15.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1111

Dualarımız Neden Kabul Olmuyor -1

İbrahim Ethem Hazretlerine sorarlar;
“Dua ediyoruz da, niçin dualarımız kabul olmuyor?”

O da cevaben der ki;

“Siz 10 şeyi söylüyor fakat yapmıyorsunuz.”

“Söyleyip de yapmadığımız 10 şey nedir?” diye sorulunca başlıyor anlatmaya;

1 -Allah’a inanıyorsunuz.

Fakat imanın gereği olan ibadetleri ya yapmıyorsunuz yâda gereği gibi yapmıyorsunuz.

Abdest alıyorsunuz istincadan istibradan haberiniz yok!

Namaz kılıyorsunuz farzından vacibinden, sehiv secdesinden tadili erkânından haberiniz yok!

Oruç tutarsınız yalandan gıybetten haramdan vazgeçmezsiniz.

Zekât verdiğinizde ya satılmayan modası ve tarihi geçmiş bozuk işe yaramayan, malları verirsiniz ya da benimle mi çalışıp kazandılar dersiniz.

Hacca gider şeytan taşlarsınız, dönünce şeytanın peşinden koşarsınız.

 Hatta şeytana pabucu ters giydirirsiniz.

Bu kadar yeterli fazlada uzatmaya gerek yok.

  2 – Kuran Allah’ın kitabıdır diyorsunuz ya okumasını bilmiyorsunuz veya okumuyorsunuz, okusanız da anlamaya çalışmıyorsunuz, Anlasanız da gereğini yapmıyorsunuz.

Hıristiyanlar içerisinde İncil’i,

Yahudiler arasında Tevrat okumasını bilmeyen yoktur.

Ama ne acıdır ki Müslümanların yarıdan fazlası Kur’an okumasını bilmez.

Allah (cc) sana verdiği ömür içerisinde, “her şeye zaman buldun da, benin kitabımı öğrenmeye mi zaman bulamadın mı?” derse ne cevap verirsiniz.

Siz görevinizi yaparsanız Allah’ta ziyadesiyle gereğini yapar.

  3- Peygamberimizi sevdiğinizi söylüyor fakat sünnetine uymuyorsunuz.

Sünnet deyince Peygamberimizin giyim kuşam ve davranışları akla gelir.

Şimdi sokaklarda sarık cübbe ile mi dolaşalım diye demagoji yapmaya gerek yok.

Hadi camiyi geçelim de evde namaz kılarken bile bu sünnet yerine getirilemez mi?

Peygamberimizin ailevi ilişkileri, insani ilişkileri ticari ilişkileri vs sünnet kapsamı içerisindedir.

Elbette sakalda önemli bir sünnettir..

63 yaşını geçtiği halde henüz sakal sünnetini yerine getirmeyen Müslümanlar neyi beklerler ki!

63 yaş Peygamberimizin vefat ettiği yaştır.

Yoksa sakalın sünnet olma yaşı değildir.

Bilinen meşhur bir kıssadır.

Müslüman’ın biri peygamberimizi çok sevdiği halde bir türlü rüyasında göremediğinden yakınarak Allah dostlarından birine durumunu ve üzüntüsünü anlatır.

Allah dostu ona “akşamleyin bol miktarda tuzlu yemek yiyerek su içmeden yatmasını, sabahleyin de rüyasında gördüğünü gelip anlatmasını “söyler.

Kişi denileni yapar sabahleyin de rüyasını anlatmak için gelir.

Allah dostu ne gördüğünü sorunca;

“Sabaha kadar gözelerin pınarların başında gezerek sularla uğraştığını söyler.”

Bunun üzerine Allah dostu O’na, “suya duyduğun özlemin yarısı kadar Peygamberimizi de gerçek manada sevseydin, her gece olmasa bile sık sık rüyanda görürdün” cevabını verir.

Sevgi seviyorum demekle olmaz; gereğini yerine getirmekle olur.

  4 – Şeytanı düşman biliyorsunuz ama ondan uzak durmuyorsunuz.

Uzak durmak şöyle dursun çoğunlukla onu sevindirecek davranışlarda bulunuyorsunuz.

Akıllı insan zarar vereceğini bile bile düşmanıyla ayni semtte bile oturmazken, siz düşman bildiğiniz şeytan ile iç içesiniz.

Bir düşünün bakalım 24 saatlik zaman dilimi içerisinde

Çok sevdiğinizi söylediğiniz Peygamberi mi,

 Yoksa düşman bildiğiniz şeytanı mı daha çok sevindirecek iş yapıyorsunuz?

Rahman’a mı daha fazla yakınsınız şeytana mı?

Herkes kendi durumunu en iyi bilendir.

  5 – Cennet istiyorsunuz bedava zannediyorsunuz.

İbadetlerinizde ihlâs durumu mu ağır basıyor, yoksa riya durumu mu?

Kur’an okurken “ne kadar da güzel okuyorum”,

Hayır yaparken “ne kadar da cömert insanım”,

Sohbet ederken “ne de güzel konuşuyorum” düşüncesi zihninizin ne kadarını meşgul ediyor?         

 Cehennemlik savaşçı Kuzman’ı duymuşsunuzdur.

Savaşta öldüğü halde Peygamberimiz O’nun Cehennemlik olduğunu söyler.

Sahabe hayretler içerisinde sordu neden Ya Resulallah?

Oysa Kuzman çokta kahramanca savaştı.

Peygamberimiz. “O Allah rızası için değil ‘kahraman insan desinler’ diye savaştı.

Mükâfatını da dünyada aldı cennette nasibi kalmadı” cevabını verir.

                                                                                                        Devam edecek…

Ramazan, Oruç ve İnsan

 

Allah için oruç tutmak, içi temizlemektir.
Allah ‘ın sevgisini gönülde gizlemektir.
Oruç tutan kimseyi bu sevgi tok tutar,
Allah’ı seven kişi orucu çok çok tutar.

Tanrım, bana bak ki, ben Senin için açım aç!
Bana acı Allah’ım üzerime rahmet saç.
Kimse benim içimi bilmezse sen bilirsin.
Benim ne yaptığımı sussamda Sen bilirsin.

                                                                    M.Şerafettin YALTKAYA

                                                                    (şiirinden alıntı)

Oruç, şartlarını taşıyan her müslüman için yerine getirilmesi gereken bir ibadettir.
Sağlıklı bir insanın oruç tutma şeklinde, belirlenen bir süre ve zaman, aç kalmasının hiçbir zararı yoktur. Demek ki oruç tutmak isteyen bir kimse sağlığına bir zararı olabilir mi endişesini taşımaması gerekir.

Oruç bir yerde sindirim sistemimizin yıllık tatili sayılabilir. Mide-bağırsak sistemimizin dinlenme ve bakım ayı yerine de geçer. Bunun daha da yeterli olması için oruç tutan insanın iftar ve sahurda dikkatli bir yemek yeme şekli uygulaması gerekir. Oruç tutuyorum diye etlisi-yağlısı- tatlısı ile midesini her seferinde tıka- basa doldurmamalıdır. Ölçülü bir iftar ve sahur yemeği uygulamalıdır. Orucun bir faydası da belirli duyguların bir süre ertelenmesini sağlamak şeklindeki psikolojik irade eğitimi yapmasıdır. Bu da fertlerin daha olgun bir şahsiyete kavuşmasına katkı sağlar. Böylece fertlerin- toplumların daha sağlıklı olmasında önemli bir etkisi vardır. Müslüman memleketlerindeki adam öldürme, hırsızlıklar, zina gibi suçların daha az olması, insanların daha yardım sever ve bencilliğin daha azlığı oruç ve bunun gibi kişisel sorumluluk geliştirici ibadetlerin etkisi iledir.

Orucu bilhassa sağlıklı insanlar tutmalıdır. Zaten dini sorumlulukta da bu şart aranmaktadır.

Ramazan ayına ulaşan akıllı, ergenlik çağına gelmiş her Müslüman oruç tutmakla yükümlü kılınmakla beraber bazı özel durumlarda oruç tutulmayabiliyor veya oruç ertelenebiliyor. Bunlar;

­Seferberlilik: Yolculuk veya misafirlik eğer sıkıntı veriyorsa oruç ertelenebilir.
Hamilelik: Doğacak çocuğun gelişimini etkileyeceği endişesi halinde anne adayları oruçlarını ertelemelidirler.
Emzikli olma: Süt veren anne oruç tuttuğunda sütten kesilme tehlikesi ile karşı karşıya ise bu durumda da orucunu ertelemeli annelik görevini ihmal etmemelidir.
Yaşlılık:
Oruç tutamayacak kadar yaşlı olanların da bu ibadet borcu üzerlerinden kalkmaktadır. Bu durumda olanlar (bedel ödeme) şeklinde bu ibadetin gereğini yapabilirler.
Çok ağır işlerde çalışmak mecburiyetinde; eğer bu durum sağlığın bozulması tehdidi oluşturuyorsa orucun ertelenmesi için gerekçe olabilmektedir.

Kimler, Hangi hastalığı olanlar oruç tutamaz?

Belirli aralıklarla yemek yemesi mecburi hastalıklar ile, hastalığı sebebi ile belirli saatlerde ilaç almasının sağlığı yönünden mecburiyeti olanların oruç tutmaması gerekir. Bu hastalığın başında peptik ülser dediğimiz mide-oniki parmak bağırsağı yarası olanlar gelir. Bu benzeri hastalığı olanların oruç tutmaması gerekir. Şeker hastalığı olanlar, böbrek yetmezliği olanların da  oruç mevzuunda dikkatli olması gerekir. Rahatsızlığı olan şahsın oruç tutup tutmayacağını kendisini takip eden hekimin muayene ve tetkikinden sonra vereceği karara bağlı olmalıdır. Ayrıca şunu söyleyebiliriz ki oruçlu bir şahıs, oruç anında rahatsızlanırsa ve bu durum sağlığını bozarsa o durumda ilacını alarak bu ibadetine ara vermelidir. Mesela kalp krizi şüpheli şahsın dil altı ilacını derhal alması gibi…

Bu gibi şahıslar oruçlarını ertelerler. Sağlıklarına kavuştukları zaman oruçlarını tutarlar. Tutamayacakları biliniyorsa bedel vererek ibadetin gereğini yerine getirirler. Bedel vererek borcunu yerine getirmiş bir kişi şayet daha sonra oruç tutabilecek duruma gelirse; orucunu tutarak borcunu yerine getirir. Verdiği bedelde sadaka yerine geçer.

Oruçlu bir kişinin dikkat edeceği hususlardan biri de beslenme ve giyimidir. Bilhassa sıcak aylarda aşırı terletici giyimlerden sakınmalıdır. Ayrıca aşırı terletici ve yorucu işlerini de olabildiğince azaltmalısı uygundur. Yemeklerde de yeterli sıvıyı almaya dikkat etmeli; beslenmedeki gıda çeşitliliğini sağlamalı, ayran-cacık-komposto gibi bazı sıvı gıdaları da ilaveten almaya çalışmalıdır. İftar yemeğini önce hafif bir kahvaltı şeklinde, biraz ara verdikten sonra da normal bir akşam yemeği gibi yenmesi tavsiye edilir. Sahur yemeklerinin de normal bir öğle yemeği şeklinde olması, yemekten sonra hemen yatılmaması sağlık yönünden dikkat edilmesi gereken hususlardandır. İftar ve sahur arasında da yeterli sıvı alınmasına dikkat edilmelidir.

Nice sağlıklı ramazanlar ve yıllar dileğiyle;

Fransa’da Arıcılık ve Bal Üretimi

Buraya  geldiğimde  kız  kardeşim  marketten  almış olduğu  baldan kahvaltı sofrasına getirip  bu balın nasıl bir bal olduğunu sordu. Balı alıp incelediğimde  ıhlamur ağırlıklı çiçek balı  olduğunu,  çok güzel bir bal olduğunu söyledim. Kesinlikle  balda  bir  hile yoktu. Kaç paraya aldığını sorunca tam hatırlayamadığını söyledi.

Markete ilk gittiğimde bal reyonuna gidip, bal reyonunda balları ve fiyatlarını inceledim. Kız kardeşimin aldığı balın  fiyatının 8,3 Euro olduğunu gördüm. Başka bir markette baktığımda ise aynı bal 9 Euro civarında idi. Bu uğradığım marketten de deneme amaçlı 500 gr ağırlığında bir bal aldım, o da 4 küsür Euro idi; eve gelip kontrol ettiğimde kesinlikle çok güzel bir bal olduğunu gördüm.

Bir gün kalktığımızda Recep bizi arabaya bindirip bana çok seveceğim bir sürpriz hazırladığını söyledi. Doğrusu bende nasıl bir sürpriz yapacağını merak ediyordum. Yaklaşık 60-70 Km yol geldikten sonra  yol kenarında küçük park yerinde arabayı park edip tamam geldik dedi; arabadan inip levhayı görünce arıcılıkla  ilgili bir yer olduğunu anladım.

Geldiğimiz yer Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi.. Profesyonel olarak arıcılık yapan aile, karı-koca gelen aileleri ayrı ayrı gezdiriyorlar. Hanımefendi bizi birinci odaya aldı genişçe bir oda en az 20-25 kişinin oturabileceği oda. TV ye arıcılıkla ilgili bir CD koydu ve izlememizi istedi. Odanın içerisinde arıcılıkla ilgili duvarlara asılmış bir sürü fotoğraf ve yazılar mevcut, film izledikten sonra diğer bir odaya geçiyoruz, odada çok  eski zamanlarda kullanılan kara kovan sepet kovanlarını; bal sağım makineleri ve arıcılıkla ilgili diğer alet ve ekipmanlar sergilenmiş.

Diğer bir odaya geçtiğimde ise çok ilginç bir şeyle karsılaştım ve ilk defa gördüğüm bir şeydi. 2 tane üst üste 5 cm. genişliğinde ve normal kovan uzunluğunda camdan kovan içine 1’er adet lis ve içinde arılar; Ana arıya belli olması için kırmızı boya vurulmuş ve kovana odanın dışından gelen bir hortum kovana kadar getirilmiş ve arılar hortumun içinden geçerek kovana geliyorlar.

Yine yanında normal 2 adet langstrot tipi kovan bu kovanlarda ayni şekilde hortum vasıtasıyla içinden geçerek kovana gelip hortum vasıtasıyla odadan dışarı çıkıyorlar. Bütün bunlar Arıların çalışmasını ve ana arıyı tanıtmak  maksadıyla yapılmış. Ben hemen soruyorum bu arıların ilk yapacağı iş camı kapatacaklarını söylediğimde kapatana kadar gösterip sonra temizleyip gösterdiklerini söylediler.

Diğer bir odaya giriyoruz. Arı resimleri ve anatomik yapısı ve dünyada üretilen firmaların Ballarının sergilendiği yüzlerce bal örneği Türkiye’den de 2 firmanın bal örneğini görüyoruz. Bizimde dahil olduğumuz 8-10 aileye yakın insanları işletme sahibi JACQUES GOUT Bal sağım odası kapısında topluyor talimatla kapıları açınca hemen içeriye acele girmemizi istiyor; çünkü içeride bal olduğu için yabani arıların yağması olabilir.

Bal sağım makinesinde anlatarak bal sağımını gösterip 1 lt’lik kabına dolduruyor. Recep Beye bir soru sorduruyorum, Kontrolünün nasıl yapıldığını, balları nasıl pazarladığını.. Bunun çok güzel bir soru olduğunu beyan ederek yılda 2 defa kontrolün yapıldığını,  küçük işletme olduğu için ürünlerini burayı ziyaret eden kişilere, pazarlarda ve kooperatiflere verdiğini, çok büyük marketlere veremediğini anlattı. Büyük marketlere verebilmek için çok büyük ve teferruatlı, laboratuarlarının olduğu bal işletmelerinin verebileceğini düşünüyorum.

Ürettiği ballar çeşidine göre -6 cins  Akasya, Ayçiçeği, Kestane, Bahar buğday gördüklerim. Tahmin etmeme rağmen bu balları ayrı ayrı nasıl elde ettiklerini sorduğumda; kovanlarını bu ağaç ve bitkilerin bulunduğu alana koyduğunu söyledi. İnceleme bitmişti, şimdi bizleri ballarını tattırmak için başka bir odaya götürdü. Bütün ballardan 1’er kaşık tattırdı. Ben tattığım balları tanıyınca elimde not defteri Türk olduğumu ve tarımcı olduğumu duyunca işletme sahibi çok memnun oldu.

İşletme sahibinin 1976 yılında Erzurum’a gittiğini oradaki florayı ve balları tanımak için Erzurum’da bir ailede 2 gün kaldığını ve çok iyi karşılandığını anlattı. Benimle bir kaç kelimede olsa Türkçe konuşmaya çalıştı.

Ben bir iki soru daha soruyorum. Propolis-pollen üretip üretmediğini, arıların en büyük düşmanı olan varroa paraziti ile nasıl mücadele ettiğini öğrenmeye çalışıyorum. Aslında gerek arı hastalık ve zararlıları ve gerekse diğer bir sürü sorabileceğim sorular vardı ama hem yanımdakilerin tercümesi yeterli değildi, hem de  zamanımız kısıtlı olduğundan soramadım. Bu nedenle çok üzgünüm.

Bu işletmenin 250 adet kovanı vardı. Marketlerde satılan fiyata rağmen 1 kg kestane balı, 10 Euro; 1 kg akasya balı 9 Euro verip 2 kg bal aldım. Balının Türkiye’ye gideceğini duyunca çok sevinmişti. Ballara yapılan hileleri düşündükçe gerçekten balında herhangi bir hile göremedim.

İşletme sahibi; Fransada 1999 yılı itibariyle Avrupa’nın 2.Bal üreticisi olduğunu, 3000 Profesyonel Arıcının olduğunu aktardı ve benimle tanıştığı için çok mutlu olmuştu. Tabii ki böyle bir işletme gördüğüm için ben de çok mutlu olmuştum. Ancak burası parayla geziliyormuş. Kız kardeşimin 23 Euro para ödemiş olduğunu sonradan öğrenmiş oldum. Gözüm arkada kalarak işletmeden ayrılıyoruz.

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Geldiğimiz yer Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Geldiğimiz yer Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Müze yetkilisi bal sağım işlemini gösterirken

Müze yetkilisi bal sağım işlemini gösterirken

Müze yetkilisi bal sağım işlemini gösterirken

Müze yetkilisi bal sağım işlemini gösterirken

Müze yetkilisi bal sağım işlemini gösterirken

Müze yetkilisi bal sağım işlemini gösterirken

Müzeden bir görünüm

Müzeden bir görünüm

Ahmet Özen Müze yetkilisiyle birlikte

Ahmet Özen Müze yetkilisiyle birlikte

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Muse Vivant de I’Apiculture Gatinaise Canli Arı Müzesi ve Bal üretim Merkezi

Münir Nurettin Selçuk

Münir Nurettin Selçuk Bey, yaşadığı döneme damgasını vurmuş ender sanatçılardan biridir. Öz musikimizin tartışmasız en büyük otoritelerindendir. Tarzı, üslubu ve yorumuyla bir ekol hatta efsane olmuştur.

Münir Nurettin Bey çok iyi ve köklü bir eğitim almıştır. Hoca, şef, bestekâr, yorumcu olmasının yanı sıra olağanüstü bir sese de sahipti. Büyük bestekâr Selahattin Pınar, Münir Nurettin için şöyle demiştir. ” Kadıköy Sultanîsi’nde okurken etrafı mest ederdi… Papazın çayırında seher vakti şarkı söylerken omzuna bülbüller konardı”.  Ayrıca, gene sesinin emsalsiz güzelliği nedeniyle her fırsatta kendisine “Ezan” okutturulurdu. Böyle anlarda, caminin etrafında alışılmışın dışında kalabalıkların oluştuğu ve ezanın huşu içinde dinlendiği, bazı yazarların anılarıyla günümüze kadar ulaşmıştır.

Münir Nurettin Bey sesinin tarifsiz güzelliğinin yanı sıra, Türk Sanat Müziğinin sahne düzeninde, icrasında birbirinden güzel yenilikleri de gerçekleştirmiştir. Bu konunun uzmanları, üstat Münir Nurettin Selçuk hakkında sayısız açıklamalar yapmışlardır.

Ancak bugünkü yazımızda büyük üstadın pek bilinmeyen bir başka yönüne değinmek istiyorum. Münir Nurettin Bey’in sporcu kişiliğine… Hem Fenerbahçe Spor Kulübü arşivlerinden hem de Dr. Sermet Sami Uysal’ın “Bakî Kalan Bu Kubbede” isimli kitabından edindiğimiz bilgileri aktarmak istiyorum.

Münir Nurettin gönlünde duyduğu Fenerbahçe hayranlığıyla, 1915 yılında Fenerbahçe Spor Kulübüne kaydını yaptırır. Henüz 15 yaşındadır. Evleri Kadıköy, Yoğurtçu caddesindedir. Okula gitmektedir. Sporu çok sevmektedir.

Fenerbahçe Spor Kulübü’nde önce kürek takımında yer alır. Yapılan müsabakalara iştirak eder. Alınan başarılı sonuçlarda pay sahibi olur. Ayrıca Fenerbahçe 3. takımında futbol da oynamakta ve gösterdiği gayretle takdir edilmektedir. 17 yaşına geldiğinde, Fenerbahçe 1. takımına yükselmiştir. Takımda sağ açık oynamaya başlamıştır.

Ancak, Münir Nurettin Bey yurtdışındaki eğitimi ve öğrenimi nedeniyle, aktif sporculuğundan ayrılmak zorunda kalır.

1917- 1918 yılları arasında Macaristan’da, Budapeşte’de bir yıl kalır ve tekrar yurda döner. Zamanının bütün musiki üstatlarının bir araya geldiği Şark Musiki Cemiyeti’ne katılır. Cemiyet, halk arasında büyük bir üne kavuşur. 1923’te Muzika-i Humayun’da teğmen rütbesiyle, askerlik dönemi başlar. Cumhuriyetin ilanıyla Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti’nde görevine devam eder.

Münir Nurettin Bey’in, Atatürk’lü yılları bir hayli renklidir. Pek çok anıların anlatılmasına neden olmuştur. Askerlik görevini tamamlayan Münir Nurettin Bey, 1926’da İstanbul’a dönmüştür.

Münir Nurettin Bey, 1928 yılında Arnavut Köy Amerikan Koleji öğrencilerinden Enise Hanım ile evlenir. 1929 yılında kızları Meral  doğar. Geçen yıllar, bütün Türkiye’nin hayranlığının giderek arttığı ve sevgi çemberinin etrafını sardığı sanatçı, artık her yaştaki insanın sevgilisi haline gelmiştir.

Şehime Ertan isimli genç bir hanım, Münir Nurettin Bey’i olağanüstü etkiler. Bu ilişkiden 1945 yılında Timur Selçuk, 1955 ‘de de Selim Selçuk dünyaya gelirler. Her ikisi de iyi eğitim görürler. Önce Galatasaray Lisesi’ni bitirirler. Timur Fransa’da, Selim ABD’de eğitimlerine devam ederler.

Fenerbahçeli Münir Nurettin Bey’in çocuklarını, Galatasaray Lisesi’nde okutması güzel anılara neden olur. Galatasaray Lisesi’nde hazırlanan etkinliklerde, Münir Nurettin Bey’in zevkle yer aldığı görülür.*

“Hatta Fenerbahçeli Münir Nurettin Bey’in, Galatasaray Lisesi’nde okuyan oğlu Timur Selçuk ile bir Galatasaray marşı bestelediği bilinmektedir.

“Yolumuz Ekrem’lerden, Fikret’lerden iz
İleri bir uygarlık bizim ilk hedefi

Galatasaraylıyız, Galatasaraylıyız”

*  Dr. Sermet Sami Uysal’ın “Bakî Kalan Bu Kubbede” isimli kitabına bkz.

Oruç, Şükrün Anahtarı

Mübarek Ramazan’da tutulan Oruç; insana, Cenabı Hakk’ın nimetleri karşısında bigane ve kayıtsız kalmaması gerektiğini fehm ettirir. Nitekim, en ufak bir iyilik veya ihsan ediş yani veriş karşısında, nasıl teşekkür ede ede bir hal olduğumuz herkesin malumudur.

Oysa, teşekkür etmekle karşımızdakine maddi bir şey kazandırmış olmayız. Fakat teşekkür etmemiz; muhatabı memnun eden bir lafızdır. Teşekkür etmekle, şahsımıza karşı yapılan güzel hareketlerin farkında olduğumuzu belirtir. Bundan son derece memnuniyet duyduğumuzu karşımızdakine ihsas ettirir. Onu da memnun etmiş; yaptığının boşa gitmediği duygusunu ona yaşatmış oluruz.

Böylece yapılan hareket iki tarafın memnun ve mesrur olmasına sebep olur. Bu da tarafeynin manevi bir haz almasına sebebiyet verir. Ki bu haz, parayla-pulla satın alınacak cinsten bir şey değildir. Yapılan güzel bir hareket, sarfedilen hoş bir söz; iki tarafın kalplerini kıpırtatır. İki gönlü de hoşnut eder. Manevi bir havanın oluşmasını sağlar.

İşte Ramazan-ı Şerif’te, kıymetleri çok daha iyi anlaşılan nimetlerin sahibine karşı, manen daha bilinçli bir yöneliş olur. İnsan; O’na karşı tam bir minnettarlık hissiyle dolup taşar. Bu duyguyu kelimelerle ifade etmeye “Şükür” deriz. Üstelik, bu şekilde şükür etmeye de, şükür etmemiz gerektiğini idrak ederiz. Ne kadar şükür etsek; nimet sahibinin hakkını ödememizin imkansızlığını da, o nispette kavramış oluruz.

Böylece, Oruç’un nice hikmetlerinden birini daha derk edip anlamış olmanın hazzı içinde mest olur, kendimizden geçeriz.. Hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, ancak mahlukatın O’na muhtaç olduğu Yüce Yaratan’ın -bir bakıma- Lezzet-i Mukaddese diyebileceğimiz manevi hoşnutluğuna da sebep oluruz.

Pazarlarda çeşit çeşit sebze, meyve ve sair cinsten sayısız nimetler sergilenir. Satıcılardan bir fiyat karşılığında istediğimizi alır ve tabii onlara teşekkürler ederiz. Oysa, satıcıların hiçbiri sattığı malın yapıcısı, -haşa- yaratıcısı değildir. Sadece Huda Nabit meyve, sebze ve sairenin Tezgahtarlığını ve Tablacılığını yaparlar. Onlara verdiğimiz ücretler asla aldıklarımızın ücreti değildir. Zaten olamaz da. Çünkü, bütün insanlar bir araya gelseler, -bırakın hiçten ve yoktan ortaya koymayı, mesela- en küçük bir nimetin yetişip oluşmasını sağlayamazlar!     

Demek ki, Tablacı ve Tezgahtarlara verilen ücret ve bahşişler; nimetlerin karşılığı değil. Üretici ve Satıcıların; nimetleri, ayağımıza kadar getirmelerinde gösterdikleri hizmetlerin karşılığıdır. Bu durumda, o Tablacı ve Tezgahtar’lar; teşekküre fazlasıyla layıksalar; o sebze, meyve ve sairenin asıl yetiştirici ve asıl terbiye edicisi olan Yüce Allah  -ihtiyacı olmadığı halde-  binlerce şükre daha çok layıktır.

İşte Ramazan-ı Şerif bu his ve duyguların, daha da yeşermesine fırsat verir. Kulun Allah’a sayısız şükürler içinde bulunması gerçeğine parmak basar.

Demek ki, Tablacı ve Tezgahtarlar mallarına bir ücret istiyorlar. Cenabı Hakk da kullarına sunduğu sayısız nimetlerine mukabil yani karşılık olarak; elbette bir fiyat istiyor ki, o da şükürdür.

Halbuki asıl nimet verici olan Allah; rızık ve nimetlerin oluşum sebeplerinden ve onları bizlere getiren Tablacı ve Tezgahtarlardan,  -o nimetler vasıtasıyla-  şükür ve teşekküre daha çok layıktır.

Teşekkür ise, o rızık, nimet ve saireyi doğrudan doğruya Allah’tan bilmektir. -Söz, kuvvetini kaynağından aldığı gibi- tüm nimetler de, değer ve kıymetini, yapanın kimliğinden alır. Böylece nimetlerin değeri bilinmiş ve layıkı veçhile takdir edilmiş olur. Ayrıca, o nimetlere olan ihtiyacımızı bilmek de, nimet verene teşekkür sayılır.

Demek ki, bu durumda Oruç; hakiki, halis, azametli ve umumi bir şükrün anahtarı hükmündedir. Çünkü, oruçsuz zamanlarda insan aç kalmadığı için, nimetin değerinin farkında olamıyor!

Bir parça kuru ekmek, tok için bir şey ifade eder mi? O ekmek parçasındaki nimetin kıymet derecesini anlayabilir mi?

Halbuki, hem oruç tutan fakir, hem de oruç tutan zengin mü’minler için, iftar vaktinde, o kuru ekmek ne kadar kıymetli olur. Yediklerinde, ondan ne çok lezzet alırlar. Zira, her şey zıttıyla bilinir. Açlığı nispetinde insan, yediğinden lezzet alır.

“Tok olanı ağırlamak zordur.” Sözü boşuna söylenmemiştir. Fakir ve Zengin, ancak Ramazan’da nimetin kıymetini bilirler. Asıl nimet sahibinin farkına asıl o zaman varırlar. Böylece, Bay ve Geda, Zengin ve Fakir herkes; işte ancak Ramazan Ayı’nda manevi bir şükre mazhar olurlar. Nimetlerin Yüce Allah tarafından kendileri için var edildiğinin şuur ve bilincine vakıf olurlar.

Oruçlu kimse, gündüz yemek ve içmekten men edilmekle; kendisinin nimet sahibi olmadığını da görür. Dolayısiyle, onların hangisini ne zaman ve ne şekilde yiyip içeceği hususunda hür olmadığını anlar. Biri tarafından nimetlendirildiğinin bilincine varır. Binaenaleyh, yeme – içme konusunda emir altında hareket etmesi lazım geldiğini sezer.

İşte ancak bu şekilde nimeti nimet bilir. Bu şekilde, manevi bir şükür etmiş olur. İnsanın, -bir çok bakımdan- gerçek insanlık görevinin “şükür” olduğu hükmüne varır. Böylece, şükrün anahtarı; Oruç olduğunu anlar.

Ramazan-ı Şerif’te tam olarak anlaşılır; nedir şükür?
Dedirir insana şükür: “Abdiyetimle olurum ben tam hür.”

Sisteme Mecbur Allah’a Küs

I.

İnsan bir yerden başlamak zorundadır. Ne kadar da sisteme mecbur Allah’a küs bir cümle…

Zihnimizi bocalanmış bulmak, onun en temiz yerinin istila edilmesine müsaade etmek, her bir hücremizin onlarca kez aldatılmasına inanmak ve de düşünme eylemimize ket vurulması diğerlerinin elinde mi yoksa bizim elimizde mi?

Sessizlik demiştik çıkamamacasına o dehlizden… Bu bizim ifademize yüklediğimiz anlam da olabilir; vefakat sessizlik deyince diğerleri ne anlamakta bu da önemlidir.

Sadece düşünmek istiyorum; biz nereye gidiyoruz geri dönmeyi göze almadan, biz nereye götürülüyoruz hiç düşünmeden, biz kiminle yola çıktık yola revan olduklarımız bizi nereye götürüyor?

Yazarın dediği gibi deyip yazımın ortasından başlamak istiyorum: ” İnsanoğlu yaratılmış olduğunun farkına varınca uyanışına başlar. Ama iş burada bitmez asıl iş burada başlar.”

Ayakta durmak, varolmak, yaşamak yani feylesofun dediği gibi “düşünüyorum o halde varım”, bir belirti göstermek yaratılmışlığın farkındalığı ile başlıyor.

Üst cümleleri ise belirtisi olmayan yaşamlar; zihnine tecavüz edilmiş toplumu oluşturmuş oluyor. Düşünememek ve diri bir zihne sahip olamamak bizi gerçek kıyamet gelmeden kendi ölümümüze sürüklüyor. En azından o diriliği koruyacak kalkanı aramak dahi kayda değen bir iştir.

Geri dönmeyi göze almadan yaşamak ne kadar sağlam bir irade gerektirirse geri dönüp en baştan almak o denli sağlam bir irade ister. Götürülürken diğerlerince bir kayboluşa düşünmeden; ne vakit sabah olur diye beklemek demektir. Yola revan olduklarımız yol bilmezken biz onların peşinde çıkmaz bir yolda mıyız?

II.

Bir döngü var yaşantımızın etrafında; göremediğimiz, hissedemediğimiz ve de müdahale edemediğimiz. Bir sürtüşme var, bir tufan var, bir kısırlık var hayatımızda.

Tutsağı olduğumuz eşya, esir edildiğimiz zoraki düşünceler, bileklerimizi kelepçeleyip ” hadi ne haliniz varsa görün” deyin sistem ve hepsinden öte içinde kaybolduğumuz ilişkilerimiz.

Zaman kullanılamayacak kadar sığ, hızımız o denli yavaş ki sürekli müştekiyiz halimizden ve haliyle insani ilişkilerimiz de kısa, çabuk, yetersiz ve de samimiyetsiz.

III.

Söz söylemeden önce hatta sonra her şey yaşanmışlığa göz dikmektedir. Yaşayabiliyorsak varız. Ve varsak da iyi, kötü yani tüm zıtlıklar hayatımızda var olacaktır. Bu tezatlıkları kontrol edebilme iradesini gösterdiğimiz sürece kendi hayatımız, çevremiz ve toplumumuz söylemleri ile yaşamları bir olan, paralel olan, zıt olmayan iyi bir toplum olacaktır.

Bunları sürekli isteyip -her nerede olursa olsun- tam istemenin sonucuna ulaşırken bir ayak kayması bir yalpalama bir gerisince dönüş neyi hatırlatır bize?

Sisteme mecbur Allah’a küs bir yaşantı sadece dünya dediğimiz âleme kelepçelenmiş ve rotası belli olmayan her an batmaya hazır bir gemiyi hatırlatır bize.

Değişmek mi? Mümkün ya da mümkün değil… Hep sonunda üç nokta vardır. Bir çıkış olmalı. Adalet bunu gerektirir sanrımca…  

Necdet Sevinç Ağabeyimiz Hakka Yürüdü

Necdet Sevinç Ağabeyimiz ile 1967 yılından beri tanışmaktayız.

Kendisine Anayasanın 66. Maddesinde yazıldığı gibi Türk Vatandaşı demiyoruz.

Çünkü Necdet Sevinç Ağabeyimiz Türkoğlu Türk, Türkçü ve Türk Milliyetçisidir.

Necdet Sevinç Ağabeyimiz Allahın huzurundan başka hiç kimsenin huzurunda eğilmemiştir. Kırılmıştır. Ancak eğilmemiştir.

Onurundan taviz vermeden yaşamıştır. Bizim Anadolu Gazetesindeki yazılarından tanıdım, sonra Ortadoğu ve Hergün Gazetesinde beraberliğimiz devam etti. Değerli Ağabeyimiz Tercüman Gazetesi ve Yeniçağ Gazetesinde de yazılarıyla Türk Gençliğine yön vermiş ve hiçbir zaman kiralık kalem olmamıştır. Yazılarından dolayı kurşunlanmış yılmamış ve yazılarına devam etmiştir. YAZARINI KURŞUNLATAN yazılar diye kitabı yayınlanmıştır.

Kendisini Türk Milletinin tarihine adadığı için bu konuda birçok eseri yayınlanmıştır.

Necdet Sevinç Ağabeyimiz yazılarından dolayı mahkemelerde yargılanmış, cezaevlerinde yatmıştır.

Necdet Sevinç Ağabeyimizin Avukatlığını yapma şerefine nail oldum. Kendisini İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde bir yazısından dolayı 1 sene ceza almış ve bu cezası kesinleşmişti. Daha sonra ceza kanununda yapılan bir değişiklikle Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanan kişiler 6 aya kadar verilen cezanın tecil edilmesi 1 seneye çıkartılmış ve bu kanun kesinleşir kesinleşmez hemen mahkemeye müracaat ederek 1 senelik tecil durumundan istifade etmesini talep ettim. O zaman Necdet Sevinç Ağabeyimiz TERCAN Cezaevinde hükümlü bulunuyordu.

Mahkeme talebimizi kabul etti ve tahliyesine karar verdi. Hemen telle Tercan Cumhuriyet Savcılığına durumu bildirdim. Ve Savcı Necdet Sevinç Ağabeyimize tahliye kararınız geldi deyince önce inanamamış, şaşırmış. Savcı bey gerçek olduğunu söyleyince çok sevinmiş ve İstanbul’a gelir gelmez yazıhaneme geldi teşekkür etti. Bende ” siz bizim dava adamımız, ağabeyimizsiniz size Avukatlık yapmaktan şeref duyarım” dedim. Sohbet ettik, devamlı olarak yazıhaneme uğrar sohbet ederdik. Bazen de telefonlarla hal hatır sorardık.

Aramızdan erken ayrıldı. Türk Milleti büyük bir yazarını önderini kaybetti. Türk Milleti başın sağ olsun.

Allah Rahmet eylesin mekânı Cennet olsun.   

Yaz Yiğidim Yaz! Kırmızı Beyaz!

Düşlerim vardı kırmızı beyaz
Uçsuz bucaksız saman yolunda
Talihine altın hızmalar ördüm
Yıldızların arasında yiğidim seni
Bayrağa kan döşerken gördüm.

Süzülürken sokaklardan kırmızı beyaz
İlteriş misin yurdumun dağlarında,
Yürek yangınımla sana dualar ördüm
Tekbirlerle uğurlanırken şehidim
Türk birliğini sağladığını gördüm.

Yollanıyorken  vatan ocağına kırmızı beyaz
Ak alnından öpüyordu gururla anan
Coşkuyla taşan arkadaşlarından halay ördüm
Altaylardan esen kutlu sevdalarla
Toyunda Kür- şad soylu  bir nefer gördüm.

Şeb- i  aruza gülümserken kırmızı beyaz
Baban tabutuna sarıldığı an
Halis niyetlere kor ateşler ördüm
Dedem korkut kucağında şehidim seni
Kahramanlığını boy boylarken gördüm.

Yaz yiğidim yaz! Kırmızı beyaz!
Manas destanı altı bin beyit, bitmez
Her dizede vuruluşunu beynime ördüm
Kim demiş Türk milleti kin gütmez
İntikamını alacağım rüyalar gördüm!

Sokak Ortasında İki Şehit ve Arkasındaki Gerçekler (4)

0

Amerikan Savaş Akademisinin yayınlarında, savaşların geleceği dünyanın geri kalmış şehirlerinin sokaklarından, lağımlarından ve derme çatma evlerinden geçmektedir. Tabi bu süreçte saldırı yapılacak şehirlerin bilgilerinin ele geçmesi önemli bir durumdur.

Her şehrin yapısı ve insanları aynı olmadığı için buna uygun taktik ve strateji geliştirmek için şehirlerin incelenmesi, bilgilerin düzenli olarak kaydedilmesi gerektiği belirtilmektedir.

ABD’nin düşünce kuruluşlarından RAND bu amaçla, İstanbul dâhil olmak üzere pek çok şehirde ve ülkede Amerikan ordusu adına araştırmalar yapıyor.

Geçenlerde, TÜİK verilerine göre 73 milyon olan Türkiye nüfusunu CIA, 78 milyon olarak açıkladı. Bu açıklama ulusal basında da yer aldı. Bu bilgiler de ABD’nin Türkiye’ye ilgisinin ayrıntıları hakkında yeterince bilgi vermiyor mu?

RAND gibi düşünce kuruluşlarının ABD ordusu için oluşturduğu açık istihbaratlar ARROYA araştırma merkezine gidiyor. Bu merkezde değerlendirilen ilginç çalışmalardan birisini de; “Nüfus Hareketlerinin Gelecek Çatışmalara Etkisi” oluşturuyor. Bu çalışmanın ana fikri; “aşırı göç alan şehirlerin, şehirleşmiş terör doğurma yapısıdır”. Bu ana fikrin günümüz Türkiye’sinde yaşanan terör odaklı ayrılıkçı hareketin nereden ve neden kaynaklandığını izaha yardımcı olacağını düşünüyorum.

Onun için tekrar söylüyorum: “Sokak ortasındaki iki şehit” vicdanımızı kanatıyor. “Yetti artık, ip inceldiği yerden kopsun!” dedirtiyor ama ABD-İsrail İmparatorluğunun oluşturmak istediği yeni emperyalizm; tam da bunu istiyor. Bu tahrikler neticesinde, Türkiye’de oluşacak muhtemel Türk-Kürt çatışması, her iki halka tarifi imkânsız ve nesiller boyu onarılmayan acılar ve tahripler yaşatır ama ABD ve İsrail ile taşeronlarının ekmeğine yağ sürer.

Namuslu Türk ve Kürt aydınlarını, ateş kendilerini bulmadan ve kalabalıklar harekete geçmeden bu ateşi söndürmek üzere elinden geleni yapmaya davet ediyorum. Ateş onları bulduğu zaman ortada ne kurtarılacak Kürt ne Türk ne de bir vatan kalır. “Bad el harab’ül Basra” olduktan sonra hiçbir pişmanlık işe yaramaz ve kafayı kuma gömmek sizi mesuliyetten kurtarmaz. Unutmayın bombalar patlamaya başladığında ilk ağzını açan siz olacaksınız ve o nedenle ilk vurulan da siz olacaksınız. Çünkü bu milletin milli hafızası sizsiniz ve o hafıza yok edilmedikçe taşeronlar ve efendileri kendilerini hep tehlikede hisseder. İnanmıyorsanız, Irak’ın hafızasına ne olmuş lütfen bir bakın!

Sokak ortasında iki şehit ve daha binlercesi; ‘bu vatan bölünmesin, Türkiye Cumhuriyeti bütün vatandaşları hür ve müreffeh olarak ebediyen yaşasın’ diye canlarını verdiler. Onların bu şahadetini bir iç savaş vesilesi yapamayız, aksine birleştirici ve bütünleştirici bir merhem olarak değerlendirmeliyiz. Herkes diyor ki; Cumhurbaşkanı, Başbakan; Savunma Bakanı, Genel Kurmay Başkanı niye susuyor? Ne yani! Onlar, geçmişte binlerce kez olduğu gibi,” kanları yerde kalmayacak, eli kanlı katiller en ağır şekilde hak ettikleri karşılığı bulacaklar, devletimiz terörizmle mücadelesini kararlı bir şekilde sürdürecektir” deselerdi siz görevinizi yapmış mı olacaktınız?

Şehitler kanlarının ve canlarının, geride bıraktıkları bağrı yanıkların haklarını senden, benden ve hepimizden günü geldiğinde tahsil edecekler, üstelik yedi kuşak geleceğiniz sürünerek acılar ve sefalet içinde bu borcu ödeyecekler ama onlar yine de haklarını helal etmeyecekler.

Siz, şehit haberlerini duyduğunuzda; ‘aman yine acıklı haber, dayanamayacağım’ deyip tek tuşta başka kanala geçebilme özgürlüğünüzü o şehitlere borçlu olduğunuzu düşündünüz mü? Düşündüyseniz, onların şehit oldukları idealleri yaşatmak adına bu vatan için ne yapıyorsunuz?

Benim görebildiğim tek şey; şehitlere askeriyenin eskiyen demirbaşları, askeri tabirlerle ‘HEK ve KAL’ deposuna kaldırılan envanteri muamelesi yaptığımızdır. Yaşayan ölüler gibi yapmayıp onların haklarını verseydik bu gün ABD ve İsrail’in oyuncağı, küresel sermayenin kölesi olmazdık.

Sokak köpekleri için ne yapabilirim diyenlerin hassasiyetine eyvallah ama vatanın bölünüp parçalanmaması, bizim birlik ve beraberlik içinde yaşamamız için canını verenler için, çocukların, torunların, kendin için ne yapıyorsun? Mesela Türk-Kürt Kardeşliği Derneği kurdum, komşumla arada bir latife ederiz diye iki kelime Kürtçe öğrendim, düğünlerinde halay çektim, taziyelerine gittim onlardan elimi ayağımı çekmedim de…  

Haydi, anlat bana! Buradan yazmazsam, ellerini öpmezsem namerdim ama sakın,’ şehidim hakkını helal et bize’ diye slogan attığını söyleme ve incitme bu vatanın bağrında sıra dağlar gibi duranları! (SON)

Başbakan’ın Bu Defaki Kükremelerinden Çok Memnunum

Başbakan Erdoğan, Davos’ta “van minut” deyip İsrail‘e kükremiş, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu paylamış, MHP lideri Bahçeli’ye çıkışmış, komutanları haşlamış, Yüksek Yargı‘yı hizaya sokmuş, TÜSİAD‘ı kuzuya çevirmiş bir liderdi.

Ama anlamakta güçlük çektiğimiz bir tarzda, bölücü terör örgütü ve uzantılarına karşı son derece sabırlı ve hoşgörülü idi. Kıbrıs konusunda da “soft” bir tutumu vardı.

Kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle muhalefet liderlerine, yazar ve çizerlere ağır sözler söyleyip çok sayıda dava açarken; “hastir” çeken, tankın üstüne çıkan Belediye Başkanına, polise taş atan ve tokat atan BDP’li milletvekillerine müthiş bir sabır göstermişti.

Muhtemeldir ki, “anaların gözyaşının dinmesiiçin terör örgütü ile mücadele etmenin başarı getirmeyeceğine, ancak müzakere ederek çözüm bulunabileceğine inanmıştı.

“Kıbrıs’ta ise Rauf Denktaş‘a karşı, çözümsüzlüğü savunduğu gerekçesiyle şiddetle karşı dururken, Mehmet Ali Talat’ı desteklemiş, Annan Planı‘nın kabul edilmesi için gayret etmiş, “ver kurtul“cular ve  “yes be annem“cilerden yana tavır almıştı. “Kırk yıldır çözülemeyen bu sorunu“, politik açılımlarda “bir adım önde olmak” suretiyle çözeceğini ifade ediyordu.

Habur” rezaletine getiren “açılım” sürecinde de, “Kıbrıs” meselesinin çözümü için Annan Planı‘nın esas alınmasında da en büyük destekçisi olan eski sosyalist neo-liberallerin desteğinden mutlu olmuştu.

Şimdi ise Başbakan Erdoğan Kıbrıs konusunda, bir zaman “çözümsüzlük çözüm değildir” sloganı ile yerden yere vurulan, büyük devlet adamı Rauf Denktaş gibi konuştu: “Adil, kapsamlı ve kurucu iki devlet anlayışı kabul edilmediği sürece bir adım atılması mümkün değildir. Şu anda Kıbrıs diye bir devlet yoktur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi vardır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır…”

Kıbrıs’ta şu sözlerle kükreyen Başbakan göğsümüzü kabarttı. “Güzelyurt Kuzey Kıbrıs’ındır. Karpaz’da zaten en ufak oynama yapılamaz. Annan Planı’nın üzerine biz daha ne alırızı konuşuyorlar. Kusura bakmasınlar geçti. Güney Kıbrıs’ı AB başkanlığında, kesinlikle görüşmeyiz. AB ile ilişkiler donar. Biz onlarla aynı masada oturmayı bile zül sayıyoruz BM’de. Maraş’ın açılması konusunda daha çok beklerler. Limanlar eş zamanlı olarak açılabilir. Kıbrıs’tan asker de çekmeyiz.”

Başbakan taraflar arasında süren görüşmeler için bir tarih koydu. 2012 ye kadar ya sonuç alınacak ya da mevcut durum ilelebet sürecek.. Yani Ada iki devletli olacak..

Bunun sonuçlarının ne olacağına dair çok tahmin yapılabilir. Ancak ABD/AB nin, yedi senedir kendi dayattıkları “Annan Planı”nı (24 Nisan 2004’te) yüzde 65 oyla kabul eden Türk tarafını cezalandırıp, yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafını mükâfatlandırması gösterdi ki, Türkler açısından durum bugünkünden daha kötü olmayacaktır.

Erdoğan’ın Kıbrıs’ın stratejik konumunu, Akdeniz ve Ortadoğu için önemini, Türkiye’nin güneyinin savunulmasının Kıbrıs’tan başlatılması gerektiğini, KKTC’nin “milli dava” olmasındaki hikmeti artık daha doğru kavradığı görülüyor.

Batı’nın verdikçe doyurulamayacağını, verdikçe daha fazlasını isteyeceklerini ve bizi Sevr şartlarına sürüklemekten başkasının Batı’yı tatmin etmeyeceğini anlamış olmalı.

Şükürler olsun ki, Kıbrıs için birçok yazımda paylaştığım endişelerim kalkmakta, yerini artık devletime duyduğum güven ve gurura terk etmekte.

Annan Planı referandumu sürecinde “nasıl olsa yakında AB’ye gireceğiz, sınırların önemi kalmayacak Kıbrıs, Rum yönetimine verilse ne olur, verilmese ne olur” tarzı yazılar döşeyen Fehmi Koru ve benzerlerinin de bu idraki göstermelerini diliyorum.

Terör Meselesi/ Kürt Sorunu/ Bölücülük tehlikesi konusunda da Başbakan’ın keskin bir tavır aldığı görülüyor.

İmralı ile müzakere devam ederken, PKK saldırıları sonucu verilen şehitler ve en son Silvan’da 13 şehit olayı ve aynı gün PKK uzantılarından DTK’nın “demokratik özerklik” kararını ilan etmesi bir “kırılma noktası oluşturdu”.

Başbakan Erdoğan kararlı tavrını şöyle ortaya koydu: “Eğer bunlar bir barışı istiyorlarsa talep ediyorlarsa yapacakları tek şey vardır, o da şudur: Bir defa terör örgütü silahı bırakacaktır. Silahı bırakmadıkları müddetçe ne operasyonlar durur, ne de bu süreç daha farklı bir noktaya doğru gider. Bundan sonraki süreç çok daha farklı stratejilerle ve uygulamalarla kendini gösterecektir.” “Bir defa şu 4 temel ilkemiz değişmez; tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Burada kimse bizden geri adım beklemesin.”

Başbakan, bölücü terör örgütünün verdikçe doyurulamayacağını, verdikçe daha fazlasını isteyeceğini ve topraklarımızda bir Kürt Devleti kurulmasından başkasının, bölücüleri tatmin etmeyeceğini anlamış olmalı.

Başbakan Erdoğan’ın gerek PKK/BDP yanlılarına ve gerekse Kıbrıs konusundaki Rum taleplerine uygun çözüm teklifinde bulunanlara karşı aldığı bu tavırları “şahin” bulup eleştirenler var. Ama bana göre Başbakan, “ustalık dönemi” dediği üçüncü döneminde, doğru ve içimizi ferahlatan bir tavır almıştır. Her iki konuda da muhataplarının anlayacağı dilden konuşmaya başlamıştır.

Bütün bunların ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un ve CIA Başkanının Türkiye ziyaretleri ve Füze Kalkanı projesine Türkiye’nin destek vermesiyle bir alakası var mı bilemiyorum. Ancak Başbakan’ın daha rahat hareket etmesini sağlayan bazı mutabakatlar söz konusu olabilir.

Başbakan’ın bu tavırlarının kalıcı olmayacağını savunanlar da var. Bunlar geçmişte yaşanan bazı “diklenmelerin, dik durmaya yetmediğini” gösteren örnekleri hatırlatıyorlar:

Zinanın suç sayılması kararından dönülmesi, NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkıp daha sonra destek verilmesi, “Van minut” olayından 6 ay sonra Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunda İsrail’in nükleer silahlarının sorgulandığı toplantıda İsrail’e destek verilmesi ve İsrail’in OECD üyesi olmasının AKP hükümetinin olur’u ile gerçekleşmesi gibi.

Ben Başbakan’ın ustalık döneminde koyduğu bu tavrın kalıcı olduğuna, bu tavırları ortaya koyarken karşılaşabileceği her türlü güçlüğü hesap edip, bunları göğüslemeye hazır olduğuna ve olumlu netice alacağına inanmak istiyorum.

Başbakan bu tavırlarını sürdürürse, CHP ve MHP’nin de desteğini alacaktır. Sağlanacak “milli mutabakatın” milli menfaatlerimize uygun çözümleri kolaylaştıracağı kanaatindeyim.