12.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1124

“İleri Demokrasi”

MHP’ye akla gelmeyecek tuzaklar kuruluyor ve oyunlar oynanıyor.  Bütün bunlar “ileri demokrasi”nin bir gereği olsa gerek! Ancak derin devletlerin başaracağı bir kaset taarruzundan sonra, Diyarbakır mitingi öncesinde bazı MHP’lilerin gözaltına alındığı görülüyor. Amaç MHP’ye Diyarbakır’da miting yaptırmamak. Kürtleri değil; ama içeriden ve dışarıdan kumandalı Kürtçülüğü kullananlarla,  bundan çıkar sağlayanlarla ülkücüleri karşı karşıya getirmek. Bu İçişleri Bakanlığını bir tasarrufu olduğuna göre demek ki niyet de budur.

Açılım maceralarıyla birbirine ötekileştirilmeye, soğutulmaya çalışılan insanlarımız şimdi de “haydi çatışın” komutu ile karşı karşıya. Ülkücü ile Kürtçü ırkçılar çatışacak ama malı birileri götürecek. Bir iki MHP ilçe başkanını kafaya almışlar ve istifa ettirmişler. Bunların gittikleri parti de belli.

Yargının da artık bağımsızlığından bahsedebilmek zorlaşmaktadır. Yürütmenin emrine girmiş bir yargı; iktidar partisinin temsilcisi haline gelen kamu görevlileri herhalde “ileri demokrasi”nin ilk belirtileri oluyor. YSK’nın on gün içinde fikir değiştirip Kürtçü ve ırkçı bazı eski siyasilerin önünü açtığını unutmadık. Kasetler konusunda yapılan müracaat da boş çıktı. YSK’ya bu ortamda neden ihtiyaç duyulur anlaşılamıyor. Seçmen kayıtlarını İçişleri Bakanlığına devretmişken YSK’nın görevlerini de aynı yere devretsek ne olur?!

MHP’ye oynanan ileri demokrasi oyunları aklı başında olan herkesi MHP’yi destekleme yöneltmektedir. MHP oylarının %17-18’i aşacağı iddiaları yaygındır. Diğer taraftan, seçmen sayısında görülen sekiz milyonluk artış açıklığa kavuşmuş değildir. Seçim öncesi bu kadar hile ve oyuna başvuran siyasi irade, seçimlerde ve sonrasında neler yapmaz ki? Şu halde, herkes demokrasinin mücahidi olmalı.

Genel seçimler öncesinde Ege Denizindeki Eşek ve Bulamaç Adalarının Yunanistan tarafından işgal edildiği milli hassasiyeti kalmış birkaç yayın organında yer alıyor. Siyasetçilerden buna tepki pek yok. Tam tersine ülkenin Dışişleri Bakanı Newyork Times’a verdiği demeçte Türkiye’nin sınırlarının yapay olduğundan bahsediyor. Demek ki Ege’de iki üç ada ve bir miktar kara parçasının Türkiye’den kopmuş olması önemli değil. Sorunları sıfırlamak için bu belki de gerekli.

Türkiye’nin en büyük talihsizliği Türk yerine Türkiyeliliği ileri süren “Türkiye sadece Türklerin değildir” diyebilen sözde devlet adamlarına sahip olabilmesidir. Şimdi de asimilasyonların bittiğinden bahsediyorlar. Ne Selçuklu, ne Osmanlı, ne de Cumhuriyet Türkiye’si eritmeye ihtiyaç duymamıştır.  Tam tersine yönettiğimiz her coğrafyada o çağın çok ötesinde insan hakları ve hürriyetler tanıdık. Anadolu’da tersine işleyen bir eritme var. Bugün birçok Türkmen köyünde Türkçenin unutulmuş olması nasıl izah edilebilir? Tam tersine; milli kimliği ve ülkesinin çıkarlarıyla uğraşmayı demokratikleşme zanneden aydın maskaraları dün ve bugün egemenliğini sürdürüyor.

Yurtdışında Türk ve Müslüman topluluklar üzerinde uygulanan çirkin eritme politikalarına neden karşı çıkılmaz da Türkiye içinde “asimilasyon” arayışlarına çıkılır? Bu iddiada bulunanlar eritme ile sosyal bütünleşme arasındaki farkı öğrensinler. Sosyal bütünleşme, kültürel bir etkileşimdir, kültürleştirmedir ve zora dayanmaz. Eritme ise, tamamen farklı kültürel değerlere sahip topluluklardan birinin diğerini zorla kendisine benzeştirme sürecidir. Bu süreç Anadolu’da işlemiş olsaydı; işbirlikçiler ve Türk’e karşı ırkçılık yapan gruplar bugün ortaya çıkabilir miydi?

Not: Büyük devlet adamı, KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş‘a geçmiş olsun der, en derin saygılarımızı sunarız.

Habil ile Kabil

Aslına bakarsak aslımızda bir tezat görür ve bu tezatı ömrümüzün sonuna dek yaşarız. Asıl nedir?  Hz. Âdem? Habil ve Kabil? Hangi tarafı seçmek gerek! Tarafsızlık -ki hakikat ve hurafede boğulma eğilimine girmeme çabasıdır- en önemli erdem midir?

Toplumumuz genellikle bunu dile getirmese de hep Kabil’in tarafında olmuştur.

Tarafımız hakikat;

Bu tarafa yönelenler kendini kandırma ve kendini ispat edememe durumuna düştükleri için beden ve ruhlarının hakikat içerisinde yüzdüklerini sanırlar. Kabil de bir sanrı ile başlamıştı hayatına; ta ki saman çöpünü kendine mabet edininceye dek…

Bu sanrıyı tanımada fayda olsa gerek. Yaratıcıya karşı ilk yüz çeviriş ile başlayan kendini beğenme, iman edepten ibarettir sırrına vakıf olamama, cimrilik (kalbin cimri olması söz konusu), haset ve dünyaya meylediş bu sanrının ilk açık ifadeleridir. Dünyaya, dünyanın hali nedir sorusunun cevabını değil de dünyada bizim halimiz nedir sorusuna cevap verme bahtiyarlığına erenler Habil ile Kabil arası bocalamaya başlayanlardır ve bu durumda umut vardır.

İyi ile kötü, şeytan ile melek, hakikat ve hurafe ve Habil ile kabil mutlak birine yönelip bir süreç işlenmek zorundadır. Bir dere düşünelim; bunun tam ortasında akıntıya doğru yüzmek o furyaya meydan okumaktır. Akıntıya kapılmak ise; her ne kadar kendilerini tatmin etseler de (söyledikleri cümlelere geceleri kendilerinin dahi inanmadıkları…) burada kaybediş vardır. Burada yoksunluk, burada düşüş, burada kaos (kaos gazlama anlamına gelir ki kişinin kendi nefsini okşaması söz konudur ve kargaşa) vardır. Burası neresi?  Habil ile Kabil? Ya da şeytan ile melek?

Hz. Âdem duruşun remzidir. İlk insan; bir yaşantının ve bir yaşamın resmidir. Habil masumdur. Yeni doğan bir bebek kadar ya da dilinden dualar eksik olmayan yaşlı bir amca kadar… Habil omuzdur; bu uzuv insanı yücelten bir basamak ve insanı insan eden bir anlayıştır. Habil ile Kerbela’da şehit düşen zulme alkış etmeyen Hz. Hüseyin aynı saftadır.

Durumu biraz daha karmaşık hale getiren düzenbaz düzenciler insanların ahlak algılarını değiştirip odalarının girişindeki sıfatlara sığınırlar. Uygun olmayan bir durum varsa yaşantı ve yaşamlarının paralelliğini tutturamayanlardır. Bu ikircikli bir hayatı tercih edip sürekli tereddütlere kucak açmak anlamına gelir.

İnsan zayıftır, insan acelecidir, insan unutandır…

Sözlerimizde de ikircikli ifadeler varken kim hangi tarafta olduğunu net olarak söyleyebilir?

Kul Hakkı

Yüce dinimiz İslam’da hak kavramına büyük önem verilmiş, insanın görev ve sorumlulukları “Allah hakkı ve kul hakkı” diye iki temel grupta ifade edilmiştir.

Kul hakkı, insanın can, mal ve namus gibi dokunulmazlıklarının her türlü haksızlık ve tecavüze karşı korunmasına yönelik haktır. Kul hakkından doğan günahların ve cezaların Yüce Allah (c.c.) ya da devlet tarafından bağışlanması söz konusu değildir, ancak hak sahibinin bağışlaması ile ortadan kalkabilir. “Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inan ki (Allah) günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi, acı azaptan korusun” (Ahkâf, 46/31) ayetini yorumlayan müfessirler, bağışlanacak günahların Allah hakkını ilgilendirdiğini, kul hakkından doğan günahların ise Allah tarafından bağışlanmayacağını söylemişlerdir. (Şamil İslam Ansiklopedisi, Kul Maddesi)

İnsanların haklarını ihlâl, kamu mallarını korumamak, Allah’ın affetmeyeceğini bildirdiği büyük günahlar arasındadır. Bu nevi günahları işleyenler, dünyada hak sahipleriyle helalleşip tövbe etmedikleri takdirde, ahirette hak sahipleri onlardan haklarını alacak ve Allah’ın huzurunda hesaplaşacaklardır.

Kul hakkının helalleşmedikçe bağışlanmayacağı konusunda Hz. Peygamber Efendimiz de şöyle buyuruyor:  “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya başka bir şeyiyle (malıyla) ilgili bir zulüm varsa (haksızlık etmiş ise) ne dinar ne de dirhemin olduğu bir günden önce, onunla helalleşsin. (Değilse o gün) salih ameli varsa yaptığı haksızlık kadar ondan alınır, eğer sevapları yoksa hak sahibinin günahlarından alınıp ona yüklenir.” (Buharî, Mezâlim 10, 2269)

Bu hadisten de anlaşıldığı üzere kul hakkını ihlal eden kişi affedilmediği gibi, salih amelleri ve sevapları, zulme uğrayan kişiye verilecek, şayet sevapları biterse onun günahını da üzerine yüklenecektir. Böylece kul hakkı yüzünden kişi iflas eder. Resûlullah (s.a.s.) müflis kişiyi şöyle açıklıyor: “Müflis kimdir bilir misiniz? Sahabiler: “Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır” dediler. Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet günü; namaz, oruç ve zekatı ile ve fakat (bununla beraber) falana hakaret etmiş falana iftira etmiş, falancanın malını yemiş falancanın kanını dökmüş falancayı dövmüş olarak gelir. Dolayısıyla falana onun sevaplarından, falancaya yine sonun sevaplarından alınıp verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce sevapları tükenirse zulmetliği o kimselerin günahlarından alınarak ona yüklenir. Sonrada cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; 4678) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Allah yolunda savaşırken öldürülen kimsenin bile kul hakkından doğan günahlarının affedilmeyeceğini bildirmiştir.  (Riyaz’üs Salihin Tercüme ve Şerhi, c.2, s.46)

Kul hakkını sadece maddî haklar olarak düşünmek doğru olmaz. Başkasına sövmek, hakaret etmek, kötü söz söylemek, yalancı şahitlik yapmak, iftira etmek, namuslu insanların namusuna dil uzatmak, haksız yere birinin malını yemek, kanını dökmek, insanları dövmek gibi her türlü zulüm ve haksızlık birer hak ihlalidir. Hakkın azı ile çoğu arasında fark yoktur.

Yüce Rabbimiz,  kitabımız Kur’an-ı Kerim’de her insanın doğuştan itibaren sahip olduğu hakların korunmasını istemiş, kul hakkını ihlal ederek insanlara zulüm edenler için ahirette büyük bir azap olduğunu bildirmiştir: “Ceza yolu ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Şûrâ, 42/42) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de helal olmayan herhangi bir yolla bir Müslümanın hakkını almanın mesuliyetini şöyle açıklamıştır: “Yemin ederek bir Müslümanın hakkını alan kimseye, Allah cehennemi vacip kılar, cenneti de haram eder.” Bir adam dedi ki: “Ya Resûlallah! Şayet o küçük ve değersiz bir şey ise?” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Misvak ağacından bir dal bile olsa böyledir.” (Müslim, Îmân 218; İbni Mâce, Ahkâm, 8)

Müslüman, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in buyurduğu gibi eliyle ve diliyle başkalarına zarar vermeyen kimsedir. (Buhari, İman, 4-5) O halde, hiçbir şekilde insanlara zarar vermemeye, kimsenin gönlünü kırmamaya, hakkını yememeye gayret edelim. Özellikle şu mübarek üç aylarda üzerimizde hakkı olanlarla bir an önce helalleşemeye bakalım. Kul hakkıyla Allah’ın huzuruna çıkmaktan sakınalım.

 

 

 

 

 

Marifet

Topluma menfaat için olursan baş
Cebine haram yoldan girerse maaş
Kötüleri yanında seçmişsen yoldaş
Şeytanlar seninle olmuştur arkadaş

 

Yaratan mahcup etmez dürüst kulunu

Ne iş yaparsan yap unutma sonunu

Her işinde tercih et ashap yolunu

Nesline sahip ol kızdırma soyunu

 

Sanma ki bitmez debdebeli günlerin

Sanma ki sönmez hoş bakışlı gözlerin

Sanma ki susmaz bülbül gibi dillerin

Sanma ki durmaz marifetli ellerin

 

Kainatta baki olan Yüce Hak tır

Fanilik insanoğluna müstahaktır

Büyüklük taslayanın sonu topraktır

Marifet muhabbete layık olmaktır

Üç Kuru Kafa

0

1 -Hoş kafa

2 – Boş kafa

3 – Taş kafa

Tüm canlılar için demiyorum.

İnsanlar için üç çeşit kafa söz konusudur.

Bu üç kafa yapısı kıyamete kadar geçerlidir.

Rivayet edilir ki;

Rivayetler muhteliftir ama maksat aynıdır.

Nasrettin hoca bir gün arkadaşlarıyla beraber bir mezarlığın yanından geçerken yan yana üç kuru kafa görür..

Yaklaşarak bu kafalardan birini eline alır.

Evirip çevirip biraz baktıktan sonra

Elindeki sopayla kuru kafaya vurur.

Sopa kafatasının içerisine girer ve orada kalır.

Elindeki kafatasını yere koyduktan sonra ikinci kafayı alır.

Elindeki sopayla kafaya vurur.

Sopa kafanın bir tarafından girer diğer tarafından çıkar.

Onuda yere bırakır.

Üçüncü kafayı eline alır.

Elindeki sopayla kafatasına vurur.

Tıııııın diye bir ses çıkar

Sopa kafaya hiç işlemez.

Sonra Onuda yere bırakır.

Yanındakiler bunların ne anlama geldiğini sorarlar.

Hoca cevap verir.

//////////////////////////////////////////////////////////////////////////

Birincisine Hoş kafa denir.

Sopanın içeride kaldığı kafadır.

Bu kafanın özelliği okuduğunu ve dinlediğini anlar.

Her hangi bir saplantı içerisinde olmaz muhakeme yeteneğine sahiptir.

Doğruyu kabullenip yanlışa kılıf bulmaz.

Görev ve sorumluluklarını bilir.

Bilmekle kalmayıp gereğini de yapar.

Kendine çevresine ve topluma faydalıdır.

Yeniliklere açık ve ileri görüşlüdür

Bunun için buna hoş kafa denmiştir.

Bu kafa yapısına sahip insanlara yakın olmak

Onlardan istifade etmek gerekir.

/////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

İkincisi boş kafadır.

Sopanın bir taraftan girip diğer taraftan çıktığı kafadır.

Bu kafanın özelliği

Her şeyi bildiğini zanneder.

Okumaz. Dinlemez.

Okuduğunu dinlediğini de anlamaz.

Öğütler nasihatler sözler bir kulaktan girer diğerinden çıkar

Dinler gibi görünür dinlemez; yapar gibi görünür yapmaz.

Oğlum Raşit sen söyle sen işit’ anlayışına sahiptir.

Onun için buna da boş kafa denilmiştir.

 Bu kafa yapısına sahip olan insanlara mesafeli durmak gerekir

Aksi takdirde zaman ve emek kaybına sebep olur

////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

Üçüncüsüne taş kafa denir.

Sopanın hiç işlemediği kafadır.

Nuh deyip peygamber demeyen insanları ifade eder.

Saplantı içerisindedir

Fanatiktir doğruyla yanlışı kendi bilgisiyle ayırt edemez

Kendisi; doğru bildiği yanlışların haricinde tüm doğrulara kapalıdır

Değerlendirme mukayese etme ve yorumlama yeteneğine sahip değildir.

Dinlemez dinlese de anlamazlar.

Kıskanç yâda cahil insanlardır.

Gözlerini kapamakla gece olacağını zannederler.

Yâda başkalarını kötülemekle insanların kendilerine teveccüh edeceğini zannederler.

Bu kafa yapısına sahip olan insanlardan uzak durmak gerekir.

Sağlığınız değilse bile sinirleriniz tahrip olabilir

Bütün doğrular kendilerinde

Bütün yanlışlar başkalarındadır.

Evet, bütün kafalar bu üç guruptan birine dâhildir.

Peki, sizin kafa markanız hangi guruba girer

                                                                                        

 

“Ne Kasetler Sevdim, Zaten Yoktular”

Magda’lı Meryem‘i taşa tutacaklarmış. Birisi demiş ki “İlk taşı günahsız biri atsın“.

Halkımızın en sevdiği diziler; Fatmagülün Suçu Ne?, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü, Küçük Sırlar, Arka Sıradakiler gibi hep kimin eli kimin cebinde tarzı düdükleme dizileri. Ve en çok seyretmeye bayıldıkları sahne kürtaj ve tecavüz sahneleri (Bkz: magazin kayıtları). 

Halkımızın en düşük katmanında (ortadirek, düşükdirek) bile dizi hayatı hükümferma. Hem hovardalık hemi de ayrılma / boşanma kısmıyla. Bu babta küçük Amerika olduk çok şükür. Bütün iktidarlara ve bilhassa şimdikine teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Yalnız tam da bu noktada ‘daha önce demiştik‘ repliğini kullanıyoruz. Solcusu – sağcısı, milliyetçisi – muhafazakârı, Atatürkçüsü, liberali fark etmeksizin bozulmuşlukta ve tefessühte bir birlik var.

 Ahlâksızlığın genel ahlâk, namussuzluğun namus, eyyamcılığın fikir, açıkgözlüğün jandarma, açgözlülüğün ve tamahkârlığın varlık, büyük vurgunculuğun zenginlik, karapara aklamacalığın kulüp başkanlığı, kokainmanlığın sanatçılık, telekızlığın mankenlik, 1 koyup 3 almanın siyaset / milletvekilliği olduğu bir dönemdeyiz.

Kasetli olanlardan bir miktar cin mısırı 12 Haziran öncesinde patlatıldı. Eyidir, temizlik imandan gelir. Fekat depoda yüzlercesi daha var biline. Tecessüs sahibi çıkardaşlar tavşan atletlerle ‘home made‘ imalatta bulunmuşlar. İtalya‘da Savcı Di Pietro‘nun başlattığı ve bizde bir türlü başlatılamayan “Temiz Eller Operasyonu”  MHP‘den başlatıldıysa darısı CHP, AKP ve yekdiğerlerinin başına.

Kimi der ki Belediyeler ve Bakanlıklardaki filimler binlerce disket eder. Şiir ve edebiyattaki haklı şöhretine çok güvendiğim Molla Kasım bile arasıra gelip Kocaeli‘de tefessüh tarihçesi hakkında kısa konferanslar veredururdu. Fakat benim ne sabrım ne de terbiyem dinlemeye yetişirdi. Aslında senaristler ve dizi rejisörleri için kamp malzemesi pek çoktur.

Ben hala şerlerden hayır çıkarma tarafındayım. Ve her daim duam “Yarabbi, hakkımızdaki şerleri hayra tebeddül eyle“dir. Zira şairin dediği gibi bütün renklerin aynı hızla kirlendiğine ve birinciliğin Türk Milletine verildiğine inanmışım.  Korkum bu tip toplumsal günahkârlıkların sosyolojik kırılmalarla normalleşmesi sürecidir. Yani bilgi ve bilinçle değil ekstrem veya olağanüstü durumlarla (çivi çiviyi söker metodolojisi) normatif yapıya uyarlanmasıdır.

Hz. Lût‘un kavmi Amalika‘ysa ona da eyalet olurduk ‘küçük Amalika Severler Cemiyeti‘ olarak. Halkımızın tüy pardon günah dökünmesi hayra alâmet. Üstad ne der: “Milet kendi dindar olmasa da başındakileri dindar görmek ister. Kendi günahkâr olsa da başındakini mümin görmek ister“. Seçim sandıklarımız ve toplumsal hayatımız bu düşünceye emanettir. O yüzünden söylenebilecek pek bir şey kalmıyor. Fakat şarjörümde 2 mısra var; sıkıyorum:

                        SULAR YÜKSELMİŞSE NE GAM
                        NUH’UN GEMİSİDİR VATAN!

Aç Gözlü Türkler

0

Başlığı kendime hakaret olsun diye yazmadım. Bu tanım bana ait değil. Bu ifade New York Times gazetesinde, Landon Thomas Jr. imzası ile yayınlanan ve Türkiye’nin ekonomisinin değerlendirildiği makalede yer alıyor.

İzleyenler görmüştür. Haber, Milliyet gazetesinin 27 Nisan 2011 tarihli sitesinde yayınlandı. Türkiye’deki tüketici harcamalarına dikkat çeken makalede; “Türklerin SMS’le dahi krediye ulaşabildiği, artan faizlere rağmen “Aç Gözlü Türker’in” harcama yapmaya ve borç almaya devam ettiği” belirtiliyor.

Bu tabir, biraz ağır kaçsa da, üretmeden tüketme alışkanlığımızın vardığı boyutu görmek ve düştüğümüz gaflet uykusundan uyandıran bir kâbus olur düşüncesiyle başlığa yazdım.

Türkiye’de bazı çevreler, son ekonomik verileri AB ve ABD ile kıyaslıyor. Büyüme oranı üzerinden Türkiye’nin büyüdüğünü ileri sürüyor ve iddialarını ihracat rakamlarıyla destekliyor.

Bu tozpembe tabloda, bazı gerçekler net görünmüyor. İlkbahar güzelliğinin cazibesi, değerlendiricileri romantikleştiriyor. Hasatın ne olacağını kimse düşünmüyor.

İhracat rakamları yükseliyor, iç tüketim artıyor. Bunu inkâr edemeyiz. O ihracata karşılık, yaptığımız ithalat ne kadar? Bunu sorgulayan var mı?

İhraç ettiğimiz hammadde, yarı mamul ve mamul maddeye karşılık, ithal ettiğimiz ürünler ve maddi miktarı nedir?

Türkiye, bir şeyler ihraç ediyor fakat kendine özgü bir üretim yapmıyor. Halkımız mesleksiz yığınlardan müteşekkil. Meslek sahibi olmak önemsenmiyor. Kitleler niteliksizleştikçe, Türkiye’nin sorun çözen insanı azalıyor. İnsan kaynağımız zenginlik aracımız olmaktan çıkıyor. Artan sorunlar çözüm bekliyor.

Bir şeyler üretmeyen gençler, markalı tüketimle kişilik bulmaya çabalıyor.

Anne-babalar, çocuklarını, olmayan refahın ortağı yaparak, onları mutlu etmek için kredi peşindeler.

Toplum, başkasının parasını harcama yarışında. Halk, harcadıkça zenginleştiğini sanıyor.

Türkiye büyümüyor. Türkiye, su tutan vücutlar gibi şişiyor. Türkiye’de ihtiyacın çok ötesinde sıcak para var. Bu para, tüketicilere kredi olarak kullandırılıyor. Artan iç talep, üretimi ve ithalatı tetikliyor. Halk harcadıkça, Türkiye ödediği faizle yabancı sermayeye çalışıyor ve fakirleşiyor.

İletişim sektörü, sigorta sektörü, bankacılık, enerji ve perakende sektörü yabancıların elinde. Hiçbirisi Türkiye’de ürettiğini ihraç ederek Türkiye’ye döviz getirmiyor, halk bunlara çalışıyor. Ve bu sektörler, emdikleri paraya oranla çok düşük istihdam sağlıyorlar.

Türkiye bir şey üretmiyor ama her yeni yetmenin cebinde, bir lüks telefon ve her ailede, üç-beş telefon var ve Türkiye telefonu da ithal ediyor.

Siyasi partilerin seçim beyannamelerine, TV, gazete ve radyo reklamlarına, meydanlardaki konuşmalarına bakın! Milli kültürden, her genci meslek sahibi yapmaktan, Türkiye’yi üretim üssü yapmaktan bahsediyorlar mı? Yeni bir medeniyet projesi ortaya koyan var mı?

Bütün partiler, önüne gelene, olmayan parayı dağıtıyor. Her şeyi vaat ettiler. Bir tek “siz çalışmayın, biz çalışır size bakarız” demedikleri kaldı.

Halkın beleşçiliğini bilen ünlü siyasetçilerimizden Demirel; “onlar ne verecekse ben beş bin fazlasını vereceğim” deyip, Manisa hükümet meydanında, halka şapka attırmıştı. Sonuç: “Şapka çıktı, kel göründü” misali çiftçilik bitti.

Acar bir partimizin Milletvekili adayı olan arkadaşım anlatıyor: “Abi! Vallahi şaşırdım, bu ne iş anlayamadım! Bir kahvehaneye girdim, iki laf edemeden; ‘Sayın vekilim! Kalem, çakmak yok mu? İnsan gelirken bir kilo tatlı getirmez mi?’ diye sözümü kesiyorlar” diye durumu özetliyor.

Üretmeden tüketmeye açgözlülük derecesinde talip olanların pazarında, “açıkgözler” tezgâh kuruyor, kimi para, kimileri mal, kimileri de hayal satıyor.

‘Gözü açıkların’ haykırışına, gaflet uykusundan uyananlar, ‘açıkgözlerin’ ninnisini duyduklarında; ‘çok şükür gerçek değilmiş’ deyip kaldıkları yerden uykularına dalıyorlar. Neylersin ki; Türkiye’nin; ‘göz açıkları’ sınıfını oluşturan elitleri pısırık ve niteliksiz olunca, ‘açıkgözler’ ile ‘gözü açıklar’ arasındaki mücadeleyi her defasında ‘açıkgözler’ kazanıyor ve sayı dolduran yığınlar, katiline âşık olanlar gibi, onların peşine takılıp gidiyorlar. Maalesef kanmak isteyeni kandırmak kolay oluyor.

Bütün bunlara rağmen ekonomik iflas yıllarına oranla biraz toparlanan ve küresel planda bazı hedefler ortaya koyan Türkiye, Batıyı rahatsız etmiş görünüyor. Batılı finans çevreleri ABD’de Türkiye ekonomisini masaya yatırıyorlar ve kahramanımız(!) Bay Derviş bu değerlendirmelerde bilirkişilik yapıyor. Anlaşılan Türkiye’nin on yıllık süresi doldu. Her on yılda bir operasyona tabi tutulan ve sonra bütün kaynakları sömürülen Türkiye’ye NATO operasyonları konuşuluyor… Biz başkasının parasını harcamaya devam edelim.

 

 

Kaset Operasyonunun Sebep ve Sonuçları

12 Haziran seçiminin ve hatta demokrasi tarihimizin en önemli illegal olayı, yatak odası kasetleri üzerinden siyaseti tanzim etme operasyonudur. Önce Baykal kaseti ile CHP Genel Başkanının değişimi gerçekleşti. Seçime çok kısa bir zaman kala da MHP üst yönetiminden on kişi istifa ettirildi.

Operasyonu yapanların CHP ve MHP içinden kişiler olduğu iddiası artık AKP yöneticileri ve destekçilerine de inandırıcı gelmemiş olmalı ki, bu operasyonu yapanlar için soyut bir tanımlama yaparak sadece “dizaynırlar” diyorlar.

DİZAYNIRLAR KİM?

  • Dizaynırların hedefi MHP Genel Başkanı Bahçeli’yi değiştirmek, bir kan değişimi yaparak MHP oylarını artırmak olamaz. Böyle bir niyeti olanların yapacağı operasyon tam seçim öncesine denk getirilmezdi. CHP’de yapılan operasyon zamanlaması yeni liderle seçime girmek üzerine idi. MHP operasyonunun zamanlaması, hedefin MHP’yi baraj altına düşürmek olduğunu gösteriyor.

  • Hem zamanlaması ve hem de niteliği itibarıyla böyle iğrenç bir operasyonu eski veya yeni hiçbir ülkücü yapmış olamaz. Bu konudaki iddialar Başbakan’ın “MHP ve CHP, BDP’yi pışpışlıyor” sözü kadar inandırıcılıktan uzak. Her gruptan insanlar gibi, ferdi olarak yanlışları ve günahları olan bu kesimin, siyaset yapma biçimi olarak kutsal değerlere bu derece aykırı eylemlerde bulunması beklenen bir davranış değil. Ahlaki ve dini değerleri bugüne kadar ülkücüleri bu tür yanlışlardan uzak tutmuştur.

  • 12 Haziran seçimleri Türkiye’nin en kritik seçimlerinden biri olma potansiyeli taşıyor. AKP Anayasayı değiştirebilecek bir sayı ile Meclis’e gelirse, Başkanlık sistemine geçme, eyaletlere bölünme, vali ve belediye başkanlarının birleştirilerek seçimle gelmesi, eyaletlerin özerkliği, PKK’ya genel af, Kürtçenin resmi eğitim dili olması, bir bölgemizde önce özerklik daha sonra federe bir devletin kurulması gibi, Cumhuriyetin ve devletimizin temel niteliklerinin geri dönülmez bir şekilde değiştirilmesi söz konusudur. BDP/PKK kanadı ile bu yönde müzakereler devam etmekte.

  • TBMM’ne girme ihtimali olan partilerden, bu devlet yapısını dönüştürme planına açıkça karşı çıkan tek parti MHP’dir. CHP “yerel yönetimlere özerklik” gibi muğlâk ifadeleri ile şüphe uyandırmakta. Ayrıca içindeki “ulusalcıların” bu plana karşı çıkmasından çekinilmektedir. O halde devleti dönüştürme planına destek veren iç ve dış odakların MHP’siz bir Meclis ve Anayasa değiştirme gücüne sahip bir AKP yaratması bu planın uygulanabilirliğini artıracaktır.

  • Yapılan operasyonun çok profesyonelce yapılması da istihbarat işinde uzman bir ekibin işi olduğunu göstermekte. Kafkasya’da yapılan renkli devrimlerden sonra, “Arap Baharı” adı altında çok sayıda Müslüman ülkesinde devlet yöneticilerinin değiştirilmesi operasyonu her ülkeye özel çözümler üretilebilen bir dış güç ile yerli işbirlikçilerinin eseri. Bu operasyon da Türkiye’ye özel bir çözüm olmalı.

  • Demek ki, Türkiye’de yapılmak istenen dönüşümün önündeki engel iktidar değil, muhalefet. Yoksa AKP’den de BDP’den de çeşitli kişiler için kasetler çıkarmak bu profesyoneller için pek zor olmasa gerek.

  • Muhalefetin CHP kanadının tavrı net değil. Ama Devlet Bahçeli yönetimindeki MHP’nin, “Türkiye’nin dönüştürülmesi” planı için bir engel olarak görüldüğü anlaşılıyor.

KASET OPERASYONUNUN ETKİSİ NASIL OLUR?

  • MHP’ye oy veren bazı vatandaşlarımızın kaset olayına karışan kişilerin ahlaki zaaflarına kızması ve oy vermeme ihtimali elbette vardır. Ancak MHP’li seçmenlerden büyük kısmının yapılan operasyona muhatap olan partilerinin önemini daha kuvvetle hissetmeleri ihtimali daha büyüktür. Sadece mağdurun yanında olmak değildir bu tepkinin sebebi. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP’un) Türkiye ayağında planları bozmak için MHP’nin son direniş seddi görülmesinden kaynaklamakta.

  • BOP’un sahibi olan devlet ile bu projenin eşbaşkanı olan AKP Genel Başkanının planlarının uyuştuğunu düşünen ve bu planlara direnmek isteyen MHP’li olmayan seçmenin de, ödünç oylarla MHP’yi desteklemesi de söz konusu. (Solun uçlarından bazı kişilerin bile bu seçimde MHP’yi destekleyeceğine şahit oldum.)

  • AKP’ye oy veren milliyetçi-muhafazakâr seçmenin tamamının bu gelişmeleri sorgulamadığını ve tam bir iç huzuru ile bu partiye oy vereceğini düşünmek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Özellikle eskiden MHP’ye oy verdiği halde çeşitli sebeplerle AKP’ye dönmüş vatandaşlarımızın bir bölümünün bu muhasebeyi yapması muhtemeldir.

Zira MHP’liler geçmişte “lider-teşkilat-doktrin” tartışılmaz dedikleri dönemde bile liderlerini de, teşkilatlarını da, doktrinlerini de sorgulamışlardı. MHP’nin efsanevi lideri Alpaslan Türkeş de, sonraki lideri Devlet Bahçeli de ülkücüler tarafından sorgulanmıştır. Bu sorgulama sonucu ülkücülerin bir kesimi yüzergezer oy haline gelmişti. Bu oyların bir kısmının adresi tekrar MHP olabilir.

  • Ünlü araştırmacı Adil Gür, her iki Türk seçmeninden birinin, hayatının bir döneminde MHP’ye oy verdiğini tespit etmiş. Bu seçmenlerden bir kısmının cemaat ve tarikat bağlılıkları sebebiyle kendi iradeleri ile oy kullanamaz hale geldiği; bir kısmının ise AKP liderine sorgulamaksızın biat eder haline geldiği iddia ediliyor.

Eğer öyleyse, bu kişilik değişimi kalıcı bir mahiyet arz etmektedir diyebilir miyiz?

Özünde inançlı ve idealist olan bu insanlar, belki de Türkiye’nin bu kritik dönemecinde, İslam Peygamberinin (vahiy olarak bildirdiklerini değil) dünyevi konulardaki şahsi kararlarını dahi sorgulayan sahabeyi kendilerine örnek alırlar. Zira Müslüman kendi iradesiyle tercihini yapar.

Bu insanların iç muhasebesinin sonucunu ben kestiremiyorum, anketçilerin ölçebildiğini de sanmıyorum.

 

Hocam Nevzat Yalçıntaş, iki konferans ve İki yeni kitap

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, benim sosyal hayatımın daha verimli olmasında oldukça etkili bir isimdir. Bizim için mektep görevi gören olan Kocaeli Aydınlar Ocağı çalışmalarımız vesilesi ile tanımış, 1993-1997 yıllarındaki ocak başkanlığım ve daha sonraki yıllarda kendisinin bilgi ve birikiminden istifade etme imkânını bulmuş olmam bir bahtiyarlıktır. Kendisinin “arkadaşlar yalnız şikâyet etmek doğru davranış değildir. Şikâyet ettiğiniz konuda çözüm üretmek ve bu ürettiğimiz yolda bir şeyler yapmaya çalışmak daha doğru bir insani tavırdır” düsturu bizler için önemli bir davranış biçimini benimsememizi sağlamıştır.
Yalçıntaş Hoca, 18 Mayıs tarihinde Kocaeli Kırım Tatarları Derneğinin ev sahipliğinde bir konferans vermişlerdir. 18 Mayıs 1944 tarihi, Kırım Tatar Türklerinin yaşadığı acıları başlangıç tarihidir. Bunlar insanlık tarihinin yaşadığı büyük acılardan biridir. O dönemin SSCB devlet başkanı Stalin, bu insanları evlerinden, yurtlarından eden, bu sebeple çok büyük acıların-kederlerin-ölümlerin yaşandığı bir olaylar zincirinin emrini verendir. Bu insanlar, bu kardeşlerimiz, topraklarından sürülmüş, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar bakılmaksızın,  hayvan vagonları ile Orta Asya steplerine sürülmüşlerdir.
İşte Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş bu konuşmasında bizzat bu sürgünü yaşamış insanlarla ilgili bilgi ve hatıralarını dinleyicileri ile paylaşmıştır. Kendisinin muhtelif vesilelerle bu bölgelere defaatle gidip, oraların sorunları ile ilgili çalışmalar yapan, hizmetler üreten ekiplerde görevler almış bir şahsiyet olduğunu da bu vesile ile öğrenmiş olduk. Kırım Tatar Türklerinin  şu anki lideri Mustafa Abdul Cemil Kırımoğlu ilgili bilgi ve hatıraları da ibret ve örnek alınacak hususlardır.
Hocam bu konferansında Türk dünyasının önemli sorunlu alanlarını dört K ile tariflemiştir. Bunlar Kırım, Kerkük, Kıbrıs ve Karabağ şeklindedir. Devletimizin coğrafyasına da yakın olan buraların sorunlarına çözümü ülkemizin beka ve emniyeti ile ilgili alanlardır. Bu arada rahmetli Adnan Menderes ve arkadaşlarının, Alpaslan Türkeş’in, Turgut Özal’ın, halen yaşayan Sn. Süleyman Demirel, Sn. Rauf Denktaş’ın bu konularda da önemli hizmetleri olduğu bilgisini aldık. Güçlü ve alakalı yönetimler ile bu sorunların aşılabileceği bilgileri de dinleyicilerin mutluluk kaynağı olmuştur.
Kırım Türklerinin 90’lı yıllarda başlayan geri dönüş ve yurtlarına yeniden yerleşme gayretlerine işaret ederek, buralara turizm amaçlı gidilmesi gerektiği ve oradaki insanların kendi yurtlarına yerleşme azimlerine destek olunması gerekliliği paylaşılan konulardandı.  Oradaki camilerin yeniden ihyası çalışmalarına Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak 1995 yılında yaptığımız küçük bir yardımın bile ne kadar önemli olduğunu bu vesile ile hatırlamış olduk.
19 Mayıs 2011 saat 13.00’de,  Kocaeli Büyükşehir Belediye’mizin açtığı 3.kitap fuarında “21. yüzyılda Türk Birliği” konusu Yalçıntaş hoca tarafından işlenmiştir. Bu kitap fuarı başlı başına taktir ve tebrike layık bir çalışmadır. Fuar vesilesi ile Yalçıntaş hoca gibi Yazar, düşünce ve devlet adamlarının getirtilip ziyaretçilerle buluşturulması ilave bir taktir konusudur. Fuarda Kocaeli Aydınlar Ocağı karikatür sergisi ile temsil edilmiştir. Bu karikatürler ocağın internet sayfasından takip edilebilir.  
Yalçıntaş hoca bu konuşmasında da Türk dünyasındaki 1990’lı yıllarda başlayan bağımsızlık hareketlerini değerlendirmiş ve bilgiler vermiştir. Dikkate değer bilgiler arasında, 1930’larda Mustafa Kemal Atatürk’ün yabancı misyon görevlilerinin de olduğu bir toplantıda söylediği şu tespit de vardır.
“Bugün Sovyetler Birliği Dostumuzdur, Komşumuzdur, Müttefikimizdir.
Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez, Tıpkı Osmanlı gibi, Tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, Ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır?  Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız lazım.”  
2001 yılında yapılan Nahçıvan anlaşması da bilmeyenler için heyecan verici bir bilgidir. Bu çalışma kısaltılmış şekli ile TDKÜİK olan Türk dili konuşan ülkeler işbirliği konseyi hakkında bilgiler aldık. Türkiye adına Cumhurbaşkanımız sn Abdullah Gül tarafından imzalanan bu anlaşma şu anda beş Türkçe konuşan ülke arasındadır. Türk dünyası için yeni işbirliklerine açık olan bu başlangıcı öğrenerek kıvanç duyduk.
Konuşmasının akabinde bu bilgilerin daha detaylı olarak verildiği, Yalçıntaş hocamın birebir hatıra ve gözlemlerinin, tespitlerinin ve bilgilerinin aktarıldığı iki kitabının tanıtımı yapıldı. Bu kitaplar “Avrupa Birliği mi Türk Birliği mi?”  ile “Avrupa’da Yükselen Hilal” kitapları idi. Her ikisi de  bir nefeste okunacak ve değerli bilgilerin aktarıldığı eserlerdir.
Bilge bir insan olan Yalçıntaş hocama sağlıklı ömürler dilerken, bizlerin ve yöneticilerimizin bu tür “AKSAKAL” diyebileceğimiz insanlarımızdan daha çok istifade yollarını unutmamamız gerektiğine inanıyorum.
Hocanın anlattıkları ve kitaplarından aldığımız bilgiler Türk devleti ve milletimiz için bizlere daha iyi bir gelecek adına umut arttırıcı olmuştur.
Allah devletimize-Milletimize zeval vermesin.
Amin, Amin, Amin…

“Türkçe, Dil Bayrağımız”

0

“Avrupa Parlamentosu ve AB ülkeleri Türkiye’de Kürtlerin, kendi dillerinde konuşmalarına, eğitim yapmalarına ve kültürlerini yaşamalarına izin verilmediğini söylüyorlar. Kürt sorunu diye adlandırılan sorunun çözümlenebilmesi için etnik hak olarak Kürtçenin kullanılmasının serbest bırakılmasını istiyorlar. Kürtçeyi Anadolu’nun Güneydoğusunda ve Doğusunda yaşayanların kimliğinin temel unsuru sayıyorlar.” (Gündüz Aktan, Goichi Kojima ya da Kürtçeler, Radikal, 23 Aralık 1998, s.11)
Halbuki “Türkiye – Irak – İran üçgeninde yerleşik bulunan çeşitli etnik toplulukların (Zaza, Goran, Lur, Kelhur, Beluci, Asuri, Dürzi, Feyli, Hawramani, Bahtiyari, vb.) ‘Kürt’ adıyla adlandırılmaları ne kadar yanlış ise, bu toplulukların, dilbilimsel açıdan birbirlerinden farklı olan dillerine, genel bir ifade ile ‘Kürtçe’ denilmesi de o derece yanlış ve hatalıdır.
“1597 tarihinde, Bitlis Sancağı Beyi Şeref Han tarafından yazılan Şerefname’de, ‘Kürt’ diye nitelendirilen topluluklar, konuştukları dillere göre; Kurmanci, Lor, Kelhur, Goran (Şeref Han, Şerefname, Çev: M. Emin Bozarslan, İst. – 1971, s. 22) şeklinde tasnif edilmişlerdir.
“Tasnifi yapılan dillerin her biri de kendi içerisinde çeşitli konuşma gruplarına (lehçe, şive, ağız) ayrılmaktadır.” (Ziya Baran, Eğitim Dili Gerçeği ve Kürtçe, Zaman, 12 Ocak1999, s.15)
Rojgi denilen Bitlis Kürtlerinin kendi aralarında kullandıkları sözler vardır ki bunları diğer yerlerdeki Kürtler anlayamazlar. (Mehmet Zıllioğlu Evliya çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Cilt: 3 – 4, Üçdal Neşriyat, İstanbul – (Tarihsiz), s: 1168.)
XVI. asrın meşhur seyyahı Evliya Çelebi, bölgeye ait izlenimlerini aktarırken: “Burada çeşitli (16 farklı) diller konuşulmakta olup bunlar: Zaza, Lulu, Hakkari, Avniki, Mahmudi, Şirvani, Cezrevi, Pesani, Sencari, Hariri, Erdelani, Sorani, Halifi, Cenvani, İmadi ve Roziki lisanlarıdır.” Der.(a.g.e. s: 1152)
“Diyarbakırlı sosyolog Ziya Gökalp de, 20. yüzyılın başlarında bu konuyu irdelerken; Kurmanci, Zaza, Soran, Goran, Lur, Bahtiyari, Kelhur, Feyli, Lek gibi dil / (ve) lehçeleri saydıktan sonra, şu değerlendirmeyi yapar:
“Kürtçenin birbirinin mensupları tarafından kat’iyyen anlaşılmayan dört muhtelif lisana (Kurmanc, Zaza, Soran, Lur) alem olduğu anlaşılıyor. Bu dört lisanın sahipleri birbirinin dillerini anlamazlar. Dolayısiyle aradaki farklar lehçe farkları değil, lisan farklarıdır. Bu dört dilin her biri, lisaniyat itibariyle müstakil bir lisandır. Her biri müteaddit (çeşitli) lehçelerden de mürekkeptir.’ (Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler -Haz: Şevket Beysanoğlu- İstanbul – 1992, s: 24, 25, 95, 96.)
“Irak Kürtlerinden Prof. Tevfik Vehbi’nin tasnifi ise; 1.Zaza, 2.Goran (Hawrami, Zengene, Kakeyi, Bajelan), 3. Lurhi (Mamesani, Kelhori, Feyli, Laki, Baxtiyari), 4. Kurmanci (Bahdinan, Hekari, Asthi, Bohtan, Beyazidi), 5. Sorani (Seneyi, Suleymani, Mukri) (Tori, Ferheng, Kurdi – Tırki, İstanbul – 1992, s: 6,7.) şeklindedir.
“Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi eski Genel Sekreteri Dr. Şıvan da; Kurmanci, Sorani, Zazaki, Gorani, Hevramani lehçelerini saydıktan sonra, ‘Bunların yanı sıra, büyük aşiretlerin ve vadilerin de kendilerine özgü birtakım şiveleri vardır.’ (Dr. Şıvan, Zmane Kurd / Kürt Dili, İstanbul – 1976, s: 28,29.) demektedir.
“Nitekim, yine bir Kürt orijinli olan Mesud Fani’nin; ‘Kürtçe bir göçebe dili sınırını aşamamış, bunun yanı sıra da, biri diğerinden farklı birçok lehçe meydana gelmiştir. (Messoud Fany, La Nation Kurde et son Evolution Sociale, Paris 1933, s:85, 86; Türkçe Basım: Mesud Fani (Bilgili), Kürtler ve Sosyal Gelişimleri, Ankara 1993, s: 44)’ şeklindeki sözlerinin üzerinde de düşünülmesi gerekmektedir.
“Öte yandan; bazı Kürtçü ideologların politik çıkarlar gereği ‘Kürtçe’ye dahil ettikleri
bazı dilleri (Zazaca, Goranice, Lurca, vs.); V. Minorski, David N. Mackenzie, Joyce Blau, Karl Hadank, Oskar Mann, Meyer Benedictsen, Peter Alford Andrews vb. gibi tanınmış bilim adamlarının yanı sıra, bazı Kürt yazarları da Kürtçe’nin dışında tutmuşlardır.
“Örneğin; Şeref Han, Kamuran Ali bedirxan, Ciğerxwin vb. gibi bazı Kürt tarihçi ve dilcileri, Zaza dilini Kürtçe’den ayırmışlardır. Ayrıca, Zaza orijinli yazar ve araştırmacılar da, Zazaca’nın Kürtçe’den ayrı ve bağımsız bir dil olduğu görüşündedirler.
“Mesud Fani’nin deyişiyle; ‘bir göçebe dili sınırını aşamamış olan Kürtçe’nin , onlarca lehçe, yüzlerce şive ve ağız farklılığı yansıtan özelliği, onun ‘eğitim dili’ olmasına imkan vermemektedir.
“Kürt dili için hangi lehçenin temel alınacağı konusu da öteden beri Kürt yazarları arasında tartışma konusu olmuştur. Örneğin, Iraklı Kürtler Soranice’de ısrar ediyorlar. Celadet Bedirxan, kendi dili olan Kurmanci’nin Botan şivesini öneriyor. Kürt tarihçi M. Emin Zeki ise Mukri lehçesinde ısrar ediyor. Ve şu gerekçeyi sunuyor: ‘Etnografik, filolojik, coğrafik durumlar, tarihi belgeler, rivayetler, toplumsal kanıtlar gösteriyor ki, Sabalah bölgesindeki Mukri Kürtleri’nin lehçelerini Kürt dili için temel olarak almamız gerekir. (M. Emin Zeki, Kürdistan Tarihi, İstanbul – 1977, s: 174)’ Başka Kürt yazarları da daha başka lehçeleri öneriyorlar.
“Bir ‘kabile dili’ özelliğine sahip bulunan ve adına ‘Kürtçe’ denilen ‘Kurmanci’yi öne çıkararak, bunu yazı dili haline getirme gayreti içerisinde bulunan çevrelerin yazdıklarını halk okuyamamakta ve anlayamamaktadır. Çünkü, en gelişmiş lehçe olarak kabul edilen Kurmanci bile yazı diline uyarlanamamaktadır. Kurmanci’de karşılığı bulunmayan kelimeler, başka dil ve lehçelerden alınarak dildeki yetersizlik giderilmeye çalışılmaktadır.
“Kürtçe’ adı altında birleştirilmek istenen Kurmanci, Sorani, Gorani, Luri, Zazaki vb.
gibi kabile dillerinin eğitim – öğretim dili olamayacağı gerçeğini, Kürt orijinli yazar, eğitimci ve politikacılar da kabul etmektedirler.
“Bölgenin coğrafi şartları, konuşma çeşitlerini birbirlerinden  büyük farklılıklar gösteren bir biçimde kesin sınırlarla ayırmıştır. Öyle ki, bazı yörelerde, bir köyde konuşulan diyalekt (lehçe) ile komşu köyde konuşulan diyalekt arasında bile anlaşılırlığın olmadığı görülmüştür. Her bir konuşma çeşidi, fonetik ve morfolojik bakımdan ancak kendi içlerinde ortak noktalar ihtiva eden diyalektler grubudur. Her bir diyalektin, bir bölgede veya komşu bölgelerde çok dar bir alanda kendi içinde anlaşılabilirliği söz konusudur.
“Tabii ki dili anlaşılmaz hale getiren bu duruma halk da tepki göstermektedir. Bunun da ötesinde asıl sorun, Kurmanci’nin diğer dil veya lehçeleri (Zazaki, Gorani, Luri, Sorani, Bahtiyari, Feyli, Leki, Kelhuri, Mukri, Şexbızıni, vb.) konuşanlara dayatılmasında yaşanmakta, bölgedeki diğer dilleri / lehçeleri konuşanlar, Kurmanci konuşup yazmaya zorlanmaktadır.
“(Oysa) gerçek dil, kullanıma hazır geniş bir kelime hazinesi olan yazılı – eğitim dilidir.
“Kelime hazinesi çoğunlukla başka bir dile ait ise, cümle teşkili ve ifade şekli başka bir dilden alınmışsa, morfoloji sistemi dengesizse, kendine ait ve dilin özelliklerini koruyan bir alfabesi yoksa, edebiyat ve eğitim düzeyine geçememişse, konuşulduğu yöreye göre değişiklikler arz ediyor ve o belirli yörede sınırlı kalıyorsa, bu ilkel anlaşma dillerinden birini tanımlıyor demektir. Bu iletişim şekilleri, sadece vernaküler olup, eğitim ve kültür dili olamazlar. (Prof. Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı, Kürt Uygarlığı ve Ağızları Hakkında Düşünceler, Ankara 1991, s: 20 – 21) ‘Kürtçe’, buna en güzel örnektir.
“İstanbul’da kurulan Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti (1908) ve Kürdistan Teali Cemiyeti (!918) ile Lübnan’da teşkil edilen Hoybun Cemiyeti’nin (1927) kurucuları arasında yer alan Diyarbakır / Erganili Dr. Mehmet Şükrü Sekban, 1933’te yayınlanan kitabında; Irak’ta, Kürtçe konuşulan Süleymaniye ve diğer bazı kentlerde, Kürtçe eğitim yapılmasına rağmen
hiçbir olumlu neticenin alınamadığını, çünkü Kürtçe’nin en temel ihtiyaçlara bile kafi gelmeyen bir dil olduğunu ve bununla kültürde ilerleme sağlanamayacağını (Dr. Mehmet Şükrü Sekban, …Türkçe basım: Kürt Sorunu, İstanbul – 1970, s: 24 – 25) belirtmiştir.
“Fransa / Strasbourg Üniversitesi’nde dilbilimi profesörü olan Japon asıllı Goichi Kojima, 1970 – 1986 yılları arasında Türkiye’ye hemen her yıl yapmış olduğu seyahat ve incelemelerden edindiği izlenimlerini anlattığı kitabında:
“Kürtçenin bir dil değil, ancak bir diyalektler topluluğu olduğunu, Kurmançça ve Zazacanın gramatik özellikleri ve kökeni itibariyle büyük farklılıklar gösterdiğini ve pek çok alt diyalekte ayrıldığını, dolayısiyle bölge insanının tamamının birbiriyle anlaşmasını sağlayabilecek ortak iletişim yaratma özelliğinden yoksun olduğunu, Türkiye’de üç grup Zazaca, beş grup Kurmançça konuşulduğunu, bunların birbirlerini hiçbir şekilde anlamadıklarını, aslında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da her 40 – 50 km’de yeni bir ‘Kürtçe’ oluştuğunu, tüm bu dillerin yazılı şekli olmadığı gibi, edebiyat ve kültür dili düzeyine de ulaşmadıklarını, bu nedenle eğitimde, ‘Kürtçe’lerden birini seçip öteki gruplara dayatmanın ne pratik ne de insan haklarına uygun bir iş olamayacağını’ (Prof. Dr. Goichi Kojima, Türkiye’nin Bir Başka Veçhesi, Japonya 1991, s: 200) ifade etmiştir.” (Ziya Baran, Eğitim Dili Gerçeği ve Kürtçe, Zaman, 12 Ocak 1999, s: 15)
“Japon asıllı büyük dilci Kojima…Türkçeyi aksansız konuşuyor. Ayrıca 25 civarında dili şarkılarıyla, masallarıyla biliyor. Üç ayda bir dil öğrenebiliyor.
“Türkiye’deki diller konusunda yazdığı 11. 9. 1986 tarihli raporun bir nüshası bende de var. Kendisi o zaman Lyon Üniversitesi’nde öğretim üyesiydi. Tanıştığı dönemin Lyon Başkonsolos’u Büyükelçi Özcan Davas’a bu raporu vermiş.
“Yıllar süren bir çalışmadan sonra 1985 yılına gelindiğinde Kojima, Türkiye’nin yaklaşık yüzde 80’inde konuşulan dilleri ve diyalektleri 56 olarak saptamıştı.
“Dolaşmadığı yüzde 20’lik bölümde de aynı oranda dil olması halinde ülkede 70 – 71 civarında dil olabileceğini iddia ediyordu.
“Kojima’nın bulgularına göre Kürtçe diye tek bir dilden söz etmek doğru değil. Olsa olsa Kürtçeler grubu var. Bu grubun içinde sayılan Zazaca ve Kirmançi iki ayrı dil. Yani Zazaca Kürtçenin bir kolu değil. Zazaca ve Kirmançi gruplarının temel kelime hazneleri karşılaştırıldığında ortak hiçbir kelime yok.
“Ayrıca Zazaca kendi içinde üç, Kirmançi beş alt gruba ayrılıyor. Bu alt gruplara mensup olanlar da kendi aralarında adeta tümüyle farklı diller konuşuyorlarmış gibi anlaşamıyorlar.
“Kojima aslında her 40 ila 50 kilometrede yeni bir Kirmançi oluştuğunu, bu nedenle
sözgelimi Kirmançi’nin 50 çeşidinin türediğini, bölgenin dağlık olmasının buna yol açmış olabileceğini söylüyor.                  
“Paris’teki Kürdoloji Enstitüsü’nün Zazaca yazılı metinleriyle Kirmançi’nin gerçekten tek yazılı türü olan Süleymaniye Kirmançisi’yle yazılmış metinleri Anadolu’da kime okuduysa anlamamış.
“Raporunda Kirmançi diyalektlerinin yeterli kelimeye sahip yazı dilleri olmadıklarından eğitime de elverişli olmadıklarını yazıyor. Bunlardan bir eğitim dili yaratmak için bir Kirmançiyi seçip yoğun biçimde Türkçe kelimelerle doldurduktan sonra, adeta yabancı bir dil gibi diğer Kirmançi bölgelerine dayatarak öğretmek gerekeceğini vurguluyor.” (Gündüz Aktan, Goichi Kojima ya da Kürtçeler, Radikal, 23 Aralık 1998, s: 11)
“Kojima’nın raporunda dendiği gibi, Kirmançi ve Zazaca iki ayrı dil grubuysa, Zazaca Kürtçe değilse, Kirmançi kendi içinde birbiriyle anlaşamayan beş alt gruba, her alt grup da kendi içlerinde hiç veya tam anlaşamayan sayısız gruplara ayrılıyorsa, bunların hiçbiri yazılı eğitim dili değilse ve Türkiye’de böyle 70 civarında dil varsa, bu bulguların ‘Kürt sorunu’ üzerinde çok önemli etkileri olacağı açıktır.
“Nitekim Kojima’nın Le Monde’a 30 Kasım tarihli mektubu, Türkiye’de toplumun Türkler
ve Kürtler olmak üzere ikiye ayrılamayacağını, zira böyle oluşturulan Türk ve Kürt grupların altında çok sayıda birbiriyle anlaşamayan dil ve diyalekt bulunduğunu teyit ediyor.
“Sorun, Kojima’nın işaret ettiği gibi, Kirmançi diyalektlerinin neredeyse sayısız parçaya bölünmüş olması ve temel kelime haznesinin yetersiz bulunması dolayısiyle, dilbilim açısından yarattığı olağanüstü güçlüklerden kaynaklanıyor.” (Gündüz Aktan, Kojima’nın
Düşündürdükleri, Radikal, 30 Aralık 1998, s: 11)
“1996 Mart ayında Başbakan Mesut Yılmaz’ın Iğdır’da yaptığı konuşmadaki açılımından sonra, Kojima’yı Türkiye’ye, Dışişleri Bakanlığı’na davet ettim ve kendisine beş Kirmançi alt grubu için ortaokullarda haftada birkaç saat okutulacak seçimlik ders kitapları hazırlayıp hazırlayamayacağını sordum. Gülerek buna imkan olmadığını, zira her alt grubun altında da çok sayıda birbiriyle anlaşamayan diyalektler bulunduğunu söyledi.” (Gündüz Aktan, Goichi Kojima ya da Kürtçeler, Radikal, 23 Aralık 1998, s:11)
“Bütün bu açıklamalar çerçevesinde söylenebilecek husus şudur: Her şeyden önce, onlarca dil / lehçe / diyalekt ile yüzlerce şive ve ağızı ‘Kürtçe’ adı altında toplamak, bilimsel gerçeklere aykırıdır. Bununla birlikte, Kürt politik çevrelerince öne çıkarılmak istenen ‘Kurmanci’ dilinin, eğitim-öğretim için yetersizliğinin yanı sıra, diğer dil / lehçe / diyalekt ve şiveleri konuşanların da bu dilden (Kurmanci) eğitime tabi tutulmak istenmesi, eğitim dili yaratmak adına yapılan bir zorlamadan ibarettir ve aynı zamanda bölgede diğer dil ve lehçeleri ‘konuşan’ geniş kitleleri de yok sayan anti-demokratik bir yaklaşımdır.” (Ziya Baran, Eğitim Dili Gerçeği ve Kürtçe, Zaman, 12 Ocak 1999, s: 15)
Naklettiğimiz bu bilgiler doğrultusunda, Genelkurmay’ın açıklamasındaki isabet derecesi, her türlü takdirin üstündedir:
“Kürt diliyle eğitim ve TV yayınlarının uygulama alanına konulması pratikte mümkün değildir. Bu zorluk beş lehçe ve çok miktarda ağız farklılığından ileri gelmektedir. Ayrıca Türkiye’de Türk kimliğiyle bütünleşmiş bir çok değişik köken aleyhine Kürt kökenli vatandaşlara ayrıcalık tanınması Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi, eğitim birliği yasasıyla da bağdaşmaz.
“Genelkurmay’ın açıklamasında, Batılı ülkelere (de) şu uyarıda bulunuldu:
“…Türkiye’deki devlet görevleri ve kademelerinin, köken farkı gözetmeden herkese açık olduğuna dikkat çekilen açıklamada: ‘Hangi kökenden gelirse gelsin, vatandaşlarımız istediği okula gidebilir, istediği mesleği seçebilir.’ Denilerek şu görüşlere yer verildi: ‘Hiç kimseye, hiçbir yerde ve hiçbir alanda yaşam, can ve mal güvencesi, hukuk ayrımı yapılmaz. Dillerini, konuşma ve isim koyma gibi kültürel içerikli konularda hiçbir kısıtlama yoktur.’ ” (Ankara – Reuters, Milliyet, 5 Aralık 1998, s: 15)
Sonunda, bu gerçeği kavrayanlardan biri olan mezkur “Dr. Şükrü Mehmet Sekban, 1881’de Ergani’de doğmuştur. 1903 yılında Yüzbaşı rütbesi ile Askeri Tıbbiye’den mezun olmuştur.
“…Emperyalist devletlerin el altından destekledikleri Kürtçülük akımı ülkemizde başlamıştı. Kürtçü çevrelerle temas kuran Dr. Sekban, 1908 İkinci Meşrutiyeti’nden sonra kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasında bulunmuş, Kürtçülük davasının bir numaralı savunucularından olmuştur.
“Dr. Sekban, ayrıca 1912’de kurulan Kürt Üniversite Öğrencileri Derneği olan Hevi Cemiyeti’nin kurucularından olmuş, bu cemiyeti yönetmiştir. Daha sonraki yıllarda, Mayıs 1918’de Seyid Abdülkadir’in başkanlığında kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nde de yönetim kurulu üyesi olarak bulunmuştur. Dr. Sekban, Seyid Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan ve cemiyetin diğer üyeleriyle birlikte yabancı elçiliklere gitmiş, muhtariyet için muhtıralar vermiştir…18 Aralık 1923 tarihinde Beyrut’ta ve yine bu sıralarda Kahire’de yayınlanan iki mektubu ile de Kürtlere muhtariyet verilmesini ve Kürtçe’nin resmi dil olmasını savunmuştur.
“Hoybun Komitesi’nin başkanlığını da yapan Dr. Sekban, Cemiyet-i Akvam’a Kürtler
hakkında bir mektup göndermiştir.
“Ancak, derin araştırmalar sonucunda gerçeği gören Dr. Şükrü Mehmet Sekban, 1933 yılında Paris’te Fransızca olarak ‘La Question Kurde’ (Kürt Meselesi) adlı kitabını yazmıştır. …1960 yılında, İstanbul’da hayata gözlerini yummuştur.
“Araştırmasında, Kürtlerin Türk olduklarını ilmi delilleriyle ortaya koyan Dr. Sekban, ayrıca Kürtçe’nin eğitim için yeterli bir dil olmadığını ve Irak’ta Kürtçe eğitim yapıldığı halde hiçbir sonuç alınamadığını da kaydetmektedir.
“Ömrünü, emperyalist devletlerin çıkardıkları mesele uğruna harcamış, ancak aklının ve vicdanının sesine kulak vererek, hiçbir tesire kapılmadan yaptığı derin araştırmalar sonunda hakikati görmüş bir ilim adamı olarak, Dr. Sekban’ın araştırması, hepimize rehber olmalıdır.” (Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s: 4)
Eğitim dili gerçeği ve Kürtçe konusunu yakın tarihten bir tespitle noktalayalım: (Muş eski milletvekili Gıyasettin Emre’nin, Menderes’le ilgili hatıralarından bir bölümün özeti:)
“Menderes’in Kürtçe konusundaki tavrı:
“Günümüzden tam 40 yıl önce… Başbakan Adnan Menderes, ilk defa ziyaret ettiği Muş’ta görülmemiş bir kalabalık tarafından karşılanıyor ve tren istasyonu yanında kurulan kürsüde, çok heyecanlı, coşturucu bir konuşma yapıyor.
“Onun ardından, Meclis Başkanı Refik Koraltan halka hitap etmektedir. Birden bire vali, emniyet müdürü, koruma görevlileri ve polisler paniğe kapılıyor. Çünkü, Menderes ortadan kaybolmuştur. Neden sonra, kan ter içindeki koşuşturmalar noktalanıyor ve herkes rahat (bir) nefes alıyor. Menderes, miting alanından hayli uzak bir bostanın çadırı altında, bir vatandaşla sohbet ederken bulunmuştur.
“O sırada, bostan sahibi vatandaş, radyo yayınlarını ve Menderes’in konuşmalarını anlayamadıklarından yakınmaktadır. Çünkü 7-8 kişilik ailesinde, kendisinden başka Türkçe bilen yoktur. Çevredeki tablo da o durumdadır. Kısacası, adam Kürtçe yayın istemektedir.
“Menderes, Kürtçe’nin 4 lehçesi (Kurmançi, Gorani, Sorani, Dımıli) olduğunu, bu ayrı lehçeleri konuşanların birbirlerini zaten hiç anlamadıklarını izah eder. ‘Müşterek bir diliniz yok mu?’ sorusuna ‘Türkçe’ cevabını alınca da: ‘O halde, müşterek dili bir yaygınlaştıralım, herkes öğrensin. Bunun için okullar açalım, böylece birbirimizle rahatça konuşuruz. Dolayısiyle, çocuklarınızın Türkçeyi öğrenmesi daha iyi olacaktır’ der. Ve vatandaşı ikna eder.
“Kürtçe eğitim, Kürtçe televizyon tartışmaları günümüzde oldukça yaygın. Önüne gelen, aklına estiği şeyi söylüyor.
“Aynı konuda, 40 yıl önceki sorumlu bir devlet adamının yaklaşımı işte böyleydi. -Yeni Asya, 5 Ağustos-” (Tarih ve Medeniyet, sayı:30, Ağustos-Eylül 1996, s: 69)
Yani rahmetli Menderes, ta o zamanlarda bile, vatanın birlik ve dirliğini ancak Dil Bayrağımız olan Türkçenin sayesinde ve gölgesinde mümkün görüyor. Ki zaten doğrusu da budur.