakfa benzer hayır kurumlarını görmekteyiz. Bu kurumlar gayri Müslimlerce İslam âleminde kurulmuş olan vakıf kurumlarından örnek alındığı kabul edilen bir görüştür.
Oğuz ÇETİNOĞLU: İlk Müslüman Türk Devleti Karahanlılarda vakıf müesseselerine rastlanıyor mu?
Dr. Ahmet İNAN: Karahanlılar başta olmak üzere İslam topluluklarında, Hz. Peygamberin ve ashabının kurmuş olduğu vakıflar örnek alınarak birçok hayır kurumu kurulmuştu.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Selçukluların vakıflarla ilgili uygulamaları nasıldı?
Dr. Ahmet İNAN: Selçuklularda da kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, bayındırlık ve din hizmetleri) çok büyük kısmı vakıflar yoluyla karşılanmaktaydı.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Kayıtlara intikal eden bilgilere göre vakıflar aracılığı ile inanca, insana ve bütün canlılara hizmet uygulamaları, Osmanlı Devleti’nde doruk noktaya ulaştı. Osmanlı’da ne tür vakıflar kuruldu, hangi hizmetler gerçekleştirildi?
Dr. Ahmet İNAN: Osmanlı Devletinde; emniyet, asayiş ve fütuhatın dışındaki bütün hizmetler vakıf yoluyla karşılanmaktaydı. Hatta orduyu desteklemek için Guzat Vakıfları kurulmuştu. Vakıflar, toplumun her kesimini kuşatmıştı. Din hizmetleri, şifahaneler, imaretler, mahalle mektepleri, medreseler, kervansaraylar, su yolları, kalenderhane adı verilen huzurevleri gibi daha nice hizmetler hep vakıf konularına girerdi. Öksüz kızların evlendirilmesi, hizmetçilerin hasar verdiği eşyaların ödenmesi, kuşların barındırılması, hamallar için dinlenme taşlarının konulması, sadaka taşları, fakirler için ücretsiz kayık taşımacılığı (mesela Van Gölünde ve Beşiktaş-Üsküdar arasında), çiftçilere tohum parası, tüccarın tefecinin eline düşmemesi için para vakıfları… hep insan haysiyetini korumak için kurulmuş hayır kurumlarıydı. Fatih Vakfiyesinde ‘Asıl hünerin insan kalbini fethetmek olduğu’ beyan edilmiştir. Kendisi vakfını kurarken beraber çalıştığı ulemaya ve ümeraya Allah yolunda hayır yapmalarını yani vakıf kurmalarını tavsiye etmiştir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Vakıf senedine, vakfedilen değerlerin başka maksatlarla kullanılması hâlinde uygulanacak hükümlerden söz eden maddeler konuluyor. Bu hükümlere aykırı hareketin kanunî müeyyidesi var mı?
Dr. Ahmet İNAN: Osmanlı döneminde kurulan vakıfların çok ağır şartları vardı. Bir kere vakıf Allah rızası için kurulmalıydı. Kurucunun vakıf kurmaya rızası şarttı. Malının kaynağı belli ve meşru olmalıydı. Geçici veya kısa süreli vakıf kurulamazdı. Vakfedilen mallar, yâni bina ve ağaçlar yıkılmaya mahkûm veya kısa ömürlü olamazdı. Ömürleri asırlar süren zeytin bahçeleri ile palamut ormanlarının vakfedilmesine izin verilirdi. Vakfiyelerde vakıf mallar ayrıntılı olarak belirtilir. Gelirlerin hangi hizmetlere tahsis edildiği açıklanır. Vakfın mütevelli, kâtip, tahsildar, din görevlisi, medrese hocası, imâret hademesi gibi çalışanların görevleri, alacakları ücret, hizmet ölçülerine ve sorumluluk derecelerine göre bir bir sayılırdı. En sonunda da vakfın şartlarına uymayanlara, vakfa zarar verenlere, gelirinin veya hizmetlerinin azalmasına sebep olanlara ağır bir vebal yüklenir ve bu kişiler hakkında Allah’ın, Peygamberlerin, Cinlerin ve insanların laneti talep edilirdi.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Osmanlı Devleti, İngiltere’den borç para almak istediğinde, İngilizler, vakıflarla ilgili şart ileri sürmüşlerdi. Konuyu açar mısınız?
Dr. Ahmet İNAN: Yıl 1854, dış ve iç baskılarla Osmanlı mâliyesi yavaş yavaş daralmaya başlıyor. Arşiv belgelerindeki ifâdelere göre; İngiltere Devlet-i Fehimesi (İngiltere kibar devleti), Osmanlı Devlet-i Aliyyesine (Yüksek Osmanlı Devletine) o dönemde, milletlerarası para birimi olan 400.000.000 Frank istikraz (borç verme) teklifinde bulunduk da; Osmanlı Devletine üç şart koşuyor. a) Ecnebilere Bilad-ı Osmaniye’de (Osmanlı ülkesinde) mülk satın alma hakkının verilmesi,
b) Ecnebi tüccara İstanbul dışında mal alma izninin verilmesi,
c) Bütün vakıfların kapatılması…
Bu üçüncü şart sebebiyle anlaşma imzalanmamış, borç para alınmamış, Osmanlı Devleti de batmamıştır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: O gün eğitim, sağlık, din hizmeti, bayındırlık hizmetleri gibi sosyal hizmetlerin tamamı vakıf eliyle yürütüldüğü halde Vakıflara ait bir arâzi veya bina, herhangi bir vakfa hangi şartlarla veriliyor, hangi şartlarla geri alınabiliyor?
Dr. Ahmet İNAN: Vakıf araziler ve diğer taşınmazlar herhangi bir ayrıcalığı olmadan genel hükümlere göre devlet memurları tarafından yönetilmektedir. Vakıfçılık her yönüyle bir uzmanlık konusu olduğu halde vakıf konularında hiçbir eğitim kurumunda bilgi verilmemektedir. Bu yarayı fazla deşmeyelim.
Oğuz ÇETİNOĞLU:  Hukukî bir gerekçe gösterilmeden sözleşme feshedilebiliyor mu? Bu tür uygulamalar aleyhine dâvâ açılabiliyor mu?
Dr. Ahmet İNAN: Hukuki bir gerekçe gösterilmeden hiçbir sözleşme feshedilemez. Yukarıda da söylediğimiz gibi Vakıflar, genel hükümlere göre idâre olunurlar.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Devlete ait vakıf mallarından elde edilen gelirler nerelerde kullanılabilir, nerelerde kullanılamaz?
Dr. Ahmet İNAN: Devlet memurları eliyle idâre edilen mazbut vakıfların gelirleri âdeta havuz sistemine göre idâre edilir. Eski eserlerin onarımı, fakirlere yardım gibi kalemlerde harcanır. Acı bir gerçek, Talebe-i Uluma yâni ilim talebelerine yardım için hemen bütün vakıfların bu konuda faaliyet gösterme mecburiyeti vardır. Uygulamada; öğrenci yurtları hayır işi olmaktan çıkmıştır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Türkiye’de kurulmuş ve faaliyetine devam eden azınlık vakıflarıyla ilgili olarak söyleyeceğiniz çok şey vardır mutlaka. Ayrı bir röportaj konusu olacak kadar geniş olan bu konuda, özet bilgi lütfeder misiniz?
Dr. Ahmet İNAN: Ülkemizde azınlıklara ait 161 tane vakıf bulunmaktadır. Örnek olacak şekilde gayet düzenli çalışmaktadırlar. Bu konu, sorunuzda da belirtildiği gibi oldukça geniş ve ayrıca ele alınması gereken önemli bir konudur.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Devletlerarası hukukta vakıf müesseseleri koruma altına alınmış mıdır?
Dr. Ahmet İNAN: Devletler arası hukukta vakıf malları koruma altındadır. Fakat Osmanlı Türk Vakıfları için şimdiye kadar bir koruma söz konusu olmamıştır. Avrupa’nın ortasında binlerce mimârî ve sanat değeri çok yüksek eser yakılıp yıkıldığı halde hiçbir ses çıkmamıştır. Batı Trakya Türk Vakıflarının yüreklere acısı durumu ortadadır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Herhangi bir sebeple devletler arasında el değiştiren topraklardaki vakıf mallarına uygulanan hükümler nelerdir? Osmanlı’nın Balkanlarda, Ortadoğu’da kurduğu vakıflar Cumhuriyet döneminde ne oldu?
Dr. Ahmet İNAN: Adalar Denizi’ndeki 12 Ada ve diğerlerinde, Balkanlarda, Orta Doğuda, Kıbrıs’ta ve diğer yerlerdeki Osmanlı Döneminde kurulmuş vakıflarla ilgili günümüzde herhangi bir müdâhalemiz veya söz hakkımız olamamaktadır.
Oğuz ÇETİNOĞLU:  Vakıflar mevzuatında yapılan yeni düzenlemeler hakkında neler söylemek istersiniz?
Dr. Ahmet İNAN: 2008 yılının Şubat ayında çıkarılan kanun; üzülerek ifade edelim ki birçok eksikliklerle doludur. Bunun sıkıntısı hemen çekilmeye başlamıştır. Mesela, kanunun 18. maddesine; ‘Mîrî arazilerden mukatalı hayrata tahsis edilmeyenler ile aşar ve rüsumu vakfedilen taşınmazlar tâvize tabi değildir.’ Şeklinde, hiçbir anlamı ve hukukî değeri olmayan ve birçok yanlışa kaynak olabilecek bir cümle eklenmiştir. Bazı târifler yanlış yapılmıştır. Bazı terimler yazılmamıştır. Birkaç sene sonra hatâlar kendisini gösterecektir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Verdiğiniz bilgiler için şahsım ve bu bilgilerden yararlanacaklar adına
teşekkür ederim.
Dr. Ahmet İNAN: Bana bu imkânı verdiğiniz için şükranlarımı, okuyucularınıza selam ve saygılarımı sunarım.

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Amasya ve Ordu Seyahati (3)

 

Bundan bir önceki yazımızda 01 Mayıs 2011 Pazar günü saat 11.00 sıralarında Ordu’dan ayrıldığımızı söylemiştik. O gün hava açık ve tam bir bahar havası var idi. Bu itibarla, yolculuğumuz çok iyi şartlarda başladı.

Yolculuğumuz başladıktan sonra, Ocak Başkanı Ahsen Okyar ekibimize hayırlı yolculuklar diledikten sonra arabada bulunanların her birini mikrofona davet ederek bu seyahat ile alakalı intibalarını sordu. Mikrofona gelen her arkadaşımız, gördüklerinden ve duyduklarından son derece memnun olduklarını anlatarak seyahatin kendileri için çok faydalı olduğunu ifade ettiler. Zaman zaman Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Cerrahoğlu da mikrofona gelerek güzel ve neşeli bir yolculuk yapmamıza vesile oldu

Arabamız Samsun’a varmadan önce Terme’de, Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Cerrahoğlu’nun bir akrabası arabası ile bizi karşıladı. Yapılan programa göre Samsun’da göreceğimiz yerler için bize rehberlik yapacakmış. Bu minval üzere o arkadaşın arabasını takip etmek suretiyle saat 12.30 sıralarında Samsun’a vardık.

Samsun’da ilk durağımız ve ziyaret yerimiz Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin bir benzeri olan ev oldu. Bu evi birçoğumuz ilk defa görüyorduk.   Burada böyle bir ev olduğunu bilmiyorduk. Bu bakımdan bu ziyaret bizim için sürpriz oldu. Selanik’teki evi görenlerin ifadesi ile tıpkısının aynısını yapmışlar. Ev, bodrum katıyla beraber üç katlı. Birinci katta mutfak ve salon bulunuyor. Üst katta ise yatak odası ile çalışma ve oturma odası bulunuyor. O gün için kullanılan mutfak araç ve gereçleri ile diğer eşyalar aynen muhafaza edilmiş. Ev Samsun – Trabzon Karayolu üzerinde bulunmaktadır.

Buradaki ziyaretimizi tamamladıktan sonra ikinci ziyaret yerimiz, Atatürk’ü, 19 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’dan Samsun’a getiren Bandırma Vapuru oldu. Tabi ki, ziyaret ettiğimiz bu vapur o vapurun aslı değildi. Bu vapur aslına sadık kalınarak 2003 yılında inşa edilmiş. Vapura giriş ücreti olarak her birimiz birer TL ödemek suretiyle girdik. Vapur bildiğimiz eski tip vapurlardan. Muhtelif yerlerine o günün hatıralarını taşıyan bazı eşyalar, resimler ve balmumu heykeller konulmuş. Arkadaşlar ile beraber vapurun her tarafında, hatıra olsun kabilinden bol bol resim çektirdik.

Samsun’daki son ziyaret mahallimiz AMİSOS TEPESİ oldu. Burası şehre ve bilhassa Samsun Parkına hâkim bir yer. Manzara itibariyle çok güzel ve hoş bir mekân. Fakat şu hususu ifade edeyim ki, bu tepenin halen muhafaza edilmekte olan ismini biraz yadırgadım. Birçok yerlerde olduğu gibi bu tepeye de uygun Türkçe bir isim bulunulabilirdi. Fakat bugüne kadar her nedense bu isim değişikliği yapılmamış. Temennim odur ki, inşallah bundan sonra yapılır

Bu tepede, güzel çay bahçeleri ve manzara seyir yolları bulunmakta. Fakat burayı asıl cazibe haline getiren husus, çay bahçeleri ve manzarasının güzelliği yanında, burada bulunan kayaların oyulmasıyla yapılmış eski devirlerden kalma tarihi mezarlardır. Bu mezarlar çok geniş olup, bazılarının içinde halen insan iskeletleri bulunmaktadır. Fakat bu tarihi mezarlar defineciler tarafından kıymetli eşya aramak maksadıyla tahrip edilmiş. Bu tepeyi de ziyaret ettikten sonra böylece Samsun’da ziyaret edeceğimiz yerler tamamlanmış oldu.

Saat 14.30 sıralarında arabamıza binerek buradan yolumuza devam ettik. Yol programı gereğince ilk duracağımız yer Havza’da bulunan Tuğra Park Oteli idi. Zira öğle yemeği bu otelde yenecekti. Bunun için de her ailenin tercih ettiği yemeklerin siparişi önceden otele bildirilmişti. Bu bakımdan bir saat sonra otele vardığımızda herhangi bir gecikme olmadan yemeklerimizi yedik. Fakat yemeğin sonunda bir sürpriz ile karşılaştık. O gün Ocak Başkanı Ahsen Okyar Bey’in 56. Yaş günü imiş. Otel idaresi Hasan Uzunhasanoğlu ve Yunus Özen’in gizlice siparişlerine istinaden çok güzel bir yaş günü pastası hazırlamış. Yemeğin sonunda pasta masaya getirildi. Bu tam bir sürpriz oldu. Çünkü böyle bir şey olacağından kafilemizin haberi yoktu. Yaş günü pastasını alkışlar arasında kesen Ahsen Bey kestiği ilk parçayı da kendi eliyle eşi Nursel Hanıma ikram etti. Ahsen Beyin bu jesti bilhassa hanımlar tarafından büyük alkış aldı. Biz de bu arada kendisini tebrik ederek, hayırlı ve uzun ömürler niyazında bulunduk.

Buradan saat 17.00 sıralarında ayrılarak yolumuza devam ettik. Yolda yeni sürprizler ile karşılaştık. Şöyle ki, Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Mustafa Kemal Cerrahoğlu ve arkadaşları kafilenin  “EN” lerini seçmek için kendi aralarında gezi boyunca bir çalışma yapmış. Yapılan bu çalışmalar gizli yapıldığı için hiçbirimizin bu konuda herhangi bir bilgisi yoktu. Mustafa Kemal Bey mikrofona gelip de “arkadaşlar sizlere bir sürprizimiz var” deyince tabii ki, herkes merak etti. Mustafa Bey, Gezi boyunca bir çalışma yaptıklarını ve çalışmanın neticesinde de kafilenin “EN” lerini tespit ettiklerini söyleyerek sırasıyla, kafilede bulunanlardan,

– Mithat Bora Bulut’un en sadık eş

– Ahmet Barlak ve eşi Figen Barlak’ın en organizasyoncu aile

– Cemal Barış ile Hamit Akbulut’u en uyumlu ikili

– Cengiz Arslan’ı en kılıbık erkek

– Musa Ordu’yu da en kazak erkek

Olarak seçtiklerini söyledi. Benden öncekilerin isimleri açıklandıkça ben sesli olarak ne kadar isabetli olmuş diyordum. Son sırada yapılan açıklamada “en kazak erkek” olarak kendimin seçildiğimi duyunca ne diyeceğimi şaşırdım. Fakat jürinin kararı kesin olduğundan,  verilen karara itiraz imkânı yoktu. Diğer taraftan her grubun  “EN” i açıklandıkça kendilerine çam sakızı çoban armağanı kabilinden hediyeler verildi. Tabii ki, bu da işin bir başka sürprizi oldu.

Bu şekilde neşe ile yola devam ederken, saat 18.00 sıralarına araba birden durdu. Arabanın kaptanı gayet usturuplu bir şekilde arabayı yolun sağındaki boşluğa çekti. Biz ne olduğunu anlayamadık. Sonradan öğrendik ki arabada bir arıza meydana gelmiş. Burada önemine binaen şu hususu ifade edeyim ki, araba çok müsait ve uygun bir yerde arızalanmıştı. Hemen sağ tarafta servis alanı gibi geniş bir yer bulunuyordu. Şayet yolun dar bir yerinde veya yokuş bir yerde bu arıza meydana gelmiş olsa idi sıkıntılı bir durum meydana gelebilirdi. Ben şahsen bunu Allah’ın bir lütfu olarak kabul ediyorum. Öyle tahmin ediyorum ki,  diğer bütün arkadaşlar da aynı kanaati taşıyordu

Önce arabanın kaptanları Ömer Barış ve Zeki Arslan kendi imkânları ile arabayı tamir etmeye çalıştı. Fakat iki saate yakın uğraştıktan sonra, olmayınca bir tamirci çağırdılar. Gelen tamircide üç saat kadar uğraştı. Bu arada saat 24.00 e yaklaşmıştı. Burada beş saatten fazla beklemiştik.  Burada şu hususu memnuniyetle ifade edeyim ki bu kadar uzun bir zaman beklemiş olmamıza rağmen hiçbir aileden herhangi bir şikâyet ve sızlanma gelmedi. Herkes kendi arasında gruplar halinde sohbet etti Bu takdire şayan bir durum olarak görülmüştür. Bir müddet sonra yapılan istişare sonunda burada daha fazla beklemenin bazı sıkıntılar meydana getireceği düşüncesi ile iki minibüs çağrılarak,  20 Km uzaklıktaki Osmancık’ da bulunan bir dinlenme tesisine gitmeye karar verildi. Alınan bu karar gereğince iki tane minibüs geldi. Arabanın tamirinden ümidini kesenler eşyalarını da yanına aldı. Ben de bunlar arasında bulunuyordum. Zira araba tamir edilmediği takdirde belki oradan bir başka araba ile İzmit’e devam ederiz diye düşünüyorduk.  Ahsen Bey eşyaların alınmasına taraftar değildi. Nitekim kendisi eşyalarını arabada bıraktı. Bu minval üzere Osmancık’ta bulunan büyükçe bir dinlenme tesisine gittik.

Burada kısa bir süre bekledikten sonra,  birde baktık ki, arabanın arızası giderildiğinden araba bizim bunduğumuz yere gelmiş. Tabii ki arabayı görünce çok sevindik. Bir müddet sonra, eşyalarını yanına almış olanlar birazda mahcup bir eda ile eşyalarını tekrar arabaya koydular. Tabii ki, onların tavrını da yadırgamayıp, biraz tedbirli olmalarına bağlamak lazım diye düşünüyorum.

Burada arabanın kaptanları da bir süre dinlendikten sonra, arabaya binerek yolumuza devam ettik. Bekleme esnasında bir hayli yorulmuş olduğumuzdan bazı arkadaşlar hemen uyudular. Sabahleyin saat 06.00 sıralarında arabamızda bulunan Sakarya Aydınlar Ocağı Mensuplarını Adapazarı’nın içinde bıraktık. Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensupları olarak biz de 29 Nisan 2011 Perşembe günü saat 24.00 de ayrıldığımız Perşembe Pazarı’na 02 Mayıs 2011 Pazartesi günü saat 07.00 de döndük.

Böylece, Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının 36. Büyük Şura münasebetiyle tertip etmiş olduğu Ordu gezisi sona ermiş oldu. Öyle tahmin ediyorum ki,  katılanlar bu geziden ziyadesiyle memnun kaldılar. Bu vesile ile geziyi tertip eden ve gezi boyunca her türlü kahrımızı çeken, başta Ocak Başkanı Ahsen Okyar ve Sekreter Hasan Uzunhasanoğlu olmak üzere gezide bizimle beraber olan Yönetim Kurulu Üyelerine ve Kafile Başkanı Yunus Özen’e,  Bizi Ordu’da ağırlayan Ordu Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Tevfik Karabulut’a ve bizi kazasız belasız Ordu’ ya getirip götüren araç kaptanları Ömer Barış ve Zeki Arslan’a ayrı ayrı hassaten teşekkürü bir borç bilirim.  (BİTTİ)

 

Kasetli Taarruz ve Sözde Muhafazakârlık

Eğer bugünkü iktidar sürerse, Türkiye tanınmaz hale gelecek, Anayasası milli kimliksiz ve Türksüz hale getirilecek ve Anayasasındaki değişmez temel maddeleri devre dışı bırakılacaktır. Başkanlık Sistemiyle Sayın Başbakan önemli yetkilerle donatılacak, getirilecek eyalet sistemi milli ve üniter yapıyı tahrip edecektir. Kendini Türk olarak hisseden, aklı biraz çalışan bir kimsenin bu tezgâha evet demesi beklenemez.

Ancak, geçen halk oylamasında bazıları kötü imtihan vermiştir. 12 Eylül’ün mağdurları diye değişikliklere “evet” diyenlerin, 12 Eylül’ün izlerinin silineceğini zannedenlerin işin gerçeğini 13 Eylül’de görmüş olmaları gerekir. Ana muhalefet, bazı düzelmelere rağmen,  milletle ve maneviyatla kavgasını sürdürürken, siyasi irade de Devletle kavga halindedir. Aynı dolduruşa ve oyuna kimse gelmemelidir. Aziz Nesin’in hiçbir zaman kabullenemediğimiz bazı Türklere uygun tarifini haklı çıkaramayız.

Zinayı Brüksel’in etkisiyle suç olmaktan çıkarıp cinsel hayat dâhil her konuda liberal rüzgârlar estirenler, şimdi de kaset operasyonlarına başlamışlardır. Bu kasetleri hazırlayanlar ve masrafları kredi kartlarıyla karşılayanlar ortaya çıkmıştır. Hukuk devletinin savcılarına görev düşmektedir. Bu kaset tezgâhı ve dönen dolaplar iyi değerlendirilip anlatılabilirse, Bengü Türk TV gibi kanallar ” ses verirse”, MHP’ye eğilim daha da artabilir.

Misyonerliğin önünü açmak, kilise evlere imkân sağlamak, Hilal’e karşı Haç’ın mücadelesini verenlere kozlar vermek, kiliseleri canlandırmak ve imar etmek, yetimhaneyi Patrikhaneye bağışlamak, Yeni Vakıflar Yasasını çıkarmak, Mevlid’i bile gelenek dışına çıkarıp korolaştırmak, dinlerarası diyalog adı altında Müslüman’ı devşirme ve İslâm’ı yozlaştırma faaliyetlerine sıcak bakmak, desteklemek ve kadrolaştırmak, Türk bayrağı, Türkçe ve Başkent Ankara’yı Sayın Arınç’ın dediği gibi tartışmaya açılabilir kabul etmek, tarihi ve geleneği bir çırpıda silivermek muhafazakâr olmanın bir gereği midir?

İstanbul’da en eski mahallelerden biri olan Fatih’deki Sofular Mahallesinin ismi de tarihi birçok mahallenin ismi gibi kaldırılmıştır. Bir nevi dönüştürme faaliyeti sürdürülmektedir. Ama muhafazakârlık, manevi değerlere saygıyı ifade eden göstermelik davranışlar ve ifadeler sürekli ve ısrarla ortaya konmaktadır.

Türkiye’de muhafazakârlık adına yapılanlar, Batı’daki ülkelerin muhafazakârlığına hiç uymamaktadır.   Bu ülkeler, ne milli kimliklerinden, ne Devletin dilinden, ne bayraklarından, ne de kuruluş amaçlarından taviz vermektedirler. Yabancı kaynaklı nüfusa sürdürülen insan hakları ihlalleri ve ayırımcılık onlarca önemsenmemektedir. Bu ülkelerin bizde olduğu gibi, açılım merakları ise hiç yoktur. Bizdeki açılımların nerelere varacağı görülmeye başlanmıştır.

 

İdrardan Diş Macununa Ağız Sağlığı

Günümüzdeki şekliyle kullandığımız pek çok ürünün tarih içinde hangi evrelerden geçerek bize ulaştığını öğrenmek bazen şaşırtıcı sonuçlara neden oluyor.

Tarih boyunca hekimliğin bütün toplumlarda çok önemli bir yeri olmuştur. Eski medeniyetlerin hemen hepsinin örneğin; Mısır, Mezopotamya, Roma, Yunan ve Çin’in sağlık gibi herkesi yakından ilgilendiren ve günümüze kadar ulaşan çalışmaları olmuştur.

İnsan sağlığının en önde gelen konularından biri de ağız sağlığıdır.  Atalarımız ilk insanların yaşam süreçlerinde, ağzın beslenme dışında da görevleri olduğu anlaşılmıştır. Uzmanlara göre insanlar o dönemde ağızlarını, aynı zamanda savunma için de kullanıyorlardı.

Hani çok ürktüğümüzde, aşırı heyecanlandığımızda veya soğuktan etkilendiğimizde çenelerimizin dişlerimizi takırdatması işte bu savunma dürtüsündenmiş. Bu tepkiler bize ilk insanlardan kalmışlar. Ancak geride kalan binlerce yıl boyunca geçirilen evrimlerle çene ve dişlerimiz bu işlevlerini kaybetmişler.

Günümüzde de ağzımız en önemli organlarımızdan biridir. Ağız ve diş sağlığımızın diğer organlarımızla olan bağlantısı kadar çevremizle olan ilişkilerimiz açısından da etkisi çok önemlidir.

Eski insanlar da bu konuda çaba sarfetmişlerdir. Mısırlılar (M.Ö. 3000) püsküllendirdikleri ağaç dallarıyla dişlerini temizlemeye çalışmışlardır. Daha sonrada sirke ve sünger taşını karıştırıp elde ettikleri macunla dişlerini temizlemeye başlamışlardır.

Romalılar ise ağızlarını insan sidiği ile çalkalamanın temizlik açısından iyi olduğunu kabul etmişler ve uygulamışlar. Gene Romalılar içindeki amonyağın daha kaliteli olduğu kanısıyla Portekizlilerin çişlerini satın alarak bu adetlerini sürdürmüşlerdir.

Bu uygulamanın elbette ki günümüz koşullarında, kabulü mümkün değildir. Ancak, gene de bazı yörelerde idrarla ilişkilerin devam ettiği gözlenmektedir. Örneğin; Hindistan’da, Hindu kültürünün günümüzdeki temsilcileri olan “The Rashtriya Swayamsevak Sangh” adlı grubun Ganj nehri kenarında bulunan Haridvar kentindeki araştırma merkezlerinde ürettikleri “GAU JAL” isimli içecek, inek idrarı içermektedir. Üretimi yapan kurumun yöneticisi Om Prakash, inek idrarında çeşitli hastalıklara deva olacak maddelerin bulunduğunu ifade etmektedir.

Gene günümüzde, uzay çalışmalarının yapıldığı NASA’dan bildirildiğine göre, Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (UUİ) bulunan astronotlar, ter ve idrarlarını arıtma sisteminden geçirerek su niyetine tüketmektedirler. Bu uygulama NASA’ya büyük bir tasarruf imkanı sağlamaktadır. Çünkü uzay istasyonuna, Dünya’dan  gönderilen  su miktarında önemli azalma elde edilmiştir.

Müslümanlığın yayılması ağız temizliği için misvak kullanımını yaygınlaştırmıştır. Bu temizlik işi sünnet olarak kabul edilmiştir. Hatta misvak ile temizlenmiş ağızla kılınan iki rekât namazın yetmiş rekât  misvaksız namaz kadar sevabı olur diye kabul görmüştür. (Sirâc’ül-Vehhâc)

Geçen süre içinde Çinliler kıl fırçayı piyasaya sürerler. Buluş hızla yayılır ve fırçalar günümüzdeki ergonomik yapıya kavuşur.

1800’lü yıllarda İtalya Napoli’de, daha sonra da Fransa, ABD’de yeni ürünler hızla piyasaya sürülmüştür. Türkiye’de 1930’lu yıllarda ilk üretim Necip Bey (Eczacı) tarafından üretilen diş macunları kullanılmıştır. En önemli ve uzun süreli kullanılan marka Radyolin olmuştur.

Günümüzde ağız ve diş sağlığı tüm uğraşlara rağmen istenilen düzeye ulaşamamıştır. Halen kullanılan yıllık diş macunu ortalaması 100gr/yıl seviyesindedir. Bu durum ileri ülkelerde ise 500 gr/yıl ortalama düzeyindedir.