14.4 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1110

Satranç

Satrancın kimin tarafından ve ne zaman bulunduğuna dair kesin bilgiler yoktur. Ancak günümüze kadar ulaşan bazı söylentiler, rivayetler vardır.

Yunanlılara göre Truva savaşına katılan Eğriboz adası kralı Palemodes tarafından bulunmuştur. Palemodes onlara göre damanın da paranın da mucididir. Ancak Yunanlıların bu söylentilerini kanıtlayacak hiçbir bilgi ve belgeye rastlanmamıştır.

Genel kabule göre satranç Hindistan’da, bir Brahman rahibi tarafından kurgulanmıştır. İlk önce bir Hint prensine sunulmuştur. Oyunu prense öğreten din adamı, oyunun felsefesini de şöyle açıklamıştır; Şah en değerli taştır. O alınmadan oyun bitmez. Fakat gördüğünüz gibi devletin en güçlü kişisi olan şah, eğer kendini koruyacak tebaası olmaz ise hiçbir şey yapamaz.

Yanıtı ve açıklamayı çok beğenen raca, brahmanı ödüllendirmek ister. “- Dile benden ne istersen” deyince rahip 64 kareli satranç tahtasını gösterip “- Şu ilk kareye bir adet buğday koy ve yanındaki kareye bir kat fazlasını koyarak devam et. 64. karedeki buğdayları bana ver” der. Bu basit ve kanaatkâr bir istek gibi gözüken talebi karşılamak için, hesaplama yapılınca yedi gruptan oluşan şaşırtıcı bir rakamla karşılaşılır: “18.446.774.073.703.551.615” Yani dünyanın ekilebilir bütün alanlarını ekmek bile rahibin isteğini yerine getirmek için yeterli gelmemektedir. Dünya büyüklüğünden yaklaşık 70 kat daha büyük bir alanın üretiminin, brahmanın isteğini ancak karşılayabileceği hesaplanmıştır.

Satrancın M.S. 600 yıllarında, İran’a Hindistan’dan geldiği (Tarihçi Murret) bir yazıttan öğrenilmiştir. Araplar bu oyunu 7. yüzyılda öğrenmişler ve 9. yüzyılda Avrupa’ya taşımışlardır. Bu arada Harun – ür – Reşid’in, Charlemagne’a hediye ettiği satranç takımı da çok ünlüdür.

Ülkemizde satrançla ilgili, 500 yıl öncesine ait bazı kitaplar vardır. Bunlardan biri de Şereflihisarlı İsmail oğlu Şaban isimli bir yazara aittir. Oyunun faydalarından bahis etmektedir. ” Savaşta hilelere karşı tedbirli olunmasına, planlı davranılmasına, sabırlı, akıllı ve dayanıklı olunmasına yararlı olur. Galibiyetin hazzını yenilginin acısını tattırır.” Diye önsöz yazısı ile kitabını yayımlamıştır.

Cumhuriyet döneminde Türkiye’de satranç çok yaygınlaşmıştır. Hemen bütün okullarda oynanmaktadır. 1954 yılında Türkiye Satranç Federasyonu kurulmuştur. 1962 yılında ise FİDE (Fédération İnternationale d’Echéc) Uluslararası Satranç Federasyonu’na bağlanılmıştır. Takımlarımız uluslar arası müsabakalara katılmaktadırlar.

Milyonlarca meraklısı olan ve günümüzde zekâ ve akıl geliştirme sporu olarak kabul gören satrançla ilgili pek çok ve gerçeklere dayalı anekdot vardır.

 

Türk’ün Destanı

Orta Asya ana yurdum,
Üç kıtaya mühür vurdum,
Düş önüme sen bozkurdum…

Türk titresin, düne dönsün,
Tan ağarsın güne dönsün.

Asenalar, Alperenler,
Bu toprağa can verenler,
“Dünya bana dar” diyenler…

Nerdesiniz Başbuğlarım,
Paslı kaldı tunç tuğlarım.

Akınların zafer sesi,
Dervişlerin gül nefesi,
Oğuz Kağan sülalesi,

On altı Türk devletim var,
Asil soylu milletim var.

Dede Korkut kitabınla,
Edebali hitabınla,
Dualarla sevabınla…

Ruhumuza rehber Kur’an,
Yürüyoruz hedef Turan.

Ergenekon, Çanakkale,
Destan yazdım dilden dile,
Tarih der ki; “beni dinle…”

Bölünmesin yerim, yurdum,
Ayağa kalk Anadolum.

Alparslan’ım, Atatürk’üm,
Türk birliği yüce ülküm,
Söylenecek benim türküm…

Ozanımda sazın teli,
Özlem kokar hasret yeli.

Nam salmışım tüm dünyaya,
Çin seddinden Viyana’ya,
Binbir yıldır atlı, yaya..

Bu davete koşuyoruz,
Dadaş, zeybek coşuyoruz.

Mostar senin, Tuna sensin,
Yankılanır mehter sesin,
Ülkücüler yeter…! desin.

Bu sevdayı biliyoruz,
Yola çıktık, geliyoruz.

Üç hilalim, ay-yıldızım,
Bitsin artık ağrım, sızım,
Birlik olsun oğlum, kızım…

Türk milleti mutlu olsun,
Kurultayın kutlu olsun.

Bu Gün Seçim Olsa

Aslında bu hikayeyi daha önce de yazmıştık. İki ayrı kitabımızda da yer aldı.

Muhtemelen hatırlanacaktır; 2007 seçimlerinde Demokrat Partiden Milletvekili Adayı olmuştum. Güzel bir seçim kampanyası yürütülüyordu. İnsanların bize olan ilgisi ve sevgisi bir beklentinin de sonucu olarak oldukça iyi bir şekil almıştı. Sonra birden ters rüzgarlar esti ve seçimi feci şekilde kaybettik.. Benim için kişisel treselli tarafı ise Mecitözü’nde Partimizin Çorum Merkeze göre İKİ KAT FAZLA REY ALMASI olmuştu. O zaman da yazdım, bunun için Mecitözü’ne müteşekkirim.

İlginç bazı gelişmeler ve karşılamalar da oluyordu. Örnek olarak; Avkat’da;  Elmapınarı’nda Horgu’da, Geykoca’da, Karacuma’da; Sarıhasan’da; Tanrıvermiş’te, Sülüklü’de, bana açıkça söylenen;  

“Bey keşke bunlardan aday olmasaydın, sana canımız feda amma velakin, bu Demokrat Parti O Demokrat Parti değil.. Keşke…

Keşke Bağımsız da olsaydın.. Neyse olan olmuş, kusura kalma..

Ve işte sonuç; Feci bir yenilgi ve fakat  Çorum merkezin iki katı oranında rey..

Buna müteşekkirim. Bu saydığım köylerde hiç çıkmayacak derken kırık dökük bir kaç rey.. Onlar hepsi, hepsi benim için teşekküre değer, harika mesajlar..

Ama bir olay var ki şimdi tekrarlamadan geçemiyorum.

Çorum Boğazkale’de, Seçim Otobüsünün üzerindeyiz; Uğur Barlık, Murat Koçak ve ben..

Mikrofon bende; hararetli güzel bir konuşma!… Karşımızda hatırı sayılır bir kalabalık!..

Ve onların arasında Eşim Keriman!.. O da, halkın arasında, duvar üzerine oturmuş, bir yabancı gibi bizi izliyor. Ve alkışlıyor. Ve dikkat ediyor ki; konuşma arasında ve özellikle de sonunda, yanındaki insanlar bizi çok heyecanla alkışlıyorlar.

Keriman bu manzara karşısında hem mutlu oluyor, hem de sormak istiyor.. Bir nevi “Kamu Oyu Yoklaması”.. Yanındaki, o çok da hararetle alkışlayan köylümüze dönüyor;

  • – Çok alkışladın, çok da beğendin galiba.. Reyler de bunlara mı? Diye soruyor.
  • – Alkışladım Abla.. Gobel eyi gonuşuyo da!.. Yok abla, reyler bunlara değil..
  • – Neden ama? Çok da canı gönülden alkışladın. Şimdi Reyler kime.. Bak sen de diyorsun ki; Güzel Konuşuyor.
  • – Doğru Abla.. Guzel gonuşuyo.. . Allah için . Hele de şu sarı.. Eyi gonuşuyo da..
  • – Ama reyler yok diyorsun..
  • – Reyler yok abla..
  • – Peki reyler kime?
  • – Reyler Kasımpaşalıya Abla.. Tayyibe!..
  • – Neden ama?
  • – Bak abla şimdi.. Bunların Ağa babası var ya:
  • – Kim O?
  • – Demirel Abla Demirel.. ,
  • – Eee ? Ne olmuş Demirel’e?
  • – Ne olacak, Asker Haaayyyt deyiverince Şapkayı Aldı Gaçtı.. Hem de İKİ KERE..
  • – Eeee?
  • – Eee si, abla Kasımpaşalı ne dedi?
  • – Ne dedi?
  • – Haayyt, Asker hadi bakıyımmm Sen Kışlana.. Kışlana …
  • – Eee?
  • – Eeesi Asker Kışlaya Tayyip Makama.. Öyle şapkayı alıp ta kaçmadı.. O neydi, bunların Agası.. Abla iki kere Şapkayı aldı aldı kaçtı..
  • – Doğru haklısın..
  • – Tabii Abla.. Şimdi bunlar eyi gonuşuyo da…
  • – Anladımm..
  • – Annadın mı Abla.? İşte böyle ..

Evet siz de anladınız mı şimdi, ne söyleyeceğimi?

Dört Komutanın meydan okurcasına istifaları!..

Aslında bu gerçekten önemli bir olaydı.. Ne askerin buna hakkı vardı, ne de Hükümetin bu tabloyu yaratma lüksü vardı.. Keşke olmasaydı.

Ama oldu..

Oldu ve Hükümet kazandı..

Asker ve onu öne sürerek arkasına sığınmak isteyen macera meraklıları ise kaybetti.

Ve, ve demokrasi kazandı..

Şimdi hemen seçime gidilse bence % 70 le tekrar Ak Parti gelecektir.

Ben olsam denerdim..

Ama yine bu İktidar soğukkanlı ve Askerin yaptığına ve özellikle de Askerin arkasına sığınmak isteyenlere güzel bir cevap oldu..   

Bize göre bu Siyasi tarihimizde Demokrasi adına Sivil İktidara gelmiş geçmiş en büyük Rest’tir.

Ve aynı kararlılıkla karşılık görmüştür. Kazanan ise Demokrasi olmuştur.

Bazı çevreler tekrar sormak gerekiyor;

ASKER KİMİN ASKERİDİR.?  .Ve  ASKERİN GÖREVİ NEDİR?

Askerin görevi Demokrasiyi korumak ise; Demokrasinin kendisi nedir? Demokrasiyi kim,kimler nasıl tesis edecektir.?  Demokrasi bir temsil rejimi değil midir? Asker, Demokrasiyi tesis edecekse SEÇİMLERİN ve SİVİL İKTİADARLARIN anlamı nedir?   Halkı kim temsil eder?  Demokrasi, b ir temsil rejimi değil midir?    V

Doğrudur, Asker Demokrasiyi koruyacaktır.. Koruyacaktır ama, kendi ölçülerine göre değil.. Ya kimin ölçülerine göre? HALKIN ÖLÇÜLERİNE GÖRE.. Halkın ölçülerini nasıl anlayacağız? Halkın TERCİHLERİ İle.. Eee onlar nedir? Onlar seçimle gelenlerdir.

Şimdi ben Demokrat Parti kazanamadı diye,  ben Milletvekili olamadım diye seçilenleri kabul etmeyecek miyim?   Ak Partiyi kabul etmeyecek miyim?

Son olayda Asker de belki kendi açısından doğrusunu yapmış diye düşünebilirsiniz. Kim bilir belki de devam eden davalar nedeniyle, karşılaştıkları mesleki baskından dolayı böyle bir karar almışlardır.

Ama bize göre Askerin de buna hakkı yoktur.

Belli makamlarda böyle bir lüksünüz yoktur. 

Belli makamlarda iseniz, hele böyle anlamlı bir şekilde bir toplu hareket içinde olamazsınız.  

Şimdi ilk saatlerde bazıları el ovuşturmuş,  Allah, Hükümet gidiyor diye heveslenmiş olabilirler. Çarpıcı beyanlara hazırlanmış olabilirler. Hatta acele ederek bazı sözler de sarf etmiş  olabilirler. Hiç heveslenmesinler.

Şimdi burada iki olay var;

  • – Birincisi, Komutanlarımızın böyle bir lüksü yoktur. İstifa ve emeklilik elbette kişisel bir tercihtir. Ama komuta kademesinin zirvesinde ve topluca bu hareket Savunma Gücünü Zaafa uğratma sonucunu doğurabilir ve Allah korusun kötü şeyler olabilirdi. Ve belli ki kasıtlıdır. O nedenle soruşturulmalıdır. Emekli Orgeneral Kenan Evren kadar, hatta ondan da fazla sorumluluk vardır. Ve bunun hesabını sormak gerekir.
  • – Bu sonucu doğuran olaylar üzerinde de durmak gerekir. Eğer bunlar devam eden davalar ise; başından beri söylediğimiz ve savunduğumuz bir hukuk zaafı vardır. Ön hazırlık çok iyi yapılmalı ve iddianame çok net olmalıdır. Ve özel yetkili mahkemelerde de süreç hızlı işlemelidir. Net ve kesin delilleriniz varsa insanları tutarsınız. İnsanları tutarken delil zenginleştirme lüksünüz de olmamalıdır.

Aslında hukuk yönüne gelmişken bir hususa daha değinmeden geçemiyoruz; Dikkat ediniz önce karar veriliyor ve aylar sonra gerekçe ilan ediliyor. En basit hukuk mantığından bu son derece sakıncalı bir durumdur. Gerekçen yoksa karar veremezsin, varsa da onu karadan önce oluşan, oluşması gereken o gerekçeyi en azından kararla birlikte açıklamak zorundasın. Kimse kusura bakmasın, gerekçesi aylar sonra ilan edilen bir karar asla saygı duyamazsınız.

Halk bunları sessiz ve derinden izliyor ve kime ne prim vereceğini de çok iyi biliyor.

İşte onun için rahatlıkla söylüyoruz ki, bu gün bir seçim olsa Ak Parti % 70’le yeniden iktidardır.

YARGI değerlendirmesinde ve ASKERİN son davranışında da HALK kendi değerlendirmesini son derece de doğru ve kararlı olarak yapmaktadır.   

Onun için de tekrarlıyoruz ki; bu gün bir seçim olsa Ak Parti % 70’le yeniden iktidardır.

Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.

Vahşi Kapitalizm ve Dünya Düzeni

12 Eylül 1980 Darbesi olmuş ve Türk Milliyetçileri tutuklanmış cezaevlerinde işkencelere tabi tutulmuşlardır. Sistem intikamını ülkücülerden almıştır.

O tarihte hangi zihniyettir bilinmez, bölücülerle Türk Milliyetçilerini aynı görmüş ihtilalın esas gayesi, sistemin intikamını almak için vatanını seven gerekirse uğrunda ölebilmeyi göze alan Türk Gençlerini yıldırmak ve sisteme uyan yeni bir gençlik, diskotek gençliği, ABD hayranı gençlik yetiştirmektir.

Bunun için 1989 tarihinde ” Liseler için yazılan Milli Güvenlik Bilgisi kitabında Milliyetçiler, Ülkücüler şöyle tarif ediliyordu:

“Bir doktrin olarak kabul ettikleri görüşleri doğrultusunda devletin yeniden teşkilatlanmasından hareketle, siyasi, sosyal ve ekonomik yapıda değişiklikler yaparak bir kadro oluşturulması, bu kadronun devlet gücünün yerine geçirilerek her ne şekilde olursa olsun iktidar yapılması, benimsenen ilkelerin yanı sıra “TEK LİDER” prensibinde kabul edilerek zaman zaman PAN TÜRKİZM propagandasına yönelmesi.”

” Bir bütün haline getirdikleri ideolojik düşüncelerinin sonuçta devlet anlayışına hâkim duruma getirilmesi amacı taşıyordu.”

“Bu unsurları sürekli şekilde, komünizme karşı oldukları temasını işleyerek ve bu faaliyetlerini milliyetçiliğin gereği olarak yaptıklarını savunarak 12 Eylül 1980 harekâtı öncesinde yurdumuzda yaşanan terör ortamının bir yanı durumuna gelmiştir. “

Ne acıdır ki ders kitabı olarak yazılan ve Türkiye Cumhuriyetinin Liselerinde Milli Güvenlik Dersi olarak okutulan bu kitapta Türk Milliyetçiliği suç sayılmış.

Türk Milletini sevmek PANTÜRKİZM kabul edilmiş sanki kötü bir şey yapmış, gibi Türk Milliyetçileri, yurdumuzda yaşana terör olaylarının, Güneydoğuyu kan gölüne çeviren, 30 bin insanımızı şehit eden, asker, polis, öğretmen, imam, bebek katilleriyle birlikte terör ortamının bir yanı olarak gençlere öğretilmiştir.

Türk Milliyetçilerini eli kanlı bölücü terör örgütünün bir yanı olarak gösteren kitap aşırı solucuları, teröristleri nasıl anlatmaktadır? Kitaptan aynen aktarıyorum.

” Bütün aşırı sol ve komünist teşkilatların amacı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin mevcut anayasal rejimini yıkarak ülkemizin tümünde veya arzuladıkları bölümlerinde Marksist – Leninist – Maoist bir düzen kurmak ve komünist ideolojinin yayılmasını sağlamak şeklinde özetlenebilir.”

 ” Bu gurupların her fırsatta kullanmak istedikleri; işçilerin haklarını kazandırma, ezilen zümreleri kurtarma, gelir dağılımındaki adaletsizliği giderme herkese eşit eğitim imkânı sağlama, herkese iş imkânı sağlamak, ülkeyi tam bağımsızlığa kavuşturmak gibi sloganları amaç görünümü altında fakat nihai amaçlarını gizlemeye ve yandaş teminine yönelik propaganda faaliyetleri olduğunu özellikle vurgulamak gerekir.”

  Oh ne güzel ne kadar güzel lise talebesi bu sloganları okuduğunda ne ulvi sözler, tam bir sosyal adalet, bizde solcu olalım diye düşünmezler mi? Kaldı ki bu aşırı solcuların terörün bir parçası, bir yanı olduğu da kitapta belirtilmemiştir.

Rahmetli Türkeş, sistemin intikamı alınmak için 12 Eylül 1980 darbesi ile tutuklanmış ve Ankara da Askeri Dil Okuluna konmuştur.

Avukatı olarak ziyaretine gittiğim de 1983 seçimleri yakındı. Ve siyasi partiler yeni yeni kurulmaktaydı.

KONSEY iki partili bir sistem istediği için vetolarla ikiden fazla parti kurulmasını engelliyordu. Turgut Özal da parti kurmak gayreti içerisindeydi.

Fakat 30 kişilik kurucu listesini vetolar sebebiyle tamamlayamıyordu. Ancak ABD den KISSINGER Türkiye’ye gelerek Özal’ın partisinin kurulmasını ve seçimlere katılmasını sağlamıştı.

Seçimlere Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti ve Anavatan Partisi katılma hakkını kazanmışlardı.

Rahmetli Türkeş Bey’e “siz içeridesiniz dışarıda bizim görüşlerimizi temsil eden siyasi parti yok ne yapacağız” diye sorduğumda aldığım cevap çok ilginçti. 

“Turgut Sunalp Paşa iyidir, ancak devlet yönetimini bilmez. Halk kendisini tanımadığı için ve konsey tarafından görevlendirilmiş olması çok kötü bir puan, başarı sağlayamaz. Turgut Özal son anda ABD ile anlaşarak verdiği tavizlere göre parti kurma izni aldığı için Amerika’nın Vahşi Kapitalizmini uygulayacaktır.

Muhafazakâr görünümü ile de halktan oy alarak ve büyük bir ihtimalle iktidar olacaktır” dedi.

” O zaman biz ne yapacağız “dedim. ” Herkes istediği partiye oy versin hiç kimseyi bir parti için yönlendirmeyin” ikazını yaptı.

ABD’nin ana hedefi olan Vahşi Kapitalizm’in yontularak ekonomik güçlerini daha iyi kolay geliştireceği bir düzen yaratmak için Özal’a ihtiyacı vardı.

Ülkemizin insan haklarını savunmak Türk Milletinin tarihteki rollerini savunmak anlamına gelmiyor.

Amacı bölücülük olan etnik politikayı savunmak anlamına geliyor.

Gençler artık ülkelerine ve milletine değil yabancı güçlere güveniyorlar.

Milletin ufkunu açan Atatürk’ün en büyük talihsizliği yerini Türk Milletine inanmayanlara bırakmak zorunda kalması olmuştur.

Özal’a yüklenen görev eski doğu blok’u ve Üçüncü Dünya Ülkelerinde Milliyetçilikten ayakta ne kaldıysa tasfiyesini yapmak olmuştur. 

ABD, Sovyetler Birliğine BORİS YELTSİN’İ Türkiye’de Turgut Özal’ı elinin altında tutmuştur.

Yeltsin sayesinde Sovyetler Birliği dağılıp Orta Asya’da ki petrol cumhuriyetleri bağımsızlığına kavuşturur.

Özal sayesinde de Türkiye Cumhuriyeti Devletini Atatürk’ün Milli Devlet anlayışından uzaklaştırılıp, onun üzerinden, Bağımsız Türk Cumhuriyetlerine ulaşmayı düşünmüş ve Türk Cumhuriyetlerinde ki Petrolün Türkiye aracılığı ile Washington’un kontrolüne alınması hedeflenmiştir.

Onun için bahsettiğimiz kitaplar yazılmış gençler ABD hayranı olarak yetiştirilmeye çalışılmış ve sayısız televizyon kanalları açılarak Millet dizi filmlerle, yarışma programlarıyla uyutulmuş ve Türk Gençliği milli değerlerden yoksun bırakılmıştır.

Atatürk diyor ki;” Hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselsin. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. 

Ramazan Ayı Mesajı

Cenabı  Allah’a sonsuz hamd ve senalar  olsun ki,  Pazar gününü, Pazartesiye bağlayan  gece ayların  sultanı olan Mübarek Ramazan ayını idrak edeceğiz.

Pazar  akşamı  ise  ilk  teravih  namazımızı  kılacak, aynı  gece  sahura  kalkacak,  Pazartesi gününden itibaren de inşallah oruçlarımızı tutacağız.

Ramazan, ayların  sultanının  adı, bin ay (83 yıl)’dan daha hayırlı olan Kadir Gecesini içinde bulunduran mübarek bir aydır. Peygamberimiz  bu ay için Ümmet-i Muhammed‘in  ayı buyurmuştur.

Ramazan  ayı  evveli  rahmet, ortası  mağfiret, sonu  günahlardan  azad olma  ayıdır. Müslümanların  hasat  mevsimi, Cenab-ı Allah’a kullukta  sebat  edenlerin mükâfatını  alacağı  bir  aydır.

Yüce Allah’ın tarifi ile “İnsanlara doğru  yolu  gösteren, hak ile  batılın  arasını  ayıran, hidayet  kaynağı  Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu aydır” [1].

Kendisine  erişip  şartları  haiz  olanlara  oruç  tutmanın  farz  olduğu  mübarek  bir aydır. Ramazan  ilahi  isimlerden  bir  isim  olarak  oruç  ayı, ilahi  bir  aydır.

Kısaca  ramazan; temizlik, yanmak  ve  keskinlik  manalarına gelir. Bu manalardan  maksat  da  günahların yanması  ve   ramazanın bizi Allah’a  yaklaştırmasıdır. Ramazan  ayının  birinci  özelliği, Kur’an-ı Kerim’in  bu  ayda  indirilmiş  olmasıdır.

Bunda üç mana vardır:

  1. Kur’an, ramazan  ayının  kadir  gecesi  denilen  mübarek  bir gecesinde  dünya   semasına, Beyt-i Mamura bir   defada  bir  bütün  olarak   indirilmiş daha sonra yirmi üç  senede  parça  parça  yeryüzüne  indirilmiştir.
  2. Kur’an  bu  ayda indirilmeye  başlandı  demektir. Hira  Mağarası’nda “Yaratan  Rabbinin  adıyla  oku” [2]. Mealindeki  ilk  ayetin  Peygamberimize  inişi  ramazan-ı şerifin  kadir gecesindedir.
  3. Kur’an bu ayda inmiştir ve bu  aya şeref vermiştir. Kur’an’da  ramazandan   başka  Allah   tarafından   övülmüş   bir  ay  yoktur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de bu ayın hususiyetlerini şu şekilde anlatmaktadır:

Ümmetime ramazan ayında beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki hiçbir peygambere verilmemiştir:

  1. Ramazan ayının ilk gecesi olunca Allah (c.c.) ümmetine (rahmet nazarıyla) bakar. Allah, bir kimseye rahmet nazarıyla bakarsa O’na ebedi olarak azap etmez.
  2. Ramazan akşamlarında oruçluların ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.
  3. Melekler her gün ve gece onlara istiğfar ederler, bağışlanmalarını dilerler.
  4. Allah (c.c.) cennetine emredip; “Kullarım için hazırlanıp süslen, onların dünya meşakkatlerinden kurtulup benim yurduma ve ihsanıma istirahat için gelmeleri yaklaştı.”
  5. Ramazanın  son  gecesi  olunca,  Allah  hepsini  bağışlar. Nitekim  bir  işte  çalışan  işçiler, çalışıp işlerini bitirince kendilerine ücretleri tam olarak ödenir [4]. Buyurdu

Kocaeli İl  Müftülüğü  ve  İlçe Müftülükleri olarak Ramazan Ayı hazırlıklarımızı tamamlamış bulunmaktayız.

Bütün camilerimizin temizlikleri, ses sistemleri, aydınlatmaları gözden geçirilmiş olup, her camide mukabele programları yapılacaktır.

Teravih namazları tadili erkâna riayet edilerek kılınacak, öğleyin ve  teravih öncesi irşat programları yapılarak, bayanlara yönelik irşat programlarına devam edilecektir.

Her yıl olduğu gibi bazı camilerde hatimle teravih namazı kılınacak, fitre de en az 7,5 TL (yedibuçuk) lira olarak fakirlere verilecektir

Bu vesileyle birlikte Ramazan  ayının  Kocaelimize, ailelerimize, milletimize, ülkemize ve  bütün insanlık âlemine  hayır , huzur  ve  barış, ölmüşlerimize rahmet ve  mağfiret  getirmesini, bizleri manevi yönden yüceltmesini,birbirimize karşı olan sevgimizi artırmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyor, Ramazanı şerifinizi tebrik ediyorum.

Kaynaklar

[1] Bakara Suresi Ayet 185

[2] Alak Suresi Ayet 1

[3] Terğib ve Terhib c.2shf.425/7.

[4] A.g.e. c.2 shf.430/13

 

 

Zeki HACIİBRAHİMOĞLU “Teröristbaşının yargılanmasında eksik kalan hiçbir husus yoktur. Avukatlarıyla görüştürülmesi hukuka aykırıdır.”

Şehit ailelerinin avukatı Zeki HACIİBRAHİMOĞLU ile Abdullah Öcalan’ın durumunu konuştuk.

GİRİŞ:
27 Kasım 1978 tarihinde, Diyarbakır’ın Lice İlçesi’nin Fis Köyü’nde yapılan toplantıda, Kürt kökenli PKK (Kürdistan İşçi Partisi / Partiya Karkaren Kürdistan örgütünün kurulduğu ilan edildi.
Aynı zamanda, PKK terör örgütünün 1. Kongresi olan toplantıda, Türkiye toprakları üzerinde ayrı bir devlet kurulması kararlaştırıldı. Kurucular arasında; 1974 yılında Ankara Yüksek Öğretim Derneği isimli gençlik organizasyonu içerisinde faaliyet gösteren Abdullah Öcalan, Kesire Yıldırım (Öcalan), Haki Karaer, Cemil Bayık isimli teröristler bulunmaktadır. Örgüt, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Gaziantep illerini, ilk faaliyet alanı olarak belirlemiştir.
PKK, kanlı cinâyetlerin işlendiği silahlı ilk terör eylemini; 15 Ağustos 1984 günü, Saat 21.30’da Eruh ve Şemdinli’de gerçekleştirdi.
1991-1992 yıllarında örgütün artan eylemleri 1993’te doruk noktasına ulaştı. 24 Mayıs 1993’te Bingöl-Elazığ karayolunu kesen PKK militanları, eğitimlerini tamamlayarak görev yerlerine sevk edilen silahsız 33 askeri otobüslerden indirerek kurşuna dizdi. PKK’lılar, 13 er, bir polis ve 8 vatandaşı da esir alarak götürdüler.
Başlangıçta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını hedef olarak belirleyen örgüt, 1994 yılında mahallî özerklik için mücâdele edileceğini açıkladı. Cinâyetlerine de devam etti. Polis ve askerlerle birlikte, adını duyurmak için sivil halktan da kadın, çocuk ve yaşlı ayırımı yapmadan pek çok suçsuz insanı katletti. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin savunma harcamalarına ayırdığı miktar bütün harcamalarının % 10’una kadar yükseltildi. Ayrıca PKK terör örgütü ile ilgili operasyonların devam ettirilebilmesi için ordu bütçesi, 8.000.000.000 ABD doları yıllık harcama seviyesine yükseltildi. Mayıs 1997 harekâtının Türkiye’ye faturası ise 300.000.000 dolar oldu.
5 Temmuz 1993 tarihinde 100’e yakın PKK mensubu, Kemaliye’nin Başbağlar Köyü’nde sivilleri kurşuna dizip evleri ateşe verdi. 31 kişi öldü, 3 kişi yaralandı. Katliamı PKK üstlendi ve Abdullah Öcalan Dâvâsı’nda PKK’nin eylemlerine örnek olarak gösterildi.
30 Haziran 1996’da ‘Zilan’ kod adlı PKK’lı kadın militan, vücuduna sardığı bombaları Tunceli’de İstiklal Marşı’nın okunduğu sırada tören alanında patlattı. Olayda ikisi astsubay toplam 6 asker şehit oldu. Bu tür canlı bomba eylemleri; 25 Ekim 1996, 29 Ekim 1996, 12 Kasım 1998, tarihlerinde tekrarlandı. Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı sırada Güler Otaş adındaki bir kadın terörist, üzerindeki bombayı patlattı. Saldırıda üçü polis, biri sivil 4 kişi şehit oldu. Kadınların kullanıldığı canlı bomba eylemleri: 24 Aralık 1998, 3 Mart 1999,  9 Nisan 1999, 2 Mayıs 2003 tarihlerinde tekrarlandı. PKK’nın silahlı eşkıyaları da şehir ve köylerde binlerce saldırı düzenleyerek cinâyetlerine devam etti.  
Terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, karargâhının bulunduğu Suriye’den ayrıldıktan sonra, İtalya, Rusya, Yunanistan’ı dolaştıktan sonra Kenya’da yakalanıp, dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in ifâdesine göre ABD tarafından paketlenerek Türkiye’ye teslim edildi. Çıkarıldığı mahkemede;  29 Haziran 1999 tarihinde oybirliği ile idama mahkûm edildi. Karar Yargıtay 9. Cezâ Dairesi tarafından onaylandı. Ancak bu sırada Avrupa Birliği, Türk Cezâ Kanununda değişiklik yapılarak ölüm cezâlarının kaldırılması için Türkiye’ye baskı yaptı. TBMM’de, oy çokluğu ile kabul edilen bir kanunla istenilen değişiklik yapıldı. Öcalan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezâsını çekmek üzere İmralı Adası’nda inşa edilen özel hapishaneye konuldu.
Avukatları vasıtasıyla gönderdiği talimatla, PKK terör örgütünü ve TBMM’de temsilcisi bulunan 2010 yılında adı Barış ve Demokrasi Partisi olan siyasî grubu yönetiyor.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın muhakeme sürecin de hukuken eksik kalmış bir taraf var mı? Varsa nedir, nelerdir?


Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU:
Teröristbaşının eylemlerinden dolayı hakkında eski Türk Ceza Kanunu (TCK)’nın 125. maddesini ihlalden dava açılmış ve yapılan uygulama sonucunda mahkeme suçun sübuta erdiğine kanaat getirmiş ve teröristbaşını idam cezası ile cezalandırmıştır.
Eski TCK’nın 125. maddesini bilmeyenler için maddeyi aynen yazmak istiyorum. “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hâkimiyeti altına koymaya veya devletin istiklalini tenkise veya birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiili işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır.”
Nitekim teröristbaşına bu eylemlerinden dolayı ölüm cezası verilmiştir.
Teröristbaşının yargılamasında eksik kalan kamuoyunu şüpheye düşürecek hukuken bir eksiklik yoktur.
O tarihte mevcut olan DGM’de yapılan yargılama yönünden yargılama meri hukuk kurallarına göre yapılırken önce dış baskılar neticesinde Askeri hâkimler DGM’lerden çıkarılmış ve yerine sivil hâkimler tayin edilmiştir. Daha sonrada DGM’ler kaldırılmıştır.
Duruşmaların başladığı tarihten itibaren yedek sivil hâkim duruşmaları başından itibaren takip etmiş ve yargılamanın her aşamasında bulunmuştur.
Askerî hâkim heyetten çıkarıldıktan sonra mahkeme başkanı sanık ve vekillerine yargılamanın yeniden başlaması konusunu sormuş sanık ve vekilleri buna gerek olmadığı ve yargılamanın kaldığı yerden devam etmesini beyan etmişlerdir. Bu durum duruşma tutanaklarında vardır. Ayrıca Avrupa konseyinin görevlendirdiği gözlemciler İmralı Adasında yapılan bütün duruşmaları takip etmişler hatta Yargıtay aşamasında yapılan duruşmada da hazır bulunmuşlardır.
Gözlemciler hazırladıkları raporlarda duruşmaların adil ve şeffaf yapıldığını belirtmişlerdir. Bu raporlar insan hakları mahkemesinin dosyasında mevcuttur.
Savunma hakkının kısıtlandığı iddiaları da yanlış ve mesnetsizdir.
Dosya savunma aşamasına geldiğinde mahkeme başkanı sanık ve vekillerine 15 gün süre tanımış bu süreye sanık ve vekillerinden bir itiraz yapılmamıştır. 15 gün sonra hazırladıkları savunmalarını 5 gün süreyle mahkemede okumuşlar ve yeni bir mehilde talep etmemişlerdir.
Sanığın sorgusunun 4 günlük sürede yapılmadığı ve idam istemi ile yargılamış olması işkence altında yargılama yapıldığı iddiası da yersizdir.
Sanık Kenya’dan getirilip İmralı Adasına kendi can güvenliği için konmuştur. Kış şartlarında bir günlük gecikme, hava muhalefeti sebebiyle adaya gidilememesinden kaynaklanan bir gecikmedir. Kaldı ki sanık o zaman adada villa rahatlığında korunmuş ve gözetim altında ki kişilerin durumu ile kıyaslanmayacak bir rahatlık içerisinde bulundurulmuştur. İdamla yargılanması ise meri kanunlarına göre eylemine uyan eski TCK’nın 125. maddesine göre yapılmış, daha sonra da idam cezası kaldırılmıştır.
Bu sebeple teröristbaşının yargılanmasında hukuken eksik kalmış, adil ve şeffaf yargılamayı ihlal eden bir süreç yaşanmamıştır. Yargılama meri kanunlarına göre adil şeffaf ve hukuka uygun yapılmıştır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hüküm giymiş, hukuki süreci tamamlanmış bir mahkûmun, avukatlarıyla görüşme hakkına sahip olması hangi gerekçeye dayanmaktadır.
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Teröristbaşının Ankara 2 numaralı DGM’nin kararı ile eski TCK’nın 125. maddesini ihlalden idam cezası ile cezalandırılmış ve bu karar bütün kanun yollarından geçerek kesinleşmiştir. Daha sonra TCK’dan idam cezası kaldırılmış ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilmiştir. Yani teröristbaşı hakkında şu anda kesinleşmiş ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası vardır.
Türk medeni kanununu 407. maddesine göre bir yıl ya da daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm olan her ergin kısıtlanır. Türk Medeni Kanununun 413. maddesine göre vesayet makamı, bu görevi yapabilecek yetenekte olan bir ergini kısıtlı olan kişiye vasi olarak atar.
Bu maddeye göre teröristbaşına mutlak suretle kanun gereği olarak bir vasi ataması gerekmektedir. Teröristibaşına vasi atanmış mıdır? Teröristbaşının vasisi kimdir bunun kamuoyuna açıklanması gerekmektedir.
Yine Türk Medenî Kanunu’nun 471. maddesine göre özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûmiyet sebebiyle kısıtlı bulunan kişi üzerinde ki vesayet, hapis halinin sona ermesi ile kendiliğinden ortadan kalkar. Buna göre teröristbaşının vesayeti ölünceye kadar devam edecektir.  
Hukukumuzda kısıtlı olan kişinin hukuki ehliyeti yoktur. Hiçbir şekilde kendiliğinden bir işlem yapamaz. Kısıtlı olmadan önce vermiş olduğu vekâletler kısıtlı olunca sona erer. Ve bu vekâletle bir daha işlem yapılamaz. Ancak tayin edilen vasi vekâlet verebilir. Vasinin verdiği vekâlete göre avukatlar hukukî işlemler yapabilirler.
Teröristbaşının hükmü kesinleşmiştir. Hakkında tutuklu veya tutuksuz olarak yargılandığı başka bir ceza davası da yoktur. Teröristbaşının avukatları hukuki bir yardım için değil teröristbaşına kuryelik için görüş yapmaktadırlar.
Bütün bunlara rağmen teröristbaşı Öcalan avukatları vasıtasıyla beyanat ve talimatlar vermeye devam ediyor.
Teröristbaşı İmralı’da ki malikânesinden kandil dağına mesajlar gönderiyor. Dünya kamuoyunu aydınlatıyor. Yeni parti kurulmasını emrediyor. Ve siyasi parti kuruluyor.
Bir sanık hakkında mahkeme mahkûmiyet kararı verdikten sonra verilen karar bütün derecattan geçtikten sonra kesinleşmişse artık hükümlünün avukatla bir ilgisi kalmamıştır.  Hükümlü ile avukat görüşemez. Ancak hükümlü ile birinci derecede yakınları görüşebilir. Zaten cezaevinin duvarlarında hükümlü ile avukatlar görüşemez levhaları asılmaktadır.
Bu sebeple hükümlü ile avukatların görüşmesinin hiçbir gerekçesi yoktur olamazda. Ancak Avrupa Birliğine girme uğruna sadece teröristbaşına avukatlarıyla görüşme imkânı verilmektedir. Bunun neticesi olarak da teröristbaşı içerden dışarıyı çok rahat yönetmekte ve verdiği talimatlarla partilerinin genel başkanları değişmekte eylemler hızla ve aralıksız devam etmektedir.
Terör suçu kesinleşmiş kişiyi övmek onun talimatlarını yerine getirmek, onun resimlerini asmak ve ya taşımak TCK’ya göre suç oluşturur. Ancak bu konuda hiçbir Cumhuriyet Savcısı soruşturma açmamaktadır.
Kürt açılımı diye kandil dağından getirilen teröristler için Habur Sınır Kapısında yasalara aykırı olarak mahkeme kuruldu. Hâkim teröristlere “pişman mısınız” diye sordu, teröristler “hayır pişman değiliz, liderimizin talimatı üzerine geldik” dediler. Hepsi serbest bırakıldı, daha sonrada bir kısmı kandil dağına geri döndü.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Böyle bir hakkın kullanılması; (hukukî bir dayanaktan yoksun ise) yetkinin kötüye kullanılması veya görevin ihmal edilmesi şeklinde suç olarak tavsif edilebilir mi?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Bu sorunun cevabını iki aşamalı olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Birinci aşamada teröristbaşının avukatları görüşmeye giderken bir hükümlü ile görüşmeleri söz konusudur. Eğer eski vekâletnamelerle görüş yapılıyorsa, bu görüşmeler Medeni Kanunun 407. maddesine aykırıdır. Teröristbaşının avukatları kanunda belirtilen vasi tayini yapılmış ise vasiden vekâlet alabilirler. O zamanda hükümlünün hüküm giydiği dosyadan başka yargılanmakta olduğu başka bir dosyası olması lazım ki görüşme yapabilsin. Aksi halde hükümlünün başka devam eden bir davası yoksa avukatlık işi de yoktur. Nitekim cezaevinin duvarlarında hükümlü ile avukat görüşemez yazısı yazılı bulunmaktadır. Buna rağmen teröristbaşının avukatları görüşme yapabiliyorsa bu görevi kötüye kullanmak suçunu işlemiş olurlar. Bu suçu kim işlemiş olur teröristbaşının avukatlarına görüşme izni veren yetkililer işlemiş olur.
İkinci aşama çok önemlidir. Ve terör suçuna ortak olma anlamına gelir. Şöyle ki teröristbaşının avukatları görüşme yapmakla kalmıyor onun yazılı talimatlarını alarak geri dönüyorlar. Ve bu talimatlar kandil dağına kadar ulaşıyor. Türkiye içinde ve Türkiye dışında her yere ulaştırıyorlar.
Teröristbaşının cezaevinde hazırladığı kitapçık müsveddeleri hiçbir aramaya takılmadan avukatları tarafından alınıyor ve İngiltere’ye gönderilebiliyor. Orada kitap haline getiriliyor.
Şimdi bu duruma göz yumanlar mutlaka terör örgütüne yardım ve yataklık suçunu çok açık bir şekilde işlemişlerdir. Bunlar hakkında ve bu belgeleri taşıyan avukatlar hakkında terör örgütüne yardım ve yataklık suçundan dava açılmalıdır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Cumhuriyet döneminde, yargılama süreci tamamlandıktan sonra Öcalan’a tanınan hakların benzerlerinden yararlanan bir başka mahkûm var mı?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Cumhuriyet döneminde Öcalan’a tanınan haklardan yararlanan bir başka mahkûm yoktur. Çünkü Abdullah Öcalan ABD ve AB’nin koruması altındadır. İmralı Adasında malikâne gibi bir yerde hükümlü bulunmaktadır. Günlerini rahat geçirsin, sıkılmasın diye yanına 4-5 kişi PKK’lı gönderilmiştir. Onlarla tenis oynar, sohbet eder ve dışarıya göndereceği talimatlarını hazırlar.  Hatta odasının pencereleri küçük diye pencereleri değiştirildi. Yeni pencereler açıldı. Yatak odası da istediği şekilde tanzim edildi. Teröristbaşı görünürde mahkûm ancak bulunduğu cezaevinden dışarıyı yöneten, gerekirse Devlet görevlileriyle görüşüp proje hazırlayan Anlaşma sağlayamazsa Devlete tehditler savuran teröristbaşı İmralı Adasının yönetimini de eline almış dediklerini yaptırabilen bir hükümlüdür.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Abdullah Öcalan’ın Hüküm giymesine mesnet teşkil eden suç ne idi?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU:
Teröristbaşı Öcalan’ın hüküm giymesine mesnet teşkil eden suç eski TCK’nın 125. maddesini ihlal suçudur.
TCK’nın 125. maddesi Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devlet hâkimiyeti altına koymaya veya devletin istiklalini tenkise veya birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır.
Teröristbaşı bu eylemlerini örgütlü ve planlı bir şekilde güneydoğu vilayetlerimizin bir kısmını devlet idarisinden ayırarak, bir kürt devleti kurmak için çalışmıştır. Tabii bu çalışmaları yürütürken kendisini başta ABD ve AB olmak üzere bütün komşu devletler desteklemişlerdir.
Teröristbaşı bir kürt devleti kurmak için yaptığı eylemler de 30 bin insanımızın ölümüne sebep olmuş. Binlerce asker, öğretmen, imam, köy korucusu şehit olmuştur. Bu çatışmalar hala devam etmekte teröristbaşı hükümlü olduğu cezaevinden talimatlar vermeye devam ediyor. Ve askerimiz hala onun verdiği talimatlarla şehit oluyor.
Güneydoğuda askerliğini yapmakta olan uzman jandarma çavuş MURAT İLERİ GELEN’in şehit olmadan önce annesine yazdığı şiiri burada yazamadan geçemeyeceğim.
ANNEME

Bir gün taşınacağım erler kolunda
Görev anında gurbet yolunda
Kapanmış yatarken bayrak altında
Karşına çıkarsam ağlama anne
        
Ansızın bakarsın gelir bir haber
Oğlun görevde şehit olmuş derler
Bayraklar altında gelirsem eğer
Üstüme yığılıp ağlama anne
        
Çiçeği burnunda 20 yaşında
Oturmuş beklerim silah başında
İsmimi okursan mezar taşında
Üstüme kapanıp ağlama anne
        
Gurbette ağladım döktüm gözyaşı
Son durağım olursa mezar taşı
Sizlere söyleyince sağ olsun başın
Boynunu büküp de ağlama anne

İşte bu şiir de gösteriyor ki Türk Milletini hiç kimse bölemez. Bölmeye kalkışanlarda gerekli dersi alırlar. Yanlarında ABD ve AB olsa bile.
Çünkü büyük Atatürk bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Veciz sözünü bunun için söylemiştir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığı ile PKK terör örgütünü yönetmeye ve yönlendirmeye devam ettiği iddialarında gerçek payı var mı?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Teröristbaşı PKK terör örgütünü yönettiği gibi TBMM’de gurubu bulunan PKK’nın savunucusu BDP’yi de yönetmektedir. Bu yönetme ve yönlendirme artan bir hızla devam etmektedir. Sadece PKK’yı değil devletin üst düzey yöneticileriyle de devamlı görüşmeler yaparak bazı taleplerinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından kabul edilmesini istemekte. Kabul edilmediği takdirde tehditler savurma cesaretini gösterebilmektedir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Terör örgütünü yönettiği için cezalandırılmış bir mahkûmun, mahkûmiyet kararına mesnet teşkil eden suçu işlemeye devam etmesi engellenemez mi?

Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Teröristbaşının neden ceza aldığını önceki sorulara verdiğimiz cevaplarımızda açıkça belirtmiştik.
Cezaevinde ağırlaştırılmış mahkûmiyeti kesinleşmiş bir teröristin bütün istekleri yerine getirilirse ve avukatlarına hukuka aykırı olarak görüş izni verilirse, avukatları da ondan aldıkları talimatları kandil dağına taşırlarsa teröristbaşının bu eylemlerini nasıl önleyebilirsiniz.
Devletimiz tarihi bir devlettir. Çadır devleti değildir. Teröristbaşının hukuki konumu ne ise ona göre kanunda belirtilen hakların dışında bir hak tanınmaz. Ve diğer hükümlülerden ayrı bir ayrıcalık tanınmazsa mesele kökten halledilmiş olur. Ancak Avrupa Birliği ve ABD’nin talimatları doğrultusunda hareket edilirse hiçbir şey yapılamaz. Teröristbaşı da eylemlerine devam eder.
Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘Şartların iyileştirilmesi’ istekleri hangi gerekçeye dayandırılabilir?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Teröristbaşı İmralı Adasında bir malikânede misafir muamelesi görmesi ve İmralı Adasının 700 Türk askeri tarafından korunması yetmiyormuş gibi ayrıca 6 hücumbot ve bir denizaltının da korumaya eşlik etmesi dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Teröristbaşının bütün istekleri noksansız yerine getirilmiş hatta yalnızlığının giderilmesi için yanına 5 PKK’lı hükümlü de gönderilmiştir.
Teröristbaşının bu istekleri kabul edilmiş ve gereken yapılmıştır.
Teröristbaşının istekleri kabul edilirse ne olur kabul edilirse sözü biraz havada kalmıştır. Çünkü kabul edilmiş ve gerekenler yapılmıştır.  
Teröristbaşının istekleri harfiyen yerine getirildiği için o da örgütünü yönetmeye devam ediyor. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini tehdit etmeye devam ediyor.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Abdullah Öcalan’ın Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi “masum insan” konumuna kavuşturulmasını isteyenlerin varlığı biliniyor. İsteklerin dikkate alınmasını engelleyen hüküm var mı? Varsa nelerdir.
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Deniz Geçmiş ve arkadaşları eylemlerine uyan TCK ilgili maddelerine göre idam edilmişlerdir. Bunların idam edilmesinden sonra, bir takım istemler olabilir. Bu istekler sadece talep olarak kalır neticede onların “masum insan” olarak kabul edilmesine karar verecek bir merci yoktur. Böyle bir karar verilse bile onların hayatını geri getiremez. Ancak Öcalan’ın “masum insan” konumuna getirilmesi mümkün değildir. Çünkü idam kararının ağırlaştırılmış müebbet kararına dönüştürülmesi ve idam cezasının kaldırılması kanununda devlete karşı işlenen suçlarda verilen ağırlaştırılmış müebbet cezalarında hiçbir şekilde zamana bağlı olarak indirim yapılamaz. Bunlar çıkarılacak genel af kapsamı dışında kalırlar diye çok açık maddeler vardır. Mevcut kanunlarımız buna imkân vermemektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Türkiye Büyük Millet Meclisi Abdullah Öcalan’a seçme ve seçilme hakkı tanıyabilir mi?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Mevcut kanunlarımıza göre böyle bir hak söz konusu olamaz. Ancak ABD bu konuda kesin tavır koyarsa ve mevcut iktidar da bu talimata göre hareket ederse teröristbaşının bir kanun değişikliği ile yasağı kalkar. Seçime girer ve seçimi de kazanarak meclise girer.
Ama o zaman Türkiye’de neler olur kestirmek çok zor.  
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU:
18 Haziran 1948 tarihinde Rize’nin Çayeli İlçesi’nin Çataklı Hoca Mahallesi’nde doğdu.
İlkokulu Çataklı Hoca İlkokulu’nda okudu. Ortaokulu Çayeli’nde, Liseyi Rize’de bitirdi.
1967 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1971 yılında mezun oldu.
Avukat stajını İstanbul Barosu’nda tamamladıktan sonra, İstanbul’da serbest Avukatlığa başladı.
37 senedir İstanbul’da serbest Avukatlık yapmaktadır. Terörist başı Öcalan’ın yargılandığı İmralı’daki duruşmaları şehit ailelerinin avukatı olarak devamlı tâkip eden yedi avukattan biridir.

Ayrıca Avrupa İnsan Haklan Mahkemesine şehit aileleri adına Strasbourg’daki duruşmaya Türkiye’den katılan tek avukattır.
Hacıibrahimoğlu’nun birçok gazete ve dergilerde makaleleri yayınlanmıştır.
Yayınlanmış kitapları:

1- Bir Demet Hukuk, Bir Tutam Adalet.

2- İmralı’dan Strasbourg’a,

3- Siyasî Partiler ve Seçim Sistemleri,

4- Türkeş.  

Çocuklar / Utanırım

Gözlerimden damla damla düşer çocuklar,
Sokaklara savaşlara unutulmuşluklara dağılırlar.
Acılarımla onlara ortak olurum,
Bir çığlık bir fırtına bir kurşun alır ellerimden.
Feryatlarım göklere çıkar çaresizliğime hayıflanırım,
Yüreğimi yakar intizarım.

Ne zaman acı çeken bir çocuk görsem,
Büyüklüğümden utanırım…

Sokak başlarında cılız bir kedi gibidirler,
Ürkek bakımsız sevgisiz.
Kimine mendil kiminin ayağına boya olurlar,
Bazen camlara fırça kiminin arabasına aksesuar.
Çaresiz gözlerle umutlarını isterler,
Nasırlaşmış ellerinden kaderlerini toplarım.

Ne zaman bir sokak çocuğu görsem,
Adam olduğumdan utanırım…

Alacakaranlıklarda çöplere bir el uzanır,
İnsanlığın utançlarını toplar.
Tanık olmaktan yüreğim bulanır,
Sabrımın sonuna dayanırım.
Aklımı çıkarır vicdanıma asar,
Oturup içime ağlarım.

Ne zaman çöplükte bir çocuk görsem,
Yaşadığımdan utanırım…

Çöpçüler toplar şafaklarda,
Ağızları süt kokar kimi zaman bali.
Tekmeler iner donuk gözlere medeniyetin atıkları diye,
Doğduğuma pişman olmaktan usanırım.

Ne zaman köprü altında bir çocuk görsem,
Çağdaşlığımdan utanırım…

Körpe bedenleri duyguları başkasınındır hep,
Kapalıdır dünyalarına mektep.
Açlıklarına aldırmadan ve utanmadan,
Üç kuruşa uzanır bakışları boynu bükük.
Sevgiyi unutmuş yürekleriyle para beklerler,
Onları gördüğümde vicdanıma kapanırım.
Asra sitem eder,
Acizliğime hayıflanırım.

Ne zaman dilenen bir çocuk görsem,
Tok olduğumdan utanırım…

Kurşunlar cellat olur Filistin’de,

Bosna’da, Afganistan’da, bilmem nerede.
Bombaların sesinde durur zaman,
Bir annenin feryadı bastırır barut kokusunu.
Bir yerlerde güneş ağlayarak doğar,
Geceler çirkinlikleri gizlemekten sıkılır.
Bir çocuk düşer kanatları kırık,
Ak güvercinler ağıt yakarlar.
Avcılar tebessümle ellerindeki kanı,
İnsanlığın defterine silerler.
Uykularımda kıyametler kopar,
Uyuyamam uyanırım.

Ne zaman cephede bir çocuk görsem,
İnsanlığımdan utanırım

 

Finanse Edilen ve Edilemeyen Cari Açık

CARİ AÇIĞA dikkat çekmek ve gelecekteki tahribatını anlatabilmek için, üç yıldan beri; “TÜRKİYE BU YÜKÜ KALDIRAMAZ”  başlığı ile çeşitli yazılarımız oldu. 

Bu gün salt gelir sağladığı için rahatça satılabilen değerlerin, RANT Unsurlarının, Şirketlerin, Gayrimenkullerin, Bankaların, Sigorta şirketlerinin yakın gelecekte; birincisi KÂR transferleri ile ikincisi de, sizin Ülkeniz için değil kesinlikle KENDİ ÇIKARLARINA UYGUN ÇALIŞMA TARZLARI ile Ülkenin Omuzlarına AĞIR BİR YÜK olarak çökeceklerini ve Türkiye’nin işte bu yükü kaldıramayacağını yazdık.   Bu normal, daha doğrusu beklenen bir sonuç olmalıydı. Eşyanın tabiatında bu vardı. 

Konuyu “Aslında ZOR Değil” isimli kitabımızın birinci bölümüne taşıdık. Görüşlerimizi net olarak ortaya koyduk. 

Bize karşı, cevap olarak, çok bilmiş edalarla, birbirlerini kopya ederek; hep şunu söylediler:   FİNANSE EDİLEBİLİR CARİ AÇIK SORUN DEĞİLDİR.

Sevsinler… Biz başka bir şey mi söylüyoruz.  Biz CARİ AÇIĞIN, bu kafayla BİR GÜN FİNANSE Edilemeyeceğine dikkat çekmek istedik. 

Zira siz şimdi;  CARİ AÇIĞI FİNANSE edebilmek için sağlıklım kaynaklar yerine YENİ CARİ AÇIK NEDENLERİ OLABİLECEK GİRİŞİMLER içinde oldunuz.

Satmaya devam ettiniz.

Cari AÇIĞI KESTİRMEDEN, KISA YOLDAN FİNANSE etmeye çalıştınız ve bunu başardınız.

Sattınız, bir daha sattınız… Satacak şeyiniz kalmadı. Kaldı, kaldı da artık onların alacak takatleri yok. Ve şimdi ne yapıp ne edip, sizden FON götürecekler. Götürüyorlar.

Ne dedik? Bu unsurları satın alanlar, diledikleri kadar somurur (Yani Sömürür) ve işlerine gelmediği anda bırakıp kaçarlar. Geride kalacak hiçbir şeyleri yoktur. 

Ayrıca bu işletmeler KÂRLI oldukları sürece başka bir olgu devreye girecektir, bunlar size verdikleri değeri yani satın alma bedelini, kısa sürede KÂR TRANSFERİ şeklinde geri götüreceklerdir. İşte bu kâr transferleri, korkulacak boyutlardaki CARİ AÇIĞIN da nedeni olacaktır.

Normal dönemlerde; anapara olarak verdiklerini kâr transferi şeklinde kısa sürede geri alacaklardır.  Kar transferi yapamazlarsa DEĞERLERİN ASLINI, KENDİSİNİ kaçıracaklardır. Böyle olmasa, böyle bir beklentileri olmasa kesinlikle gelmezler.

Bunlardan başka bir hareket tarzı da beklenemezdi.   

Sonra birileri çıktı ve dediler ki; FİNANSE EDİLEBİLİR CARİ AÇIK TEHLİKELİ DEĞİLDİR. CARİ AÇIK FİNANSE EDİLEBİLDİĞİ SÜRECE SORUN YOKTUR. Sevsinler dedik. Biz bunun yanlış olduğunu söylemiyoruz ki!…FİNANSE EDİLEBİLİRLİĞİN DOĞRU OLMASINI İstiyoruz. Kaynağın sağlam olmasını istiyoruz. Bütün bunların aksini söylemek mümkün mü?

Önemli olan bu Finansı nasıl sağladığınız olacaktır.  Bu finans sağlam kaynaklı olursa, sürekli olursa sorun yoktu. Ama bu mümkün müydü?

İşte bizim son üç yıldır yazıp çizdiğimiz, haykırdığımız olay budur.

Görünürde Cari Açık Finanse edilmekteydi. Ama görünürde…

Nasıl?  Yeni satışlarla!..  Cazip yabancı sermaye daveti ile, yüksek faiz ve kur oyunları ile…

Ve bir gün, bir gün bunları yapamadığınız zaman tılsım bozulacaktı.. İşte bozulmuştur.

Satacak cazip değeriniz kalmadığı gibi kalan değerlerinize de, Bankalarınıza, Şirketlerinize kuşku ile bakılmaktadır. 

Cılız bir ışık doğmuştu; Yurt Dışında Yatırım Yapan TÜRK ŞİRKETLERİ…

Bu ışıkla birlikte bizden de bir ses yükselmişti; “İŞTE ŞİMDİ TÜRKİYE BU YÜKÜN ALTINDAN KALACAKTIR” dedik ve yazdık.

Mısır’a, Çin’e giden Sabancı Şirketlerini örnek gösterdik. Ciddi Türk Şirketleri, bunların yurt dışı yatırımları çoğaldıkça, bunlardan istikrarlı bir şekilde geri dönüş sağlandıkça, cari açık azalabilecektir. Dedik ama!….  Devlet ve Reel Sektör de bunun da farkında değillerdi.

Teşvik edemediler. Zira ciddi hesapları yoktu ve yapamazlardı. 

Cari Açığın azalması görünürde imkansızdır. Bu kafayla imkansızdır. 

Son kurtarma operasyonunda iki önemli şey ortaya çıkmıştır.  Birincisi; son kalan 1-2 Devlet Bankası can simidi olmuştur. Ya onlar da gitmiş olsaydı?…  Demek ki bunlar kalmalı.

İkincisi; Destekleme Politikası öyle bazı sektöre kaydırılmaktadır ki; bunlar sonuçta İhracatı canlandırıyor görünmekle beraber, ithalata hizmet edecektir.

Ara mamul üretiminin desteklenmesi önce ihracatı artıracaktır ve bu yarı mamulün kullanıldığı nihai ürün yine bize satılacak ve ithalatımız artacaktır.

Özellikle Avrupa fonları ve IMF yönlendirmeleri açıkladığımız bu modele uygun gelişmelere hizmet edecek nitelikte görünmektedir.

Özel sektör, reel sektör bu inceliği fark edemezler. Devlet ise fark etmeden öteye böyle yönlendirildiği için nereye gittiğini görememektedir.

Allah Yardımcımız olsun.

Herkese selam, sevgi ve saygılar sunuyorum.

Demokrasi, Özgürlük, İnsan Hakları ve Batı Trakya Türkleri!

Yaşlı dünyamızda menfaat paylaşımı için yapılan savaşların nedeni; demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi kavramlar olmaya başladı.

Dünyanın hükümdarları, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla insan hakları diyerek insanları sokağa döküyor, yetmez ise eline silah veriyor o da yetmezse silahlı güçleri ile daha fazla demokrasi, özgürlük ve insan hakkı için gidip o bölgeye müdahale ediyor.

İnsanlık adına elbette daha fazla demokrasi, özgürlük ve insan hakkı istiyoruz. Ancak bu kavramlarla aldatılmak, kandırılmak, asimile edilmek ve sürünmek istemiyoruz.

Dünyanın hükümdarları; hemen hemen her konuda olduğu gibi demokrasi, özgürlük ve insan haklarının uygulamasında da çifte standartlı davranıyor.

Özellikle dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Türkler ve Türk gibi görülenler, bu farklı uygulamadan fazlasıyla nasibini alıyor.

Eğer Türk’seniz ve hakkınızı hukuk karşısında arayamıyorsanız veya hukuk haklarınızı karşılamakta yetersiz kalıyorsa, tam bir felaketle karşı karşıyasınız demektir.

Onun için önümüze pembe tablolarla konulan demokrasi, özgürlük ve insan hakları meselelerini, Türkler ve Türk gibi görünenler açısından bir kez daha iyi irdelemeliyiz. Ve bir de buna karşılık Türkiye’de bu kavramlar nereye ve nasıl, kimler tarafından çekilmektedir, buna çok dikkat etmeliyiz. Yoksa bu kavramlardan ortaya çıkması gereken olumlu sonuçları kullanamadığımız gibi ülkemizde bile felaketlere sürüklenebiliriz.

Bildiğiniz gibi Türk Dünyası içinde Balkanlar ve onun içinde de Batı Trakya Türkleri, bizim için önemli bir yer tutar.

Batı Trakya Türkleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Anlaşması ile ister emanet ister rehin diyebileceğiniz bir şekilde Yunanistan’a bırakılmıştır. Türk ve müslüman oldukları Lozan Anlaşması ile tescilli, mülkiyet hakları dahil olmak üzere her türlü varlıkları bu anlaşma ile koruma altındadır.

Ama gelin görün ki; Lozan Anlaşmasının varlığına rağmen, Yunanistan;  Batı Trakya Müslüman Türk azınlığını canından bezdirip kaçırtmak için tam 88 yıldır hem de demokrasi, özgürlük ve insan hakları sakızını dilinden düşürmeyen Avrupa Birliği’nin de  1980 yılından bu yana üyesi olmasına karşılık, büyük çaba göstermektedir.

İnanmayan gidip Batı Trakya’yı görsün ve 88 yıldır Batı Trakya’da ne olup bitmiş Müslüman Türk Azınlığın başına neler gelmiş incelesin.

Buna karşılık Batı Trakya Türkleri, yılmadan aynı heyecanla, kuşaktan kuşağa aktarılan Türk – İslam şuuruyla varlığını, efendice ve vatanı olarak gördüğü Yunanistan’a hiçbir sorun çıkartmadan sürdürmektedir. Azınlığın siyaset yaptığı partisinin adı bile Dostluk Eşitlik Barış Partisidir. Tabii ki;  bir Batı Trakya Türkü için olmazsa olmaz olan eşitlik talebidir. Yani bir Yunanlı ile eşit olmayı istemek onun için bir temel haktır.

Ne yazık ki; demokrasi, özgürlük ve insan hakları başta Batı Trakya Türkleri olmak üzere Yunanistan Türkleri için şimdilik bir hayaldir. Ve bu hayalin başlıca sebebi Yunan tarafının “Megalo İdea”sıdır.

Batı Trakya Türklerinin takdir edilmesi gereken en önemli yönlerinden biri  bu mücadelelerini yılmadan sürdürmeleridir. Bu konuda da büyük bir bilgi birikimine ve tecrübeye sahiptirler. İçlerinden de Türk Dünyası’na lider olabilecek önemli insanlar yetiştirmişlerdir. Bunlardan biri de şehit Dr. Sadık Ahmet’tir.

Batı Trakya Türklerinin manevi lideri Dr. Sadık Ahmet ne anlamlıdır ki; Lozan Anlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz günü şehit olmuştur. Biz de bu yıl onun kabri başında anmak ve Batı Trakya Türklerini görmek, onlarla kucaklaşmak için İskeçe ve Gümülcine’ye gittik. İyi ki de gitmişiz…

Onları görünce gevşekliğimizden, ihmalkarlığımızdan, yorgunluğumuzdan, yılgınlığımızdan utandık. Batı Trakya Türkleri; seçilmiş müftüleri, milletvekilleri, öğretmenleri, medyası, siyasetçileri, doktorları, avukatları, mimarları ile dimdik ayaktaydı. Biz onlara moral vereceğimize onlar bize moral verdiler. Demek ki; başka bir bayrak altında Türk ve müslüman olmak ve bunu haykırmak başka bir şey.

Dikkatimizi çeken önemli bir nokta ise Selanik’te, Kavala’da gezip duran yüzlerce Türk’ün, Batı Trakya’dan ve Sadık Ahmet’ten haberdar olmayışları idi. Hele Gümülcine’de aynı otelde kaldığımız bir Türk’ün, Gümülcine’li  Türk kızına “sen çalışmak için Türkiye’den mi geldin” diye sorması acınacak halimizin bir göstergesiydi.

Bütün bunlara rağmen Batı Trakya’nın Müslüman Türk’ü büyük bir sabırla bekleyiştedir. Onu da Rodoplarda yaşayan genç bir Pomak Türkü annenin “çocukların nasıldır ?”sorusuna verdiği cevapta bulmak mümkün: “Eyidirler, başları yastıkta değil ya…”

Ramazan-ı Şerif

Savm / Oruç, İslamiyetin beş esasından biridir. İslam şiarlarının en büyüklerindendir. Çünkü, Ramazan ayında tutulan Oruç’un çok hikmetleri var. Yani insan; Oruç tutmakla; sayısız faydalar edinir. Beşer, yüksek gayeler ve ulvi maksatlar peşinde koşmuş olur. Ademoğlu, Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetine muttali / vakıf olur. Rablığının tecellilerinden haberdar olur. İnsan, Sosyal Hayat’ın gediklerinin nasıl kapandığına şahit olur. Özel hayatın püf noktalarına aşinalık kesbeder. Nefis terbiyesinin sırrına vakıf olur. Dört bir tarafını kuşatan nimetlerin vericisini daha iyi derk edip anlar. İlahi Huzur’da secdelere varışın hikmet ve sebeplerini daha derinden idrak eder. Allah’a şükrün gereğine olan inancı; gördüğü müşahhas ve somut örneklerle, bir kat daha kat’iyet ve kesinlik kazanır.

Zemin yüzü, binbir nimet sofrası suretindedir. Allah’ın Rububiyet ve Rablığı bir de bu şekilde tecelli eder. Bu müşahhas ve somut görüntü vermekten başka bir şey değildir. Üstelik bu sunuşla Yüce Allah; Arz yani Yer Sofrası’nı binbir çeşit taam ve rızıkla donatmış ve süslemiştir. Böyle olması, Allah’ın Rububiyeti’nin mükemmel ve tam oluşuna bir delil ve kanıttır. Aynı zamanda Allahü Zü’l-Celal Hazretleri; Rahmaniyetini, bu şekilde, biz kullarına göstermiş oluyor. Dünya’da hiç bir mahlukunu Rezzakıyetinden yani maddi-manevi her türlü rızkını verişten mahrum ve yoksun bırakmıyor. Biz kulların dikkatini buna çekiyor. Böylece, nazarların; kendi Ulu Zat’ına müteveccih ve yönelik olmasını sağlıyor.

Yüce Allah, bununla da kalmıyor. Bu mebzul / bol nimetlerin arkasının geleceğini   söylüyor. Ebedi hayatta, hem de daha mükemmel ve bol şekilde; bu nimetlerin kullarını beklediğini tebşir edip müjdeliyor. Fani hayatın bitmesiyle, hayat perdesinin kapanmadığını bildiriyor. Ebedü’l-Abad / Ebedler Ebedi’nde en güzel şekilde devam edeceğini nazara veriyor. Üstelik bunun “Rahim” isminin bir gereği olduğunu anımsatıyor. Oruç tutmakla, yani her şeyin zıttıyla değerinin anlaşılacağını, bu kemter kullarına bilvesile hatırlatıyor. Başlarımızı düşünce ve tefekkür ufuklarına doğru çevirmemizi istiyor.

Zira insan, gaflet perdesi altındadır. Üstelik nisyan ve unutmakla malul ve hastadır. Bu yüzden gözünün açılması, kulağının duyması, dimağının işletilmesi lazım. Allah’ın bazı isimlerini anlaması gerek. Bunun için, kulun zıtlarla karşılaşması icap eder. İşte senede bir ay tutulması istenen Oruç; bütün bu zıtlıkları nazara verir. Nasıl bir Rububiyet, nasıl bir Rahmaniyet, nasıl bir Rahimiyet içinde olduğumuzu hatırlatır. Aklımıza iyice sindirir. Adeta, Oruç; gafil kafaya bir tokmak olur. İnsanı, derin gaflet uykusundan, geç kalmadan uyandırır.

Ülfet ve alışkanlık denen duymazlık ve görmezlikten, daha doğrusu bakar körlükten; insan olan insanı kurtarıp kendine getirir. Aklını başına devşirir. Basar / Bakış’la beraber, bir bakıma kalb gözü demek olan Basiret / Görüş’ünün de açılmasını sağlar. Zahiren / Görünüşte sebepler altında olan şeylerin, bir de Batın / İç ve Lüb / Öz taraflarının bulunduğunu Akıl Gözü’ne gösterir.

 “Göz görmeyince gönül katlanır.” Hükmünden hareketle, bir aylık Oruç; ülfet perdesini yırtar. Çıplak hakikatle, insanı yüz yüze getirir. Kulun İlahi Hakikat ve Gerçekleri görmesini temin eder. Çünkü insan, nisyan ve unutmaktan hiç hali ve boş kalamaz! İşte hiç olmazsa senede bir ay tuttuğu Oruç; Onu hep İlahi Huzur’da olduğu gerçeğiyle başbaşa bırakır.

Askerlikte her şeyde olduğu gibi, yemek zamanı da muayyendir. Yemekler belirlenmiş saatlerde yenir. O saatlerin ne öncesinde, ne de sonrasında. O saatlerde yemekhanede toplanan erat, yemek masasında “Ye!” komutunu bekler. Emir verilince topluca yemeğe başlar.

İşte Mübarek Ramazan’da Müslümanlar muntazam bir ordu hükmündedir. İnananlar, Dünya Sofrası başında beklerken, iftar vakti gelir çatar. Bu an; Ezel-Ebed Sultanı Yüce Allah’ın “Yiyin!” emri verildi demektir. Ramazan ayında günün belli saatlerinde, Dünya Sofrası’nda ağızlarına en küçük bir lokma koymayan, bir yudum su içmeyen Mü’minler; akşama yakın geçtikleri sofraları başında; Ezel-Ebed Sultanı Yüce Allah’ın “Yiyin!” emrini beklerler. Vakit dolunca da emir almışcasına yemeye başlarlar.

Böylece, Oruç dışında farkında olmadan gafil oldukları asıl nimet sahibinin kim olduğunun tam manasıyla şuuruna ererler.

İftardan önce yiyemeyiş ve içemeyişin sebebinin; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’ın yiyip içmeye izin vermeyişinde yatmakta olduğunu anlarlar. Çünkü nimetteki tasarruf, ancak nimet sahibine aittir.

Bu suretle Allahü Zü’l-Celal Hazretleri asıl nimet sahibinin kendisi olduğunu kullarına özellikle Ramazan-ı Şerif’te tam olarak bildirmiş ve belletmiş olur.

Kullar da, Allah’ın yeme-içme hususundaki emrine inkıyat edip boyun eğmekle; o şefkatli, o haşmetli ve o külliyetli / çok kapsamlı Rahmaniyetine karşı; azametli ve intizamlı bir ubudiyet / kulluk ile mukabele etmiş / karşılık vermiş olurlar.

Böyle ulvi / yüce kulluğu yapmayan, Rablerinin şerefli ikramı karşısında; O’na layık ibadette bulunmayan insan; insan ismine layık mıdır?