15.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1113

Kıbrıs Barış Harekatı emrini Erbakan mı verdi?

0

Kıbrıs Barış Harekatının 38.yıl dönümü törenlerle kutlanırken, bu tarihi olayın yıl dönümüyle ilgili Devri Alem programı olarak çok önemli araştırmalar yapmış, Şubat ayında vefat eden dönemin Başbakan Yardımcısı merhum Necmettin Erbakan hocayla en son konuşan gazeteci ve televizyoncu olmuştum. Konuyu bir de Rauf  Denktaş ile konuşarak her iki konuşmaları belgesel görüntülerle kayıt altına almıştım.

Merhum Erbakan ve Denktaş ile yaptığımız söyleşiler bir çok televizyonda yayınlandı. Çok büyük ses getiren röportajımız ve açıklamalar bugün www.gebzegazetesi.com sitesinde Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili Erbakan’la söyleşi bölümünde belgesel görüntülerle yayınlanıyor. Sizlerde sitemize girerek izleyebilirsiniz.

Bugün konuyu tekrar gündeme getirerek merhum Erbakan’la yaptığımız söyleşiden bir bölüm yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Türk Siyasi tarihinin son 50 yılında önemli izleri olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan başta olmak üzere Türk siyasetine bir çok yeni isim kazandıran Erbakan’la yaptığımız söyleşi tarihe ışık tutması açısından çok önemli.

Merhum Erbakan’la sadece Kıbrıs Barış Harekatını konuşmamıştık. Milli Görüş’ün kuruluş tarihi, 12 Mart Muhtırası, CHP ile kurulan hükümet, 1. ve 2. MC hükümetleri, 12 Eylül askeri darbesi, 28 Şubat süreci ve AK Parti’nin kuruluşu ile ilgili çok önemli açıklamaları Erbakan’ın ağzından devri alem kameralarına kaydetmiştik.

Kıbrıs Barış Harekatı sadece Erbakan’ın sözü değil, belgesel çekimlerini yaptığımız gün Star gazetesinde yayınlanan İngiliz arşiv belgelerinde de yer aldığı gibi barış harekatı Merhum Erbakan’ın eseridir. Barış Harekatı emrini bizzat merhum Erbakan tarafından verildiği İngiliz belgelerinde de kaydedilmiştir. Merhum Erbakan’ın Kıbrıs Barış harekatıyla ilgili açıklamalarının bir bölümünü sizlerle paylaşıyorum.

Kıbrıs Barış Harekatı

Kıbrıs Barış  Harekatı’nın  tarihi   olay olduğunu açıklayan  Erbakan “Şayet bizim  emrini  verdiğimiz harekat  planı aynen uygulansaydı Kıbrıs olayı  40 yıldır sürüncemede kalmazdı” dedi. Kıbrıs Barış Harekatı’nın  arka planını Devr-i Alem  kamerasına şöyle anlatı..

…”Başbakan Ecevit  Kıbrıs harekatına isteksizdi, ancak Kıbrıs’ta çok acı olaylar oluyor ve  her gün bir çok Türk Rumlar tarafından öldürülüyordu. Dönemin Genel Kurmay Başkanı  Semih Sancar sürekli hükümetle görüşmeler yapıyor ve askeri istihbarattan gelen bilgilere göre Kıbrıs’ta yaşanan Rum vahşetine dur demek için bir an önce  müdahale yapılması gerekiyordu”..

O yıllarda tüm  dünya bizim böyle bir harekat yapmamıza karşıydı. Ancak savaşa Ecevit’te   karşıydı. Son görüşmeler için Kıbrıs’ın garantör ülkelerden olan İngiltere ile birlikte harekat yapalım diyen Ecevit bizim karşı çıkmamıza rağmen Londra’ya gitti, Ecevit yanlış bir şey yapmasın diye Oğuzhan Beyi de Ecevit’in yanına verdik. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ve diğer yetkililerle Ecevit ve Türk heyetini Esenboğa hava limanından uğurladıktan  sonra Semih Sancar paşa bana özel bir görüşme yapalım dedi ve Esenboğa hava limanında  Genelkurmay Başkanı Semih Sancar Paşa ile aramızda şu tarihi konuşma geçti.

Savaş Emrini Esenboğa’da Verdim

Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar ile Esenboğa havalimanında bir odada  görüşme  yaptık. Sancar Paşa bana, Sayın Erbakan Sizler şu andan itibaren Başbakan vekilisiniz. Kıbrıs’ta büyük katliamlar yaşanıyor. Sayın Ecevit’in Londra’dan dönmesi uzun zaman alacaktır. Başbakan vekili sıfatı ile bizlere hareket emrini verirseniz biz çıkarma için hazırlık yapabiliriz, harekat emrini verebilir misiniz diye sordu?

Bende  harekat emrini verebilirim dedim. Tekrar söz alan Sancar Paşa daha öncede bu tür  harekat emirleri verildi ancak harekat yapılmadan geri alındı. Bu kez geri alınmamalı, Geri almamak ve kesinlikle çıkarma yapmak üzere verilmeli. Bir kez daha geri alınırsa askerlerin morali bozulur, Kıbrıs tümü ile elimizden gider..” dedi.

Daha önce’de bir kaç kez Kıbrıs’a çıkarma emri verilmiş ve sonradan geri alınmıştı. Sancar Paşa bunları hatırlatıyordu. Orada harekat emrini verdim ve Türk Silahlı Kuvvetleri hazırlık yapmaya başladı. Ecevit Londra’da İngilizlerle birlikte Kıbrıs’a çıkarma yapalım diye görüşmeler yaparken, verdiğim emir üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri çoktan çıkarma  hazırlığına başlamıştı.

Kemal Kayacan  Ben Kıbrıs’ı Alırım

Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar’a harekatın teknik durumu ve başarı oranını sordum. Toplantıda yer alan dönemin Deniz kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan söz alarak sayın  Erbakan hiç merak etmeyin ben Karadenizliyim, denizi ve denizcilik  tarihini çok iyi bilirim. Sadece Türk Deniz Kuvvetler Kıbrıs’ı alma imkanı var dedi. Her türlü hazırlık yapıldı ve  Kıbrıs harekatı başarı ile tamamlanacak diyen Askerlerin verdiği bu bilgileri aldıktan sonra  çok rahatladım.

Kıbrıs harekatı karadan, karaya. Havadan Karaya. Havadan Denize, Deniz’den Karaya  bir çok  harekat unsurunu bir arada kapsıyordu. Böyle bir harekat çok iyi planlanmıştı.  Askerimiz çok başarılı  çalışma yapmıştı.

Ecevit  Çok Korktu

Sayın  Ecevit büyük umutla gittiği İngiltere’den eli boş dönüyordu.. İngilizler, Türkiye ile birlikte çıkarma yapmayacaklarını söyleyince Ecevit büyük umutla gittiği Londra’dan hayal kırıklığı içinde Türkiye’ye döndü. Ecevit’i Türkiye’ye döndükten sonra hava limanında karşılayıp, harekat emrini verdiğimizi söyleyince Ecevit şok oldu ve şaşırdı birden.. “Dünya ne der?.. bu çıkarmayı dünyaya nasıl anlatırız?..” diye endişesini dile getirdi. Ecevit’e cevaben sayın Başbakan hiç endişe etmeyin dedim.

Biz çıkarma planı yaptık ve 5 günde varmak istediğimiz yere varabileceğimiz söyledik ve  bilindiği gibi  harekat başladı ve bizim 5 günde gerçekleştireceğimiz planı Askerlerimiz 3 günde gerçekleştirdi. Askerimizin hazırlık yapması ve  harekata dünya ülkelerinin  tepkisini ölçmek için geçici olarak ateş kes kararı aldık..

Larnaka Alınmalıydı

Mili görüş lideri Erbakan sorularımıza cevap verirken Devr-i  Alem kamerasına açık açık konuşarak tarihe not düşüyordu. Sayın Erbakan adeta o günleri yeniden yaşıyor gibi  heyecanlanıyordu ve ikinci harekatın başlamasından sonra planlanan hedefe ulaşıldı, öngörülen yere ulaştık diyordu. 

Zor durumdaki Türkler kurtuldu. Ancak bize haber vermeden Ecevit harekatı sona erdirdi. Bizim planımız Hala Sultan’ın türbesinin bulunduğu Larnaka’yı almak vardı. Larnaka’nın alınmaması ve Maraş bölgesinin iskana açılmaması büyük bir hata. Ecevit ve ondan sonra gelen Hükümetlerin Kıbrıs’la ilgili milli bir politikaları  olmadığı için sürüncemede kaldı.. 1974 yılında Milli Selamet Partisi Hükümette olmasaydı  Kıbrıs Barış Harekatı olmazdı diye konuştu.

“İlk Kez Para Kazanmak, İlk Kez Tatile Çıkmak”

Geçtiğimiz günlerde televizyon reklamlarından tanıdığımız bir sanatçının 31 yaşındaki eşi tatilde yüzerken geçirdiği ani bir rahatsızlık sonucu vefat etti.

Bu hepimizin her an başına gelebilecek bir olay.  Allah’ın bize verdiği nefes sayısından haberimiz yok. Ölen kardeşimize Allah’tan rahmet ve eşine başsağlığı dilemekten başka bir şey elimizden gelmiyor.

Ancak eşini kaybeden 42 yaşındaki Burçin Bildik’in, olaydan sonra ettiği bir söz var ki; bu sözün üzerinde çok durmak gerekiyor. “İlk kez para kazanıp, ilk kez tatile çıkmıştık.”

Eğer böyle ise Burçin Bildik ve rahmetli eşi; 75 milyonluk Türk halkının içinde, bu ülkede sosyal adalet ve adil gelir dağılımı olmadığından dolayı şanslı olanlar zümresine dahildi diye düşünüyorum.

Ülkemizin üzerine oturduğu coğrafyayı gezme fırsatı yakaladı iseniz ne kadar büyük bir güzelliğin ve zenginliğin üzerine oturduğumuzu biliyorsunuz demektir.

Bu memleket güzeldir ve zengindir ama memleketin tapusuna sahip olan halk bu zenginlikten ne yazık ki hak ettiği payı yüzlerce yıldır alamaz.

Köyünden şehre inememiş insanlar, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlar, ortalama 5 büyüklüğünde depremle yıkılan şehirler, büyükşehirlerin varoşları, yeşil kartlılar, sosyal dayanışmadan karnını doyuranlar, Osmanlı’dan bu yana bitmek tükenmek bilmeyen ekonomik sıkıntılar, bölücü iç düşmanlar, yüzyıllardır genç yaşta toprağa konulan kınalı kuzular, kişisel ve ülkesel borçlar, asgari ücrete talim, gençlerdeki gelecek umutsuzluğu ve iç ihanet vs., vs., vs…

Peki buna karşılık, ülkenin zenginliğini iç eden küçük bir mutlu azınlık ve küresel sermaye ile ona hizmet eden beyaz yakalılar; istedikleri gibi para kazanıp, tatil yapıyor, keyif sürüyor. Sanki kader bu!

Bırakın dünyayı görmeyi ülkenizi gördünüz mü? Beş yıldızlı otellerde kaldınız mı? Ömrünüzde, şöyle bir aklınızda kalacak üç beş tatil yaptınız mı? Dünyanın birkaç noktasına uçup, adamlar şunu yapmışlar “vay be” dediniz mi?

Bunların hiç birini yapamayan milyonlarca insanımız var.

Eyfel Kulesinin 1887’de, New York’daki gökdelenlerin 1895’te, Budapeşte Metrosunun 1903’te hizmete girdiğini biliyor musunuz?

Onun için Burçin Bildik’in “ilk kez para kazanıp, ilk kez tatile çıkmıştık” sözü sizi bilmem ama bana göre çok anlamlar içeriyor.

Memleketimizin insanları;  isteyip te o kadar çok şeyi yapamıyor ki! Hak ettiği halde o kadar çok şeye sahip olamıyor ki!

Benim rahmetli babam uçağa hiç binmemiş ve tatile gitmemiş bir insandı. İşi alaya vurup, vaktiyle bizim tarlanın yakınına düşmüş uçağa bindiğini anlatır ve bizlere tebessüm ettirirdi. 55 yaşında üçüncü emekli aylığını alamadan sıkıntı içinde geçen ömrünü tamamladı.

Bu ülkede babam gibi sıkıntı içinde ve hayatın tadını alamadan öbür dünyaya göç eden o kadar çok insan var ki…

Oysa insanca yaşamak konusunda gelişmiş ülkelerle mukayese yaptığımızda, insanlarımıza haksızlık yapıldığı tartışma götürmez bir husustur.

Almanya’da yaşayan yeğenlerimin, ilkokuldan itibaren devlet tarafından düzenlenen gezilerle bütün Avrupa’yı dolaştırıldığını biliyorum. Kendi yaptığım seyahatlerde de çocukların ve gençlerin, eğitimcilerin önderliğinde dünyayı dolaştıklarını, bilgi ve görgülerini arttırdıklarını, tarihi ve kültürel dokuyu öğrendiklerini müşahede ediyorum.

Hatta son yaptığım seyahatte, Alman Demiryollarının, 5 kişilik bir aileye hafta sonunda 35 Euro karşılığında bütün Almanya’yı trenle dolaşma imkanı sağladığına tanık oldum.

Bize ise, üzerine oturduğumuz Karun gibi zenginliğe karşılık sabırla kanaat edip, ahreti kazanmamızı telkin ediyorlar. Hani hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışmak ve yarın ölecekmiş gibi ahret hesabı yapmanın terazisi? Küfenin dünya tarafını bizden çalanlar, oraya bizim için aynı ağırlıkta bir hayal ve sıkıntı dolu bir yaşam koymuş. Hangimizin yaşamadan ölenlerden farkı var?

Haydi, Burçin Bildik; hayatında onu ve rahmetli eşini beş yıldızlı bir otelde tatile götürecek parayı kazanmış ya böyle bir parayı hiç kazanamayanlar ne yapıyor?

Acaba nefesleri açlıktan kokanlar, kahve köşelerinde pinekleyenler, karın tokluğu için zenginlere ve iktidara avuç açanlar ne zaman tatil yapacak?

Ufuk, Fahrettin, Aykut, Mustafa, Gökhan, Adem, Mehmet, Barış, Emrah, Necmettin, Noyan, Vefa, Ethem isimli gençleri hatırlıyor musunuz? Belki isimlerini unuttunuz? Onlar parada kazanamayacak ve hiç tatile çıkamayacak.

Kimse bana martaval okumasın, onlar yüzyıllardır tekrarlandığı gibi sizin olan fakat kullanamadığınız zenginliği iç edenler rahat etsin diye şehit düştü. Niceleri gibi…

Bana göre hepsi gariban çocuğu. Kanaatimce bugüne kadar doğru dürüst tatil yapmamışlardı. Ve bundan sonra da yapamayacaklar. Ailelerine ise yaşam bundan böyle haram oldu. Oysa onlar şehit düşerken tatil yapanlar vardı, eğlenceler devam ediyordu, televizyon ekranları hiç hız kesmedi. Buna karşılık pazar günü küçük bir azınlık Türkiye’nin çeşitli illerinde olayı protesto etti. O kadar… İnsan ister istemez soruyor: 75 milyon neredeydi diye?

Yarın hayat yeniden başlayacak. 31 yaşındaki tatilde iken ölen Zeynep Elçin Bildik’i de, şehit çocuklarımızı da unutacağız.

Tatil yapamayanların varlığı da bizi enterese etmeyecek, gerçi bu tatil yapamayanları da garip bir şekilde enterese etmiyor.

İnşallah bir gün dünyanın tadını anlar, zenginliğimizin ve sömürüldüğümüzün farkına varırız. O zamanda belki sık sık tatile çıkarız. Hem oğlum yaşında şehit olan ama bundan sonra hiç tatile çıkamayacak olan Diyarbakır’daki 13 şehit ile diğer şehitlerimiz içinde tatil yaparız. Zaten ne yapıyorsak onlar sayesinde değil mi?

Küçük Hacimli Büyük Konulu Bir Roman: “Gönül Gözlü Yar”

Küçük hacimli, büyük konulu bir roman: “GÖNÜL GÖZLÜ YAR” adlı, Alptekin Cevherli’nin eseri. 2001 yılında yazılmış ve topu topu 103 sayfalık, küçük hacimli bir roman. Roman derinliği var mı? Bana göre var. Bilerek veya bilmeyerek seçtiği ve işlediği konu çok derin. Roman estetiği var mı, bana göre etkileyici. Roman ağırlığı, havası, heyecanı, sürükleyiciliği var mı var. Dolu dolu…

Bazen bir eşyanız, aletiniz veya giysiniz olur da, uzun süre işe yaramaz bir kenarda durur ya… Önemsiz olduğunu düşünürsünüz ya… Ve tam o sırada olaylar gelişir döner dolaşır, kilit alet olur onsuz yol alamazsınız ya, mesela uzun süre elektriklerin kesik olduğu bir şehirde pilli radyoların kıymetliliği gibi, yine pilli el fenerleri ve hatta mumların kıymetlendiği gibi. Bir dağ başında birkaç ağrı kesicinin ısrarla arandığı gibi, Alptekin Cevherli’nin “GÖNÜL GÖZLÜ YAR” romanı işte bu değerde… Bundan sonra çok okunacak ve tartışılacaktır diye düşünüyorum.

“GÖNÜL GÖZLÜ YAR” romanı Kerime Nadir romanları benzeri bir isim taşıyor. Duygusal, romantik, diyeceksiniz. Bu yönü olmakla birlikte, çok önemli bir konuyu, Türkiye’nin ve dünyanın en önemli sosyal konusunu işlemiş, anlatmış… Romanı hiçbir edebi amacım, sanatsal mesuliyetim olmadan, sadece, tanıdığım, kısa bir dönem merhaba dediğim çok kibar bir gencin hatırı için okudum. Belki bir gün; “Ağabey nasıl buldun” deyiverir diye düşündüm.. Buna rağmen yazar belki de kitabından ümidini bile kesmiştir. Olsun ben okudum, düşündüm. Müthiş bir konuya parmak basmış, el basmış olduğunu anladım.. Kutlarım, kelimesi benim takdir duygularımın yanında, emin olun, küçük, basit ve kifayetsiz kalır.

Çünkü bu roman; Türkiye’de ne kadar yaşadığı gerçeklerden aklı karışmış, okur-yazar insan varsa onların akıl tutulmasını işliyor açıkçası. O nedenle; herkesin okuması lazım gelen bir eser. Hatta Suriye’dekilerin, hatta İranlıların ve hatta Yunanlıların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin ve kesinlikle Amerikalıların. Bence romanın işlediği, ışık tuttuğu sosyal konuya kim bulaştı ve karıştı is romanı da okumalıdırlar. Çünkü daha anlatacaklarım var.  

Amerika’dan söz edince ve roman deyince: abuk-sabuk hayallerini yazıp, Amerikan halkına roman diye okutarak kapaklarına “best-seller” kaşeleri basıp, yüz binlerce satan Amerikan yazarlarını hatırlıyoruz. Taze dut yaprağı bulmuş ipek böceği kurdu gibi bu best-seller’leri okuyan Amerikan halkı bence bir hafta onları bir kenara iterek, “GÖNÜL GÖZLÜ YAR” ı okusa eminim ki, biz onları, onlarda bizi çok iyi anlamış olurlar. Çünkü “GÖNÜL GÖZLÜ YAR” romanında A. Cevherli Türk halkının belini büken, kanını emen,  bir sosyal kanseri ele almış. Ünlü Rus yazar Aleksander Soljenitsin “KANSER KOĞUŞU” romanında gerçekten biyolojik kanseri ele almış, Nobel’i hak etmişti. Cevherli ise bütün toplumları etkilemiş bir sosyal kanseri ele alıyor.

Belki de bu küçük romanın konusunu hala anlayamadınız. Çünkü sizler de bir zamanlar Özal’ın “bunlar adi eşkıya, üç beş çat, pat ile Türkiye Cumhuriyeti Devletine kafa mı tutacaklar” dediği o, ”vahim gaflet” ve küçük hıyanetin; o günden bu güne, silahlarıyla, alkışlarla Türkiye sınır kapılarından giriş yapan, partileşen, dikkate değer vekil çıkarıp, tarihi düşmanlarla birleşerek Türk varlığını boğmaya çalışan PKK bölücü teröründen bahsedildiğini yine de anlayamamış olabilirsiniz. Yine ifade edelim ki, biyolojik kanserde de olduğu gibi sosyal kanserde de terör, kendisini düşündürtmeme konusunda da gerçekten çok sinsidir. Alptekin Cevherli’nin; 2001 yılında yazdığı bu küçük hacimli roman, çok açık ve gerçekçi bir biçimde Türk halkının bölücü PKK teröründen çektiği ızdırapları, çelikişkileri  konu almış, işlemiş.

Amerikalıların “SAĞDUYU” su da küçük hacimli bir kitaptı. Ama dünyayı değiştiren kitaplar listesinde yer almıştır. Çünkü yeni Amerika’nın kurulmasına yol açan önemli düşünceleri deklere ediyordu. Tarihin en güçlü devletlerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin gizli saldırılar karşısında sarsıntı geçirdiği bir dönemde O’nu sevenlerin gönül gözlerini açabilecek bir eser, Cevherlinin romanı.  En az SAĞDUYU kadar fonksiyonel. Kafaları aydınlatıcı, vicdanları muhasebeye götürücü, basiretleri açıcı…

Bir romanın kahramanın canlanarak bil fiil kendi konusuna müdahale etmeye başladığına hiç rastladınız mı? Elbette filmlerde rastlarız ama gerçek hayatta  böyle bir şey olamaz deriz.. Ama bu roman ile fikriniz değişecek ben de çekinmeden yazacağım, işte olaylar..

Kocaeli İli’ni hepiniz biliyorsunuz 41’nci İlimiz. Oradan bir Bakanımız var. Büyükşehir Belediyesi var. Güçlü ve çok çalışkan ve dürüst bir belediye başkanı var. Derki, “biz halkımızın yol, su, kanalizasyon gibi alt yapılara ihtiyacı olduğu kadar kültürel ve sanatsal, düşünsel ürünlere, hizmetlere de ihtiyacı olduğunu kabul ediyor, bu yönde de hizmet vermeye çalışıyoruz” Ve üçüncü Kocaeli Kitap Fuarını 14-22 Mayıs tarihlerinde düzenlerler. Ben de bir kitap dostu olarak fuar süresince etkinlikleri izlerim. Alptekin Cevherli ile kitap fuarında tanışırım ve “GÖNÜL GÖZLÜ YAR” romanını bana 15.05.2011 tarihi itibariyle imzalar ve verir. Kitap ben de 1 ay 17 gün kalmış.

Her okuduğum kitapta yaptığım gibi;”GÖNÜL GÖZLÜ YAR” romanını okumaya başladığımda da, okumaya başlangıç tarihini, düşüncelerimi sayfa altlarına not ettim. Ayrıca belirteyim ki o fuarda Ahmet Ümit’in, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını, Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” ini, M. Rilke’nin Kalem ve Kılıç’ını ve daha birçok kitabı da almıştım. Cevherli’nin kitabını seçip okumaya başlamışım. Kitabın yarısına geldiğimde pasaport çıkartıyordum. Kitabın kahramanı da pasaport çıkartıyordu. Ben Azerbaycan’a gidiyordum. Bir sivil toplum kuruluşunun programı vardı. Kitabın kahramanı da Begüm Azerbaycan’a gidiyordu. Romanı okumam henüz bitmemişti, uçakta da okurum diye düşünmüştüm ve benim yolculuğuma ortak olan romanı çantama koydum.

Beni sadece fikri ve duygusal olarak sarsmıyordu. Birde uluslararası yolculuğumda takip ediyordu. Etsin. Romanı 4 Temmuz günü saat:11,45 sıralarında İstanbul Atatürk Havalimanından Bakü Havaalanına uçarken Azerbaycan yolunda bitirdim. Zaten romanın kahramanları Begüm ve Ahmet’te Azerbaycan’a gelmişlerdi. Azerbaycan’da nişanlanıp mutluluğa adım atmışlardı.

Bütün bu hikayeden Alptekin Cevherli’nin hiç haberi yok belki de böyle bir yazıyı bir yerlere ilk defa okuduğunda da kitabın önemini henüz düşünecektir.

Ama ben bu kitapla ilgili birkaç nokta daha yazmak istiyorum. Çünkü bu kitabı asıl önemli kılan husus bence o bağlantılar ya da bağlantısızlıklardır. Her gün yüzlerce camiimizde beş vakit ezan okunur, duyar dinleriz de, kimse yolunu değiştirmez bu ülkede, az bir kişi camiye gider, çok kişi cami dışında yerlere işlere giderler. Hatta “din hayatın her yönüne karışıp durmamalı” der, bazen sivri dilli hocaları suçlarız. Hele Kur’an’a saygı duyulmalı, süslü pazen muhafazası içinde evlerimiz duvarlarında asılmalı. Fazla okunup tartışılmamalı, hatta hocalar kendi aralarında tartışmalı. Böyle kalıplaşmış anlayışlarımız, önyargılarımız hep vardır…

Halbuki Kur’an’da çok sıradışı öngörüler vardır. Neml Suresi 75’nci ayette “Gökte ve yerde gözle görünen ve görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)  bulunmasın” diyor ve 76’ncı ayetle de; “Doğrusu bu Kur’an, İsrail oğullarına hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.” İlave ediyor. Yani Müslümanlar önemli sorunlarının ipuçlarını Kur’an da arasınlar diyor.

Gelecekle ilgili de Miladi 600 yıllarından sonrası içi ışıklar tuttuğunu belirtiyor. 82’nci ayetle de; ”yerin altından bir yer hayvanı çıkaracağız. O onlara, insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler” diyor. Müthiş ve ilginç ayetler. Sahi bir roman tanıtımı ile ayetlerin ne alakası olabilir ki de konuyu buraya çektik. Evet bir alakasız konu daha dikkate verelim. “Güneydoğuda Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş uçakları bazen sorti üstüne sorti yapar ve dağlarda mağaralara bombalar atar, zavallı ayı, kurt, tilki gibi hayvanları kışta kıyamette mekansız bırakır. Bende soruyorum; Türk Hava Kuvvetleri yabani hayvan düşmanı mı?

Hayır hepiniz biliyoruz ki Türk Hava Kuvvetleri hayvan inlerini yıkmıyor. Hayvan düşmanı hiç değil, hatta yargılanan üst subayların hiç biri hayvan inlerini bombalamaktan sorgulanmadı. Türk Hava Kuvvetlerinin uçakları terör örgütü militanlarının barınak, sığınak olarak adeta hayvanlar gibi, dağlardaki hayvan inlerini kullandıkları bu yolla köylere ve uç karakollara önemli zayiatlar verdikleri için bombaladı. Çünkü onlar vahşi hayvanlarla yer değiştirmişlerdir. Dünya da hiçbir terör örgütü mağaralara sığınmayı adet edinmemiştir. Tabiî ki sadece bu değil bir terör örgütü militanı insani değerlerini kaybederek bir ölüm makinesi ve konuşan bir hayvan haline geliyordu. Belki de Kur’an’ın Neml Suresi’nin 82’nci ayeti bu hayvanlaşan teröristlerden bahsediyordur. Belki de Dabbetül-Arz PKK’nın ta kendisidir.

Evet bu romanı Türkler, Kürtler, Yunanlılar, İngilizler ve Amerikalılar okumalı derken neyi kastettiğimiz  herhalde anlaşılıyordur. PKK’yı koz olarak kullananlarda ülkelerinde bir şekilde yer verenlerde bizzat zararını görenlerde Bu kanlı belanın gerçek mahiyetini anlamalıdırlar. GÖNÜL GÖZLÜ YAR romanı duygusal bir gençlik romanı olduğu kadar, en kanlı ve dünyanın yarısın sarmış komplike bir terör örgütü üzerinde düşünmeye yöneltiyor, insanı… Belki basiretimiz uyanır. Belki ”GÖNÜL GÖZÜMÜZ” gerçekleri görmeye başlar. Belki de roman kahramanı Av. Ahmet’in sevdiği gönül gözlü Begüm’ü kurtarmak için çırpındığı gibi biz de Türkiye’mizi ihanetten kurtarmaya çalışırız.

Düşüncelerimizi reddetmeden önce kitabı okumalısınız.   

Kitabın ön yüzü

Kitabın ön yüzü

Kitabın arka yüzü

Kitabın arka yüzü

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Kitaptan bir sayfa

Sokak Ortasında İki Şehit Ve Arkasındaki Gerçekler (2)

0

PKK’nın siyasi uzantısının sözcüleri, Türkiye’de her ağızlarını açışlarında tehditler savuruyorlar. Diz çöktürmeden, topyekûn savaştan, Türkiye’nin her yerini cehenneme çevirmekten dem vuruyorlar. Bunu söylemek kolay… Bu sözün bedelini, söyleyenler ödemiyor ki! Onlar, sözlerini ABD-İsrail İmparatorluğu’nun bölgedeki küresel çıkarlarının koruyucu taşeronu olarak söylüyorlar ve o bahsettikleri iç savaş ortamında güvenlik içinde olacaklar. Ölenler ise şimdiye kadar olduğu gibi bir elmanın iki yarısı olan Türk ve Kürt çocukları olacak. Bu sefer 20-30 binlerle değil, Irak’ta olduğu gibi milyonlarca ölü, acı, kan ve gözyaşı olacak.

ABD’nin Ortadoğu planları hakkında raporlar yazmış Ralph Peters, bu iddiamızı şu sözlerle doğruluyor: “Amerikan ekonomisi adına, dünyanın güvenliğinin kalıcı olmasını sağlamak, Amerika Ordusu’nun görevlerinden biridir. Bu amaçla; makul sayıda insan öldürmeye hazırız.” (İşgal Altındaki Ülke, Muhammed Hassan, David Pestiean, Papirüs yayınevi Sy.11) Irak ve Afganistan işgalini Libya’nın bombalanmasını başka nasıl izah edebiliriz?

Türkiye’nin Türk-Kürt çatışmasına doğru sürüklenmek istenmesi, küresel mali sermayenin emrindeki ABD-İsrail İmparatorluğu özleminin sonucudur. Bu durumu Graham E. Fuller’in, Timaş yayınlarından çıkan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabının adından anlayabiliriz.

Graham E. Fuller anlatmaya devam ediyor: “Özellikle Ortadoğu’da İngilizler, bağımsızlığını yeni elde etmiş devletlerin çoğunun yönetimini elinde utmak için buralarda göreve itaatkâr kişileri getirmişler. Bu süreç,  İran, Irak, Mısır Suriye ile birlikte Cezayir, Libya, Tunus, Ürdün ve Yemen’de de yaşanmıştır. (İslamsız Dünya, Profil Yayıncılık, İstanbul 2010, Sy. 271).

Fuller kitabının 272. sayfasında: “Yeni emperyalizmin özellikle Ortadoğu coğrafyasında kullandığı yöntemler değişmektedir. Bunlar, ABD tarafından yapılan büyük yardımlar, ABD kontrolündeki Dünya Banka’sından kredi kullandırılması, düzenli siyasi müdahale, bölgesel politikaların manüple edilmesi ve askeri tehditler.”

Fuller aynı kitabın 12. sayfasında; “Emperyalizm, yenidünya düzeni kurmak için yola çıkmış durumda ve kendi gerçeklerini yaratmaya başladı. ABD’de Bush yönetiminin önde gelen isimlerinden birine Ortadoğu’da yaşanan savaşların yaratacağı gerçeklikler hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, “kendi gerçeklerimizi kendimiz yaratırız” yanıtını almıştır.”

ABD ve müttefikleri Ortadoğu, Afrika coğrafyasında kabile yönetimleri oluşturmuşlardı, bölge haklarını diktatörlerin emrine vermişlerdi.  Palazlanan diktatörler, milli çıkarlarını gözetmeye, ABD ve İsrail çıkarlarına aykırı bağımsız politikalar izlemeye başladıkları ve o bölgedeki halklar arasında ABD’ye karşı bir antipati oluşmaya başlayıp ABD’nin bölgesel çıkarları ve İsrail’in güvenliği tehlikeye girince, getirdikleri diktatörleri Irak’ta olduğu gibi ya bizzat temizlemeye ya da Tunus ve Mısır’da olduğu gibi kendi halklarına temizletmeye başladılar.

Şimdi sırada Yemen ve Suriye var. Sudan’ı ikiye bölerek meseleyi hallettiler. Suriye’den sonra İran karıştırılacak. Bütün bu hareketlenmeler, Şii-Sünni çatışmasıyla yaygınlaştırılıyor.

Türkiye’de Alevi ve Sünnileri çarpıştıramadılar. Alevilerle Sünnilerin aynı etnik kökenden gelmesi, her iki kesiminde devlete bağlılığı çatışmayı önledi. Şimdi sıra Kürt-Türk ayrıştırmasına ve çatışmasına geldi. Bu çabalar bazı genç Kürtleri oyuna getirmesine rağmen, Türk kesiminin birlikte yaşama arzusu ve ağır başlılığı ile bin yıldır birlikte olmanın getirdiği güzellikleri paylaşan yaşlı Kürtlerin karşı tavrı istenilen neticenin alınmasını geciktiriyor.

ABD, Batılı emperyalistler ve İsrail, Ortadoğu ve Afrika’ya yerleştirdikleri diktatörleri değiştirme sürecinde Türkiye’yi de ele aldılar.

Emperyalizme karşı büyük bir savaş vermiş olan Atatürk, kurduğu genç cumhuriyet idaresi sayesinde halkını tebaa konumundan vatandaşlığa taşımış, seçme ve seçilme hakkını vererek, halkı yönetime katılmaya alıştırmış, kuvvetler ayrılığı prensibiyle gücün tek elde toplanmasını engelleyerek, totaliterleşmeyi ve otoriteleşmeyi önlemiş, demokrasiyi nispeten temellendirmişti. Atatürk sonrasında çok partili sisteme geçerek demokratik yönetimi benimseyen genç cumhuriyeti, Batı çıkarlarına göre programlamak, tek adam yönetimine geri döndürmek mümkün olmadığından, ABD, Türk hükümetlerini, Atatürk’ün yadigârı ve Türklerin göz bebeği TSK ile kontrol altında tutmuştur. Bu konudaki başarısını Türkiye’nin NATO şemsiyesi altına girmesiyle perçinledi ve bunu liyakat nişanı verdiği Türk generaller eliyle yapmayı başardı.

ABD, BOP uygulamalarına Irak’ın işgaliyle değil, Türkiye’deki düzenlemelerle başladı ve bu eylemlerine batılı müttefiklerini de ortak etti.

12 Eylül sonrasının sivil gücü Özal’ın vefatıyla birlikte oluşan siyasi istikrarsızlık ve koalisyonlar dönemini iyi değerlendirdi. TSK’deki generalleri “irtica” ya karşı sert tedbirler almaya yöneltti. TSK içinden bir generali Somali Barış Kuvvetleri Komutanlığına getirerek onu Türk ve Dünya kamuoyunda önemli bir aktör haline getirdi. O aktörün planlamalarıyla 28 Şubat sürecini başlattı. Bu sürecin aşırıya kaçan uygulamalarıyla en mütedeyyin Müslümanları bile rahatsız etti. Herkeste ilk fırsatta bu süreçten intikam alacak bir hassasiyet oluştu. Bu gelişmelere paralel olarak; sistemin bütün partileri denendi.

Denenmeyen iki parti milliyetçi sol DSP ile milliyetçi sağ MHP’nin, 28 Şubatçı generallerin kontrolünde koalisyon oluşturmalarını sağladı. 28 Şubat sürecinde yerli ve yabancı işbirlikçiler yardımıyla Türkiye’nin İçinin boşaltılarak, ekonominin çökertilmesi sürecini hazırladı. Türkiye’nin kurtulması için 15 milyar Doların IMF tarafından verilmesini önledi. Deutsch Bank’ın bir gecede çektiği 7,5 milyar Dolar parayla Türkiye iflasa sürüklendi. Bu iflasın faturası, milliyetçi sağ ve milliyetçi sol koalisyona kesilerek, ABD planlarına karşı içeride oluşacak dinamik direnç güçleri iğdiş edildi, itibarsızlaştırıldı ve Türk siyasetinin ana unsuru olan bütün partilere halkın itimadı sarsıldı.(devam edecek)

Yurtdışına İlk Çıkış Heyecanı

En küçük kız kardeşim Meryem’in Fransa’da olması vesilesiyle 12 Temmuz 2011 tarihinde Fransa’ya uçacaktım.

Aylar öncesinden bilet almış ve o heyecanı yaşamaya başlamıştım. 11 Temmuz akşamı valizlerimizi kontrol ediyorduk. Biraz tez canlı olmam nedeniyle  pek fazla uyku tutmadı. Evimizde bulunan bütün telefonları kurmamıza rağmen akrabamıza sabahleyin uyanırsanız bizi çaldırın  diyordum. Uçağımız 10;35’de Sabiha Gökçen Havaalanından Paris’e kalkacaktı. Pegasusun servisine saat 07;10’da binecek olmamıza rağmen erkenden  hanımı servis alanına götürdüm.

Baska  ülkeye gitmek oradaki yaşam biçimini, kültürünü görmek çok fazla heyecanlandırıyordu. Kız kardeşim Meryem Paris’e gelen  birilerini bulursan sana yardımcı olurlar dedi. Havaalanına bizi almaya gelecekti. Saat 09;00’da bütün kontrolleri yaptıktan sonra işimizi bitirip uçak kapılarına geçip oturmuştuk.

Gözüm bir Türk arıyordu. Birisi karşımıza oturdu. Hemen kendimi tanıttım. İlk defa yurtdışına çıktığımı bana yardımcı olup olamayacağını sordum. Kendisi Cabbar Alagöz, Kahramanmaraş Elbistan’danmış. Memnuniyetle yardımcı olacağını söyledi. Uçağa kadar beraber gidip yerlerimize oturduk. Yanımıza birisi oturdu. Özcan Güntay Bingöl’lüymüs ve İstanbul’da oturuyormuş. 11 yıl sonra Türkiye’ye gittiğini, Türkiye’de 25 gün kaldığını ve zamanın nasıl geçtiğini anlamadığını söyledi. Sonra da bana neden Fransa’ya geldiğimi, gezmek için neden Turkiye’yi seçmediğini ve Türkiye’yi gezmem tavsiyesinde bulundu. Türkiye’den ayrılmanın üzüntüsünü yaşıyordu.

Uçağımız havalandıktan sonra eşimin heyecanı gözlerinden okunuyordu. Ülke ve şehirleri tek tek geçiyorduk. Sonunda Paris Orly Havaalanına indik. Cabbar Alagöz Beyefendiyle işlemleri yaptırdıktan sonra vedalaşarak ayrıldık.

Kız kardeşim ve eniştemiz bizi karşıladılar. Arabaya binip Paris’e 1 saat mesafede olan ikamet ettikleri Köye Pitviviers le Vieil geldik. 40 gün buradayız sanırım.

Size anlatacağım çok şey olacak.

Müteferrik / Çeşitleme

0

               Türkiye Cumhuriyeti’nin tek bir başkenti var Ankara

               Aksini savunanlar, iyice düşünsünler, kara kara

 

               Kürdü, Lazı, Boşnakı, Çerkezi, Arnavudu ve Gürcüsüyle,

               Tüm Türkler bir Ordu, tarihten aldıkları, birlik öncüsüyle

 

               AB’ye giden yol gidecekse eğer, Ankara’dan geçer

               Dostunu düşmanını, sırasında bu millet, iyi seçer

 

               “Arus-ı saltanat, şerik kabul etmez!” bakın tarihe

               Tersini söyleyen, yansın için için, kara talihe

 

                Diyorlar  “Sözde Ermeni Soykırımı”nı, edin kabul

                Çünkü, hepsi soykırım suçlusu; olmayanı gel de bul

 

                AB derken: “Başka kriterimiz, başka koşulumuz yok!”

                Böyle açıklamalara ne zaman denecek, karnımız tok?

 

                Fransa ve İsviçre’de demokrasiler, nasıl da alkışlanır.

                Soykırım yoktur diyen baba yiğidin ise, alnı karışlanır.

 

                Yerinde hayır demesini bilirse eğer Türkiye,

                İnanın el-pençe divan durulur, aman yapma diye.

 

                Güneyimizde, ihanetin adımları atılıyor sinsice!

                Yüzümüze gülen hainler, diş biliyor habire, gündüz gece

 

                Başta büyük müttefik (!) Kore’den eski dost ABD(e)

                İki yüzlü davranıyor, yüzü kızarmaz biçimde

 

                Büyük Ortadoğu Projesi için, elden gelen yapılıyor

                Bunca mel’anet işlenip dururken, sanki Şeytana tapılıyor!

 

                Takke düştü kel göründü, AB’nin içi, çıktı yüzeye

                İki yüzlü Avrupa, aşikar oldu artık Türkiye’ye

 

                Yedi bin yıl önceki beyni, ortaya çıkardı arkeolojik kazı

                Günümüz insan beyninden, farksız çıktı, buluntu insan beyni enkazı

 

                 Darwin’in tezleri çürüdü böylece, birer birer

                 Sanıyı, zannı bir kenara attı, ilim denen er

 

                 Fatih’in bedduası var, kılıç hakkı toprak satılmasın diye

                 Satmak ne kelime, sanki ediliyor, birer ikişer hediye!

 

               Ermeni soykırımını kabulü, Rum’u tanıma baskısı

               Bu dayatmaların asıl, tek kaynağı, sadece Türk fobisi

 

               Ermeni konusu, Kürt sorunu, Kıbrıs sendromu

               Hepsinin temelinde var, Türk’ten nefret tohumu

 

               Mim Kemal Öke diyor ki, bilin dostlar: “Türkiye ötekidir!”

               Ağzıyla kuş tutsa, yine de edilecek nefretin tekidir!

 

               Türkiye’nin öyle gücü var ki, baştakiler bundan çok gafil

               Telafer’de, Kızılay’dan bile korktular, görmüşçesine fil

 

               Türkün yardımı erişince Türk’e, aldı ABD’yi bir telaş

               Görününce Ay-Yıldızlı bayrak, dost yüzler oldu memnun be kardaş.

 

               Türkiye’ye, insan hakları dersi verirken hala!

               Telafer’de geçilirken ırza, nerde bu Avrupa?

 

               AB’ye verile verile, daim taviz üstüne taviz,

               Geç kalan dik duruş, alınmıyor ciddiye, olsa da caiz

 

                AB’ye bu derece hahiş-ger olanın reddi, tabii bir kanun

                Elbette, başka değil, maskarası olur bu gidişle, ancak onun

 

                 ABD, Türkiye ve Irak politikasında iki yüzlü!

                 Tavşana kaç, Tazıya tut şeklinde takınmış, maskeli yüzü

 

                  Attığı bunca kazıklar, yetmiyormuş gibi Türkiye’ye

                  ABD, hala beklenti peşinde, utanmazlık içinde!

 

                  ABD’nin, ısındırmak için, devletlere uzattığı havuç

                  Kocaman bir topuza dönüşüyor, alamayınca tam bir sonuç

 

                  Okyanus ötesinden kalkıp, ta denizler aşıp gelen ABD(e)

                  Türkiye, komşularıyla ilişki kurmasın diyor, ne hikmetse

 

                  Ödleri kopuyor, ya ittihada giderse Alem-i İslam

                  Titriyor, ya olursa Türkiye, Alem-i İslam’a Şeyh-İslam

 

                  Fakat, hiçbir zaman korkunun ecele faydası yok

                  Kader yazdıysa, olacak bu, olsa da engeli çok

 

                  ABD hedefinde, şimdi İran ve Suriye var, fakat;

                  Başarı için, Türkiye’nin desteği isteniyor heyhat!

 

                  Türkiye, ah bir bilse, bilmediği, büyük potansiyel gücünü

                  Dünya titreyecek, diyerek; ya almak isterse Türkler öcünü

 

                  Ama buna, vermiyorlar fırsatı, ederek onu meşgul

                  Ey Allah’ın has kulu, harekete geç artık, usul usul

 

                  Türkiye, öyle cevahir bir ülke ki, yapamıyor Batı

                  Ne onunla bir arada, ne de onsuz buluyor rahatı

 

                  Türkiye, öyle büyük, yakut kütle ki, ne takılır yakaya

                  Ne de bir çırpıda vazgeçilip, atılır kolayca kenara

 

                  Her devlet, adım atarken diyor, kendi kendine: “Türkiye ne der?”

                  Sözde devlet adamları ediyor Türkiye’yi, boş yere heder!

 

                  Ne hikmetse, Türkiye’ye veriliyor hep, söz üstüne söz!

                  Ama ondan isteniyor, vermesi gerekli görülen öz

 

                  Şimdi, yeni bir moda, birden bire, aldı başını yürüdü!

                  Soruluyor artık “Doğru mu?” yoksa “Ulusal çıkar mı?” günü?

 

                  Elbette “Ulusal çıkar” katılmalı bazen hesaba

                  “Doğru” verecekse zarar; susup çekilmeli kenara

 

                  Elbette her zemin ve zamanda her söylediğimiz olmalı hak

                  Ama, her hakkı söylemeye de, hakkımız olmadığı muhakkak.

 

 

Dua -4

Biz isteyeceğiz Allah yapacak !

Müslümanlar ne yapacak?

Rahatlarını bozmayacak keyiflerini kaçırmayacaklar.

Bu kafayla çok daha Müslüman kanı akar !

Ağlamaktan gözpınarları kurur !

Peygamberimiz Allah katında tüm insanların vede peygamberlerin en değerlisi olmasına rağmen müşriklerin bin bir çeşit sıkıntılarına göğüs gerdi.

Dişi kırıldı.

Kan revan içerisinde kaldı.

Birçok sahabe malını canını feda etti.

Ama oturdukları yerden Ya Rabbi sen zalimleri kahret.

Bizide sıkıntıya sokma diye …

Allaha sipariş vermediler.

Günümüz Müslümanları istisnaları tenzih ederim.

Kendilerini peygamberden vede sahabeden üstün mü? Görüyorlar ki !

Hiçbir fedakârlık yapmadan her işi Allahtan bekliyorlar.

 Bekliyorlar ama görüldüğü gibi olmuyor işte.

Her sene Hacda,

Her ay umrede milyonlarca müslüman ,

Çeçenler Filistinliler için,

 Dünya nın her tarafında zulme uğrayan müslümanlar ,

Hatta tüm insanlar için dua ediyorlar .

Ama zalim zulmetmeye mazlumlarda inilemeye devam ediyor.

Kâbe’ nin hatırı içinde desen Peygamberin ve ashabının hatırı içinde desen de !

Fiili dua olmadan kavli dua olmuyor.

Savaşta oku(topu ) atarsında Ya Rabbi atması benden isabet ettirmesi senden dersen,

Allah duanı kabul eder topta hedefe isabet eder.

Tıpkı Seyit Onbaşının Çanakkale’de 250 kg’ lık top mermisini sırtlayıp namluya sürdükten sonra ,

Ya Allah deyip ateşlemesiyle ,

Düşman zırhlısının denizin dibini boylaması gibi.

Günümüz Müslüman’ı topu atmadan düşman donanmasının denizin dibine batmasını bekliyor.

Buda zalimlerin işine yarıyor.

Görüldüğü gibi Ya Rabbi sen düşmanları kahret demekle düşman kahrolmuyor.

Düşmanın kahrolması yanı duanın kabulü mermiyi namluya sürerken dua etmeye bağlıdır.

Bugün kü müslümanların yaptığı iş çobanın sarayın tavanında deve aramasına benzer.

İbrahim Ethemden bir anekdot:

Bilindiği üzere İbrahim Ethem 

Belh sultanı iken bir gün sarayda kuştüyü yatakta uzanır cennet hayal eder.

Bu esnada sarayın tavanından birtakım sesler duyulur .

Bunun üzerine İbrahim Ethem” Kim var orada?”

Diye seslenir.

Gelen ses “Ben bir çobanım develerimi kaybettim onları arıyorum” der.

İbrahim Ethem hiddetle ;

“Bire sersem develerin orada ne işi var?” deyince

 Çoban:” Sen sarayda kuştüyü yatak ve koltuklarda her türlü lüks zevk ve sefa içerisinde cenneti arıyorsun bu oluyor da benim yaptığım mı olmuyor?” Cevabını verir.

Bunun üzerine İbrahim Ethem bunun İlahi bir ikaz olduğunu anlar.

 Hak etmeden cennetin kazanılamayacağının farkına varır gerisi malum …

Bugünkü müslümanların dualarıyla,

O günkü İbrahim Ethem’in hayelleri arasında ne fark var?

İbrahim Ethem bir tıkırtıyla uyandı.

Ama bizler top sesleriyle bile uyanmıyoruz!

Evet, Hz Ali(ra)nin ifadesiyle bir gün bu gafletten uyanacağız ama çok geç olacak.

Allah (cc) bizlere tez zamanda uyanmayı nasip etsin .

Haftaya dualarımız neden kabul olmuyor?

Öğretilmiş Lümpenlik Ve Halkı Adam Etme Senaryoları

      “Siz bir akrepsiniz bayım..” [1]

   Gülizar ilk defa ‘Şeher‘e gelmiştir. Her nasılsa yolu Boğaz‘da bir yalıdaki partiye düşer. Onu gören mini etek­li pon-pon kızlar ve cicili – bicili oğlanlar şalvar ile eşarba bakıp kıkırdarlar.

 Bir defasında Şaban lük(ü)s bir restorana gider. Kuru fasulye ve soğan  ısmarlar. Ekmeği büyük bir lokma yapıp suyuna banar. Soğanı eliyle bi güzel kırıp cücüğünü çıkarır. Istakozlu beyler, şampanyalı hanımlar; herkes yemeğini bırakmış, gizli bir işbirliğiyle ona bakıp gülmektedir.

Bir başka defa Ramazan döner kapıya takılır. Bayram, yanlışlıkla p(i)laja girer. Emine otobüste tacize uğrar. Döndü hâlâ Gayseri ağzıyla konuşmaktadır.

Bir başka, bir başka..

Sığınmacı hayvan(!)lar,[2] Lümpen gurbetçiler, despot toprak ağaları,[3] dedikoducu teyzeler, aklı uçkurunda amcalar, envaî kötülük hacılar / hocalar,[4] su katılmamış yobazlık ve çağdaşlığa genetik karşı çıkma alışkanlığındaki adam olmaz halk. Alaturka ve kahretsin tüm çabalara rağmen Türk gibi yaşamaya iyi – kötü devam eden o ilkel sürü.

 Onları onlara rağmen kurtardığımız / kurtaracağımız için her şeyi hak ediyorlar. Köylü, yoz, câhil, kıro, ma­ganda, zonta, vs. vs. Ağzı lahmacun kokan, gecekonduda oturan, geri kafalı yoksul ve düşkün, lümpen proleter yada homoarabescus.

Birileri suyun başına oturmuş ha babam senaryo uyarlıyor. Hem de alafranga aparmalarla.. Astıkları astık, kestikleri kestik. Cellâdınıza az kibar ol deseniz kafanıza demediğini bırakmıyorlar.

Bunlar suyun başına taharetsiz oturarak suyu da pisletip bulandırdılar. Nihat Genç‘in tari­fiyle; “Bunları tanıyorum; bir koyun sürüsü mağaralardan inip medya köşelerine geçti, hepsi bu.

 Bunlar var ya bunlar; ah şu bizim karabıyıklarımızdan bile iğrenerek Demir‘li, Taş‘lı kitapları karalamışlardır. İnce Memet‘li bardaklara doldurdukları Burbon şarabıyla Yaşar‘lar. Genelde onların adı Kırmızı‘dır. O bir Âtıf filmidir ve ahlâkın apışarası ağdalanmıştır.

Bebek‘te kanyakla karışık şiirleri vardır. En sevdikleri mısra “Yüzyıllarca namussuzluk yapmaktan bıkmadın mı namus?“tur.[5] Kerizlerin parası yenir, buna diş kirası denir. Evi Hanoi‘de kalmış Slovakyalı salyangozlarımız bizim.[6] Boğaz tokluğumuzun askıntıları, dışkılarımıza zahmet bağırsak parazitlerimiz ha bunlar.

 Seni şuursuz mukallit, ruhsuz ve asılsız insan sureti. Ve seni lümpen oğlu lümpen! Levanten topuklu, yaban dudaklı, sülâle boyu kabuklu.. Çekiçle, çiviyle konuşuyorsunuz bu bizim içli milletin kelebek kalbiyle.

Kelimeler, kavramlar ve anlamlar sizde. Çizin ve sıraya dizin. Alın ulan izin.

 ‘Abi bu halk adam olmaz, lümpen bunların hepsi yav. Daha sınıf şuuruna bilem erememişler, fakirler ve ağızlarıayakları kokuyor.’ Çamurdan ürkmüyor ve şehri terletmiy­orlar. Düzenli bir iş sahibi değiller ama işporta mafyası el­lerinde. Bilinç ve davranış olarak ne yaptıklarının farkında değiller. Popüler kültür –bazen arabesk bazen parabesk– tek gıdaları.

Kimin eseri lan o öğretilmiş lümpenlik ve yozluk? Bu ne zırtapozluk! Hiç anlamaya çalıştığınız bir an oldu mu onları? Varsa yoksa siz ve sizin o lânet mühendisliğiniz.[7] De gidin!

Her gün Çiçek Pasajı‘nda meze yapıp yediğiniz kalbi­mizin kıvrımlarıdır. Gazozuna hap attığınız, BMW‘lerle çiğnediğiniz, hapse düşürdüğünüz, yoldan döndürdüğünüz, onuruna çamur sıçrattığınız ve anasından doğduğuna pişman ettireceğiniz / ettirdiğiniz hep bizdik, bizimkilerdik.[8]

 Komprador komitacılar sizi! Kadınlarınızın, dünyanın en eski mesleği dediğiniz haltı günlük hayatın her anına taşıyan histerik rahatlık ve her daim hazırlık yetmedi, bizim kadınlarımızı emsal kurban istiyorsunuz.

Bir ayının armuda karşı hisleri, sizin soymayı başardığınız körpelere karşı duyduklarınızın tıpkısı.

Sizi medenî domuzlar ve pezevenklik kutsayıcısı tezekler!

Siz bir akrepsiniz bayım; gelin bunları Ahmet Arif‘ten tanıyalım:

 

“Bunlar engerek, bunlar çıyandır,

 Bunlar ekmeğimize el koyanlardır;

 Tanı oğlum bunları,

 Tanı da büyü.” [9]

 


[1] Mevzuat Ötesi Düşler’den (Süleyman Pekin)

[2] Otobüs filmi

[3] Yaşar Kemal romanları

[4] Vurun Kahpeye romanı

[5] Sezen Aksu

[6] İsmet Özel

[7] Toplum mühendisliği

[8] Lânetli Sınıf’tan mülhem (İdris Özyol)

[9] Hasretinden Prangalar Eskittim

Sokak Ortasında İki Şehit ve Arkasındaki Gerçekler (1)

0

5 Temmuz 2011 tarihinde gazetelerin internet sayfasında, sivil giysili iki askerin sokak ortasında şehit edilmiş fotoğrafları, gözümün önünden bir türlü gitmiyor.

Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde sabah göreve gitmek üzere evlerinden sivil kıyafetle çıkan Uzman Çavuş Yahya Karakaya ve Mehmet Özkozanoğlu saat 07.00 sularında teröristlerin saldırısıyla şehit edilmişlerdi ve sokak ortasındaki solan bedenlerini ilçe sakinleri uzaktan- bilmem hangi duygularla- öylece seyrediyorlardı.

Olaya milli, manevi ve insani açıdan nereden bakarsanız bakın insanın yüreğini sızlatıyor, nefretini arttırıyor, İntikam ateşini körüklüyor.

Bedeninizi, duygularınızın yönetimine verdiğinizde, yürek yangının ötesinde, içinizde zapt edilemeyen bir ses yankılanıyor: “Kana kan, intikam!” İnsanlıktan biraz nasibiniz varsa ve biraz empati yeteneğine sahipseniz; aynı acıların, aynı isyanların terörist cenazelerinde onların ana babalarının yüreğinde yankılandığı gerçeğini de fark edersiniz.

Anadolu toprağında yaşamak böyledir. Bedel ister, akıl ister, feraset ister, uyuyanı hiç sevmez. Biraz yüreği geçen, kendini bir alev çemberinin içinde bulur.

Biz, bu filmi daha önce de iliklerimize kadar yaşadık. Her gün, yurdun dört bir yanından gelen ölüm haberleri, milletin yüreğini dağlıyordu ve tek kanallı televizyonda ‘4. Murat’ oynuyordu ve millet bir kurtarıcı bekliyordu. Şehirler, sokaklar belli ideolojik görüşlerin eline geçmişti. Adana’da bekâr teknik öğretmenlerin evi basılıp topluca katledildikleri günün ertesinde, Trabzon’da aynı yöntemle bir başka karşıt ideolojideki bekâr teknik öğretmenlerin evi basılarak katlediliyorlardı.

Manisa’da sol görüşlü bir eczacı öldürülüyor, buna cevaben sağ görüşlü başka bir eczacı katlediliyordu. Aynı ana babanın çocukları, ideolojik düşünce farklılıkları nedeniyle birbirine silah çeker hale gelmişlerdi.

Yaşanan bu acılı süreç; kan, gözyaşı ve beş bin canın ötesinde; ülkenin insan kaynaklarının körelmesine, eğitim ve üretim sistemlerinin çökmesine, enflasyonun tanımlanamaz boyutlara ulaşmasına, dış borç batağına sürüklenmesine sebep oldu. Miletler mücadelesinde milyon dolarımız, on yılımız heba olup gitti.

Siyaset kurumu tatil edildi, siyasiler milletin gözünden düşürüldü. Demokrasi tecrübemiz erginleşmeden rafa kaldırıldı. Yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı, ABD güdümlü anti demokratik, despotik bir idare oluştu. Türkiye, AB’ye Yunan vetosu sebebiyle giremezken, NATO’dan ayrılan Yunanistan, Türkiye’nin vetosu kaldırdığı için NATO’ya geri dönebildi.

Sonunda gördük ki; birbirimizi hain ilan ettiğimiz, kardeşin kardeşi vurduğu ideolojik çatışmalar, ABD’nin kurgusuymuş. Taşeronları da içimizdeki “bizim çocuklarmış!”

Türk insanını sağ ve sol diye ayırıp birbirine vurduran, bununla da yetinmeyip Alevi ve Sünni çatışması çıkarmak isteyen ve Çorum’da, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta bunun provalarını yapan, bu çatışmalarla netice alınamazsa meseleyi Türk-Kürt çatışmasına dönüştürebilmek için küresel terörizmin uzantısı olan PKK’yı icat eden ABD, bu icadını 12 Eylül darbesiyle birlikte sahneye koydu. Çekiç güç ve 36. paralelin kuzeyini, uçuşa yasak bölge kapsamına alarak PKK’yı koruma altına aldı. Onlara lojistik destek sağladı, eğitim verdi. PKK ile mücadele adına, Güneydoğu’da olağanüstü hal ilan ettirdi. İsyanla mücadele adına, sivillerin topluca yerlerinden edilmesi, toplu cezalandırma, işkence, baskı, faili meçhul cinayetler ve terörist cenazeleriyle bölge halkının TSK mensuplarını teröristlerden daha kötü görmesinin zeminini hazırlattı.

ABD gibi büyük devletler, 50-100 yıllık planlarla, bizim gibi büyük devlet hafızasını kaybetmiş mankutlaşmışlar ise seçim odaklı planlarla geleceğin yol haritasını hazırlar. ABD son elli yılda Türk nüfusun kontrol altına alınması için gönüllü kuruluşları vasıtasıyla ve parasal destekler sağlayarak ‘nüfus planlaması’ çalışması yaptı ve bunu hükümet politikalarına kattı. Kürtlerin doğurganlığını teşvik etmek için geleneksel çok eşli evlilikleri belgesellere konu ederek teşvik etti. Kürt nüfusu kendine sermaye yaptı. Bu günlerin alt yapısını 50 yıl önceden hazırladı.

ABD’nin, Türkiye’yi de içine alan “BOP” projesi, Bush döneminde kotarılmış bir proje değildir. O proje, SSCB’nin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılıp iki Almanya’nın birleşmesiyle tek kutuplu hale gelen dünya sonrasında, ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak için yeniden konumlanması projesidir ve en az 50 yıl öncesine ait bir hazırlığın sonucudur.

Türkiye’nin gayri iradi olarak kendini BOP’un eş başkanlığında bulduğu bu projenin esası; ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki enerji yataklarındaki çıkarlarını korumak ve bu bölgede yer alan dünya enerji yollarını kontrol altında tutmak, yenidünya düzeninde borsa ve küresel sermaye emrindeki ABD-İsrail İmparatorluğu’nu tesis etmektedir. Bu bakımdan İsrail, projenin önemli ayaklarından biri olup İsrail’in bölgedeki güvenliği projenin önceliklerinden biridir. Kürt kartı da bu pokerde ABD’nin elindeki önemli kozlardan birisidir. ABD; Irak, Suriye, İran ve Türkiye Kürtlerinden oluşan, ABD-İsrail güdümlü bir “Büyük Kürdistan” vaadiyle bölge Kürtlerini kendi devletlerine karşı isyana hazırlıyor.

Bu amaçla oluşturduğu PKK terörü ve onunla yürütülen ölçüsüz mücadele sayesinde,  Güneydoğu’da yaşayan milyonların, acı hatıralarıyla birlikte Anadolu’nun dört bir tarafına savrulmasını sağladı. Onlara, yerleştikleri şehirlerin varoşlarından, elli yıl geride oldukları modern yaşamları izlettirdi. Bu çelişkinin yıprattığı psikolojilerini PKK terörüyle Türk düşmanlığına evirilmesi için çalıştı. Türkiye’nin bu gün karşı karşıya olduğu durum; ABD ve İsrail açısından küçümsenemeyecek bir başarı… Çıkarlarına ters düşeni tek bir silah çekmeden kendi içinden vurmak… Bir Yahudi ve Amerikan askeri ölmeden ve çarpıştırdığın her iki tarafı stratejik ortak kılarak… (devam edecek)

Türk Milleti Denince Akla!

 

Hatırlarsanız çok eskilerde bir bisküvi reklamı vardı.Reklamda “bisküvi denilince akla hemen onun adı gelir” diye bir nakaratı bulunuyordu. Şimdi de Türkiye ve dünyada yaşananlara bakınca insanın aklına ister istemez bu nakarattaki gibi bir takım klişe şeyler geliyor.

Dünyanın zenginliğinin çoğunu paylaşan ülkelerde yaşayan insanlar;devletlerinin gücü ve politika uygulamadaki maharetleri nedeniyle,içte ve dışta meydana gelen olaylardan bizler gibi etkilenmiyor.

Onların güçlü devletleri,dünyanın zenginliğini elde etme savaşını kendi toprakları dışında verdikleri için vatandaşları;günlük gelişmeleri fark etmiyor ve adeta hiçbir şeyi umursamadan hayatlarına devam ediyor.

Biz de ise bunun tam tersi oluyor.Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik kriz,İtalya’nın iflası,İspanya ve Portekiz’deki gelişmeler,bizi etkiler mi diye yüreğimiz güp güp atıyor.

Mısır,Libya derken Suriye’ye kadar dayanan ve de ortalama aklın mantıkla izah edemediği olaylar,İsrail’in binlerce yıllık idealleri ve bütün bunların ülkemizde yaşananlara yansıması bizleri inanılmaz şekilde etkiliyor.

Dünya da bir türlü sona erdirilememiş ve erdirilemeyecek olan menfaat savaşı,ülkemize de;şike,yemin krizi,başörtüsü meselesi,anayasa değişikliği,Ergenekon ve Balyoz davaları,bölücü terör vs. olarak yansıyor.Bu yansımanın yoğunluğuda bizi hiç sevmediğimiz bir biçimde bunaltıyor.Ve hemen “aman ne olursa olsun” moduna geçiveriyoruz.

Adamlar o kadar tedbirli ki;futbol federasyonu,basın,kulüpler ve bil cümle vatandaşımızın haberdar olamadığı şike operasyonunu önceden biliyor ve Fenerbahçe’nin borsa da işlem gören hisselerinden hemen kaçıyorlar.Kitaplarında hiç zarar etmek kuralı yazmıyor.Bütün zarar,bu memleketin insanına yani Türk milletine kalıyor.

Türk milletinin gözünü Habur faciası bile açamadı.Son günlerde de Yüksekova’da evlerinden çıkıp,sokak ortasında kahpece arkalarından vurularak şehit edilen uzman çavuşlar hakkında çıt yok.Belki gözünüzden kaçmıştır diye söylüyorum,Samsun’un Ayvacık ilçesinde çıkan bir çatışmada bir PKK üyesi terörist yaralı olarak yakalandı ve akabinde yaralanan teröristin içinde bulunduğu grubun Kastamonu civarında bulunan grupla birleşmek üzere geçiş halinde olduğu açıklandı.Diyarbakır’da kaçırılan askerleri saymayalım isterseniz.Vah benim ülkeme vah!

Yollar,dağlar,ovalar,üniversiteler,sokaklar,şehirler,denizler güvensiz hale gelmiş.Gez geze bilirsen?

Yunan ekonomisi iflas etmiş ama Yunanistan Kardak kıyılarında inşaata başlamış ve Türk kıyılarında bulunan boş adalara ise asker çıkarmış.Hiç birimizin umurunda değil!

Ama bunları sakın yeni bir şey zannetmeyin.Türk milleti zenginliğin içinde sıkıntılı bir züğürt hayatı yaşamayı çok sever.Cari açık falan bize vız gelir.Biz ne açıklar gördük,allem eder kalem eder açıkları kapatırız.Kapatamazsak biraz toprak veririz hallederiz olur biter.Tarih bunun örnekleri ile dolu…

Benim Türk milleti denince,aynı bisküvit reklamında olduğu gibi aklıma hep aynı şeyler gelir.Bakın Bilge Kağan bize nasıl sesleniyor: “Ey Türk Milleti! Hür ve hakimken,mutlu ve güçlüyken niçin kendine,ülkene ve töre’ne ihanet ettin de yenik düştün.Niçin yenik düştüğünü bilmelisin ve hiç unutmamalısın!Ancak o zaman bir daha öyle olmamayı başaracaksın!..” Kimin aklına gelir;kaç yüz kere yenik düştük,hangi bedellerle paçayı nasıl kurtardık ve Bilge Kağan’da kimdi diye?

Gördünüz mü,bazı konularda millet olarak bisküvi reklamında olduğu gibi hemen akla gelen sabıkalı bir markayız…

Biz bunları biliyoruz,bunlar çok eskide kaldı diyorsanız,hemen yeni tarihli bir misal vereyim.Rahmetli Fevzi Çakmak 1927 yılında basılan “Batı Rumeli’yi nasıl kaybettik?” adlı kitabında,Selanik Valisi Mehmet Nazım ve on yedi arkadaşının imzasıyla 05.Kasım.1912 tarihinde Hasan Tahsin Paşa’ya tebliğ ettikleri karar ile “… düşmanın şehre yaklaşması gerçekleşirse,konsolosların davet edilerek aracılıklarının istenmesi ve bazı şartlarla teslime onay verilmesi bu kez de kararlaştırılmıştır.” diye teslim olma arzularını ikinci kez tekrar ettiklerini belgeleyerek belirtmektedir.Yani isteyerek teslim olma durumu.Gel de bir “ah” çekme!

Bu karar da Selanik’in Müslüman Türk halkının isteği önemli rol oynamıştır.Rahmetli Çakmak bunu “Talihin ne garip cilvesidir ki;hürriyetin beşiği olmayı paylaşamayan,Selanik ve Manastır düşmana teslim olmakta yarışıyordu…” diye anlatıyor.

Günümüzde artan bir şekilde yoğunlaşan ve beynimizi,cebimizi,hayatımızı kemiren tüm olaylar ve bu olaylar karşısındaki acziyetimiz,Türk milleti tanınmayınca hiç anlaşılamaz.Onun için gelip geçen her padişaha “padişahımız çok yaşa” denmesinin ve Yunan ordusunun Yunan bayrakları ile karşılanmasının,Amerikan ve İngiliz mandacılığına soyunmanın ve BOP projesinin bir ayağı olmanın, perde arkası görülmeden,doğru bir yöne gitmemiz mümkün olmaz.Belki kabul edemezsek de,bisküvi reklamı örneğinde olduğu gibi Türk milleti denilince hemen akla bazı gerçekler gelmelidir.