14.4 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1108

Yazarın Vefatı

İki yazar-gazeteci İstanbul’da aynı haftada vefat etti; Ali İhsan Göğüş ağabey ve Necdet Sevinç. Gaziantep kökenliydiler. Necdet Sevinç ise aynı zamanda yaşıtımdı.

Her iki cenaze de merhum şair Rıza Beşer’inki gibi cami cemaati dışında 4 inanmış insan ile defnedilmedi. Hasan Celal Güzel’in de dayısı olan Ali İhsan Göğüş gazeteciliği ve yazarlığı dışında Turizm ve Tanıtma Bakanlığı da yapmış, müteveffa İsmet İnönü’nün her daim yanında olmuş ve hatıra kitabına O’nun adıyla başlamıştı.

İstanbul Şişli Camii’nde resmi bir cenaze töreni düzenlendi. Tabut çepeçevre Türk bayrağına sarıldı. Değişen kanunla tabutu asker-polis değil bu defa siviller taşıdı. Rahmetli Mustafa Rüştü Taşar’ın tabutunu sivillerin taşımasına müsade edilmemişti. Tabutun üzerinde ise tek kızı olan Zeynep Göğüş’ün “Zeynon” yazılı çelengi vardı. Çiçek bahçesi gibiydi cami avlusu ayrıca. Devlet ricali yanında, çok sayıda meslektaşı, hemşehrileri, dostları, arkadaşları vardı.

Sevgi Disiplini Yenip, İlkeleri Geride Bırakınca!

Hatırımda kalan ve günümüzde hem siyaset, hem STK için hala geçerli bir anektod aktarmak isterim. Bir önceki Başkan Beyhan Çenkçi ve yönetimin ricasıyla Ali İhsan Bey Ankara Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na tek aday olarak girmişti. Lüks bir liste basılmış, Ali İhsan Göğüş’ün adı yaldızlanarak dikkat çekilmişti. Ali İhsan Bey’in adının altında da yeni yönetim kurulu üyeleri, yedekleri, denetim kurulları vesaire yazılıydı! Çeyrek asrı aşkın Başkanlık yapan Beyhan Çenkçi de bir konuşma yapmış ve aday olmadığını belirterek Ali İhsan Göğüş’e destek istemişti. Böyle bir değişimin olacağına kimse inanmıyordu ama, Ali İhsan Bey herkesin ağabeyiydi, kibar, dürüst, itibarlı ve gayretli olması dolayısıyla cemiyeti bir yerlere getirerek çıtayı yükseltmesi bekleniyordu.

Sandıklar açıldı. Ali İhsan Göğüş değil, Beyhan Cenkçi bir kere daha kazandı! Beyhan Kürsüye çıktı bir teşekkür konuşması yaptı ve dedi ki “Disiplin ve ilkeler sevgiye mağlup olmuştur. Hepinize teşekkür ederim!”

Hatırlanırsa barajı aşamayınca genel başkanlıktan çekileceğini açıklayan bazı siyasi parti liderleri de aynı mazerete (!) sığınarak koltuklarını koruyorlar. Ali İhsan Göğüş çok üzülmüştü, ama yorum yapmadı, köşesine çekildi.

Ali Kıran Baş Kesen Politikalar

Necdet Sevinç’i vefatından birkaç gün önce Recep Aslan ve Saadettin Kaplan ile birlikte gittiğimiz Avrasya Bir Vakfı’nda Erdoğan Aslıyüce’den sormuştum; “İyi değil, durumu kötüye gidiyor, Allah sabır ve şifa versin” demişti.

Necdet  Sevinç dönem arkadaşım. 27 Mayıs Askeri darbesi ve Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem yönetimi okullarda “Ali kıran, baş kesen” politikası uyguluyordu. Onlar gibi düşünmeyince itirazlara tahammülü yoktu. Benim neslim bundan nasibini aldı ve okullardan uzaklaştırıldı. Gaziantep’te kitapçılar Abdülbaki Özsimitçi’nin İrfan, Ahmet İhsan Genç’in Rahmet Pazarı’ndan kitap, gazete ve dergi alarak okuyor, okul dışı kendimizi yarınlara hazırlıyorduk. Vay sen misin mektep dışı kitap okuyan!.. Ben mecburi tasdikname alacağımı anlayınca ayrılarak Vefa Lisesi’ne kayıt oldum. Necdet Sevinç ise okulu bıraktı, bıraktırıldı. Suçu ise Darvin nazariyesini kabul etmeyerek, insanın Adem ve Havva’dan türediğini savunması. O günün modası olan Marksist bir felsefe hocasının Allah’ın olmadığını iddia etmesine mahalli gazete Haber’de sert bir cevap verdi. Disiplin Kurulu kararıyla okulla ilişkisi kesilmişti!. Rahmetli Nazım Gökçek teselli etmişti. Sınıf birincisi Nazım da Risale-i Nurlar için tahsilini yarıda bırakarak hizmete koşmuştu. Prof. Dr. Zekeriya Beyaz da o yıllarda din görevlisiydi ve lise bitirmelere hazırlanıyordu.

Necdet, Nazım Gökçek’in düşüncelerine sıcak bakmadı. Gaziantep’te Gazete Haber ve Durum’da gazeteciliğe başladı. Ben ise Faik Muhsinoğlu’nun Yeni Ülkü Gazetesi muhabirliğini yapıyordum. Necdet Sevinç daha sonra soluğu İstanbul’da aldı. Babıali’de Sabah Gazetesi’nde ikimiz de profesyonel gazeteciliğe başladık. Cağaloğlu Şerefefendi Sokak’taki Güneş Matbaacılıkta basılıyordu Babıali’de Sabah. Ben muhabirdim, Necdet Sevinç ise Spor sahifesi sekreteri. Az konuşurdu. Necdet. Tamamen kendini işine vermişti.

Nahil Atsız Bir Döneme Etkili Oluyor

Nihal Atsız daha orta mektepte iken bile Türk Ülküsü ve Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Deli Kurt, Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi, Ruh Adam adı kitapları ve yayınladığı Atsız, Orhun, Orkun ve Ötüken dergileriyle bizi kucaklıyordu. Necdet Sevinç ve ben dahil bizim kuşak bu eserlerden çok etkilendiler. Sultan İkinci Abdülhamid’in kızıl değil “göksultan” olduğunu öğrendik Türk Ülküsü’nden.

Ne zamana kadar sürdü bu etkileşim, en az onlar kadar faydalı, alternatif yazar ve eserleri tanıyana kadar. Necip Fazıl, Eşref Edip de Babıali’de Sabah’ta yazıyordu. Necdet Sevinç Nihal Atsız’ın denizinde yüzmeyi sürdürdü. Oğlu Yağmur Adsız’ın, babası Nihal Atsız’a ilişkin din dahil görüşlerini açıkladığı düşüncelerle Necdet Sevinç kendini örtüştürmüştü. Bu konuda en yakınlarıyla bile acımasız tartışabiliyor, kararını etkileyebilecek olanlara kızıyordu.

Komünistlerce şehit edilen Abdülbaki Özsimitçi de aynı kulvara girdi. Politika öne çıkmıştı, öncelikli olmuştu artık. Siyasete giremedi ama yönlendirmeye çalıştı. Ülkücü kuruluşlara destek verdi. Ağabeylik yaptı. Sağdaki koalisyon hükümetleriyle alakalı olarak “Lağım suyuyla, pınar suyu birbirine karışabilir mi?” diye dikkat çekmesi, sorgulaması çok tartışıldı. Gününün Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’i etnik kimliğinden dolayı tenkidi de aynı sertlikle karşılandı. Böylece de milliyetçi kesimin bir yazarı oldu. Yavuz Selim Demirağ, etkilendiği, sert yazılarına kahramanlık olarak baktığı “Küçük Dev Adam” diyor ağabeyi ülküdaşı Necdet Sevinç’e. Necdet Sevinç de Yılma Durak gibi ufak tefekti. Ancak yazı ve açıklamalarının yansıması büyüktü.

Gazetecilik Heyecanı ve Yazar Sorumluluğu

Necdet Sevinç yazı hayatından ve gazetecilikten mahkumiyet kararlarına,  kelepçelenmesine, zindanlara girmesine, bıçaklanmasına ve kurşunlanmasına rağmen hiç kopmadı. Hergün, Bizim Anadolu, Ortadoğu, Kurultay, Büyük kurultay, Türkeli ve Günaydın ile Yeniçağ gazetelerinde çalıştı.  Rahmetli Mehmet Emin Alpkan’ın sahibi olduğu Bizim Anadolu’daki yazıları ülke genelinde ses getirdi.

Abdülkadir Billurcu, Yaşar Okuyan, M. Ali Yörük, İrfan Atagün, Sahir Özbek ve öteki arkadaşlarıyla iyi bir kadro kurdular. Bayrampaşa, Paşakapısı, Silivri ve Kastamonu Daday, Erzincan Tercan Cezaevlerinde beşbuçuk yıl hapis yattı. Acının Tadı gibi hapishane hikayelerinde ki Metin, Necdet Sevinç’tir. Kendisini “Mahpus Metin” olarak anlatıyor.

Ülkücüye Notlar, Yazarını Kurşunlatan Yazılar, Sanık Yazılar, Tutanak, Ferman, Eski Türklerde Kadın ve Aile, Arşiv Belgeleriyle Tehcir, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Pontusla Hesaplaşma, Osmanlılarda Sosyo-Ekonomik Yapı, Osmanlı’dan Günümüze Ajan Okulları, Misyoner Okulları, Orduda Mason ve Komünistler, Osmanlının Yükselişi ve Çöküşü, İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet, Gaziantep’te Türk Boyları, İstiklalin Bedeli (Gaziantep’teki bağımsızlık direnişinin romanı), Acının Tadı gibi kitaplara imza koydu.

Milliyetçi-ülkücü harekete ve genç meslektaşlarına hocalık yaptı. Yazarak savunmayı öğretti. Katı denilebilecek düzeyde ödünsüzdü. Mağrurdu.

Fatih Camii Avlusu

Ülküdaşları ona “Kutup Yıldızı” veya “Milliyetçilerin Keskin Kalemi” yahut “Küçük Dev Adam-Yiğit Türk Münevveri” diyor. Necdet Sevinç’e göre bir fikir hareketinin içinde olmak Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmemeyi gerektiriyor. Dünyaya tenezzül etmemek de şart. Daha yolun başında her zorluğu kabullenip, tevekkül ile karşılamak, yaradana sığınmak da ön şart.

Necdet Sevinç kanser tedavisi görüyordu. En yakın dostlarının üzülmemeleri için gelmesini bile istemiyor “Beni tanıyamazsınız” diyordu. Durumunun ağırlaşması üzerine evinden alınarak Florance Nightangel Hastanesi’ne götürülmüş, aynı gün de sabaha karşı ruhunu teslim etmişti.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Sendikası Türk basınının bu önemli kaybını, ömrünü mesleğine vakfeden bu yazarın vefatını duyurmadı, üyelerine bildirmedi, taziye yayınlamadı! Ülkücü Gazeteciler Derneği ise sanırım hayatta değil! Ama Fatih Camii’ndeki cenaze namazı bir miting alanı gibiydi. Milliyetçiler kurultayı dense yeriydi. Türk milleti Necdet’ine sahip çıktı. Hemşehrisi ve dönem arkadaşı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz bir konuşma yaptı musalla taşının önünde. Sonra Necdet Sevinç’in tabutunu omuzlara almak için adeta bir yarış başladı. Allah taksiratını affetsin, mekanı cennet olsun, nur içinde yatsın.

 Sadece kanser tedavisi ve mahpusluk değil zaman zaman karşı karşıya kaldığı işsizlik de, siyaset oyunları da, vefasızlık da O’nu etkilemişti. Ama muhabbeti koyuydu. İyi ki onca eserleri yazmış,  yeni nesillerin istifadesine sunmuş. Keşke bir de draması çekilse Necdet’in? Ne dersiniz?! 1960 Askeri Darbesi ve Anayasası’nın ardından fikir hareketlerimizin bir panoraması çıksa ortaya.

Dilovası’nın Kentleşme SüreciDilovası’nın Kentleşme Süreci

0

Dilovası Kent Konseyinin kurulduğu haberi gazetemizde dün yayınlandı. Kent Konseyi haberini okuyunca Dilovası’nın 35 yıllık geçmişine canlı şahitlik yapan bir gazeteci olarak duygulandım. Dilovası’nın 35 yılda nereden nereye geldiğini, 35 yıl önce mahalle bile olmayan, sadece bir kaç ev ve fabrikadan ibaret olan Dilovası bugün on binlerce nüfusun yüzlerce sanayi kuruluşu 5 OSB bölgesiyle Türkiye’nin en önemli ilçesi konumuna geldi.

Dilovası’nın kentleşme süreci bir anlamda Türkiye Cumhuriyetinin de nasıl gelişip büyüdüğünü göstermesi bakımından önemli. Geçmişte bölge Diliskelesi, İzocam, NASAS olarak adlandırılıyordu. Daha sonra Aşağı Çerkeşli Mahallesi oldu. Köy haline geldi. Çerkeşli ve Muallim köylerin birleşmesiyle Belde belediyesi kuruldu. 2008 yılında da Kocaeli’nin 12 ilçesinden birisi haline getirildi.

Dilovası baş döndürücü hızla gelişip büyüdü. Dilovası’nın ekonomik ve sanayi potansiyelinden çok çevre kirliliği ile anılır oldu. Aslında bu durum hızlı büyümenin bir sonucuydu. Dilovası’nda sadece sanayi değil; çarpık kentleşme, devlet yönetimin yıllarca buraya ilgisizliği ve en önemlisi yıllar önce Aktüel dergisinin yazdığı gibi bölgenin ranta dayalı bir mafya üstü olmasından kaynaklanıyor.

Hiç unutmuyorum, Dilovası jandarmadan polise devredilememiş yıllarca bunun mücadelesi verilmiş. Yıllar sonra jandarma bölgeyi polise devretmişti. Her gün on binlerce kamyon, onlarca büyük tonajlı gemilerin yük boşaltıp indirdiği Dilovası Üniversitelerimiz için bilimsel araştırmalara konu olmalı. Üniversiteler ve akademisyenler, Dilovası’nı sadece sanayi ve çevre kirliliği açısından değil, her bakımdan bilimsel incelemeye almalı.

Gebze’den yakın komşum olan ve yaşı 90’a merdiven dayamış Feyzi Aysal’ın kendisiyle geçen gün Dilovası’nı gezdim. Gençlik yıllarımda 1943’de meydana gelen bir sel felaketini bize anlattı. Burada bağlarının olduğunu ve muhtemel Ağustos ayında yaşanan sel felaketinde bağda çalışan 15 kişinin sel sularında boğulup öldüğünü, bugünkü belediye binasına kalan bölümün su altında kaldığını bize anlattı ve bununda belgeselini canlı şahidi olarak çektik.

1970 yıllarında da bölge büyük bir sel felaketi yaşamıştı. Kimyasal dolu variller ve tanklar, İzmit Körfezine sürüklenmişti. Artık Dilovası’nda Kent Konseyi kuruldu. Kent konseyinin birinci görevi Dilovası’nda kentleşme sürecini araştırmak ve Dilovası’nı geleceğin sanayi merkezi alanına getirmektir. Bu noktada Kent Konseyine büyük görev düşüyor. Yeni kurulan Kent Konseyine hayırlı olsun diliyoruz. 

Toplantıdan Mesajlar

Konseyin ilk toplantısı Dilovası ile ilgili önemli mesajların çıktığı bir toplantı oldu. Konsey toplantısında söz alan Dilovası sanayisinin önemli ismi ve konseyin yürütme kurulu başkanı Süheyl Erboz, “Dilovası Kent Konseyi Dilovası’na çok şey katacaktır. Bizim de bu gelişime bir katkımız olursa çok mutlu oluruz. Umarım el ele verip güzel işler başarırız” diyerek iyi niyet temennilerini sundu.

Genel Sekreter Yılmaz İnce’de, “Dilovası’ndaki tüm kurumları bir araya getiren, farklı düşünce ve çalışma içindeki dernekleri bir araya toplayan ve bu birlikteliğe sanayiciyi de dahil edip bir ortak çatı altında toplamak Dilovası Kent Konseyi’ne nasip oldu. Bu ortak çatı altında bir araya gelmemizin temel nedeni Dilovası’dır. Dilovası’nın kentsel dönüşümü için kent konseyi çok önemli bir etken olacaktır.  Kent Konseyi olarak tüm ideolojileri ve siyasi kimliklerimizi bir tarafa bırakıp tek hedefi Dilovası olan bir kurul olacağız. 

Daha önce birçok platformda karşı karşıya gelmiş görünen dernekler ve sanayi kuruluşları şimdi el ele verdiler. Çünkü hepimizin ortak bir endişesi var o da Dilovası. Kent Konseyi olarak kuracağımız, Kadın Meclisi, Gençlik Meclisi,  Engelliler Meclisi gibi meclislerle de halkımızın sorunlarına özelde ineceğiz ve çözüm önerileri ile sürekli gündemde olacağız. Fikirlerimiz, ortak projelerimiz ve çözümcü yaklaşımlarımızla Dilovası’nın gerçek anlamda temsilcisi olacağız. Kentleşme sürecinde Dilovalı bilinci ile çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu çalışmaları sürdürürken de halkımızın geldikleri kültürleri yaşamalarına da zemin oluşturacağız”. Diyerek önemli bir konuşma gerçekleştirdi.

Sonuç olarak Dilovası Kent Konseyine tarihi görev düşüyor. Kent Konseyi bilimsel ve sosyal ciddi bir çalışma başlatmalı. Dilovası’nı her yönüyle masaya yatırıp, Dilovası’nı Tavşancıl, Çerkeşli, Demirciler, Köseler ve Tepeköy olarak tüm ilçe bazında ele alarak Dilovası sempozyumu ve paneli düzenleyerek Dilovası’nın geleceğine yön vermelidir.

 

Ramazan Ayında Türkiye ve Müslümanlar

 

Bu sene de Ramazan Ayı Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu tarafından coşku ile yaşanıyor. Çünkü Türkiye toplumunun genel yapısı muhafazakâr, dindar ve milliyetçidir.

Muhafazakârlığı bağnazlık seviyesinde olmayan, milli ve manevi değerleri kaybetmemek ve yaşatmak manasında olan; dindarlığı geniş bir hoşgörü ikliminde yaşayan; Milliyetçiliği etnik anlamda olmayan, dışlayıcı ötekileştirici değil, bütün kesimleri kucaklayıcı bir anlayışta yaşayan bir toplumuz.

Tabii ki bu özellikleri uç noktalara taşıyan bağnaz, ötekileştirici, kendisi gibi olmayanlara tahammülsüz kesimler de vardır. Ancak toplumumuzun genel karakterini yansıtmaz.

Bu sene Ramazan orucunu tutmak hayli meşakkatli. 30 derecenin hayli üzerinde sıcaklıklar (bazı bölgelerde 45 derece civarında), yüksek nem ve onaltıbuçuk saat oruç tutmak ciddi bir iman ölçüsü olmalı. Türkiye’de tatil alışkanlığının da hayli geliştiğini, büyük bir kesimin tatil mevsiminde oruç tutmak üzere bu zevkinden feragat ettiğini de göz ardı etmemek lazım.

Tarhan Erdem‘in araştırma şirketi Konda‘nın yaptığı bir araştırmaya göre, toplumun yüzde 61’i her zaman oruç tutuyor. Yüzde 16’sı sık sık, yüzde 15’i ise ara sıra oruç tutuyormuş. Hiç oruç tutmayanların oranı ise sadece yüzde 8 imiş.

İster sosyal bilimci, ister siyasetçi, ister ekonomist olun, nüfusunun yüzde 92’sinin oruç tuttuğu bir toplum olduğumuzu dikkate almazdan gelemezsiniz. Belediyelerin Ramazan faaliyetleri, gazetelerin Ramazan sayfaları, ekleri ve hediyeleri, TV’lerde kola ve sucuk reklamları toplumun bu özelliğinin yansımalarıdır.

Toplumumuzun bu gerçeğini hepimiz günlük hayatımızda gözlemliyoruz.

Bu hafta sonu yarım günümü Eyüp’te geçirdim. Eyüp Sultan türbesi ve Camisinin merkez olduğu, çok geniş bir alanda müthiş bir hareketlilik yaşanmakta. Gündüz manevi ziyaret mahallerinde, Cami, türbe ve mezarlık ziyaretlerinde yoğunluk gözlenirken, akşama doğru -söylendiğine göre- yüzbin kişi civarında insan çayırlarda, çimenlerde nerede yer bulursa orada piknik yapar gibi iftara hazırlanmakta. Tabii lokantalar, büfeler, Ramazan çadırları gibi yerlerde tıka basa insan dolu. Tam bir bayram yeri görüntüsü. Huzurlu ve mutlu ailelerin ortaklaşa yaşadıkları bir hazzın ortak paydası: Eyüp Sultan’a yakın olarak iftar yapmak, ibadet etmek.

Hayır, insanların hepsi muhafazakâr görünümlü değil. Başı gelenekselden öte kapalı, hatta siyah çarşaf ve peçe kullanan kadınlar da var, fakat sayıları son derece az. (Hatta Onlar da artık eşleriyle el ele tutuşarak geziyor.) Başörtülü hanımlar kadar başı açık, hatta dekolte olanlar; şalvarlı sakallı beylerden çok daha fazla modern kıyafetli olanlar aynı türbe ziyaretinde buluşuyor.

Piyer Loti gibi turistik özelliği ön plana çıkan muhitte kafeler gündüz de açık. Oruçlu olmayanlar yeme içmede. Hatta sadece turistik yerlerde değil Eyüp Sultan’ın çevresinde, sayısı az da olsa, bazı yerlerde yiyecek içecek satışı yapılmakta. Herhalde mazeretli ve çocuklar düşünülmüş olmalı.

Eyüp’te binlerce insan banklar, çimenler üzerinde veya lokantalarda iftar edip, akşam namazlarını, teravihlerini kıldıktan sonra çeşitli konser, sergi, kitap ve hediyelik eşya fuarı gibi etkinliklere katılıyor. Eyüp’ten alabilecekleri dua kitapları, hurma, zikirmatik türü alışverişlerini de yaptıkları halde hemen evlerine dönmüyor. Sahuru da Eyüp’te yapıp, sabah namazından sonra evlerine dönen çok sayıda insan var.

Toplumumuzun orta ve orta alt tabakasını teşkil eden bu insanlarımızın yaşadığı Ramazan sevinci beni de mutlu etti.

*****

RAMAZAN’DA CEVAPSIZ SORULAR

Mübarek Ramazan’ın manevi atmosferinde kafamda şu sorulara cevap arıyorum:

Ø  İnsanlarımız Hırka-i Şerif, Sakal-ı Şerif ve türbe ziyaretleriyle rahatlayıp, huzur buluyor. Acaba o hırkanın ve sakalın sahibi olan Hazreti Peygamberin hayatı, ahlakı ve diğer davranışları hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? O’nun devlet adamı, hâkim, asker, yönetici, aile babası, eş, komşu olarak yani sosyal hayatın içindeki tutum ve davranışlarını ne kadar biliyoruz ve örnek alıyoruz?

Ø  Dünya devleri İslam ülkelerindeki tabii zenginlikleri yeniden paylaşmak derdinde. Bu sebeple Irak, Afganistan, Libya, Sudan, Mısır, Yemen, Suriye… İslam ülkeleri özgürleştirilmek ve demokratikleştirmek için(!) ateşlere atılıyor. Her gün binlerce Müslüman öldürülüyor, sakat bırakılıyor, kadınlara tecavüz ediliyor. Libya’da çok zengin yeni petrol ve doğalgaz kaynakları bulundu. Batı bu kaynakları kendisine peşkeş çekmeyen Türk dostu Kaddafi’nin tasfiyesi için Libya’yı bombalıyor. Biz Müslümanları özgürleştirici, demokratikleştirici(!) emperyalist Hıristiyan müdahalelerine neden destek veriyoruz?

Ø  Neden Afganistan’da ortalama ömür 40 yaş, kişi başına milli gelir 160 dolar? Özgür ve demokratik yapılan(!) Irak’ta milli gelir neden 4000 dolardan, 1000 dolar mertebesine düştü?

Ø  Türkiye’de Türk ve Kürt etnik kökenlilerin doğumdan ölüme kadar hayatının bütün unsurları arasında benzerlik yüzde 95 mertebesindedir. Doğan çocuğa yapılan merasimden, yeme içme, düğün, cenaze, komşuluk, dayanışma, bayram, kandil kutlaması, ibadet gibi her alanda bu kadar benzer ve homojen olan bir toplumdan iki devlet çıkarmaya çalışanlar neden ve nasıl bu kadar mesafe alabildi? Ayrıştırma tohumları bu toplumda nasıl filizlenebildi?

Ø  Neden gelişmiş ülkelerin arasında bir Müslüman olanı yok?

Ø  Neden Müslümanlar, daha az yaşıyor, daha kalitesiz yaşıyor, kötü besleniyor, daha az temizlik malzemesi kullanıyor?

Ø  Neden Müslümanların bilime, insanlığın gelişimine katkıları son derece kısıtlı?

Ø  Buna karşılık neden Müslümanlar çatışmalar içindeler, bölündükçe bölünüyorlar?

Ramazan Ayında bu soruların cevaplarını aramak için galiba biraz da tefekküre zaman ayırmamız gerekiyor.

 

Ders Almayan Millet

 

İslam dünyası, onbir ayın sultanı olarak nitelenen mübarek ramazan ayını yaşamaya başladı. Müslüman Türk milleti de bu ayın feyiz ve bereketinden faydalanmak için kendini ruhen ve bedenen tatlı bir inzivaya çekmiş durumda.

Din, bir ferdin hayatı boyunca uymak zorunda olduğu temel doğrultuyu ihtiva eden bir anayasa gibidir. Eğer bir insan dinin kendisine gösterdiği yolda yaşarsa hem kendi için dünyevi huzur bulur hem içinde yaşadığı toplumu olumlu olarak etkiler hem de Allah’ın izni ile ahiretini kazanır.

Ancak dünyamıza ve ülkemize bakınca çok vahşi bir hayat yaşadığımızı görüyoruz. Ve başımıza öyle şeyler geliyor ki, insanın inanası gelmiyor.

Camilerde kürsü sahipleri, genellikle kitabımız Kuran’ı okuyun ve dinleyin diye nasihatte bulunuyorlar. Elbette Kuran’ı okumanın ve dinlemenin büyük faydası vardır. Buna karşılık Kuran’ı gerçek anlamda yaşayın diye telkinde bulunan çok az. Aksi olsaydı Kuran’ı yaşayan toplumumuzda bu günkü arızaları görmek asgariye inerdi.

Bu sebeple karşılaştığımız musibetleri, Kuran ışığı altında cevaplayan ve yorumlayan yok gibi duruyor. Yorumlar genelde insanımız kandırmak, siyasal hedefleri tahakkuk ettirmek, sermaye hareketlerini kontrol etmek gibi nedenlerle yapılıyor.

Eğer böyle olmasaydı yanıbaşımızdaki komşumuz Irak’ta 2003’ten bu yana katledilen 2.000.000 milyon müslümanın hakkını arar ya da bırakın hakkını aramayı lafını eder olurduk.

Dünya nüfusunun neredeyse dörtte biri Müslüman ama bu Müslümanlar dünyanın zenginliğinden çok az bir pay alabiliyor. Neredeyse hıristiyan-yahudi ortaklığınca kontrol edilmeyen bir İslam ülkesi yok gibi. Ve bunlar bugünün meselesi değil. Yüzlerce yıldır önümüzde duruyor. İslam dünyasının uzak ve yakın geçmişi benzer tablolardan ibaret. Endülüs’ü konuşan kalmadı.

Zaman zaman Türk-İslam dünyasının önemli mütefekkirlerinden rahmetli Samiha Ayverdi’nin kitaplarını ve yazılarını tekrar tekrar okurum.  Ayverdi’nin kitaplarında dünyaya geldiği 1900’lü yılların başından vefatına kadar geçen sürede Müslüman Türk’ün ve İslam dünyasının başına gelen olaylar, gerçekliğe sadık kalınarak büyük bir fikir namusu içinde anlatılır.

Samiha Ayverdi’yi okudukça emin olun ki, sanki bu günü yaşıyor gibi olursunuz.

Bölücülerin ve pkk’nın yaptıklarına bakınca, şehit çocuklarını aile fotoğraflarında görünce, fakirlerin azgınlaştığı mahallelere girince, kültürümüzün ve sanatımızın bazı mihraklarca yok edildiğini fark edince ve insanlarımızda ki yozluğu, şuursuzluğu ve bunlara bağlı küstahlığa bakınca yaşadıklarımızdan bir türlü gereken dersleri çıkaramadığımızı görüyoruz.

Oysa hastalığın ve tedavisinin çok aşikar olduğunu bir görebilsek!

Bakın rahmetli Ayverdi bundan tam 30 yıl önce : “…şanına uygun bir medeniyetin kurucusu olan Müslüman Türk devletini yıkmak Garb (batı) dünyasının hemen tek siyaset ihtirası olalı beri, topraklarımıza el birliği ile çarpan ve ülkelerimizi koparıp koparıp götüren dalgalar, iç düzenimizi de alt üst etmekten geri kalmadı. Şöyle ki, yükseliş ve medeniyet atılışlarımız duraklayıp devletçe bunu önlemek isteyen hamlelerle ne zaman derlenip toparlanma gösterecek olsak, derhal bir fitne bu ümidin başını ezer olmuştur.

Ne yazık ki, haçlıdan ve Yahudi den gelen bu sinsi müdahaleler daima içeride satın alınacak bir gafil, cahil ve menfaat düşkünü zümre bulup, perde arkasından çıkmadan planlarını gerçekleştirebiliyordu.” diye yazıyordu…. Bu gün değişen ne var?

Onun için değişmez hastalık aynen duruyor, tedavisi biliniyor ancak yüzyıllardır olduğu gibi milletimiz hastalığı teşhis edecek ve tedaviyi uygulayacak iradeyi gösteremiyor. Bu bir kader oldu.

Yine Samiha Ayverdi: “Milli hassasiyet, milli gurur belki de toptan tüfekten önce kazanılması gereken bir koruyucu müdafa silahıdır” diyerek bize yol gösteriyor. Fakat biz, milli hassasiyet ve milli gururu arada bulasın halindeyiz!

Hep birlikte idrak ettiğimiz Ramazan ayımız; Kuran’ı yaşayamayanlar, başımıza gelenleri Kuran’la tefekkür etmeyenler ve bir türlü yaşadıklarımızdan ders çıkartmayanlar için kaçırılmayacak bir fırsat olsun. Yoksa Müslüman Türk Milleti tarihte yaşadığı felaketleri bir kez daha yaşayacak.

 

 

Aylarımızın ve Günlerimizin İsimleri

 

Cumhuriyet döneminde, 1 Ocak 1926 tarihinde kabul edilen 698 sayılı yasayla ülkemizde “miladi takvim” uygulamaya koyulmuştur . Günümüz dünyasında da pek çok ülkede bu takvim kullanılmaktadır.

Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden atalarımız, zaman içinde sürekli değişen takvimler kullanmışlardır. Eski çağlarda Çinlilerde olduğu gibi hayvanların isimlerini taşıyan aylardan oluşan takvimlerin de uygulandığı görülmüştür. Daha sonraları antik Mezopotamya’nın etkisinde kalarak Asur, Sümer, Babil takvimleri kullanmışlardır. Bu nedenle halen kullanmakta olduğumuz ayların isimleri, bu bölgede konuşulan dillerin (Süryanice gibi) etkisi altında kalmıştır.

Müslümanlığın kabulünden sonra (M.S. 1000) hicrî, kamerî, celâlî takvimler de kullanılmaya başlanmıştır. 18. yy.’da Rumî takvim de bunlara eklenmiştir. Cumhuriyet öncesi İstanbul’da kullanılan takvim şu aylardan oluşuyordu; Muharrem (aşure), Safer, Büyük Mevlût, Küçük Mevlût, Büyük Tövbe, Küçük Tövbe, Recep, Şaban, Ramazan, Şeker Bayramı, Aralık, Kurban Bayramı.

Cumhuriyet yönetiminde ise ayların sıralanması şöyle oldu; 2. Kânûn, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, 1. Teşrin, 2. Teşrin, 1. Kânun,

Daha sonra 1945 yılında, 1.Teşrin’e Ekim, 2. Teşrin’e Kasım, 1. Kânun’a Aralık ve 2. Kânun’a Ocak ismi verilerek günümüzdeki ay isimleri oluşturuldu.

Ancak, bugün kullandığımız ay isimlerinin çoğu başka ülke dillerinin etkisinde kalmıştır. Örneğin;

Ocak   = Türkçe                     Şubat= Süryanice

Mart   = Latince                     Nisan= Süryanice

Mayıs = Latince                     Haziran Süryanice

Temmuz= İbranice                Ağustos= Latince

Eylül= Süryanice                   Ekim= Türkçe

Kasım= Arapça                     Aralık= Türkçe

Haftayı oluşturan yedi adet günlere verdiğimiz isimler de aylarınkinden pek farklı değildir. Genelde Farsça ve Arapça dillerinin etkisi altında kalınmıştır. Örneğin;

Hafta= Farsça  (7 sayısının ismi olan “hefte” den gelmektedir.)

Pazar= Farsça (bazaar sözcüğünden gelmektedir.)

Pazartesi= Pazar Farsça, erte Türkçe

Salı= Arapça (üç anlamındaki “salis”ten gelir)

Çarşamba= Farsça (Cehar şenbe yani 4. gün anlamında)

Perşembe= Farsça (Penç şenbe yani 5. gün anlamında)

Cuma= Arapça (cem- toplanma günü- Cuma namazı)

Cumartesi= erte Türkçe eki ile birleştirilmiştir.

Günlere verdiğimiz isimlerin, her ne kadar komşumuz ülkelerin dillerinden etkilenmiş oldukları görülmekte ise de artık bizim öz isimlerimiz gibi kabul edilmişlerdir. Halkımız tarafından uzun süre kullanmanın alışkanlığı ve benimsenmesiyle dilimize yerleşmişlerdir.

 

Aklı Karışıklar İçin: ‘İki Parametre’, Terörist Aşıklarına Bir Hatırlatma

0

61. Hükümeti kurduktan sonra Başbakan ilk ziyaretini KKTC’ye yaptı. Farklı bir süreçten bahsetti ve “Kıbrıs diye bir devlet yoktur, Rum yönetimi ve Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti vardır.”dedi. Ziyaret tarzının ve yaklaşımının farklı olduğu kesin, bu bile desteklenmeye değer. Fakat “Şu anda hiç tereddüt yoktur ki Birleşmiş Milletler parametreleri çerçevesindeki çözüm, mevcut müzakere sürecinde liderlerin ortak açıklamalarındaki mutabakatlara uygun olacaktır,” dedikten sonra bu konuşmanın ve verilen mesajların bir anlamı kalır mı?

Birleşmiş Milletler (BM) Parametreleri

BM Güvenlik Konseyi’nin bu yönde aldığı iki karar var: (a) KKTC’nin ilanından sonra 18 Kasım 1983 tarihli ve 541 sayılı kararla Konsey, KKTC’nin bağımsızlık ilanını esefle karşılamış ve bu kararın geri çekilmesini istemiştir. Ayrıca diğer devletleri, Kıbrıs Cumhuriyet Devleti şeklinde tanıdığı devlet dışında, başka hiçbir Kıbrıs devletini tanımamaya çağırmıştır. (b) 11 Mayıs 1984 tarihli ve 550 sayılı ikinci kararda da Konsey, Türkiye ile KKTC arasında gerçekleşen büyükelçi teatisi de dâhil olmak üzere bütün ayrılıkçı eylemleri kınamış; bu eylemleri yasal olarak geçersiz ve yapılmamış ilan etmiş ve hatta geri alınmasını istemiştir.

Ayrıca kararda, KKTC’nin tanınmaması için bir kez daha çağrı yapılmıştır. Bu iki karardan çıkan sonuç ise sudur: BM, Kıbrıs Devleti olarak sadece, Güney Kıbrıs Yönetimi’ni tanımaktadır. Güney Kıbrıs Yönetimi’ni, Kıbrıs adasının bütününü temsil eden bir devlet olarak kabul etmektedir. BM’ye göre KKTC ise gayrımeşru bir varlıktır, bir devlet olarak kabul edilmemektedir.

Hangisi Doğru?

BM parametrelerine göre Kıbrıs diye bir devlet var, bunun dışında her hangi bir devleti BM kabul etmiyor ve diğer devletlerin de bu yönde hareket etmesini istiyor. Fakat Sayın Başbakan hem Kıbrıs diye bir devletin olmadığını, Rum yönetimi ve KKTC’nin var olduğunu belirtmekte; hem de BM parametreleri çerçevesinde çözümden bahsetmektedir.

BM parametreleri çerçevesinde meseleyi çözmek, “Kıbrıs’tan başka devlet yoktur.” hükmünü kabul etmek ve hatta, Türkiye ile KKTC arasında gerçekleşen büyükelçi teatisi dâhil bütün eylemlerin BM tarafından kınanmasına ve geçersiz sayılmasına rıza göstermek demektir. Doğrusu bu manzara karşısında aklım karıştı. Fakat bir gün sonra CHP de bu konuşmayı doğru bulduğunu, hatta geç kalındığını, sonunda Başbakan’ın kendi görüşlerine geldiğini ilan ederek durumdan pay istedi. Bu kez aklım tamamen karıştı. Anladım ki Türkiye’de iki siyasi dil var, birisi millete dönük diğeri egemen güçlere dönük. Kafa konforumu bozmamak için birinciyle şimdilik idare edip, ikinciyi bulmaya çalışıyorum.

Barış Maskesinin Ardındaki Öfke

İşin aslı ve esası parametrelerde saklı olduğu hâlde son zamanlarda akıl hocalığına soyunmuş gazeteci, “Kıbrıs’ta tarih barışa engel olmasın!” başlığını atmış. Sözleri sert çizgili bulmuş. Verdiği mesajın özü şu: Haklılık payın var ama böyle konuşursan haksız duruma düşersin. Gerekçe, barışın bozulmaması. Keza 13 şehidin ardından Başbakan, “Bundan sonra işler farklı olacak.” dedi diye malum taife hemen harekete geçti ve “Tarihi fırsat elden çıkmasın, barışa çok yaklaşıldı.” şeklinde itirazlar ileri sürmeye başladı.

Elinde silah ve bombayla gezen, canlara kıyan, özerklik ilan eden, davranışları açık ve ortada olan terör örgütünün reklamını yapıp, başkalarını savaş isteyen taraf olarak göstermek sadece aklı karışıklığın bir eseri değildir. Aynı zamanda barış maskesinin arkasındaki öfkenin yansımasıdır. Aklı karışıkların, cinnet geçirmişlerin büründüğü örtünün barış, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlarla süslenmiş olması ayartma tekniğine özgü bir tarzdır.

Ey İnsaf! Neredesin?

Deli otu yemiş aklı bulanık taife, milletçe yaşadığımız hazin olaydan post çıkarmaya çalışıyor. Olayı üstlenen ortada olduğu hâlde, 13 şehit olayını derin devletin tezgâhladığını, TSK’nın ihmalinin olduğunu utanmadan yazıyor. Bu baskı karşısında siyasi iktidar söylediğinin arkasında duramıyor. Çünkü her tarafa sızan ve fitne-fesat ağı oluşturan bu kesim, yarın öbür gün Pekin’de birisi hırsızlık yaptığında hoşlanmadıkları bir kişiyi Ankara’da tutuklayıp “Sen hırsızlık yaptın.” derlerse şaşmayın. Çünkü cerbeze, bir hastalık türüdür.

Bu hastalığa tutulan her şeyi çarpıtmaktan zevk alır. İstanbul’un fethi sırasında bir meczubun “Yarabbi, gâvurcuklarımı koru.” dediği gibi bunlar da her gün “Ey efendimiz, evlatlarımıza saldıran teröristleri koru. Kıbrıs Türkü’nü imha etmeye niyetlenmiş fanatik Rumları koru.” demektedirler. Bunlar terörist aşığı. Gençlik dönemlerinde bu yola girip bir işe yaramadıkları için İmralı’daki terörist başına derin bir hayranlık duyuyorlar.

Ya da bilinçaltlarında cansız bir şekilde yatan ve dirilme ihtimâli bulunmayan gençlik hayallerinin İmralılı eliyle dirileceği halüsinasyonuyla avunuyorlar. Yakında ileri demokrasinin gereği olarak “Biz de haftalık görüşme talep ediyoruz.” derlerse şaşmayın. Aşk insanı götürür. Ancak eminim ki bu çirkin tablonun ustalarıyla bu millet bir gün mutlaka görüşecektir. 

Avrupa Birliği ve Türkiye

Türk milletinin önünde ki tuzaklar ve milletinizin tabii dirençlerinin çeşitli oyunlarla kırılması yolunda ki gayretler konusunda başta devletimizi yönetenler olmak üzere bir milli şuur uyanıklığı ve hassasiyeti gerçekleştirmesinin bu konuda aziz milletimizin aydınlatılmasının hepimizin üzerine düşen tarihi bir görev olduğu inancındayım. Öncelikle siyasetçiler, aydınlar ve bilhassa yazılı ve görsel basın olmak üzere hepimiz yüzyılların kavşağında bulunduğumuz şu günlerde üzerimizde ki sorumluluğun ağırlığını hissetmeli ve tarihin şaşmaz yargısından korkmalıyız.

Bu gün Avrupa Birliği dayatmaları ile Türk Milletinin önüne getirilen bazı konuların birçok çevrede büyük sürpriz etkisi yarattığı görülmektedir. Şaşkınlık duyanlar arasında Türk Milletini yönetenlerinde bulunması milletimizin geleceği bakımından ciddi endişeler duymamızı gerektirmektedir.

Meselelerin vahameti mevcut ev ödevi listesinin bir müzakere metni olmayıp, bir tebligat olmasıdır. Milletler arası münasebetlerdeki asgari nezakete bile uymayan bu metin ancak ve sadece savaş kaybetmiş ve kayıtsız şartsız teslim olmuş bir ülkeye imzalatılacak cinstendir.

Türk Milleti Türkiye Cumhuriyetini bir imparatorluğu feda ederek yeni bir toplumsal sözleşme ile kurmuştur. Bu sözleşmemin konjoktürel hadiselerle değiştirilmesinin mümkün olmayacağının hem devleti yönetenler, hem de siyasetçiler aydını ve medyası herkes tarafından bilinmesi gerekir.   

Türkiye Cumhuriyetini oluşturan toplumsal sözleşmenin temelinde ülkede yaşayan bütün insanların eşitliği ilkesi vardır. Geçen 88 yıllık uygulamalarda ülkedeki uygulamaların etnik kökenlerine göre tek bir farklı davranış olmamıştır.

Şu veya bu etnik menşeli olduğu için eğitim, meslek seçimi devlet de görev almış veya iktisadi faaliyetlerde bulunma veya yargı önünde hak arama gibi temel insan hakları açısından Türk Milletini utandıracak tek bir uygulama mevcut değildir.

Etnik ayrımcılık Türk Milletinin tanımadığı bir kavramdır. Çünkü Türk Milleti kavramı hem Türkiye Cumhuriyetini oluşturan kamusal iradede hem de devletin hukuki yapısında hem de imparatorluk sonrası yeni devletin oluşmasına etken fikri hareket de etnik bir kavram değil sosyolojik bir kavramdır. Bu kavram suni olarak oluşturulmuş da değildir. Toplumsal yapıdan yüzyıllarda oluşan kaynaşmadan hayat pratiğinden gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde yaşayan insanların çok büyük çoğunluğu bu günde etnik bir ayrışma talep etmemektedir.

Bu kesimlerin dil ve kültürleri üzerinde hiçbir baskı söz konusu değildir. Bu alt kültürler hiçbir müdahale görmeksizin yaşatılmakta ve gelecek nesillere aktarılmaktadır.  

Türkiye’de bireylerin tamamına yakını etnik kimlikleriyle anılmak gibi bir talepleri de yoktur. Bu yasak veya aşağılama sebebi olduğu için değil Türk Milleti kavramına olan inançtan dolayı böyledir.

Türkiye’de hiçbir ayrıma tabi tutulmayan bir gurubun içinde bir takım insanlar çıkmış ve ayrı bir devlet kurmak için 25- 30 yıldır silahlı terör faaliyetlerinde bulunmaktadırlar.  

Etnik ayrışmayı esas alan bu uzun terör devrinde aynı zamanda bütün dünyada mikro milliyetçilik rüzgârlarının estiği bir zaman dilimidir. O gurubun birçok ferdinde bir ayrışma bilinci oluşturulmuştur.  

Bu gün bölücü terörün beyinleri ve onu destekleyenler silahlı mücadele yönteminden şimdilik vazgeçer gibi sözler söylemelerine rağmen başkaldırı eylemleri bütün hızıyla devam etmektedir. Teröristbaşının İmralı da ki duruşması sırasında açıkladığı gibi siyasal zemini esas alan ve bol bol demokrasi insan hakları eşitlik gibi evrensel değerlere gönderme yapan yeni bir strateji denemesine giriştiler.  

Silahlı terör yerine taleplerini kültürel haklar ve “demokratik Cumhuriyet birlik “Çerçevesinde takdimi daha olumlu ve doğru bir stratejinin gereği olarak gündeme soktular. Türkiye Cumhuriyeti, Milletinin bütünlüğünden ve vatan topraklarının tamamiyetinden emin olmak ihtiyacındadır.  

Avrupalı bunu nevrotik bir saplantı olarak algılaya bilir. Çünkü Türkiye’nin gerçekleri ile Avrupa’nın gerçekleri bir birinden farklıdır. Türk Milleti ülkede ki belirli bir gurup için kültürel haklar eğitim vb talep ve dayatmaların altında ayrı bir millet yaratmak fikri bulunduğunu bilmektedir. Ve kendi eliyle içinden ayrı bir millet çıkarmayacaktır.  

Bütün bu olup bitenlerin Türkiye ye ve Türk Milletine her hangi bir zarar vermesi mümkün değildir. Bu gibi temel meselelerle ilgili olarak sağlam bir düşünce zeminine sahip bulunmayanlar kolaylıkla paniğe kapılmakta veya bir takım rüzgarların önünde oraya, buraya sürüklenmektedirler. Sağlam durmak ve neyi niçin savunduğumuzu bilmek durumundayız. Milletimiz terör doruk noktasında iken günde birkaç evladının şehit naşını vatan toprağına verirken bile vakarından bir şey kaybetmeden baykuş seslerini de sabırla dinlemiştir.  

Zaafta olanlar bütün devirlerde olduğu gibi aydınlarımız ve siyasetçilerimiz arasından çıkmıştır. Bilhassa yazılı ve sözlü basınımız bilerek veya bilmeyerek hangi yanlışları yaptığını elindeki gücü neler için kullandığını sorgulamak zorundadır.  

Devlet bütün organları ve kurumlarıyla anayasa ve yasalarımızda belirlenen esaslar ve uzun yıllar boyunca edinilen birikim ve teamüllerin oluşturduğu ilkeler çerçevesinde yönetilir.  

Sıfatı ve makamı ne olursa olsun hiç kimse bu esasları bir kenara iterek şahsı tercihlerine ve çevre ilişkilerine göre keyfi bir üslup benimseme hakkına sahip değildir. Bazı çevrelerin teşvik ve alkışları devlet geleneğini hiçe saymak anlamı taşımaz uygulama yanlışlıklarını telafi edemez.  

Özellikle devletin kritik makamlarında bulunan ülke güvenliği için stratejik önem taşıyan kurumlarda görev yapanlar söz ve davranışlarına daha fazla özen göstermeleri şarttır. Zira iyice düşünülmeden yapılan çıkışlar bu kurumların gereksiz şekilde siyasi polemiklerin içine çekilmesine, saygınlığın zedelenmesine yol açtığı gibi yaşanılan ortamda canlı tutulması daha da önem kazanan milli reflekslerin yıpranıp yavaşlatılması sonucunu doğurur.

Kaldı ki AB’nin son tavır ve davranışlarının ve anadilde yayın ve eğitim hakkıyla amaç ve içeriği dikkatle gizlenmek istenen taleplerinin demokratik mülahazalarla ve insan hakları  gayretkeşliği ile değil siyasal amaçlarla hem de PKK’nın siyasal amaçları doğrultusunda düzenlendiğini ortaya koymaktadır.

Son tarih alma olayı herkesin sıfat ve konumuna uygun şekilde dikkatli ve ölçülü davranmasının ne derece gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Tarih de alsanız AB’nin bütün isteklerini yerine getirseniz de AB ye alınmayacağımızı bilmemiz gerekmektedir. Çünkü siz Viyana kapılarına dayanmışsınız, siz Avrupa krallarını vezirlerinize dahi denk tutmamış bir milletin mirasçısısınız.

Avrupa’yı yönetenlerin çocuklarına, ana, babaları yaramazlık yaptıklarında Türkler geliyor diye korkuturlardı. Geçte olsa yöneticilerimiz bu durumu anladıkları için kendilerine teşekkür ediyoruz.

Tarihi iyi okuyun ve haritaya iyi bakın diyorum.

Adem – i Merkeziyet

0

 

İnsanların ağzından çıkan ve “Adem-i Merkeziyet”i ima eden / çıtlatan dehşetli kelimeler var. Bu kelimeleri; bir kısım aydınlarımız, şuursuz olarak, şuurlu düşmanlara yardım ettiğinin bilincinde olmayarak; kimileri de, kast – ı mahsusla / -maalesef- bilerek ve şuurlu olarak kullanıyorlar.

Evet, zamanımızda manaları tatbik safhasına konulmak istenen kelime ve tabirler var! Bu kelime ve tabirleri hayata geçirmek isteyenler var! Bunu zaruret derecesinde görenler var! Bir kısım aydınlar mezkur kelimeleri kullanmaya müptela olmuşlar. Kullanmak için can attıkları bu kelime ve tabirlerin, genel bir beliyye ve felaketi doğurması kaçınılmaz. Ne yazık ki bu çeşit kelime ve tabirleri kullanarak tatbikini isteyenler; üzücü ve tehlikeli işler peşinde koşmaktadırlar!

Bunlardan biri de Adem-i Merkeziyet / Merkeziyetsizlik / Kendi Başına Buyruk Olmak / Yerinden İdare / Muhtariyet / Özerklik / Tavaif-i Müluk / Beylikler manasına gelen söylemdir. Ki, sonuçta sözde bağımsızlıkla noktalanacak olan ve ayrılanı izmihlale / yok oluşa ve dağılmaya götürecek olan idare tarzını istemektir.

Su’-i ihtiyardan, gayr-i meşru meyillerden, yanlış ve yasak eylemlerden ortaya çıktıkları zaman; bunları yasal görmek ve göstermek son derece yanlıştır. Çünkü: “Bir hükmün hikmeti (faydası) ayrıdır, illeti (sebebi) ayrıdır. Hikmet ve maslahat (fayda) ise, tercihe sebeptir. İcaba, icada medar (sebep) değildir. İllet ise, vücuduna medardır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul-1979, s: 451)

Adem-i Merkeziyet de, idare tarzını hükme bağlayan bir hükümdür. Adem-i Merkeziyet’in neden ve niçini, bu tarzda ihtiyaç duyuluşu, keyfiyeti / içeriği, kısaca hikmeti yönünden faydalıdır. Zatında, soyut olarak ele alındığında, güzel ve iyidir.

Fakat, ihtiyaç duyulduğuna dair bir illet / sebep bulmak ve görmek; tatbikata elverişli sanmak; mes’eleye, uygulanmasına geçilip geçilemeyeceği noktasından baktığımızda, başka bir ifadeyle, mukteza-yı hale muvafıklığı / duruma uygun olup olmadığını düşündüğümüzde, zaman ve zemin bakımından yerine getirilmesi, fiiliyata konulması asla doğru değil, yanlış ve hatta, acı sonuçlar doğurucu niteliktedir.

Demek ki, Adem-i Merkeziyet, hikmetçe güzel, iyi ve faydalı, fakat tatbikat açısından son derece sakıncalı ve tehlikelidir.

Hükümde illet / sebep asıl, hikmet tebeidir / illete bağlı olarak vardır. Binaenaleyh bir şeyin illeti olmayınca, hikmeti de olmaz. Dolayısiyle beklediğimiz ve umduğumuz faydalar, tasavvur, tahayyül ve hayalden öte geçmez. Tıpkı bir tohumu, kendisine uygun olmayan, elverişsiz bir toprağa ekmek gibi.

Böyle bir ameliyeden sonra çekirdekten çıkacak bitkiyi düşünüp; açacağı çiçekleri, vereceği meyveleri hayal ederek sonuç alacağımızı sanmak, nasıl yanlışsa; Adem-i Merkeziyet’in vehmii, tasavvurii ve hayalii neticelerine kavuşacağımızı zannetmek de, o nispette sakat bir görüştür. Çünkü sebep yok ki, hikmet olsun.

İşte bu hakikatin aksine, -maalesef- günümüzde bazı kimseler, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip / geçirip ona göre hükmediyor. Şüphesiz böyle bir düşünce tarzı yukarıda belirttiğimiz kaziyye-i muhkeme / kesin hükme ters düşmektedir.

“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi sedd edilir (kapatılır). Yeni kapılar açmak, hiçbir cihetle kar-ı akıl (akıllıca bir iş) değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa (boğulmağa) vesile (ve sebep)dir.” (a.g.e. s: 449)

Şu zamanda: 28 – 29 Kasım 1992 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen bir forumun nihai bildirisinde: “Haksızlık kimden gelirse gelsin ve zulüm kime yönelik olursa olsun,

mazlumlardan yana ve zalimlere karşı durmak kararlılığı ile…” (Yeni zemin, Sayı:1, 1 Ocak 1993, s:48) Yuvarlak ifadeleri altında, “Es-sebebü ke’l-fail.” / “Sebep olan yapan gibidir.” (Dini, İlmi, Felsefi YENİ ANSİKLOPEDİ, 1.Cilt, İstanbul-1991, s: 452) Evrensel İlahi kaidesini göz ardı ederek, devlet zalimlikle suçlanır, ona karşı durmak yeğlenirken…

“Sorunu sadece toprak sorununa indirgemeyi sağlıklı bir yaklaşım olarak kabul etmiyoruz!” (Yeni Zemin, Sayı:1, 1 Ocak 1993, s: 48) diyerek baklayı ağzından çıkaranlar varken…

“(Doğu Anadolu) bölge(si) refah ve kalkınmadan hak ettiği payı alamamıştır.” (a.g.dergi, s: 49) ifadesiyle, GAP gibi, devasa bir projenin gerçekleşmek üzere olduğu, görmezlikten gelinerek, öküz altında buzağı aranırken…

“Türkiye’de yekpare veya homojen bir etnik topluluktan söz etmek mümkün değildir. Başka ulusların varlığını inkar eden ve onların taleplerini bastıran ulus-devletin yerine çok uluslu bir hukuk devletini geçirmek gerekiyor!” (a.g.dergi, s: 49) derken “Dil, Din bir ise, millet birdir. Madem öyledir. Hakiki unsuriyete değil, belki Dil, Din, Vatan münasebatına (münasebetlerine) bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir Millet, eğer biri noksan olursa, tekrar Milliyet dairesine dahildir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul-1977, s: 302) hükmünce, bu vatanda yaşayan insanların yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğunu ve onların  -istisnalar dışında, menşe’leri ne olursa olsun-  yine yüzde doksan sekizinin Türkçe konuştuğunu unutarak, doğru gibi görünen fahiş hatalı fikirlerin ileri sürüldüğü…

Bu topraklardaki varlığın, gelişmenin, on asırlık Selçuklu-Osmanlı Müslüman-Türk idaresinde gerçekleştiğini, vatanın  her köşesinde bu kültürün taştan tapuları, kütüphanelerinde milyonlarca eserlerle imparatorluk mühürleri varken …Vatanı, Milleti yamalı bohçaya benzeterek bugünlere gelişin şanlı tarihini hesaba katmayanlar bulunurken…

Bugün -maalesef- Sevr Antlaşma şartlarının yerine getirilemediğine zımnen hayıflanan, esefler eden kimseler, aramızda boy gösterirken…Ki, gerçekleştiği takdirde, Anadolu’da hepimizin varlığına hatime çekileceği / son verileceği, hayat hakkımızın elimizden alınacağı kaçınılmaz bir sonuç olacakken…

Almanya’da, Tübingen Üniversitesi Özel Araştırma Bölümü tarafından 1989 yılında  “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Etnik Gruplar” adlı bir araştırma yayınlanır ve bu araştırmada Türkiye’de 47 etnik grubun varlığından söz edildiğinden hareketle yola çıkarak, Türkiye’de 100’e yakın etnik grup ve ara kültürün varlığını saptadığını ve bu sayının artacağından söz edilebilirken…(Hale Soysü, Kavimler Kapısı – 1, Kaynak Yayınları, -Tarihsiz- s: 10)

(Bazı) Kürtleri örnek aldıklarını söyleyerek, Lazların haklarını korumak ve Laz Tarihi’ni, kültürünü araştırıp geliştirmek amacıyla Laz Vakfı kurmaya kalkışanların çıktığı bir ortamda…(31 Ocak 1993, Bugün gazetesi)

Kısaca, ecnebilerin / yabancı devletlerin, manen istilası sürerken, her türlü kışkırtmaların çoğaldığı hengamda ve bölücü telkinatın / üfleyişlerin tahribatı sırasında; Adem-i Merkeziyet / Muhtariyet / Özerklik / Yerinden Yönetim’den söz etmek…Bu istekle Vatan, Millet ve Devlet binasında yeni kapılar açıp, duvarlardan tahripçilerin girmesine sebep olacak delikler açmak; Vatan, Millet ve Devlet’e karşı büyük bir cinayet işlemekten farksızdır.

Bediüzzaman “Nutuk” isimli eserinde, İmparatorluğun mes’ele ve dertlerine temas etmiş, teşhis kadar, hal şekillerini de göstermiştir. İmparatorluğu parçalanmaktan kurtarmak ve bütünlüğünü korumak gayesiyle yayınladığı açık mektubun; Cemal Kutay tarafından sadeleştirilmiş şeklinden bazı kısımlar:

“Bu topraklar üzerinde bütün yaşayanları, aynı kültür ve düşünce seviyesine eriştirmeden

Adem-i Merkeziyet fikri veya kardeşi oğlu olan her unsura mahsus kulüpler (dernekler) kurdurursak, zaten merkezden nefret eden diğer unsurlar ve milliyetler büsbütün alevlenecek, ayrılık fikirlerini tatbike dökme imkanı bulacaklardır. O zamanlar dehşetle göreceğiz

Ki …Adem-i Merkeziyet ve tevsi-i mezuniyet (gemlenemeyen istekler ) …kendi kabına sığmayacak, dört yanı tazyik edecek (zorlayacak) ve Osmanlılığın ümit bağladığı Meşrutiyet (bugün Demokrasi) perdesi üzerine öylesine baskı yapacaktır ki, bu perde tazyike dayanmayacak, yırtılacaktır. Hatta feveran ile (şiddetle) patlayacaktır. Muhtelif ırk, din ve milliyetler önce Muhtariyet (Özerklik), daha sonra İstiklal (Bağımsızlık) isteyeceklerdir.

“Tarihte Tavaif-i Müluk (Beylikler) denen ve büyük bir devletin varlığından çıkmış o sayısız küçük devletçiklerin etrafımızı kuşattığını görürüz. Bu rekabet hissinin dizginlenmemesinden doğan netice, öylesine vahşet yolunu açar ki, müsavi (eşit) olmayan kuvvetlerin yıkıntıları arasında içeride birbirimizi yerken, dış istilalarla memleket maazallah (Allah korusun) çöker gider. O zaman hasretini çektiğimiz Hürriyet’in kazançlarıyla, kaybımızı teraziye koyarsak hangisi ağır basar?

“Biz İstibdadın zehirlerini Hürriyet panzehiri ile tedaviyi düşündük. Bu akıl yolunda muvaffakıyetimiz (başarımız), bünyemizi hazırlamamızla mümkündür. Eğer Hürriyetlerimiz Milli Camia’yı zedeleyecek, ayrılık fesadını yeşertecekse, Adem-i Merkeziyet’le bu ihanet yolunda, bilmeden kapı açmaz mıyız? Bugün mahiyeti bilinmeyen Siyasi Kulüpler (Dernekler) bile, ayrılığı destekleyen menfezler (girilecek yerler) oluyor. Aman dikkat…

“Milletin Hürriyet’ini ve Birliğini korumak, akıl ve irfan yolunu zedeleyecek hareketlerden uzak kalmak, halaasın (kurtuluşun) tek çaresi iken, nereden gelirse gelsin ve mahiyeti ne olursa olsun, bu gibi aksi netice verecek teşebbüslere mani olmak şarttır. Bugünkü aklii ve fikrii kudretimizle onu tatbik edemeyiz. Daha çok zaman ve himmet lazım bize.” (Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri, Sayı: 4, İstanbul -1967, s: 219 – 224)

Tarihten ve Günümüzden Türk Dünyası Esintileri – 7

Balkan Türkleri
Balkan Yarımadası; kuzeyde Tuna’nın aşağı kesimleri ve Sava Irmağı, güneyde: Ege Denizi ve Akdeniz, batıda: Adriyatik Denizi, doğuda: Karadeniz ile çevrilidir. Yüzölçümü yaklaşık 760.000 kilometrekaredir. Balkanlarda 100.000.000 insan yaşamaktadır. Bölge, adını Bulgaristan’ı ikiye bölen ve doğudan batıya uzanan dağ silsilesinden almıştır.
Bugünkü siyasî taksimata göre bölgede yer alan devletler: Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Türkiye’nin Trakya kesimi ve eski Yugoslavya Federasyonunun dağılmasıyla, bağımsız devletler olarak tarih sahnesinde yer alan Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Slovenya, Karadağ ve Kosova’dır.
Balkanlarda; Romenler, Almanlar, Ruslar, Türkler, Macarlar, Slovaklar, Çekler ve Polonyalılar başta olmak üzere 20’ye yakın etnik grup yaşamaktadır. Müslümanlarla birlikte, Ortodokslar ve Katolikler başta olmak üzere Hıristiyanlığın bütün mezheplerinin mensupları ve Museviler vardır.
Balkanlarda, (şayet böyle bir kavramın varlığı kabul edilebilirse) Avrupa medeniyetine en yakın topluluk, Müslüman Türklerdir. Diğer etnik gruplar; bir-iki istisnası ile insanlık ve medeniyet adına, dünyanın kabul ettiği değerleri hiçe sayan uygulamalar içerisinde bulunmuşlardır. Şiddet kullanarak toprak kazanmak, diğer ırka mensup insanlar üzerinde mutlak otorite tesis etmek, etnik temizlik adı altında kendi ırkından olmayanlara, soykırım dâhil her türlü zalim baskılar, bölgede sıkça rastlanan insanlık dışı hareketlerdir.
Balkan Yarımadası’nda yer alan Batı Trakya Türkleri, ayrı bir yazının konusu olacaktır. Türkiye’nin Trakya kesimi de hariç tutulacak olursa, Balkanlar Coğrafyası’nda 6.000.000’dan fazla Türk yaşamaktadır. Batılı kaynaklarca Türk kabul edilen Türklükten uzaklaştırılmış Slav kökenli Müslümanlarla birlikte sayı 10.000.000 civarındadır.
Balkanlardaki yaygın yönetim anlayışına göre insanların dinleri ile milliyetleri bir bütün olarak kabul edilmektedir. Bosna Müslümanlarının dilleri Sırpça ve Hırvatça olduğu hâlde, nüfus cüzdanlarında milliyeti bölümünde: ‘Müslüman’ yazılıdır.
Balkanlarda, Bulgaristan başta olmak üzere komünist yönetimler, din eğitimini şiddetle yasakladılar. Buna rağmen dinin, millî kültür ve gelenek şekline bürünerek yaşamasını engelleyemediler. Konuştuğu dil ne olursa olsun, Müslümanlar, Türk kültüründen tamamen kopmamış diğer Müslümanları kardeş olarak görmüşlerdir. Balkanlarda Türklük ve Müslümanlık, Türkiye’de de olduğu gibi iç içedir. Biri diğerinden ayrılamaz. Çocuklara; Türklüğün beş şartı olarak İslâmiyet’in beş temel esası öğretilir.
Osmanlı idaresinin gelmesiyle Balkanlarda gerçek bir sosyal ilerleme kaydedilmiş, feodalizm denilen kaba kuvvete dayalı beylik yönetiminden devlet sistemine geçilmiştir. Lâtince ‘Pax Ottomanica’ olarak isimlendirilen Osmanlı Barışı, bölgeye 200 yıl süren huzur ve barış getirmiştir. Bu 200 yıl içerisinde Balkanlar ekonomik açıdan çok gelişmiş, birçok yeni şehirler kurulmuş, günümüzde hâlâ ayakta durabilen köprüler, camiler, saraylar ve tarihî eserler, yollar inşa edilmiştir.
Günümüzde Balkanlarda yaşayan Türklerin ekonomik, sosyal ve kültürel problemleri vardır. Balkanlarda yaşayan Müslüman Türklere karşı büyük çapta insan hakları ihlâlleri uygulanıyor. Balkanlarda yaşayan Türklerden daha fazla Balkan kökenli Türk, Anadolu’muzda yaşıyor. Tarihî, kültürel ve dinî-ırkî bağlarımızla birlikte, akrabalık bağlarımız var. Bu sebeple. Balkanlarla sosyal ilişkilerimizi canlı tutmak hem hakkımız hem de vazifemizdir. Şahısların ve kültür-yardımlaşma derneklerinin gayretleri ile sürdürülen ilişkilerin, devletçe de desteklenmesine ihtiyaç var.
Balkanlardan Türkiye’ye göçün önlenmesi, oradaki kardeşlerimizin baba ocağında rahat, huzurlu, mutlu ve güvenli yaşamalarını temin etmek, ancak milletlerarası diplomasi yöntemi ile mümkün olabilir.
Balkanların kapısını bize, 1389 yılında Sultan Birinci Murat Han açtı. Balkanlardaki soydaşlarımız, Evlâd-ı Fâtihan’ın torunlarıdır. Onlar, vatan yetimi, ezan öksüzü kardeşlerimizdir. Onları bilmek, tanımak, sevmek ve dertleriyle dertlenmek mecburiyetindeyiz. Mecburiyetimizin gereğini yapamadığımız takdirde, bizler de güzel yurdumuzda -Allah korusun- vatan yetimi, ezan öksüzü durumuna düşeriz. Çünkü bizim insanlarımız; Saraybosna’dan – Üsküp’ten, Kaşkar’a – Urumçi’ye, Kazan ve Ufa’dan Kerkük ve Musul’a kadar uzanan bir tesbihtir. Tesbihin ipi Türklük Şuuru, Türk Dili ve temelinde İslâm bulunan Türk Kültürüdür O ip koparsa, inci teşbihin taneleri, dağılır ve yok olur.

Canım Türk Dünyasında
Canım Türk Dünyası’nda
Dilde, işte, fikirde
Bir olursak biz varız,
Dostça kardeş yaşarız.
Kerkük bir gözüm benim,
Kıbrıs’tır diğerinde
Bölüm bölüm Balkanda
Evlat var aynı kanda,
Selam Özbeklerime,
Can canım Azeri’me,
Elmasım var Yakut’ta,
Güzel Hakas Başkut’ta
Tatar da övgülerim,
Kazak’tadır ciğerim
Kırgız’a öpücüğüm
Kumanım ve Kumukum,
Aziz Karakalpaklım
Gagauzum
Gerçek özüm
Balkar’ım, Karaçay’ım
Uygurum hem Altay’ım
Hepside altın ayım
Başım benim Türkmende,
Tüm kalbim Türkiye’de
Canım Türk Dünyası’nda
Dilde, işte, fikirde
Bir olursak biz varız,
Dostça kardeş yaşarız.
Oraz YAĞMUR (Türkmenistan)
06 Temmuz 2009 Urumçi Olayları
Doğu Türkistan’da, 2009 yılı Haziran ayının son haftasında küçük bir şehirde oyuncak fabrikasında çalışan Doğu Türkistanlı iki gencin, Çinli işçi kıza sarkıntılık ettiği şeklinde uydurma bir haber çıkartıldı. Ardından Türk gençlerinin linç edilmesine göz yumuldu ve olayların büyümesi için saldırganlar desteklendi. Olayla uzaktan-yakından hiçbir ilgisi bulunmayan ailelerin evleri basıldı, yağmalandı ve yakıldı, aile fertleri dövüldü ve öldürüldü. Barbar Han Çinlilerinin başlattığı Müslüman-Türk avına, Çin polisi ve ordusu da silahlı güçle katıldı.
Bu insanlık dışı olaylar, Doğu Türkistan’ın Başşehri Urumçi’de yaşayan Doğu Türkistan Türkleri tarafından bir sessiz yürüyüşle protesto edilmek istenince de kızılca kıyamet koptu. Yürüyüşe katılanların üzerine, hedef belirlenmeksizin otomatik silahlarla yaylım ateşi açıldı, bine yakın insan öldü, 2.000’den fazla mâsum insan, ciddî şekilde yaralandı, bir o kadarı da asker ve polis tarafından bilinmeyen yerlere götürüldü. Götürülenlerden haber alınamıyor. Kan görünce kuduran canavarlar, kısa zaman içerisinde şehri savaş alanına çevirdiler. Çin haber ajansları olayları dünya kamuoyuna, ‘Türklerin Çinlileri öldürdüğü ve devlet binalarını ateşe verdiği, otomobilleri tahrip ettiği…’ şeklinde duyurmuştur.
Çin kaynaklarından internete intikal eden bilgilere göre ölü sayısı 197’dir. Çoğunun Çinli olduğu iddia edilmektedir. Gözaltına alınanlardan ve kayıplar ile yaralılardan söz edilmemektedir. Tarafsız gazeteciler, ölü ve kayıpların 10.000’lerle ifade edilebileceğini, 5.000’den fazla insanın da tutuklu bulunduğunu belirtiyorlar. Bu rakamların tamamı Müslüman Türklerle ilgilidir. Ölen Çinlilerin sayısı hakkında Çin kaynaklarında bile bilgi yoktur. Demek ki olaylarda Çinli ölmemiştir.
Olayın Yorumu:

Kendi ırkından olmayanlara hayat hakkı tanımayan Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) yönetimi, çalıştığı işyerine giden Türklerin öldürülmesini engelleyemediği gibi, can güvenliği olmadığı için işyerine gidemeyen zavallıların işine, sorgusuz-sualsiz, derhal ve tazminatsız olarak nihâyet vermiştir.
ÇHC Yönetiminin yaptıkları bunlardan ibâret değildir. ‘Daha kaliteli bir millet oluşturmak’ düşüncesiyle, kendi insanına karşı giriştiği cinâyetler ve soykırım uygulamaları; insan haklarıyla ilgilenen beynelmilel kuruluşlarda, yüzlerce klasörü dolduran belgelerle tescillenmiş durumdadır.
Doğu Türkistan’ın akıl kamaştıran eşsiz zenginliklerine doğrudan sâhip olabilmek ve Türkleri bölgeden uzaklaştırabilmek için her gün binlerce insanla dolu trenler Doğu Türkistan’a yıllardan beri dolu geliyor, boş dönüyor. Bununla yetinilmiyor; köylerde yaşayan Müslüman Türk ailelerinin 2’den, şehirlerde yaşayanların ise 1’den fazla çocuk sâhibi olmaları yasaklanmıştır. Yasağa uymayıp hâmile kalan kadınları yakalayıp seyyar kasaphânelerde derhal kürtaj ediliyor. Gayri sıhhî şartlarda ve ehil olmayan kişiler tarafından kürtaj edilen kadınların % 10’u ölüyor, % 25’i sakat kalıyor.
Gelen haberlere göre vahşet bununla bitmiyor. İnsanlar sırf, organları anılıp satılmak maksadıyla öldürülüyor. Deri ve böbrek gibi canlı doku taşıması gerekli organlar ise, kurşunlanan insan henüz can çekişirken, bedeni kesilip alınıyor. Kurşuna dizilen mahkûm ailelerinden kurşun parası tahsil ediliyor. Ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderiliyor.
Haksızlıklar Karşısında Sessiz Kalan Şeytandır

Yaşanan vahşet karşısında bütün dünya sessizdir. Her fırsatta ‘insan hakları’, ‘hukukun üstünlüğü’ adına dünya jandarmalığına soyunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), hak aşığı olması gereken İslam âlemi, aynı çileleri çekmiş Türk Cumhuriyetleri ve Hindistan ile medeniyet havârisi Avrupa Birliği (AB)… cılız kınama kelimelerinin ötesinde tepki göstermediler. Çünkü her birinin ÇHC ile siyasî, askerî ve ticarî anlaşmaları var.
Çin; Birleşmiş Milletler Teşkilatı bünyesindeki Güvenlik Konseyi’nin daimî üyesi sıfatıyla önemli bir siyasî güçtür. Nükleer silahlara sâhip olması hasebiyle korkulan askerî bir güçtür. Dünya ticâretinde 2,5 trilyon dolardan daha fazla bir payı olduğu için etkili bir iktisadî güçtür. Ve hepsinden önemlisi ÇHC; güçlü olduğunun farkındadır. Kendisini; değil alt edebilecek, kendisiyle mücâdeleyi göze alabilecek bir gücün bulunmadığı kanaatindedir.
Sergilenen vahşet karşısında, yetersiz ve kısa süreli olmakla birlikte, en ciddî tepkiyi Türkiye gösterdi. Göstermekte haklıydı. Çünkü Doğu Türkistan Türkleri… soykırıma mâruz kalan mazlum ve mağdur insanlar; aynı tarihi paylaştığımız, aynı dili konuşup aynı dine inandığımız, aramızda kopmaz bağlar bulunan öz kardeşlerimizdir.
Doğu Türkistan’da

*M. Ö. 209 yılından Milattan Sonra 216 yılına kadar Türk asıllı Hun İmparatorluğu,
*552-630 yılları arasında Birinci Göktürk İmparatorluğu
*680-745 yılları arasında İkinci Göktürk İmparatorluğu
*745-840 yılları arasında Uygur Devleti.
*850-920 yılları arasında Kırgızlar
*950-1212 yılları arasında Karahanlılar
*1212-1759: Seyidiye Hanlığı
*1759-1863: Çin Hâkimiyeti
*1863-1876: Bağımsız Doğu Türkistan (Yakuphan Ba Devlet dönemi)
1876-1882: Çin yönetimi
1882-1944: Çin Genel Valiliği
1944-1949: Bağımsız Doğu Türkistan (Üç Vilayet Rejimi) hüküm sürdü.
1949-2009: Çin işgali devam ediyor.
Yüzsüzlük

TC Başbakanı’nın Doğu Türkistan’da Müslüman Türk milletine uygulanan soykırımın durdurulması isteği, Çin Hükümeti tarafından ‘iç işlerine müdâhale’ olarak görüldü ve geri alınması istendi. Diğer taraftan ÇHC’nin soykırım olaylarını protesto etmek maksadıyla, sivil toplum kuruluşlarının İstanbul Valiliği’ne başvurduğunu öğrenen Çin’in İstanbul Konsolosluğu yetkilileri; İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yazı göndererek, gösteriye izin verilmemesini talep etmişlerdir. İçişlerine müdâhale, asıl bu yazı ile vuku bulmuştur. Çin, böyle yüzsüz ve küstah bir yönetim anlayışına sâhiptir.
Sonrası…

Provokasyon ürünü olaylar yatışmış gibi görünüyorsa da Çinli yöneticilerin açıklamalarına bakılırsa, devam edecektir ve şüphesiz tekrarlanacaktır. Çünkü ÇHC, kadim Türk yurdu olan Doğu Türkistan’ın zenginliklerini yalnızca kendisi için kullanmaya kararlı görünüyor. Çin’i bu kararından vazgeçirebilecek faktörler son derece sınırlıdır.
Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık dışı dramın önlenmesi için insan hakları ile ilgili kuruluşları, insan haklarına saygılı ülkeleri harekete geçirmek mümkündür. Türkiye bunu yapabilir. Hatta yapabilecek ve de yapması gereken tek ülkedir.
Çin’in, medenî dünya ile ilişkilerini geliştirdikçe bencillikten, şovenizmden ve barbarlıktan uzaklaşması, insan haklarına saygılı bir konuma erişmesi… tahammülü mümkün olmayan bir uzun süreçtir. O sürecin, milletlerarası kapalı ve gürültüsüz diplomasi yollarıyla çabuklaştırılması mecburiyeti vardır.
Milletlerarası strateji uzmanları, ÇHC yönetimini daha ılımlı hareket etmeye yönlendirecek asimetrik mücâdele yöntemini belirleyebilir.
Çâresiz olmadığımıza inandığımız anda, çözüm mümkündür.
Unutulmamalı: Zulüm üzerine kurulu yönetimler kalıcı olamazlar. Olabilselerdi, Sovyetler Birliği dağılmazdı. Günün birinde Çin Halk Cumhuriyeti de mutlaka dağılacaktır. İnanmış insanların kararlı mücâdelesi karşısında eritilemeyecek beşerî güç yoktur.
Dünyanın diğer süper güçleri gibi Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) de kendisine göre yeni bir düzen oluşturmuştur. Çin’in oluşturduğu düzen; kapitalist ekonomi ambalajı içinde komünizm ideolojisinden ve katıksız ırkçı düşüncelerden beslenen şoven ve emperyalist, gayri medenî ve çağ dışı yönetim sistemidir.
ÇHC bu sistemi şimdilik, yönetimi altında bulundurduğu Doğu Türkistan, Tibet ve İç Moğolistan’da uyguluyor. Çok da uzak olmayan bir gelecekte, gücünü yetirebileceği; Pakistan, Keşmir, Afganistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Moğolistan’da da uygulamaya koymak isteyebilir.
Türk Dünyasından Portreler:
Ali Şir NEVÂÎ
Doğu Türkeli’nin büyük şâiri, âlim ve üstün devlet adamı Ali Şîr Nevâyî, 23 Ağustos 1501 tarihinde Herat şehrinde, 60 yaşında vefât etti. Doğumu: Herat, 1441.
Timuroğullarından Ebü’l-Kasım Babür’ün himayesinde Meşhed ve Semerkand gibi dönemin ilim merkezlerinde çok iyi bir eğitim görerek yetişti. Hayatı Horasan Hükümdârı Hüseyin Baykara’nın yanında ve emrinde geçti. Vezir ve emir unvanı ile devlet görevlerinde bulundu. Düşmanları onu zehirlemek isteyince, devlet görevlerinden çekilip kendini ilim ve edebiyata verdi. Buna rağmen Hükümdar Baykara, kendisinden danışman olarak yararlandı. Türk Dili’ne hizmetleri sebebiyle Türkçülüğün önderlerinden sayılır.

Eserleri: ‘Fâni’ Mahlâsı ile yazdığı Farsça Divan Türkçe yazdığı 4 adet Divan, Beş adet Mesnevî. Günümüz Türkçesi ile ‘İki Dilin Ölçüştürülmesi’ olarak isimlendirebileceğimiz Muhâkematü’l – Lugateyn isimli eserinde, Türkçe ile Farsçayı karşılaştırarak, Türkçe’nin üstünlüğünü ortaya koydu.
Timurlu Devleti zamanında, Türkistan’da gelişen Türk Çağatay edebiyatının en büyük ismidir. Moğollardan önce, özellikle Karahanlılar döneminde Doğu Türkistan’da, Müslüman Türkler arasında edebî faaliyetler çok gelişmiş idi. Gelişmeler, Hüseyin Baykara döneminde doruğa çıktı. Bu yükselişin en önemli âmili Ali Şîr Nevâî’dir.
Ali Şîr Nevâî’nin ataları, 7 kuşak boyunca Timurluların hizmetinde oldular. Babası Kikçine Bahadır, hizmetinde bulunduğu Şahruh’un ölümünden sonra oğlunu da yanına alarak Bağdat’a göç etti. Babasının ölümünden sonra, 1457’de Semerkand’a döndü.
Kikçine Bahadır, kendisi bir savaşçı olmasına rağmen oğlunu fazilet sahibi bir âlim olarak yetiştirmeye gayret etmişti. Dayıları da Türkçe şiirler yazan, besteler yapan emirlerdendi.
Ali Şîr Nevâî, Timurlu Devleti âlimlerinden, hayatı hakkında teferruatlı bilgilerin ve hakkında yazılan kitapların günümüze intikal ettiği tek şahsiyettir. O; temiz ahlâklı, samîmi, tedbirli ve heybetli bir devlet adamı idi. Başlıca özelliği, ömrünü ve mesâisini, ancak büyük ve güzel işlere hasretmek, bayağılıktan ve küçük işlerden sakınmaktı. Aileden zengindi. Resmî memuriyette bulunduğu dönemlerde devletten maaş almazdı. Buna rağmen çevresindeki fakirlere, kendi kesesinden yardımlarda bulunurdu.
Şair ve edip sıfatıyla Ali Şîr Nevâî, o zamanki Türk aydınlarının hayran oldukları İran edebiyatını benimseyip Türk zevkini adapte ederek Türkçeyi yüksek bir sanat dili hâline getirdi. Böylece Türk ismini yükseltti.
Kitaplarının en önemlisi; beş manzum eserden oluşan ve 64.000 mısralık Hamsa isimli olanıdır. 1484’te tamamlamıştır. Kitabın birinci bölümü ahlâk ve tasavvufa dairdir. Diğer bölümlerde sözlü halk edebiyatının eşsiz güzellikteki örnekleri olan Ferhat ile Şirin, Leylâ ile Mecnun’u yazılı hâle dönüştürmüş, İskender ve Behram Gur’un hayat hikâyelerini şiirle anlatmıştır.
Diğer bir eseri de 55.000 mısralık Hazâ’in al-Mâ’ni isimli Türkçe Divan’dır.
O’na göre insan hayattan zevk almalı, dünyanın güzelliklerini sevmelidir. Nevâî, İslâm dinine de bağlıdır. Yazılarında İslâmiyet’i ihmal etmez. İslâmiyet’i, halkın anlayacağı sâde bir dille anlatır. Sufî değildi. Fakat samîmi bir mutasavvıftı.
Ali Şîr Nevâî, döneminin en önemli devlet adamlarından biri ve erişilmez zirvede bir edipti.

 

Ufalanma İçin Model Arayışı

1970’lerin sonlarına doğru Yugoslav modeli bize örnek gösteriliyor ve “özyönetim” üzerine makaleler, kitaplar yazılıyordu. O dönem bazı CHP yetkilileri yeni ve makbul bir şey bulmuş gibi Yugoslavya seyahatine çıkıyor, rapor üzerine rapor yayınlıyorlardı. II. Dünya Harbi’nden sonra bir arada yaşamaları mümkün olmayan, ancak Tito’nun varlığı ile birbirine pamuk ipliği ile bağlı devletlerin Avrupa’da liderliğe oynayan ülke tarafından ne hale getirildiğini birlikte yaşadık.

Yine zaman zaman IRA ve İrlanda örnekleri ortada dolaştırılır. Gerek Yugoslav modeli, gerek İrlanda bize hiç uymamaktadır. Birbiriyle tamamen zıt bir araya gelmesi mümkün olmayan unsurları hangi ad altında olursa olsun bir arada tutmak mümkün değildir. Federasyonda bile böyledir. İrlanda gerçeği farklı mezheplerin birbirine üstünlük mücadelesidir. Bunları bir araya getirip yaşatmak mümkün değildir. Türkiye’de ise;  %5 – %8 arasında değişen bir oran hariç insanlar bir araya gelebilmekte, iç göçe konu olabilmekte, mezarlıklar ve mabetler farklılaşmamaktadır. Ancak son senelerde demokratikleşme tezgâhı ile vatandaşlarımızın zihnine baskı ile etnik fitne sokulmuş, kendi kendilerini ötekileştirme yolu açılmıştır.

Anayasası olmayan İngiltere’nin anayasa deneyimini ve İrlanda gerçeğini öğrenmek için TBMM’den bir heyetin gitmesini doğrusu yadırgadım. Yerinde bir araştırmaya gerek yoktu. Gelişen teknoloji Türkiye’de de bize İrlanda gerçeğini öğretebilirdi.  Ama seyahat daima faydalıdır; gerginlikleri giderir; moral yükseltir ve yeni heyecan dolu vekillerimize güç katar.

Terörle mücadele askeri yönden 1984’den itibaren başarı ile sürdürülmüştür. Bazı yanlışlara ve zayiatlara rağmen bunun aksi söylenemez. Ancak siyasi irade dik durabilmiş kararlı, istikrarlı bir çizgi izleyebilmiş midir?  Terörle mücadele yerine müzakere, silah bile bırakmamış bir örgüt ile yapılamaz. Bu mücadelede gerek polis, gerek asker vatan savunmasını gerektiği gibi yapmaya çalışmışlardır. Şimdi malûm çevreler asker ile polisi, halkla orduyu karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır.

Malûm Kürtçü ve ırkçı parti askerin başarısızlığını bir psikolojik harp anlayışı içerisinde ileri sürmektedir. Türkiye son yıllarda sınır ötesi kara ve hava harekâtını neden yapamamaktadır? Irak ve Kuzey Irak yönetimleri ile ABD ve Türkiye arasındaki antlaşma neden Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır? Terörle mücadele yasası neden değiştirilmiştir? Van’da son verdiğimiz şehitler İçişleri Bakanlığının yol aramalarını ve kontrollerini gevşetmesinden değil mi?

Türkiye’ye Irak’ın Kuzey’inde çekiç gücü yerleştirilmesinden itibaren yanlış yaptırılmaktadır. Terörle mücadelenin yeri Irak’ın kuzeyidir. Şimdi buna müsaade etmiyorlar.  Maalesef bu olumsuzlukların çoğu son 7-8 senede oldu. Ortak bir Kürtçe yaratılmaya çalışıldı ve siyasi bir malzeme olarak kullanıldı. Devlete Kürtçe TV kanalı kurduruldu. Terörle mücadele edenlerle mücadele edildi. Türk değil; Türkiyeli olduğunu ilan eden devlet adamları neyin mücadelesini verebilir? Bir ara Kandil’de yerleşmiş olan insan katilleri Norveç’e gönderilecekti. Bunun rüzgârı bile bu ülkeyi etkiledi ki hiç beklenmeyen bir terör olayı ortaya çıkıverdi.

2011 Türkiye Değerler Araştırması dikkat çekici sonuçlar veriyor. Türk olmaktan gurur duyanların oranı %92’dir. Türk değilim diyenlerde %6. Bu oranlar diğer bazı araştırma sonuçları ile de benzeşiyor. İspanya’da hem İspanyol, hem Katalan olmak mümkün iken milli kimlik ve mahalli sıfatlar veya etnisiteler birbirine rakip kabul edilmezken; Türkiye’de tam tersi oluyor. İngiltere’de 400 senelik ortak hayatın İskoç’a ve Galli’ye ayrılma ve bağımsızlık hakkı vermediği kabul edilmesine rağmen; Anadolu’da bin yıllık beraberlik hâkim kültür ve Türk kimliği ile uğraşılıyor.

İskoç ve İngiliz kültürlerinin farklı olduğu ancak Birleşik Krallığın sürmesi açısından İngiltere’de çoğunluğun ayrılıkçılığa, bölünmeye karşı direnme hakkının bulunduğu belirtiliyor. Türkiye’de bunun tersi demokratikleştirme diye yutturuluyor. Irka dayalı uluslaşmalar ve mili devletleri hedef alan faaliyetler Avrupa Hukuk düzeninde reddediliyor. Kimseye vatandaşı olduğu devlet ile savaşma, ülkenin bütünlüğünü hedef alma hakkı verilmiyor.