12.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1107

Bağlantısızlar Arkı ve Sınır Ülke

0

Bağlantısızlar arkı 1990 sonrası dünya sisteminin öne çıkan tanımlarından birisidir. Öteki ilan edilen ülkelerin adı ve tanımlama biçimidir. Bu tanıma göre tahakküm ve deşifre edilecek ülkeler, doğal olarak bağlantısızlar arkında yer alan ülkeler olacaktır. Sınır ülke ise Türkiye’dir. Türkiye merkezle-boşluk arasında yer alan ülke olduğu için XXI. Yüzyılda gerçekleştirilmesi planlanan jeo-politik düzenlemede aracı ülke olacaktır. Dost Suriye’nin zalim Suriye olmasının arkasında bu aracılık göreviyle ilgili değişen rol söz konusudur.

Ötekinin Yeni Adı ve İlk Aşaması:

Ötekinin yeni adı: Bağlantısızlar arkıdır. Bağlantısızlar arkı haydut devletlerin bulunduğu coğrafyadır. Liberal kapitalist sistemin ürettiği ekonomik ve politik kuralların dışına düşen ülkeler ya terörle mücadele ya da demokratikleştirme kapsamında tanzim edilmelidir. İlk aşamada tanzim edilmesi gereken bağlantısız arkı İslam coğrafyasıdır. Bu coğrafyada bulunan 22 ülke iki ana çizgi üzerinden yeniden düzenlenecektir. Nitekim bu tanzim politikası: Tunus’tan başlayarak Suriye’ye kadar ulaştı. Öteki ilan edilen ülkelerin coğrafi dağılımına bakılırsa bu tanzim politikası genişleyecektir. Çünkü bağlantısızlar arkı, “küresel kuralların dışına düşen 68 ülkeyi” kapsamaktadır.

Tanzim Politikasının İki Hedefi:

22 ülkeyi tanzim etme politikası iki temel hedef üzerine oturtulmaktadır: İslâm’ın içini boşaltmak, merkez-boşluk arasına yerleştirilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini tahrip etmek. İslâm’ın içeriğini boşaltmak istiyor, çünkü İslâm; inanç ve değer boyutuyla sömürgeci güçlere karşı direnişi sağlayacak emsalsiz hükümler içermektedir. Bu coğrafyanın kilit ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş esaslarını tahrip etmek istiyor, çünkü cumhuriyetin kuruluş felsefesi bütün ruhunu emperyalist karşıtı mücadeleden alır. Tehdit sıralaması ise Global Trend 2015 gibi belgelerde açıkça ilan edilmektedir. Türkiye bağlamında yapılan tanım dikkat çekicidir: Türkiye’de etnik ve dini sorunlar artacaktır.

Neden İslâm Coğrafyası Neden İslam?

İslâm coğrafyasına yönelik kısmını yeniden biçimlendirmek için izlenmesi gereken yolun ilk aşamasında İslâm’ı liberal değerlere uyum içinde siyasallaştırmak ve kurumsallaştırmak yer almaktadır. Çünkü liberal sistemi belirleyen ve kuran fikri ve politik ölçütler açısından yorumlanmış İslâm; batılılaşmış İslâm’dır. Bu entegre edilmiş bir İslâm; hedeflenen ülkelerdeki yer altı ve yer üstü stratejik kaynakları küresel istikrar için merkeze aktarmayı meşru gören İslâmdır. Çünkü “dünya petrol rezervlerinin % 68’i, doğal gaz rezervlerinin % 41’bu coğrafyada bulunmakta; dünya petrol üretiminin %32’si ve doğal gaz üretiminin % 15’i de yine projenin kapsadığı coğrafyada yapılmaktadır. Her ne kadar gelecekte nükleer füzyon ve elektrikle işleyen arabaların petrolü tahtından indirmesi beklense de Ortadoğu 2050 yılına kadar stratejik etkisini sürdürecektir. Bu nedenle ABD’nin belirtilen coğrafyayı dönüştürmek istemesi doğaldır. Doğal olmayan husus: İslâm’a mensup olduklarını söyleyen kesimin bu değirmene su taşımasıdır.

Milliyetçiliği Tasfiye Etme Politikası:

Anılan siyasi-stratejik modele göre liberalizme karşı meydan okuyan ideolojiler ölmüştür. Öyleyse cevabı aranması gereken soru şudur: Liberalizmle rekabet edecek başka ideolojilerden söz edilebilir mi? Bu noktada iki ihtimal söz konusudur: Din ve milliyetçilik. Böyle bir ihtimal karşısında din dönüştürmeli, milliyetçilik ise tasfiye edilmelidir. Tüm toplumların liberal toplumlar olması gerekmiyor. Sadece onların farklı ve daha yüksek insan toplumu biçimlerini temsil etme şeklindeki ideolojik iddialarına son vermeleri yeterlidir. Ülkemizde milliyetçilere karşı uygulanan politikaların ve onları ayartmaya yönelik olarak üretilen lafların ve iddiaların arkasında sürdürülen politikayı engelleyecek olan milliyetçi direnişi kırmak yatmaktadır.

Tanzim Politikası İçin Tasarlanan Aracı Ülke ve Siyasi Görüş:

Söz konusu siyasi-stratejik modelin temsilcilerine göre ‘ İslâm dünyasının lider ülkesi olmak en fazla Türkiye’ye yakışır. Fakat önemli bir sorun bulunmaktadır. Türkiye kendisini modern, laik, batılı bir ülke olarak tanımlıyor. Atatürk, Türkiye için öngördüğü altı temel maddeyi üççeyrek yüzyıl önce düzenlemişti. Bu öğretilerin değiştirilip düzeltilmesi zamanı muhakkak ki gelmiştir.‘ Yani Türkiye’nin belirtilen rolü üstlenmesi için milli devlet sisteminin düzeltilip değiştirilmesi gerekiyor. Ayrıca bu rolü üstlenecek bir siyasi hareket ve buna uygun toplumsal algı üretmek önem arzetmektedir. Bunun en kestirme yolu: Devletin kuruluş felsefesiyle İslâm arasında derin bir uçurumun olduğu fikrini topluma yaymak ve bunun propagandasını yapmaktır. Bu hedef şöyle dile getirilir: Türkiye İslâm’ın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri güce ve geleneğe sahiptir. Ne var ki Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk Cumhuriyeti’nin bu rolü Osmanlı İmparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslâm’ın liderliğine soyunması mümkün değildir. Türkiye bir noktada batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslamî muhatabı olarak bir rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelmelidir / getirilmelidir.

Eğer Türkiye bu rolü üstlenmezse ne olur? Türkiye, boşluk-merkez arasında bir yerde duran sınır ülkedir, bu yüzden kitlesel şiddet ve çatışma riskine en açık ülkelerin içinde yer almaktadır. Bu sürecin aracı olmayan Türkiye içinden çıkması mümkün olmayan bir sürece girer: ‘Türkiye’nin tarihi olarak geri dönüşü mümkün olmayacak bir eğilimi durdurmaya çalışması halinde yaşanacak karmaşa ve maliyet çok yüksek olacaktır. Bu tür bir teşebbüs sadece Türkiye’nin büyük bir toprak kaybetmesine yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda Kürt nüfusunun neredeyse yarısının Güneydoğu’daki etnik bölgeden diğer bölgelere yayılmış olması nedeniyle tüm Türkiye çapında etnik ilişkilerin bozulmasına kaçınılmaz olarak yol açacaktır. Dolayısıyla Kürt konusu Türkiye’nin istikrarını ve geleceğini, bölgedeki rolünün niteliğini, AB ve ABD ile ilişkilerini büyük ölçüde etkileyecektir.‘ Bu tablo son günlerde Suriye / Özerklik ve askeri alanlarda gündemde yer alan konuları yeniden ve farklı bir bakış açısıyla okumayı gerekmektedir. Böyle bir sürecin parçası olanların dinden, imandan bahsetmesi belirtilen bağlamda, yani batılılaştırılmış bir İslâm anlayışı açısından geçerlidir. İslâm’ın temel kaynakları açısından ise bunun adı: Zulümdür. 

 

Yanlış Yolda Sürüklenenler

0

İngiltere’de bir zenci gencin polis tarafından öldürülmesi ile ortaya çıkan olaylar sanayi toplumlarının sosyal hastalıklarını sergilemektedir. Aslında bu tip olaylar Fransa dahil Avrupa ülkelerinde sıkça görülmeye başlanmıştır. Yine İngiltere’de Newyork’taki İkiz Kulelere yapılan saldırıdan sonra neredeyse bütün esmerler potansiyel suçlu görülmüş ve bir Brezilyalı genç metroya girerken üstünde bir mont var diye öldürülmüştü. Batı sanayi toplumlarında iktisadi ölçülerle ortaya çıkan gelişmişlik,  moral tatminin ve manevi duyguların zedelenmesi sonucu insanları tatmin edici olmaktan uzaklaşmaktadır. Yalnızlaşan, basit bir madde gibi görülen, moral değerleri dışlanan insan, en ufak bir olayda kitleler halinde tepki hareketinin içinde yer almaktadır. Zihinleri pozitivizmin farklı tonları ile şartlanmış olan Batılı aydınlar önlerinden bu sis perdesi dolayısıyla gerçekleri görememekte, fertçi, faydacı ve maddeci bir yaratık haline gelen insanın eksiklerini giderememektedirler.

Marjinalleştirilen, dışlanan, rengi veya yabancı kaynaklı olması dolayısı ile ikinci ve üçüncü sınıf muamelesi gören insanlar, sözde bu ileri demokrasi ülkelerinde dışlanmaktadırlar. Batı Avrupa ülkeleri kendi kendilerini yenilemek ve yeni kuramsallaşmaya gitmek durumundadırlar. Birçok Batılı değer ve kurum fonksiyonunu kaybetmiştir. İngiltere’de yağma yapan, etrafı kırıp geçiren ve sanayi toplumuna karşı birikmiş olan tepkilerini boşaltanlar terörist de değildir. Ama ileri ve modern denilen toplumların açmazlarına karşı kendi varlıklarını haykırmaktadırlar. Irk ve renk ayrımının,  yabancı düşmanlığının, İslamifobinin zirve yaptığı bu ülkeler nasıl ileri demokrasinin temsilcileri olabilir? Yeni modernleşme teorileri, postmodern yaklaşımlar da post kavgasından ileri geçememekte, yeni marjinaller yaratmaktadır.

Suriye ile geliştirilen ilişkiler ve Türkiye’yi bölgede daha etkili yapacak süreç, dış dayatmalarla birden değişiverdi. Suriye’de Müslüman kanı dökülmesinden ABD ile birlikte rahatsız olanların, Irak’ta binlerce sivilin kanı akarken, kadınların ırzına geçilirken, insan hakları çiğnenirken, Türkmenler evlerini terke zorlanırken, tapular yok edilirken neden sesleri bile çıkmadı? ABD tekliflerini Suriye’ye götüren bir PTT memuru konumuna sokulmadık mı? Ülkenin itibari ve bölgedeki etkinliği zayıflatılmadı mı? Aynı şey Libya’ya karşı da uygulandı. Bu kadar istikrarsız bir dış politika ile ciddi devlet olunabilir mi? NATO’nun Libya’da ne işi var dedik, bombardımanlara karşı çıktık, İzmir’i saldırı üssü yaptık. İltica etmek isteyen yüzlerce Libyalının Akdeniz’de boğulmasına seyirci kalan insanlık dışı örnekler karşısında sesimizi çıkarmadık.

Dışarıda yabancılara karşı çok yumuşağız; ama içeride kendi insanına ve temel kurumlarına karşı aslan kesiliyoruz. Türkiye Orta Doğu bataklığına sürüklenmemeli ve kullanılmamalıdır. Sayın Cemil Çiçek “herkes yerini tayin etsin” diyor. Acaba kendileri yer tayininde isabetli mi karar vermişlerdir?

Ülkenin Ankara’dan yönetilmediği iddiaları var. Açılım adı altında bölücü ırkçılığa ve teröre karşı tavizler zinciri devam ediyor. 31 Temmuz 2011’de Türkiye-İran sınır kapısı Esendere’de 2. Habur rezaleti ortaya çıktı. Malûm partinin bir milletvekili ve yanındakiler “burası bizim özerk bölgemiz buraya pasaportla ancak giriş yapılabilir” diye sınırı kapatma teşebbüsleri oldu.  Ülkeyi yönetenlere açıkça küfreden ve terör örgütü ile beraber çalışan bazı belediye başkanlarının kılına bile dokunulamıyor. İsveç’ten rica ile getirilenlere Kürtçe Kuran hediye ediliyor ve resmi karşılama yapılıyor.

Anayasa değişiklikleri ile farklılıkları kutsallaştırarak, etnik ve mezhep gözlükleri ile toplumu demokratikleştireceklerini zannedenler, Avrupa’ya bakmalılar. Almanya yeni göç yasası ile evlenme de dahil iyi Almanca bilmeyeni hoş görmüyor ve ülkesine sokmuyor. Danimarka çirkin ve garip entegrasyon testleri uyguluyor. AİH Mahkemesinin içtihatları arasında din ve ırk farkının veya yeni milliyetler yaratılmasının mutlaka anayasaya girmesi diye bir şart yok. Tam tersine her konuda milli seviyede birliktelik ve vatandaşlar arasında eşitlik esas alınıyor. Kimseye pozitif ayrımcılık yapılmıyor. İsviçre federal bir yapıda olmasına rağmen, İsviçrelilik kimliğini öne çıkarıyor. Dünya nereye, Türkiye ise nereye götürülüyor?

Akıllı Bürokratlar

 

Günümüzün vizyon noksanı, kapasitesiz, siyasi yardakçı bürokratları ile kıyaslanmayacak ölçüde akıllı bürokratlar, daha doğrusu, kapasiteli, vizyon sahibi, çalışkan ve dürüst bürokratlar da geçti bu ülkeden. Ve onlar bu günün Dev Kurumlarını oluşturdular, onlar Devletin onurunu kurtardılar..Onlar her biri bir efsane olarak yerlerini aldılar.   

Bu grup için birkaç önemli isimden başarı hikayeleri aktaracağız. 

Kazım TAŞKENT,

Yapı Krediyi, Yapı kredi yapan adam.  Onunla çalışmak nasip olmadı ama biz bankacılığımızda onu böyle tanıdık. Yapı kredi onunla, batılı anlamda ticari banka hüviyeti kazanmıştır. Özellikle dış ticaret becerisi, diğer bankalardan bir adım öndeydi. Ticari krediler ve ticari işlemlerdeki becerisi de öyle.

Asıl ondan söz etmemiz için başka bir başarı hikayesi vardır.

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ, birkaç yıl önce “GİROKRAT”  -Yani Girişimci Bürokrat- adıyla bir iki güzel belgesel yayınlamıştır.  Kazım TAŞKENT’in hikayesi bunlardan biridir.

O Belgeselden öğrendiğimize göre; 1936’da; o zaman ŞEKER ŞİRKETİ GENEL MÜDÜR YARDIMCISI olan KAZIM TAŞKENT, Turhal Şeker Fabrikasını kurmakla görevlendirilir.

Proje Almanlarındır. 30-40 kişilik bir grup Alman Teknisyen gelmiştir. Montajı onlar yapacaklar, fabrikayı çalıştıracaklardır.  Kazım TAŞKENT bu grupla birlikte TURHAL’a gider.

Turhal, benim için ayrı bir önemi haizdir. Çocukluğumda, önceleri babamla birlikte, daha sonra yalnız başıma, kamyon şoförleri ile beraber, Turhal’a gider, bazen bir iki gün sıra bekler ve bir Kamyon Şeker alarak dönerdim. Ufak tefek bir ilkokul-ortaokul öğrencisi olarak yaptığım bu iş gezilerinde Erzurum’dan Sivas’tan, Elazığ’dan, başka yerlerden gelen diğer şeker tüccarlarının sempatisini de çekerdim. Bana yardım ederlerdi. Sırada, yüklemede bir problem olmazdı.

Ve bazen aynı gün, bazen ertesi gün Kamyonumuzu doldurmuş olarak, mağrur bir edayla Turhal’dan ayrılır, Mecitözü’nün yolunu tutardık.  O günlerde, Turhal-Mecitözü arasındaki bu 80 küsur kilometrelik yolu 4-5 saatte alabilirdik.  Benim yaşımda ve cüssemde bir çocuk için bu büyük başarı sayılırdı. Babam gururlanırdı, benim de hoşuma giderdi.

İşte şimdilerde, 1950-60 larda, Türkiye’nin en büyük Şeker Fabrikası unvanını elinde  tutan Turhal, o zaman 1936’da sadece güzel bir KÖY imiş. Ve Kazım Taşkent Bu köyde; ŞEKER FABRİKASI Kuracaktı. Tekrar yukarıdaki belgesele dönersek;

Kazım Taşkent, Alman teknisyenlerle Turhal’a gidecektir. İşçileri bizzat kendisi çevre köylerden bulacaktır. Fabrika yapımı başlayacaktır.

Ne var ki; o günün Turhal’ında Elektrik yoktur. Doğru dürüst Lokanta yoktur. Sinema-Tiyatro yoktur. BİRA yoktur. Bizim Alman teknisyenler bu şartlara (15) gün dayanabilirler. Ve bir gün topluca Turhal’ı terk ederler. Hem de habersiz.. Kazım Taşkent çılgına döner. İstanbul’a gittiklerini öğrenir, doğruca İstanbul’a gelir. Almanları bulur. Ancak nafile. Almanlar, koşullar değişmedikçe geri dönemeyeceklerini kararlı bir şekilden söylerler. 

Bunun üzerine Kazım TAŞKENT, Alman Hastanesi Başhekimine gider, durumu anlatır ve Alman Aşçıbaşını, geçici bir süre Turhal’a göndermeye razı eder.  Bol miktarda BİRA alınır.  Bir Tiyatro grubuyla anlaşılır, 15 günde bir Turhal’a geleceklerdir. Ve Alman grup yeniden Turhal’a döner..

Çalışmalar başlar, bir iki hafta derken bu defa Türk İşçiler birkaç gün çalışınca bir daha işe gelmemeye başlarlar. Araştırılır. Kazım Taşkent bizzat köylere gider ve anlaşılır ki; işçiler birkaç aylık ihtiyaçlarını bir-iki günde yevmiye olarak alınca bir süre çalışma gereği duymamaktadırlar. Buna da bir çözüm bulunur. İş gücü kesintisiz hale getirilir.

Sonunda akla hayale gelmedik detaylarla uğraşılırken inşaat da hızla yürümektedir.  Ve bir rekor kırılır; tam (9) ayda Fabrika Çalışır hale getirilmiştir.  (Çorum Şeker Fabrikasının tamamlanma süresi vakıa bir negatif rekordu ama normalde de 3-5 yıldan az olamazdı, o günün Turhal’ında Çorumun 2-3 misli büyük o fabrika 9 ayda tamamlanmıştır.)

Turhal Şeker Fabrikasının kuruluşu evet, tam (9) ayda tamamlanmıştır. Ve bu 1936 şartlarında bir rekordur. Bu gün de bir rekordur. Türkiye’nin en büyük Fabrikalarından biri (9) ayda kurulmuştur.  Hem ne şartlarda.. İşte bunu başaran Kazım TAŞKENT’tir.

Bu bağlamda Anadolu Üniversitesine gerçekten teşekkür etmek gerekir. Biz de o sayede Kazım TAŞKENT’in haklı şöhretini öğrenmiş olduk. Aksi halde onu, sadece Bankacı sıfatıyla ve geçmişindeki bu ALTIN BECERİYİ bilmeden tanımış, daha doğrusu tanıyamamış olacaktık.

Şimdikilere bakar mısınız? İstisnalarını elbette tenzih ederiz ama; genelde vizyon yok, sorumluluk yok, kapasite yok, liyakat yok.  

Ne var? Yukarıya yaranmak var, partiye hoş görünmek var, cep doldurma ve cep doldurtma anlayışı var.. . Ve bütün bunlar dürüstlük maskesi altında var.  Allah rast getirsin… 

Allahtan Türkiye’miz, Kazım TAŞKENT becerisindeki, Ahmet DALLI çizgisindeki, ANIT Yöneticilerle bu günlere, bu duruma gelmiştir.  Politikada da benzer isimler bulmak mümkündür. Düşünün siz de göreceksiniz. Onları araştırın, bir de bu günküleri,  evet bu günküleri bir de yarın araştırın.  Dudaklarınız uçuklar. Neyse biz yolsuzlukları araştırma bakanı değiliz ya..

Şimdikiler, bunu anlayamazlar, birisi bir üst makamda ise, mutlaka bir çıkarı vardır. Birisi büyük işler başarıyorsa mutlaka kendisine de bir pay vardır. Bu gün işte böyle düşünülüyor.  Onların anlayışında dürüst bürokrat yoktur. İş yapan bürokrat vardır ve kendisine de bir pay çıkarmaktadır.

Bir iki isim daha vermeden geçemeyiz.  

Ahmet DALLI,

Ahmet DALLI da AKBANK’ı AKBANK yapan adamdır. 

Nerden bulmuş nasıl bulmuşlar bilemiyorum. Ama son iki yılında birlikte çalışmak gururuna sahip oldum.

İki yıl üst üste onun, Sayın Ahmet Dallı’nın, Akbank birimleri ve Yöneticileri hakkındaki ÖZEL FORMLARINI güncelleştirme görevi bana verilmişti. Bu çok özel bir görevdi. . Belli sürede ve sıfır hata ile yapılmak zorunda idi.

Bu formlar bizzat kendileri tarafından dizayn edilmişti.

Bir köşede yöneticinin çok kısa özlük bilgileri yer alıyordu. Bu bilgiler yönetici ile birlikte aktarılabiliyordu. 

Yani TEK FORM’da O BİRİM’in son ÜÇ YILLIK Performansını, Banka Genel ortalamasında göre artı ve eksilerini;  Yöneticisini, Yöneticinin son üç yıllık performansını, aldığı teftiş sicillerini, önceki dönemlerde alınmış, takdir teşekkür ve başarı notları ile varsa cezalarını; HEMEN GÖREBİLİYORDUN UZ.

Bilgiler doğrudan birinci kaynaktan anlıyordu. Birim için son Teftiş Raporları; Mevduat ve Krediler Departmanlarının güncelleştirilmiş bilgileri ve nihayet BİRİM YÖNETİCİSİNİN Bizzat Kendisi tarafından en son açıklanan görüş, öneri ve dileklerini görebilirdiniz.

Ve düşünebiliyor musunuz, bütün bunları doğrudan öğrenmek ve o formlara dökmek üzere; BANA İKİ YILLIK YETKİLİ MÜFETTİŞ MUAVİNİNE ÇOK NET, ÇOK GENİŞ BİR YETKİ VERİLMİŞTİ..

Bütün Raporlar ve ilgili departman tabloları önümde idi. Doğrudan İDARECİ ile ve DİREKT Hattan görüşme yetkim vardı. Doğrudan birinci idareciyi arıyordum ve baştan söylüyordum, Sayın AHMET DALLI BEYEFENDİ Adına arıyorum. ŞU BİLGİLERİ İSTİYORUM.. Bu kadar kesin ve net.

Bu çok özel yetki bizzat kendileri tarafından verilmişti. Benim için ayrı bir gurur kaynağıdır. Ahmet Dallı adını duyunca yer yerinden oynuyordu. Bazen, noksan kalan bilgiler dakikalar içinde hemen geliyordu.      

Ve düşünebiliyor musunuz, 1971-1972 ve Bilgisayar YOK. Bilgiler manüel tablolarda ve Daktilo ve Facit Hesap Makinası kullanıyorsunuz.  Şehirler arası telefonu santral bağlıyor. Otomatik görüşme yok.

O zaman AKBANK’ın 600 küsur şubesi var. Ve bana verilen süre İKİ HAFTA..

Çok yoğun bir çalışma ile bir iki gün önce görevi bitiriyorum.. Tam zamanında kendilerine takdim ediyorum.   Önce hiçbir şey söylemeden şöyle bir iki FORM-KARTON inceleniyor. Sonra kalın siyah gözlüklerin üzerinden sert ama sevecen bir bakış bana oturmamı işaret ediyor.

Yirmi dakika kadar tetkikten sonra, gözlüklerini çıkarıyor Sayın Dallı ve gülümseyerek teşekkür ediyor.  Çay söylüyor. Beni sorguluyor. Kimlik bilgilerim zaten elinde notları var adeta onları teyit ediyor.  Yaklaşık yarım saat süren bir görüşme. Soruyor ve cevap alıyor, soruyor, soruyor.. Sonra çok rahatlatan bir gülümseme ile kalkıyor, beni tebrik ediyor. Teşekkür ediyor..

Anlıyorum ki bu göreve özel olarak seçilmiştim.  Aynı görevi ikinci yıl da yaptım. 

Bu ÇOKÖZEL bir PROJE idi. AKBANK’ta aldığım ÖZEL Görevlerin İLKİYDİ.. Sonra Tüm Almanya’yı ve  Belçika’yı da Kapsayan İŞÇİ DÖVİZLERİ ile ilgili Çalışma Gelecekti. Yurt içi ayağı ALTI AY ve YURT DIŞI AYAĞI DÖRT AY süren Çok Özel bir Proje idi.  Her neyse bu konuları ayrıca işleriz.

Sayın Ahmet DALLI için hazırladığımız işte o kartlarda hemen saniyeler içinde elinizdeki birim ve idarecisi hakkında öz bilgilere ulaşabilirdiniz. Bilgisayarın olmadığı bir dönemde bu hazırlık çok önemliydi. Sayın Dallı ciddi çalışan birisi idi.

Onun Akbank’ta görev kabul etmesinde bir hikâye anlatılır;  Sabancı Kardeşlere diyor ki; TAMAM KABUL EDİYORUM. BANKANIN BAŞINDAYIM AMA BİR ŞARTLA İKİ YIL HİÇ BİR ŞEYE KARIŞMAYACAKSINIZ. O ANDA BIRAKIR GİDERİM..

Bu şart kabul ediliyor, Sabancı yalnızca izlemekle yetiniyor.  Ve işte AKBANK, AKBANK oluyor. Dallıdan önce, 1950’lerde yılsonu hesaplarını kapatabilmek için dışarıdan, Devlet kadrolarından özel destek alan bir kurum, bir banka varken,  1970’lerde, ciddi, sağlam temellerde, güvenilir bir BANKA Doğuyor. İşte bu Sayın Ahmet DALLI’nın eseridir.

Burada bir başka isimden söz etmek gerekir, o da Ahmet DALLI’nın arkasındaki en büyük dayanaktır. Banka içyapısını sağlam temellere oturtan, ciddi bir otokontrol sistemini kuran, o zamanın en ciddi finans kuruluşu olan T.C. Ziraat Bankası Teftiş Heyeti Yönetmeliğini birebir AKBANK’a adapte eden ve o sayede güvenilir bir denetim mekanizması ile Banka’nın TEMELLERİNİ SAĞLAMLAŞTIRAN isim.

Evet;   Bu isim;  Sayın Vefa CEMAL SEZER‘dir. 

O da bir ayrı ABİDE İSİMDİR. Eğitici ve Kontrol Edici Teftiş anlayışını, O zamanlar Devletten çok daha ciddi bir Teftiş Anlayışını, getiren AKBANK TEFTİŞ HEYETİNİ KURUMSALLAŞTIRAN isim Vefa CEMAL SEZER’ dir.

İsmini duyardık ama kimse onu görmezdi. Sabah çok erken gelir, akşam herkesten sonra çıkardı. Kimse onu göremezdi.

Bir gün, Teftiş Heyeti Reisimiz, Sayın Kenan TEMELLER -o da ismi gibi Akbank’ın temel taşlarından biridir, Akbank’ı Akbank yapan kadrolarda önemli, bir isimdir.-  Evet Sayın Temeller beni çağırdı. Ve Git bakalım Vefa Cemal SEZER seni istiyor..

Neden? diyemedim. O da açıklama yapmadı, çıktım, üçüncü katta olduklarını biliyordum. Sordum odalarını buldum ve kapıyı çaldım.

İçeri girdiğimde, tam karşımda, saçları, bıyıkları, kaşları bembeyaz olan devasa bir adam bana bakıyordu. Kendimi tanıttım. Yerinden doğruldu, elini uzattı, gülümsedi, oturmamı işaret etti.

Çok kısa bir süre beni sessizce süzdü ve yine babacan bir ifade ile;  

  • – RAPORLARINI BEĞENİYORUM dedi. Kısık bir sesle TEŞEKKÜR EDERİM efendim. Diyebildim. Yine o devam etti.
  • Pendik Şubesi Müdürü için Teşekkür istemişsin, dedi ve yüzüme baktı.

Her tarafımın titrediğini hissettim. O rapor ilginç bir rapordu. O şubenin teftişine başlarken beni uyarmışlardı; Aman dikkat et o Bayan Müdür, çok değişik biridir.  Geçen yıl Kemal TOSYALI’YA KÖK SÖKTÜRDÜ VE Tosyalı ona ceza istedi. Tosyalı haklıydı. O kadın küstahın biridir, aman dikkat..

Teftişe bu ön bilgiyle ama kesinlikle ön yargısız başladım. Daha ilk anda müdür hanım, tam not almıştı.

Teftişe başlarken kendisine uzattığım Müfettiş Hüviyetini almış hiç bakmadan kapatmış ve

  • – BUYRUN DOĞAN BEY BEN SİZİ TANIYORUM demişti. Sonraki günlerde sordum;
  • – NEDEN O HÜVİYETE BAKMADINIZ dedim. Cevap ilginçti;
  • – Efendim O anda baksam da zaten bir şey anlamazdım, o heyecanla okuyamazdım. Zaten öyle rahat, kendinden emin bir haliniz vardı ki, ancak gerçek MÜFETTİŞ olabilirdiniz. İşte bunu anladım ve Hüviyetinize bakmadım. Sizi isim olarak tabii duydum ama görmemiştim. Tavrınızdan bu ancak işte o olabilir dedim ve yanılmadım.
  • – Bravo dedim, tebrik ettim. Onu çok yakından izledim.

Bir gün Şubeye eşim geldi, öğle tatilinde beraber olacaktık, tam 11.30 da Bankanın önüne gelmiş ve içeri giriyordu ki, yanında Şube Müdürümüz NEŞE Hanımı gördüm. Bana doğru İkisi beraber geliyorlardı.

Pendik Müdürümüz Neşe Hanım Çok zeki bir kadındı. Eşimi şube dışından görmüş hemen kalkmış ve onu kapıda karşılamıştı. Buyurun Doğan Bey burada demiş ve bana getiriyordu. Oysa eşimi de ilk defa görüyordu. Şaşırmıştık, zeki kadın anladı ve devam etti;

  • – Efendim, ben kapıdan bakan ve şubeye giren insanın, para çekmeye mi, Hesap Açmaya mı, Arkadaş için mi; Müfettiş Beye mi geldiğini anlayamazsam olur mu? Bu benim görevim.
  • – Harika dedik. Sizi bir kez daha tebrik ederiz.

Pendik Müdürümüz, Neşe Hanım tam bir iş kadını, zeka küpü, çalışkan ve becerikli bir yöneticiydi.. Rakamlarına bakınca, Banka ortalamasının çok çok üzerinde olduğunu görmüştüm. 1972’nin İstanbul’unda Ümraniye’de Kurtköy’de birçok önemli Sanayi Kuruluşu ve Çiftliği müşteri olarak almıştı.   O zamanın ıssız yollarında oralara bizzat gidiyor ve yöneticilerle patronlarla görüşüyordu.  Ve Herkes onu çok seviyordu. İlişkileri ve sonuçları çok iyiydi.

İşte bu Müdüre ben de Teşekkür istemiştim.  Bu yüzden Teftiş Kurulu Reisimiz Sayın Kenan Temeller ile çok tartışmıştık. Kenan Bey, önce bu kadının bir yıl önce ceza almışken şimdi nasıl oluyor da sen Teşekkür istiyorsun diyerek çok karşı çıkmıştı ve benim savım Teftişin YILLIK yani DEVRE ESASINA Göre olduğunu ve benim devremdeki sonuçların, performansın işte bunu gerektirdiğini savunuyordum. Bunları raporumda da çok net olarak anlatmış ve sonucu TEŞEKKÜR talebi ile bağlamıştım. 

Kenan Bey sert mizaçlı ama mantıklı adamdı, enine boyuna irdeledi, tartıştı ve sonunda kabul etti. O kabul etmese raporumuzun geçme imkanı kesinlikle yoktu.

İşte bu raporu soruyordu Sayın Vefa Cemal SEZER..

  • – Pendik Şubesi Müdürü için Teşekkür istemişsin, dediği rapor bu rapordu. O anda kaynar sular döküldü, adeta titremeye ve terlemeye başlamıştım. Eyvah dedim acaba raporda ne hata vardı ki Vefa Cemal Bey beni istemişti. Onun beğenmediği raporun sahibi bu bankada kalamazdı. Bunlar bir anda kafamda şimşekler gibi çaktı ve
  • – Evet efendim dedim. İstedim. Vefa Cemal Bey yüzüme baktı.
  • – İstemişsin ve ALTI AY GEÇMİŞ, hala da TEŞEKKÜR Mektubun yazılmamış dediler.
  • – Hemen takip ederim efendim dedim.

Gülümsedi, sonra yine çok sevecen, çok babacan bir tavırla eskilerden yenilerden anlattı. Onu büyük bir zevkle ve gururla dinliyordum. Bana o anda o tatlı sohbet içinde TEFTİŞİ ve MÜFETTİŞİ anlattı.  Dinledim, dinledim, Keşke yanımda bir ses alma cihazı olsa ve bu ANAYASA sayılacak DENETİM ANLAYIŞ v KURALLARINI kaydedebilseydim. 

İşte Vefa Cemal SEZER, 600 şube içinde PENDİK ŞUBESİ müdürüne istenilen Teşekkür Mektubunun ALTI AYDIR YAZILMADIĞINI takip ediyor ve sistemi harekete geçiriyordu.

AKBANK’ı AKBANK yapan Ahmet DALLI ve Ahmet DALLI’yı kurumsallaştıran da Vefa CEMAL SEZER anlayışı ve onun kurduğu Ciddi, Mükemmel DENETİM MEKANİZMASIDIR.

Vefa Cemal SEZER’i o günden sonra bir kez daha ziyaret ettim.  Teoman KOZAKÇI ile, sevgili Erdoğan AKGÜN üstada gidecekken odaları şaşırmış ve Vefa Cemal SEZER Beyin odasına adeta dalmıştık. Sonra hiç bozuntuya vermedik ona özel gelmiş gibi oturduk. O da bu ani ziyaretten memnun kalmıştı. Bizi utandırmadı, çay söyledi, sohbet ettik.

Onu göremezdik ama Her Teftiş Raporumun ona da gittiğini ve beni derinden derinden izlediğini hep hissetmişimdir.  O bana bir güven unsuru idi. O Banka için bir güven unsuru idi.

Medeni BERK,

Akbank, Akbank olurken Medeni BERK’in de Rahlesinden geçecektir. Sayın Medeni BERK de çok çalışkan, çok değişik, çok akıllı bir yöneticiydi.

Sayın Medeni BERK için bazı anılarımız, “Aslında ZOR Değil” de anlatıldığı için (Sh 359-362) tekrarlanmayacaktır. Sadece onun iş anlayışını anımsatması bakımından AKBANK Refakat Müfettişi iken KUZEY DOĞU ANADOLU BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜNE atanmamızla ilgili anımızı ve onunla İlk Erzurum Seyahatimizi anlatmıştık. Bana yarın sabah buluşalım ve Erzurum’a birlikte gidelim demişti. Saat 07-7.30 gibi buluşacaktık. Ben Bankaya saat 06.30da gittim onu beklemeye başladım ve saat 07.00 olunca bana çay getiren bekçilere sormuştum, Medeni Bey gelince haberim olsun diye ve onlardan aldığım cevabı sadece aktaracağım; EFENDİM MEDENİ BEY GELDİ, SİZ 06.30 DA GELMİŞTİNİZ O SAAT 06.00 GELMİŞTİ ODASINDA ONA DA KAHVE GÖTÜRDÜK., Dediler ve şaşırmıştım. İşte Medeni Bey O Medeni Bey’dir. Saat 06.00 da işe gelen gece yarısı Erzincan’da inşaatları gezen o Medeni Bey…

Bu ekolün son temsilcisi Sayın Hamit Beliğ BELLİ’dir.  Hamit Bey, yeni Genel Müdür Yardımcısı olmuştu biz heyete girdiğimizde onun bir önceki Teftiş Kurulu Başkanı olduğunu biliyorduk.  Dürüst ve çalışkandı.

xxxxxxxxxxxxxxxxxx

 Ve Bedrettin DALAN, Melih GÖKÇEK, Aytaç DURAK, Hasan Celal GÜZEL ve Celal DOĞAN için de söylenecek, anlatılacak çok şey var ama buraya almayacağız. Sadece bu isimlerin de çok özel, nevişahsına münhasır isimler olduğunu belirtmekle yetinmek zorundayız.

Bu bölümü bitirirken, şunu net olarak söylemeliyiz ki, çok az örnekler verebildiğimiz bu akıllı, becerikli, onurlu, vizyon sahibi bürokratlarla Türkiye bir yerlere geldi ve bu gün maalesef bu tür Bürokratımız yok artık ve acı olan taraf şu ki; bundan sonra da olamayacak gibi.  

(Baskı hazırlıkları tamamlanmak üzere olan ikinci kitabımız; “Beyaz Dünya ZOR Değil”den bir bölüm olarak aktarılan bu yazımız, günümüzün, vizyondan yoksun, kapasitesi düşük, kendini illaki taraf olmak zorunda hisseden ve icraatını da ona göre yapan bürokratlarına ithaf olunur.)

Sevgi Eğitimi – 4

Sönmez, Sevgi Eğitimi başlıklı çalışmasında, eğitimde sevginin önemini ortaya koymaktadır. Sevgi Eğitimi’nin eğitim ortamının düzenlenmesinde kullanılabilecek ilkelerini şöyle sıralamaktadır:

1- Sevgi, duygu ve düşünceleri paylaşabilme olarak ele alınmıştır.

2- Sevgi, hoşgörülü olabilme, fakat vurdum duymaz olmak, boş vermek değildir.

3-Sevgi, kişinin kendini tanımasına ve yeteneklerini geliştirmesine yardım edebilmektedir.

4- Sevgi, saydam olabilmedir.

5- Sevgi, insanın en önemli gereksinimlerinden biridir.

6- Sevgi, merkeze hiçbir varlığı koymama, bencil olmama, her varlığın birileriyle ilişkilerini belirleyip, bu ilişkileri tutarlıya doğru geliştirme, sorunların çözümünde kubaşık çalışabilmedir.

7- Sevgi, tutarlı bilgiye dayalı, çoğulcu, demokratik, özgür bir ortamda boy verip gelişir.

8- Sevgi, bilgi, beceri ve duygunun incelmesi, tutarlı olması ve zenginleşmesidir.

Yapılan gözlemlere ve araştırmaya göre, sevginin işe koşulduğu eğitim ortamlarında, öğrencilerin daha başarılı olduğu söylenebilir(Sönmez, 2003).

Garry Chapman, yılların tecrübesiyle mutluluk yolunu arayanlara  Sevgi Dili’ni sunuyor: Sevgi deposunun dolu tutulması gerekmektedir. İnsanlardaki sevgi oluşumu işte bu deponun varlığına bağlıdır.

Antik İbrani bilgesi Solomon; “Dil; yaşamın ve ölümün gücüne sahiptir. Kaygılı bir yürek insanı bunaltır, sevecen bir söz onu neşelendirir.” Der. Sözlü iltifatlar, takdir sözleri sevgiyi güçlü şekilde iletir: “Bu kıyafetle çok şık görünüyorsun.”  “Bu elbiseyle çok hoş görünüyorsun.” Gibi.

Sevginin hedefi, istediğiniz bir şeyi elde etmek değil, sevdiğiniz insanın saadeti için bir şey yapmaktır. Şu bir gerçektir ki onaylayıcı sözler aldığımızda karşılıkta bulunmak için daha çok güdüleniriz. Sevdiğinize cesaret verici, sevecen ve alçakgönüllü sözler söylemek duyguları sezinlemeyi, dünyayı sevdiğinizin gözüyle görmenizi sağlar. Kişinin kendisinin önemli olduğu hissini verir.

Sevgide nitelikli beraberlik ve sohbet çok önemlidir. Konuşanı dinlerken göz temasını sürdürmek, başka bir şeyle meşgul olmamak, duyguları dinlemesini bilmek, vücut dilini gözlemlemek, sözünü kesmemek gerekir. Burada iki kişilik tipinden söz edilmektedir:

Biri ölü denizdir: İsrail´de Galileo denizi, Jordan nehri yolu ile güneye ölü denizine akar, alır fakat vermez. Bu kişilikte olan da alır kesinlikle vermez. Bilgisi vardır paylaşmak istemez suskundur.

İkincisi çağlayan çayıdır: Gözden veya kulaktan her ne girerse ağızdan dışarı çıkar ve ikisi arasında nadiren 60 saniye vardır her gördüğünü ve işittiğini anlatır (Chapman, 2006).

Sevgi her kapıyı açan anahtar, yaşamın lokomotifi ve mutluluğun şifresidir. Dünyamızın yaşanılır hâle gelmesi için her şeyden fazla sevgiye gereksinim vardır. İnsanın barış ve huzur içinde yaşaması önemli ölçüde sevgiye bağlıdır.

İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen sürede, tüm ilişkilerde sevgi ve sevginin gücü başrolü oynamaktadır. İnsanı, içine düştüğü kötü durumlardan, bedensel ve ruhsal hastalıklardan kurtaracak olan yine odur. Öyleyse sevgi için, yaşamın yapıcı, onarıcı ve sürükleyici gizil gücü diyebiliriz. Sevgi yaşamın lokomotifi, mutluluğun şifresidir.

En karmaşık toplumsal olaylarda ve problemli bireylerde bile sevginin her kapıyı açan sihirli, gizemli bir anahtar olduğunu söyleyebiliriz. (Özkale ).

Komşuluk ve Ramazan

 

Ailemizden sonra iyi veya kötü günlerimizde yakın temas halinde bulunduğumuz en yakın sosyal çevremiz komşularımızdır.

Yüce dinimiz İslam,  komşulukla ilgili bir takım hak ve sorumluluklar ortaya koymuştur. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa 4/36)

Hz. Peygamber (s.a.s.) de komşuluk hukukunun önemi hakkında;

Hz. Cebrâil (a.s) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim.” (Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr, 140) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir başka hadis-i şeriflerinde ise;

“Kim Allah’a ve ahirete inanıyorsa misafirine ikram etsin. Kim Allah’a ve ahirete inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah’a ve ahirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin” (Buhârî, Edeb 31; Müslim, İman 74) buyurarak komşulara iyilikte bulunmayı kâmil mü’min olmanın gereği saymıştır.

Komşularla iyi geçinmek, koruyup gözetmek imanın kemalindendir. Öyleyse Müslümanlar,  Allah Resûlünün komşuluk hususundaki tavsiyelerine uymaya çalışmalıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah katında, dostların hayırlısı, arkadaşlarına hayırlı olan; komşuların hayırlısı da komşularına hayrı dokunanlardır. (Tirmizi, Birr, 28)

Komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken bir takım görevlerimiz vardır. Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı, onlarla karşılaştığımızda selamlaşmalı, onların hâl ve hatırlarını sormalı, muhtaç olduklarında yardımlarına koşmalı, üzüntü ve sevinçlerini paylaşmalı ve imkânlarımız ölçüsünde iyilikte bulunmalıyız.  

Düğün ve bayramlarda ziyaret etmek, davetlerini kabul etmek, hastalıklarında ziyaret etmek,  vefat ettiklerinde yakınlarına başsağlığı dilemek, cenazelerinin kaldırılmasında yardımcı olmak da komşuluk görevlerimizdendir.

Müslüman, komşuları ile ilgilenmeli, onların dertleri ve sıkıntılarına karşı duyarsız kalmamalıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.s.);

“Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir” (Müslim, Birr ve Sıla, 42) buyurarak komşularımıza karşı sorumluluğumuzu çok açık bir şekilde ifade buyurmuştur.

Kendi imkanlarımızın kısıtlı olduğu zamanlarda bile bir şeyler yapabileceğimizi, komşularımıza yardım etme konusunda çözüm üretebileceğimizi yine Peygamber (s.a.s.) Efendimizden öğreniyoruz.

O (s.a.s.), Ebu Zer (r.a.)’e; “Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve komşularını da unutma” (Tirmizî, Et’ime, 30) tavsiyesinde bulunmuştur.

Ayrıca komşulara kötülük yapmamak, herhangi bir şekilde zarar vermemek de gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin” (Müslim, İman, 73, 75); “Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman etmiş olmaz” (Buhârî, Edeb, 29) buyurarak bizleri komşularımıza zarar vermekten sakındırmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığımız bu seneki Ramazan ayının ana temasını “Komşuluk” olarak belirlemiştir. “Peygamber Efendimize (S.A.V.) komşu olmak için iyi komşu ol” kampanyası ile özellikle son yıllarda hızlı kentleşme, göç, nüfus yoğunluğunun artması gibi sebeplerle zedelenen komşuluk ilişkilerini yeniden canlandırmak için yoğun bir çalışma başlatmıştır.

Mübarek Ramazan-ı Şerif ayını fırsat bilerek, Allah ve Resûlü’nün üzerinde önemle durduğu komşuluk münasebetlerimizi güçlendirmeye; bozulan, aşınmaya uğrayan ilişkilerimizi düzeltmeye çalışalım. 

Özellikle Peygamber Efendimizin tavsiyelerine uyarak iftar sofralarımızı komşularımızla paylaşmak; sahur çorbalarımızdan onlara ikramda bulunmak; yardımlaşmak ve hediyeleşmek suretiyle Ramazanın manevi hazzını birlikte yaşayalım.

Mukayese Etmek Üzüyor

 

Türkiye özellikle 2007 yılından bu yana, bir yerden düğmeye basılmışcasına ard arda kırk yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek ilginç ve önemli olaylar yaşıyor. Bu olayların ayrı ayrı sebepleri olduğu gözükse bile bir bütünün parçası olduğu da tartışma götürmez bir gerçek.

Bu gün gelinen nokta itibarıyla Türk milleti korkutularak, ürkütülerek itibarsızlaştırılmıştır. Tetikçi medya işi kürtlere pozitif ayrımcılık talep eder hale getirmiştir.

Türk ordusu davalar, tutuklamalar, yakalamalar ve bunlara bağlı yürütülen psikolojik operasyon nedeniyle millet nezdinde büyük ölçüde bir güven kaybına uğramıştır.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasal kurumları olan; Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve adli yapı herkes tarafından eleştirilir bir noktaya gelmiş ve adalete güven duygusu dip yapmıştır.

YÖK ve ÖSYM gibi yüksek öğretim çağındaki milyonlarca genci ve ailesini ilgilendiren uygulamaların merkezi olan kurumlar, çok tartışılır hale gelmiştir. Eğitimde fırsat eşitliği lafta kalmıştır.

En nihayetinde de Türk futbolu çatırdamış ve Türk futbolunun efsane kulüpleri ve isimleri artık sokağın diline düşmüş bir operasyon ve soruşturmayla teşhir edilir hale gelmiştir.

Siyasette istikrarın sürdüğü böyle bir dönemde ülkede bunlar ve bunlara benzer bir çok  olayın yaşanması çok dikkat çekicidir.

2007 yılından bu yana gelişen olaylar nedeni ile Türk halkının; millet, ordu, yargı, siyaset, anayasal eşitlik, eğitim hakkı, spor  ve bunlara benzer kavramlar üzerinde yılların birikimi sonucu oluşmuş üstün moral değerleri erimiştir.

Bütün bunlar bana Osmanlı-Türk İmparotorluğu’nun 1911-1912 yılları arasında yaşadığı Balkan Savaşları’nın öncesini hatırlatmaktadır.

100.yılını idrak ettiğimiz bu savaşlar neticesinde Osmanlı-Türk Devleti  yaklaşık 500.000 kilometrekare toprağını kaybetmek ve milyonlarca insanını oralarda bırakmak zorunda kalmıştır. Kaybedilen topraklar Trabzon, Diyarbakır, Hakkari, Van, Kayseri, Sivas gibi Türk toprağıdır.

Bu gün ülkemizin 780.000 kilometrekare olduğunu düşünürseniz, kaybedilen 500.000 kilometrekare toprağın büyüklüğünü ve ne anlam içerdiğini anlayabilirsiniz.

Günümüzde vatan toprağımızdan bir santimetrekareyi verme düşüncesi bile canımızı yakarken, 500.000 kilometrekareyi vermiş olmanın acısını çoktan unutmuş olmak, bizi ne hale düşürdüklerini anlamak bakımından çok ibret almamız gereken  bir örnektir.

İçinde bulunduğumuz dönemle, Balkan Savaşları öncesinde yaşanan dönemin büyük benzerlikler içerdiğini düşünüyorum. Burada biliyorum değilde düşünüyorum diyorum çünkü hemen buna malum odakların temsilcileri tarafından “yok böyle bir şey” diye itirazlar gelebilir.

Osmanlı-Türk İmparotorluğu’nun ordusu, Balkan Savaşları öncesinde tam bir başı  bozukluk  içindeydi. Ordu siyasete bulaşmış ve komuta kademesinde alaylı-mektepli tartışmaları en üst düzeye çıkmıştı.

Etnik milliyetçiliğe dayalı azınlık siyaseti bu gün olduğu gibi, Avrupalı devletlerin desteği ile yönetimde çok etkiliydi. Bu gün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin verdiği ödünler gibi daha fazla özgürlük,demokrasi ve insan hakları talepleriyle Meşruiyet ilan edilmişti. Devlet kurumları arasında bir kargaşa ve mücadele vardı. Bu günün AB’sinde olduğu gibi dünde Fransız İhtilali’nin doğurduğu fikir akımları  etkisini artırmıştı. Bu gün ABD başta olmak üzere Avrupa devletlerinin kışkırttığı bir kısım TC vatandaşları olduğu gibi o dönemde de başta Ruslar olmak üzere Avrupa devletleri, Balkan halklarını kışkırtıyordu.

“Hilal’in Haç’tan aldığı şeyler iade edilmelidir. Haç’ın aldığı şeyler ise asla iade edilmez.” kuralı çerçevesinde Osmanlı-Türk Devleti Balkanlardan atılmak isteniyordu ve büyük oranda  malum güçler bu hedefe ulaştı.

Bu gün Türkiye’de laz, çerkez, kürt, arap, arnavut, boşnak, gürcü vs. sözde farklı kimlikleri kışkırtmak gibi bir çaba varsa dün de Balkanlarda etnik milliyetçilikler kışkırtılarak, onlara milli birliklerini ve küçük devletlerini  kurmaları için destekler sağlanıyordu.

Bir yandan Osmanlı’ya içeriden operasyon yapılıyor diğer yandan dışarıdaki cephe olgunlaştırılıyordu.

Sonuç; bu küçük devletlerin küçük orduları Çatalca’ya kadar dayandı. İstanbul’da top sesleri duyuluyordu. Ve bu ordular Yeşilköy’e kadar geldiklerini büyük bir anıtla tarihe not düştüler.

Türk hikayecisi Ömer Seyfettin, Balkan Savaşlarına ait hatıralarında “…kimi gördümse ; mutlaka harp olacak!.. diyor. Ben hala ümit etmiyorum. Niçin harp olacak? Balkan hükümetlerinin istedikleri verildikten sonra harbe ne hacet? Buna aklım ermiyor.” diyor. Bu günde insanlarımız Ömer Seyfettin’in  halinde olduğu gibi bizden istenilen her şeyi verdiğimizi düşünmüyormu? Daha ne yapmak gerekiyor  acaba başımıza gelecekleri engellemek için?

Yine Ömer Seyfettin “Diyorlar ki; harp başladı. Fakat kimsenin bir şeyden haberi yok… her gün bir alay emir neşrolunuyorsa da anlamak mümkün değil.”diye devam ediyor. Şimdi  aramızda olup bitenin, ne için olduğundan haberi olan varmı?

Günümüzde yaşadığımız adına değişim, dönüşüm, gelişim ne derseniz deyin bir çok olayın AB kriterleri çerçevesinde gerçekleşmediğini söyleyebilirmisiniz? Bunların Balkan Savaşları öncesinde olduğu gibi toplum üzerinde Fransız İhtilali’nin yarattığı etki gibi bir etki yaratmadığını ve bu etkinin  Türk milleti aleyhine kullanılmadığını kim söyleyebilir? Avrupa,ABD ve İsrail; hem Fransız İhtilali’nin hem de Avrupa Birliği’nin ortaya çıkardığı fikir akımlarını ve düşünce ortamını, başta Türkler olmak üzere tüm mazlum ve mağdur milletleri ezmek ve sömürmek için kullanmayı dün olduğu gibi bu gün de başarmaktadır.

Dikkatli bakılınca, Avrupa, ABD ve İsrail koalisyonu; 100 yıl once Balkan savaşları öncesinde olduğu gibi,ülkemizde etnik siyaseti ve Türk milletinin içinden yeni milletler çıkarma gayretlerini desteklemektedirler.

Balkan Savaşları öncesinde ve sırasında Türk ordusunda yaşanmış olanlar ile bu gün Türk ordusunda yaşananlar arasında bir benzerlik varmıdır? Örneğin genelkurmay başkanı ile kara ve deniz kuvvetleri komutanlarının yayınladıkları veda mesajlarındaki istifa gerekçeleri ortadan kalktımı da yeni komutanlar görevlerini  kabul ettiler? Yoksa ne olursa olsun dün olduğu gibi bu günde koltuğu kapalım anlayışı devam mı ediyor?

Size soruyorum; acaba düşünemeyen, değerlendiremeyen, korkan, kafası karışmış, milli benliğini kaybetmiş, ülkesinin değerlerine güvenini yitirmiş ve Ömer Seyfettin’in tarif ettiği gibi ne yaptığını bilmez bir toplum yaratma çabaları; Balkan Savaşları’nın sonucunda olduğu gibi Türk milletinin aleyhine bir sonuç çıksın diyemidir?

Kanaatime gore; Türkiye’de bu gün yaşananlarla dün Balkan Savaşları öncesinde yaşananlar arasında, olayların aktörlerinin adları ve roller  değişsede büyük benzerlikler vardır.

Son noktayı da Günyüzü Gazetesi’ne röportaj veren Prof. Dr. Mahir Kaynak’la koyalım: “Deniz Baykal ile CHP, resmi ideolojinin savunucusu olmak durumundaydı. Asıl hedef kişi değil CHP’nin (yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşam felsefesi) ideolojisiydi. Onun için lideri değiştirmeye karar verdiler. MHP çizdiğimiz Türkiye projesine uymuyor. Türkiye şu anda bölgesel bir güç olacak. Onun için çeşitli soy ve inançlara dost bakacak(sanki Türk milliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi düşman bakıyor). Bahçeli bu oyunu gördü. Bir hareket tasfiye edileceği zaman yolları bulunur.” diyor.

Allah hepimize akıl fikir vermiş, Düşünelim, taşınalım başımıza kötü şeyler gelmesin diye tedbir alalım. Aman canım ne olacakmış diyenlere de bir zahmet Balkan Savaşları neticesinde arkamızdan bıraktığımız insanlar ne halde, gidip görün ondan sonra konuşalım diyorum.

 

Kur’ânî Dua

 

Bizi doğru yola kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet,

Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil ( Fatiha 6-7)

Rabbimiz bize dünyada da Ahirette de iyilik ver.

Bizi cehennem azabından koru (Bakara 201)

Talut’un askerleri Calut ve askerleriyle karşılaşınca şöyle dua ettiler:

‘Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır,

Ayaklarımızı sağlam bastır.

Ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et'(Bakara 250)

…İşittik ve itaat ettik.

Ey Rabbimiz senden bağışlanma dileriz.

Sonunda dönüş yanlız sanadır (Bakara 285)

…’Ey Rabbimiz unutur yâda yanılırsak bizi sorumlu tutma!

Ey Rabbimiz bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme

Ey Rabbimiz bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme.

Bizi affeyle bizi bağışla bize acı.

Sen bizim Mevla’mızsın.

Kâfir topluluğa karşı bize yardım et.’ (Bakara 286)

Rabbimiz bizi sıratı müstakime eriştirdikten sonra kalplerimizi eğriltme,

Bize katından bir rahmet bahşet.

Şüphesiz sen karşılıksız verensin (Ali İmran 8)

Zekeriya Rabbine şöyle dua etti:

‘Rabbimiz bana katından temiz bir nesil ver.

Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin (Ali İmran 38)

…”Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al” (Araf 126)

…İçimizden bazı beyinsizlerin işlediği günah yüzünden bizi helak mi edeceksin…

Bizi bağışla bize acı sen bağışlayanların en hayırlısısın.

Yusuf (as) “

“Ey Rabbim zindan bana bunların beni davet ettiği şeylerden daha sevimlidir.

Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum”(Yusuf 33)

İbrahim (as) şöyle demişti:

Rabbim bu şehri güvenli kıl.

Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut (İbrahim 35)

Rabbim beni namaza devam eden bir kimse eyle.

Soyumdan da böyle kimseler yarat

Rabbim duamı kabul eyle (İbrahim 40)

Rabbimiz hesabın görüleceği günde beni anamı, babamı ve inananları bağışla

Lokman (as) oğluna öğüt vererek dedi ki

“Yavrum Allah’a ortak koşma.

Çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür(Lokman 13)

Yavrum namazını dosdoğru kıl

İyiliği emret kötülükten sakındır,

Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol(Lokman 17)

Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme.

Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme

Çünkü Allah kibirleneni ve böbürleneni sevmez (Lokman 18)

 

Genç Bakış

0

“Her çocuk (İslâm) fıtratı üzerine doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan veya müşrik yapar” (Tirmizi, Kader: 5)

Hayatın başlangıcı bize günahsızlığı sunuyor. Çocukluğa yakın bireyler daha saf ve temizdir. Ölüme yaklaşan ise günahkârdır.  Ancak bu İslam’ı bilmeyenler için geçerlidir. Oysa Müslüman olgunlaştıkça ve yaşı ilerledikçe daha üst mertebelere erişmesini bilenlerdir.

İlk doğan çocuk nasıl tertemizse bunu koruması da dünya da bir o kadar zordur. En ufak bir leke temiz insanın üzerinde hemen fark edilir. Temiz insanın lekelerle mücadelesi de gençlik yıllarında başlar. Dünyanın ne anlama geldiğini, iyiyi-kötüyü güzeli-çirkini o zorlu yıllarda anlar. Bu iyi-kötü, güzel çirkin ise toplumdan topluma değişen kavramlardır. Toplum dinine uygun yaşar. Gençlerde o yönde yoğrulur.

Peki, Hayırlı Gençlik nasıl olmalı? Günümüzün bireylerinin en çok üzerinde durması gereken konunun bu olduğunu düşünüyorum. Hayırlı Genç nasıl olmalı sorusuna en güzel cevabı da Peygamber Efendimiz vermiştir: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahatten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fenası ise, (başını gaflete sokmakta ve nefsinin arzularına uymakta heva-perest) gençler gibi yaşayandır” (Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3). Buyurmuştur.

Gençlerimiz, bir ayağı kabirde yaşlı bir insan gibi sürekli ölümü düşünürse gençliğin verdiği heyecan ve heveslerle zevk ve sefadan uzak durmayı başarırsa hayırlı genç olma noktasında çok önemli adımlar atmış olur. Nefsin en azgın olduğu dönemde nefsinin iplerini eline alabilen gençler en hayırlı gençlerdendir. (Allah’ü Teâlâ tüm insanlığa böyle gençlik nasip etsin.)

Kanlarının en deli aktığı zamanda hele hele teknolojinin bu kadar geliştiği dönemde nefse hâkim olmak çok zor bir durum. Öyle gençlerimiz var ki günahlardan kendini alıkoyan, en ufak hatasında Allah’a yönelip namaz kılan, gözyaşları eşliğinde tövbe eden, işlemiş olduğu günahı bir daha işlemeyen, namaz vs. dini yükümlülüklerini eksiksiz yapmaya çalışan gençler! İşte hayırlı gençler bunlar olsa gerek.

Bazı gençlerimiz dini yönden olgunluğa erişmiş olsa bile bazı gençlerimiz de şeytan ve nefisle hala arkadaş gibi o arkadaşlardan zevk aldıklarını sanarak mahvoldukları da unutulmamalıdır. Günümüz Türkiye’sinde ilköğretim kademesine kadar düşen sigara, alkol hatta uyuşturucu madde bağımlılığı da bu zayıf gençlerimize örnek verilebilir. Bize düşen görev ise bu gençlerimiz için elimizden geleni yapabilmek. Elimiz uzanırsa el uzatmak, başka türlü yardımımız olursa bunlar için çabalamak hiç bir şey yapamıyorsak dua etmek.

Türkiye gençliğine baktığımızda hem hayırlı genç hem de olumsuz davranışlara bulaşmış gençleri görebilirsiniz. Olumsuz davranışlara gençliğimiz neden düşüyor? En büyük problem aile. Dinini yaşayan bir aile birey yanlışlara çok fazla yönelmez. Yönelmiş olsa bile aile çözüm için erken teşhis uygular. Ailede çatlak varsa genç birey bundan hemen etkilenir.  Ailesiyle iletişimi yoksa olumsuz davranışlara yönelimde artar.

Aile dışında toplumda önemli gençler için. Aile de huzurlu bir birey toplum tarafından da desteklenmeli. Bir nevi pekiştirme görevi topluma düşüyor. Gençlerin olumlu davranışlarını ödüllendirmeli. Olumsuz davranışlarda ise hemen ceza değil onu o davranışlara iten sebep araştırılmalıdır. Bugünün gençlerinin yarının büyükleri olacağı unutulmamalıdır.

Müslümanlığı yaşama noktasında gençlerimizin ve büyüklerimizin eksiklikleri

Öncelikle bu eksiklikleri kendimde de görebildiğim için buradan başlamam uygun olur.

Ø  Kur-an’ı Kerimi çok az okuyoruz ya da hiç okumuyoruz.

Ø  Peygamber efendimizin hayatını bilmiyoruz. Ve okumak zor geliyor.

Ø  Namaz, oruç gibi ibadetler nefsimize ağır geliyor ve daha yaşlanmadık ki namaz kılalım diye bir ön yargı oluşmuş durumda.

Ø  Büyüklerimizin sözlerini dinlemiyoruz. Sıkıcı buluyoruz.

Ø  Eğlenmek, gezmek daha iyi gibi görünüyor.

Ø  Televizyon, internet, telefon gençlerin vazgeçilmez dostları. Sosyalleşme kavramı bitmek üzere.

Ø  Araştırmak yerine hazıra alışmışız.

Daha sayılabilecek çok şey var ama bunlar yeterli.

Büyüklerimizde eksik gördüklerim neler birde bunlara bakalım.

Ø  Gençlere karşı ön yargılılar.

Ø  Dinimizi anlatmayı sevmiyor çoğu. Namaz kılan çok ama anlatma noktasında eksikler.

Ø  Dinimizi sevdiremiyorlar.

Ø  Namaz için camiye giden bir gence sımsıkı sarılmaları gerekli diye düşünüyorum kendimce ama gülümsemek bile zor geliyor.

Ø  Mal mülk peşinde çoğu. Örnek olmaktan çok zarar veriyorlar.

Ø  Araştıran gençlere destek olmuyorlar.

Ø  Dini gençlere sevdirerek öğretirsiniz; sevgi göstermiyorlar.

Sanırım bu kadar yeterli. Aklıma gelen çok şey var ama en önemli gördüklerim bunlar.

Bu yazdıklarım herkes için geçerli değil. Elbette bunları eksiksiz yerine getiren Allah dostları da var.

Gençlik geleceğin büyükleri demektir. Az çok hatalarımız ortada iken hatalardan bir an önce sıyrılmak gerekir. İnşallah niyetimiz güzel olursa en güzel günleri yaşarız. Biz gençler hatalardan payımızı alırsak ilerde gençlerimize örnek olabiliriz belki. Dinimizi en güzel düzeyde yaşamak ümidi ile…

Allah hayırlı gençlerden olmayı nasip etsin. Allah yar ve yardımcımız olsun…

 

Yaşasın Hatıralar – Ergün Göze 1931 – 2009

Rahmeti-rahmana kavuşmuş olan Ergün Göze’nin hatıraları kitabı Kubbe Altı Yayınlarından “Yaşasın Hatıralar”, Sivas Aydınlar Ocağı Başkanı olan yeğeni Prof. Dr. Fahrettin Göze tarafından Elazığ toplantısında hediye edilmişti. Fakat fırsat bulup okuyamamıştım. Yaz tatilinde okuma fırsatını buldum. Ne kadar güzel-yerinde-aydınlatıcı bilgilerle bezenmiş bir kitabı okumakta geç kaldığımı fark ettim. Kitap bir nefesle okunacak cinstendi.

Ergün Göze, bizim üniversite öğrenciliği yıllarımızda fikirlerinden istifade ettiğimiz bir fikir adamıdır. O yıllarda Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Cemil Meriç, Dündar Taşer, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç bizlerin milliyetçilik-mukaddesatçılık gibi kavramları manalandırmada fikirlerinden istifade ettiğimiz diğer yazarlardandır. Bu fikir adamları bizler için devlet millet meselelerinin yorumlanmasında ve çözüm önerilerinde rehber isimler olmuşlardır.

Kitabında, Ergün Göze Karadeniz Kıraathanesinden bahseder. Burası 1950’lili yıllarda onlar için milli ve dini duyguların konuşulduğu, tartışıldığı bir yerdir. Bu yerde o dönemle ilgili çeşitli hocalardan aktarılan ilgi çekici hatıraları okuyorsunuz.

1950’li yılların fikir tartışmalarından önemli biri de Peyami Sefa-Nazım Hikmet arasında geçmiştir. Nazım Hikmet o günkü komünist Rusya’ya ve onun lideri Stalin’e  büyük bir aşkla bağlıdır. Peyami Sefa ise komünizmin ülkemize ve insanımıza yararı olmayan, insanlığa iddia ettiği gibi hak, eşitlik ve refah getirmiyeceği noktasında ki görüşleriyle konuyu değerlendirir. Marksizmin dini ve milli değerleri yok saymasını ve bunun getireceği yanlışları gündeme taşır. Ergün Göze Nazım Hikmet’in 80’li yıllardan itibaren bazı milliyetçi ve muhafazakar liderler tarafından önemsenmesini bu hatıralarında yadırgayarak sorgulamaktadır. Bir Türk düşmanı olan Stalin hayranının şiirlerinden alıntı yapmanın manasızlığını haklı olarak hatırlatmaktadır.

Tercüman gazetesi o dönemde siyasi olarak merkez-sağ diyebileceğimiz kesim tarafından okunan bir gazetedir. İyi bir okuyucu kitlesi vardır. Ahmet Kabaklı ve Ergün Göze sevilen ve itibar edilen köşe yazarlarındandır. Ergün Göze’nin yazdığı makalelerinden olan bazı hatıraları ile  1960-1980 yıllarını  daha iyi anlayabilmekteyiz. Bu hatıralar o dönemin olaylarını-liderlerini -siyasi ve fikri çalışmalarının perde arkasını  anlamamızı sağlamaktadır. Boğaz Köprüsü yapılsın-yapılmasın tartışmaları ilgi çekici hatıralarla anlatılmaktadır. O günün Başbakanı Süleyman Demirel ve A.P. Hükümetinin tavrı ile Sn. Ecevit’in söyledikleri ve daha sonra yaptıklarındaki çelişkileri okumaktasınız. Hizmet mantığındaki bir yonetimin kazandırdıkları ile tenkit mantığındaki bir anlayışın bu ülkeye nelere mal olduğunu görüyorsunuz.

Yazar hatıralarında ilkeli gazeteciliğin bir toplum için önemini anlatmaktadır. Hüviyet ve çizgisini  kaybeden bir yayının kendisine verdiği zararın yanında toplumuna kaybettirdiklerini de  anlatmaya çalışmaktadır. Kemal Ilıcak -Nazlı Ilıcak ve bunlarla beraber o dönemin etkin isimleri olarak bilinen bazı yazarların  hal ve tavırları farklı yönleri ile  çeşitli bilgiler verilerek aktarılmaktadır.

1980 li yıllarda  Turgut Özal ve çevresi hem de ANAP’ın kuruluş süreci hakkında  ilginç hatıralar da aktarılmaktadır. Türkiye Gazetesi ve Enver Ören’in   İhlas Holding girişiminin öncesi ve sonrası ile de ilgili çekici bilgiler çeşitli hatıralar üzerinden aktarılmaktadır. İhlasın-samimiyetin olduğu dönemlerde vatandaşın  teveccühü ve işlerin iyi gitmesi, fakat çizgiden ayrılmanın getirdiği yenilgiye gidiş… Bu grubun İman ve inanç çerçevesinde, abdeste sakatlık getirir gerekçesi ile diş protezlerini  dahi yenileniyecek kadar samimi davranışlarına, insanımızın gösterdiği anlayış ve teveccühün bereketi büyük bir zenginlik ve gücü kendilerine sağlamıştır. Bu duyguların kaybı ve aykırılıkların artması ile meydana gelen başarısızlıklar ve büyük hüsran diyebileceğimiz sonuç ise malumdur. Bunlarla ilgili bazı tesbitler de mevcuttur.

Türk milliyetçiliğini, Türk devletinin her ferdini sevme ve onun haklarını görme; bu ülkeyi ve insanlarını emperyalist  ülkelerin insanından aşağı görmeme olarak değerlendiren ve savunan yazar Müslümanlığı insana şeref katan yüksek ahlaklılık şeklinde değerlendirmektedir. Dinimizi insanımız için önemli birleştirici, insanileştirici, faydalaştırıcı yönleri ile önemserken bu kutsalımızın sosyal ve ticari amaçlarla kullanmanın yanlışlığını, zararlığını anlatmaya çalışmaktadır. Böyle bir fikir adamının hatıralarını okumak, çeşitli isimler ve hatıralarla  aktarılan bu bilgilerle o dönemi çok daha iyi anlamayı sağlamaktadır.

Yurt dışında da çeşitli temasları da olan rahmetli Göze “Dinler Arası Diyalog” adına yapılan çalışmaların İslamın tebliğ ve irşat özelliğiyle uyuşmadığına işaret etmekte ve ilgilileri uyarmaktadır.

Son dönemin önemli manevi liderlerinden Mehmet Zait Kotku Efendi’den aktardığı hatırada ilgili çekicidir. Hoca efendiden aktarılan 3 tesbiti önemine binaen aynen aktarıyorum.

– “İstikrar Allah’a mahsustur.”

-.”Dünyada ne kadar insan varsa o kadar dini anlayış vardır, evladım.”

-“İnşallah biz dünya adamı değilizdir.”

Bunlar üzerinde de  herkesin tefekkür etmesi gerekir diye düşünüyorum.

Rahmetli Ergün Göze tesbitlerinde 2000’li yıllar siyasi islamın, ahlaki İslamı saf dışı bıraktığı düşüncesindedir. Nedense bir türlü çözemediğimiz başörtüsü sorununun da son dönemlerde  zevcelerin saçlarını örtmesi yanında kocaların suçlarını örtmesi gibi farklı manalara gelebilecek şekilde de kullanılmakta olduğu kanaati de mevcuttur.

Son olarak da globalizmin ferde cinsellik ve para ile hitap ettiği, şöhret ve gösterişe insanların gereğinden fazla yöneltildiği, bu tuzağa düşülmeyerek milli hasletlerimizi  korumamız ve geliştirmemiz konusunda daha  hassas ve gayretli olmamız hususunda da dikkatimiz çekilmektedir.

Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

 

 

Bırakınız Kalsınlar !.. mı?

Geçen yüzyılın başlarında İKİ ANA EKONOMİK SİSTEMİN SAVAŞI VARDI.

Sosyalizm ve Liberalizm!.

Çok basit ifadesi ile Ekonomik Faaliyetleri DEVLET yapmalıdır, ya da EKONOMİ Serbest bırakılmalıdır şekline iki zıt teori…

Her iki teorinin de savunucuları vardı. Hatta ifrata kaçanlar vardı. Sonuçta keskin hatları ile KOMÜNİZM ve LİBERALİZM katı uygulama alanları bulmuştu.

Giderek “Karma Ekonomi” fikri hakim olmaya da başlamıştı. Bazı konular tamamen serbest bırakılmalı, ya da; bazı ekonomik konuları Devlet üstlenmeye devam etmeliydi.   Uygulamada bu anlayış hakim oluyordu.

Komünizmin tamamen çökmesinden sonra, ya da daha doğru tespitle Devlet elindeki Ekonomik Güç Özelleşirken birilerine sağlanan ÇIKAR HEVESİ ile; Özelleştirme Abartıldı.

Daha gerçekçi bir ifade ile, şüphe uyandıran ÖZELLEŞTİRME modelleri için; “Bunlar özelleştirme değil PEŞKEŞ ÇEKME’dir” kanaati yaygınlaştı. Aslında bu düşünce tarzı HAKSIZ YARGI olarak nitelenebilirdi. Ama örnekleri böyle düşünenleri haklı çıkarıyordu.

Özelleştirme adına Milli Değerler, yabancı sermayeye adeta peşkeş çekildi.

Bu söylem ve bu mantık aslında hiç sevmediğim bir tarz. Ama gel gör ki; sonunda söyletiyorlar.

Satışı yapılan değer bir üretim tesisi olsa, bu ülkenin hammaddesini, iş gücünü kullansa ve bunlarla bir katma değer yaratsa ve bunu da ihraç etse sözüm olmaz. Satılan değerler, rant getirici gayrimenkuller, iş merkezleri, Bankalar, Sigorta Şirketleri ve Ticari İşletmelerdir.

Bu unsurları satın alanlar, diledikleri kadar somurur (Yani Sömürür) ve işlerine gelmediği anda bırakıp kaçarlar. Geride kalacak hiçbir şeyleri yoktur.  Ayrıca bu işletmeler KÂRLI oldukları sürece başka bir olgu devreye girecektir, bunlar size verdikleri değeri, satın alma bedelini, kısa sürede KÂR TRANSFERİ şeklinde geri götüreceklerdir. İşte bu kâr transferleri, korkulacak boyutlardaki CARİ AÇIĞIN da nedeni olacaktır.  Ana Para olarak verdiklerini kâr transferi şeklinde kısa südre geri alacaklardır.  Böyle olmasa, böyle bir beklentileri olmasa kesinlikle gelmezler.

Sonra birileri çıkar ve derler ki; FİNANSE EDİLEBİLİR CARİ AÇIK TEHLİKELİ DEĞİLDİR. CARİ AÇIK FİNANSE EDİLEBİLDİĞİ SÜRECE SORUN YOKTUR.

Bunun aksini söylemek mümkün mü?

Önemli olan bu Finansı nasıl sağladığınız olacaktır.  Bu finans sağlam kaynaklı olursa, sürekli olursa sorun yoktur. Ama bu mümkün müdür?

İşte bizim son üç yıldır yazıp çizdiğimiz, haykırdığımız olay budur.

Görünürde Cari Açık Finanse edilmektedir. Ama görünürde…

Nasıl?  Yeni satışlarla!..  Cazip yabancı sermaye daveti ile, yüksek faiz ve kur oyunları ile…

Ve bir gün, bir gün bunları yapamadığınız zaman tılsım bozulacaktır. Bozulmuştur.

Ve işte satacak cazip değeriniz kalmamıştır.

Bankalarınıza, Şirketlerinize kuşku ile bakmaktadırlar.

Dış Ticaretiniz zaten açık vermektedir. Ve bu ithalat rejimi ile tersi de mümkün değildir.

Cılız bir ışık doğmuştur. Yurt dışında yatırım yapan TÜRK ŞİRKETLERİ…  Bu ışıkla birlikte bizden de bir ses yükselmiştir; “İŞTE ŞİMDİ TÜRKİYE BU YÜKÜN ALTINDAN KALACAKTIR” dedik ve yazdık. Mısır’a, Çin’e giden Sabancı Şirketlerini örnek gösterdik. Ciddi Türk Şirketleri, bunların yurt dışı yatırımları çoğaldıkça, bunlardan istikrarlı bir şekilde geri dönüş sağlandıkça, cari açık azalabilecektir. Dedik.. Ne var ki, Devlet ve Reel Sektör de bunun da farkında değillerdir.  Teşvik edemezler, ciddi hesaplar yapamazlar.

Gelelim asıl konumuza; yine ve her zaman; LİBERALİZM YANLISI olduk. Olduk ama, görüyoruz ki; olay saptırılıyor. Vur dedikçe öldürdüler.  Özelleştirme adına, dün de bu gün de çirkin satışlar yapıldı.  Bu iktidar, bu parti demiyorum; gelmiş geçmişler; özellikle de; 1980 sonrasında; hem sağ hem de sol iktidarlara yakın oldukları bilinen veya bunu açık kapalı ima edenler, özelleştirme adına pek çok değeri peşkeş çekmişlerdir. 

Pis bürokrasi, 3-5 kuruş uğruna bile ölçülemeyecek değerleri yabancılara sunmuşlardır. Kendilerine sağlanacak beş kuruş için Devletin milyarlarını yerli ve yabancılara gözü kapalı sunmuşlardır.

Bunlar, her dönemde olan ve Hükümetlerin bütün iyi niyetlerine rağmen de onların etrafında, yakınlarında olup gelen olaylardır.

Hizmet Şirketlerinin, Rant Getirici Unsurların, Bankaların Yabancılara satılmasının çok da doğru olmadığını yazmıştık. 2001 krizinden misaller vermiştik. Kendi çalışanlarının ifadeleri ile TRANSFERLERLE yetinmeyip, Bavulla Para götürdüklerini anlatmıştık.  Bunlar oldu ve daha da çok olacak. 

Geçtiğimiz günleri yorumlayanlar şöyle diyorlar; TÜRK HALKI ELİNDE BULUNAN YÜKSEK KURDAN ALINMA DÖVZİLERİNİ BOZARAK TÜRK LİRASI MEVDUATA GEÇMİŞTİR ve YİRMİ MİLYAR DOLARA yakın bir fonun bu şekilde kılıf değiştirdiği anlatılıyor. Peki bu para; 20 Milyar DOLAR, nereye gitti? Evet yine dışarıya, yine her yolu deneyerek. Kaçtılar kaçırdılar, kaçacaklar.

Dış bağlantıları iflas eden Bankalar ve Diğer Şirketler hiçbir şey olmamış gibi Türkiye’deki faaliyetlerine devam ediyorlar. İhtiyatlı devam ediyorlar.  Yavaş yavaş kabuklarına çekiliyorlar. Onlar için sizin ihtiyaçlarınız, sizin ekonominiz önemli değildir. Onlar, kendi çıkarlarını, kendi patronlarını düşünürler. Başka bir davranış beklemek de saflık olur.

Şimdi duruyorsun ve çıkar yol olarak elinde her nasılsa kalmış olan (2) Devlet Bankası ile PİYASA DÜZENLEMEYE Çalışıyorsun. Ya onlar da gitseydi? Nitekim gidecekti. Ramak kalmıştı.  Senin tedbirlerinden değil, kendi hesaplarından dolayı yavaş davrandılar.

Ve şimdi elinde kala İKİ BANKAYLA politika üretmeye çalışıyorsun. Şimdi yaptığın doğrudur. Ve işte şimdi diyoruz ki; BIRAKINIZ KALSINLAR MI? 

Hani;  Diyorduk ya; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!.. Galiba bir kısmının kalması gerekiyor.  Elbette gerekiyor. Biz bir başka nedenle kalsınlar diyorduk ama gördük ki; kötü günler için kalmaları da gerekiyor; en azından bir kısmının kalmaları gerekiyor. 

Fakat onlar iyileştirilmeli ÖZERKLEŞTİRİLMELİ ve DENGE UNSURU olarak KALMALILAR.

Elinizde BİR İKİ DEVLET BANKASI kalmalıdır. Milli Havayolunuz kalmalıdır. Bir önemli Rafineriniz KALMALIDIR. Bir DEMİRYOLU ŞİRKETİNİZ KALMALIDIR. Havayolu Şirketiniz Kalmalıdır. Alkol Üretiminiz DEVLET Elinde yani kontrollü olmalıdır. Dünyanın en gelişmiş ekonomilerinde mesela JAPONYA’da böyledir. DEVLET BİRÇOK ALANDA Kontrolü elinde tutabilmektedir.

Ya bunu yaparsınız, Devleti Tam Olarak Teslim Etmezsiniz;  ya da rüzgârların önünde savrulur gidersiniz.

Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.