12.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1106

Değiştirilmenin Adaleti

0

Adalet kılıcı körelen toplum bu işlevi yürütmesi için kendi menfaatine paralel yürütülen her eyleme onay vermektedir.

Değişim ile değil de değiştirilmekten başlamak yakında bir başkaldırı olabilirin habercisidir. Fıtrat üzere doğmuşken anne-babamız bizi değiştirir. İlerledikçe yaşımız etrafımız bizi değiştirir. Bu değişim sürecinde anne-babanın da etraf değişimine hayran kalıp evladında bunu denemesi içler acısı bir tabloyu andırmaktadır. Hayata başlamamızdan ta ölene dek bir değişim içerisindeyiz. Bu sürecin en akil olan kısmında- düşünebildiğimiz, düşündüğümüzle eylemde bulunabildiğimiz, yaşamak sanrısının farkında olduğumuz kısımda- biz ne kadar aktifiz? Özellikle bu kısımda duracak olmamız ömrümüzün diğer taraflarının pek önemi yok mudur sorusunu doğurmayacağını düşünüyorum. En akil diyerek gerçekçi, düşünebilme durumunda olma diyerek hakikatli ve yaşama sanrısını göz önüne alarak da isabetli bir tarafı konuşacağımızı düşünüyorum.

Çoğu düşünür adalet kavramını etraflıca inceleyip bu kavramın erdemli bir toplumun temel taşı olduğunu ifade etmişlerdir. Elbette hakkın nerede olduğunun göstergesidir adalet.

Hayat serencamımız bir ülkü hedefinde devam ediyor ve bu devamlılık yanında yöresinde beşer odaklı -yani beşerce- birçok kavramı da heybesinde taşıyor.

Bu heybeyi taşıma ufku ile bu azığı heba etmeme uğruna insan modern dünyada kalabalığı feda etmelidir diye düşünüyorum. Çünkü “Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu”(1) diyen şair mana ile lafzın farkında ki yaşanmışlığı ile sözler söylemede. Hangi öndere/ hangi lidere/ hangi imama baksak mutlak hayatında yontulan bir yalnızlık gizlidir. Elbette bu yalnızlık terk edilmek üzere yontulmuştur.

Tam da burada kendimizle kalamamanın elemini hissediyor ve büyük bir boşluk içerisinde yaşamımıza devam ediyoruz. Sürükleyici bankalar, edimsiz hale getiren kurumlar, düşündürmeyen siyasi rantlar, robotlaştıran ve ikircikleştiren reklamlar, algısı değiştirilmiş toplum ve geleceğe gebe kalmak istemeyen hüzünlü nesil. Hepsi de tek bir anlam ile ” değiştirilmiş adaletimiz ve biz farkında değiliz!” demektedir.

Bizim adaletimiz ( cevaplayamadığımız “biz” ) Âdemoğlu Habil ile kabilden kalma… ” Eğer O razı olsa tüm dünya küsse ehemmiyeti yok”(2) düsturunca idi.

İman iradeyi yönlendirdiği, onu avucunun içerisine alıp salmadığı sürece Allah’ın izni ile yozlaştırılan, değiştirilen ve kaybolmaya yüz tutmuş adaletten bahsetmeyeceğiz. Bugün yazdıklarımız, konuştuklarımız ise gök kubbede hoş bir seda hükmünde kalacaktır.

Azığımızın akil kısmında gerçekçi, hakikat ve isabetli taraf diyerek yanılgılarımız, hurafelerimiz ve yanlış tutumlarımızı söylemeye çalışacağız.

Önyargılarımızdan uzak, herhangi bir sıfatlıya bel bağlamadan, kalbimizin kaldıysa en tenha yerinde ve özellikle en temiz yerinde, nefsimizden uzak ruhumuza yakın, üzülerek, ağlayarak hatta yalvararak yaşamımızın en akil yerine her Ayet-i Kerimeyi baş tacı ederek şimdi ise: ” Kitaba sımsıkı sarılanlara ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz, iyiliğe çalışan ( erdemli) kimselerin mükâfatını zayi etmeyiz.”(3) Demeli ve sonraki yazımız (akil kısım)  için ALLAH BES GAYRİ HEVES…

 

Sorun Çözme Ustaları (!) “Sorun Üretme Mutfağı”nda

0

Üç yüz yıllık tarihimizin önemli bir kısmı, Batı merkezli sorun çözme mutfaklarından devşirilen sorunlara tanıklık etmektedir. Ustaları tanıyorsunuz, ayrıntıya gerek yok. Fakat malum sorun çözme mutfağında (Democratic Progress Institute / Demokratik Gelişme Enstitüsü) yeni bir toplantı düzenlendi. Üretilen ‘Kürt Sorunu’ üzerinden çeşitli raporlar hazırlayan ve harita yayınlayan bir kuruluştur. Daha doğrusu ‘Kürt Açılımı’ projesinin mimarlarından birisidir. Açılım politikasının en hararetli elemanları bu kuruluşla bağlantılıdır. Bu ve benzeri kuruluşlar, bunların, ülkemizdeki ortakları sorunu üretip epeyce mesafe aldıkları için şimdi çözüm toplantıları yapıyorlar. Hangi çözümleri ürettiklerini, af edersiniz hangi sorunları ürettiklerini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Dörtgen Masa ve Etütler:

Toplantı yeri, ‘King’s College. Masa dörtgen’. Masanın dörtgen olduğuna yapılan vurgu ilginç. İyi ki yuvarlak değil. Mekânla ve mekâna özel anlamla örtüşmek iyi bir şey değildir. Bir farkın olması gerekir. Yinede masanın dörtgen olması lehimize! Buna sevindim! Türkiye’den katılan 16 kişi. Arıza nedeniyle birisi katılamamış, yazık ki ne yazık. Arıza çıkarma kardeşim, denge bozulunca barış bozulur. Bu durum, eştoplumsalcılık projesine aykırıdır. Fakat çözüm üzerine verilen dersler ilginç: Güney Afrika’da çatışma-barış süreci, Birleşik Krallığın Kuzey İrlanda ve Galler’e verdiği yetki devri, arka planı ve uygulamaları. Bu konuları ister üst üste ister yan yana koy ‘tezek kalası’ ölçüsünde bir eser çıkar. Çünkü bu konuların Türkiye ile hiçbir bağlantısı yoktur. Şayet varsa bile ne gam! nasıl olsa ustalarımız orada ! Onlar iyi eğitilmişlerdir. Anlarlar!

Ustaların İttifakı; Üç Parti, Konsey ve Ulema:

Siyasî cenahın ustaları AKP (3), CHP (2) ve BDP (3)’den oluşmaktadır. Toplantıda yer alanların dördü, merkezi Londra’da bulunan Democratic Progress Institute adlı kuruluşun uzmanlar konseyinden Prof. Dr. Mithat Sancar, Prof. Sevtap Yokuş, Yılmaz Ensaroğlu ve Cengiz Çandar. Bunlar son dönemin su götürmez ustalarıdır. Diğer dördü ise “Teröre terör deme, alınırım.” üzerine uzun süredir söz üreten ustalardan oluşmaktadır: Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Ayhan Bilgen ve Bejan Matur. Bu kadar ustanın olduğu yerde, bu kadar sorun yaşamamız garip! Ya sorunlarda bir gariplik var ya da ustalarda. Fakat ümitsizliğe düşmeyelim, artık ustalık döneminde yaşıyoruz! Her mesele iliğine kadar çözülecek ve hepimiz nasıl bir tezgâhın kurbanı olduğumuzu anlayacağız.

Medeni Çözüm Arayışı Numarası ve MHP’ye Çalım:

Bu tip toplantılara MHP’yi dâhil etme hevesi ve umudu var: “Türkiye’nin sorun çözme ufukları açısından bu değerli ve önemli bir çabada MHP de olmalıdır.” Uzmanlar Konseyi’nin elemanı hem üzgün hem ümitli. Ya da ustalık birikimi fazla olduğu için bir çalım atıyor: “Önümüzdeki dönemdeki benzeri girişimlere MHP’de davet edilip, dâhil edilebilir. Ülkemizin temel sorununa medenî bir çözüm arayışında MHP’nin de doğal olarak böyle bir çalışmanın içinde yer alması önemlidir ve pekâlâ mümkündür.”

Ustamız, aklınca “Direnmeye gerek yok.” sinyali veriyor. Öbür taraftan “Yazık olur.” demeye getiriyor; artık anlayın önce terörü siyasallaştırdık, şimdi terör üzerinde ‘Türkiye’nin çözülmesi yönünde bir çözümü’ uluslararası mahfillere taşıdık. Bu süreç devam edecek başka yol yok…Belli ki ustamız köye muhtar olmak isteyen Tilki’nin hikâyesini bilmiyor! MHP lideri Dr. Devlet Bahçeli daha işin başında bunu yıkım projesi olarak adlandırmış, mevcut ustalar ittifakını da ‘kötü adamlar’ şeklinde damgalamıştır.

Kendini Açıklama İhtiyacı:

İnsanların aklına kötü bir şey gelir diye ustamız mukadder bir soruyu cevaplandırıyor: Konsey üyeleriyle aydınların bir araya gelmesi bir medeni ilişkinin ürünüdür. Kendini izah etme ihtiyacı, sakın aklınıza kötü bir şey gelmesin! Hepsi medenî ilişkilerden ibarettir. Kaldı ki Demokratik Gelişme Enstitüsü her türlü çağdaş değerin, demokratik kültürün banisidir. Geliştiricisidir. Sunucusudur. Dağıtıcısıdır. Hatta “Türkiye ve çevresinde demokratik bir çözümün geliştirilmesi için farklı kesimlerin bilgi, düşünce, kaygı ve önerilerini paylaşabilecekleri bir ortam oluşturmaktadır”. Her türlü değerle mücehhez bu kuruluşa ve amaçlarına itiraz olur mu hiç?

İşin aslı ise şudur:

Bu tip uluslararası kuruluşlar operasyonel kuruluşlardır. Değerler diplomasisi üzerinden zihin inşa etme ve yönlendirme tekniklerini kullanan ve hedef toplumu kendi siyasî-stratejik hedeflerine uydurmayı amaçlayan kuruluşlardır. Arkalarında büyük bir para kaynağı vardır. Dış dünyada ortaklar ve seçenekler üzerinde çalışırlar. Türkiye’nin etrafını demokratikleştirme dedikler şey ise Türkiye, Irak ve Suriye’de olup bitenlerdir. Bunlar demokrasi ve barış dedikçe coğrafya kaynıyor. Bu işin sorumlusu ustalar olmasın!

Siyasi Tarihin Kuralı Şudur: Elin cımbızıyla kıl çekilmez!

 

 

Müteferrika ve Dolandırıcılar

Eskiden,  gazetelerin en çok okunan köşelerinden biride müteferrika başlıklı bölümü idi. Genelde öğleden sonra çıkan, rahat okunabilmesi için normalden iri puntolarla basılan gazetelerin en ilginç ve renkli haberleri bu sütunlarda yer alırdı.

Müteferrika, emniyet görevlilerince gözetim altına alınan zanlıların, polis merkezlerindeki toplandıkları yere verilen isimdi. Buradan suçlarıyla ilgili bölümlere gönderilirlerdi.

Suçların büyük bir bölümü dolandırıcılıkla ilgili olurdu. Bu suçlar bazen insanların iyi niyetinden, saflıklarından ve gafletinden bazen de fazla uyanık geçinenlerin aşırı kazanç hırsından kaynaklanan çok sayıdaki sahtekarlıklardan meydana gelirdi.

Dolandırıcılık çok çeşitli ve ilginç yöntemlerle yapılırdı. Günümüzdeki vurdulu kırdılı, cana kast eden soygunculuklardan oldukça farklıydı. Artık pek rastlamadığımız, hemen hemen gündeme hiç gelmeyen kandırmacalı söğüşlemelerin isimleri şöyleydi: Kaldırımcılık, muslukçuluk, tırnakçılık, definecilik, şıkşıkçılık, üçkağıtçılık, pislikçilik, tantanacılık, zarfçılık, tavcılık, dızdızcılık vesaire idi. Ayrıca cadde üzerinde icra edilen, insanların acıma duygularını istismar eden sahtekarlıklar da vardı.

Genç kuşak okurlarımızın merakını gidermek için yukarıda sıraladığımız dolandırıcılık başlıkları hakkında kısa kısa bilgiler sunalım

Kaldırımcılık: Genellikle açık, bazen de kapalı alanlardaki kaldırımlarda pazarlanan eşyaları aşırmak.

Muslukçuluk: Abdest almakta olan kişilerin sırtlarındaki ceketlerini önce çarparak düşürüp, sonra düzeltme bahanesiyle veya askıya asılmış olan başkasının ceketinin üzerine kendi ceketini asarak yapılan para çalma işi.

Üç Kağıtçılık: Diğer ismi “bul karayı al parayı”dır. Biri resimli diğer ikisi rakamlı üç adet iskambil kağıdıyla oynanır. Hüner resimli iskambili bulmaktır. Oynatanın ayakçıları hep kazanır. İzleyenler de kazanırız zannederek oynarlar ve kaybederler.

Pislikçilik: Ağzında çiğnediği leblebinin posasını, gözüne kestirdiği kişinin omzunun arkasına püskürterek, kuş pislemiş gibi gösterip, temizlemek bahanesiyle, kişinin parasını çalma imkanı yaratır.

Zarfçılık: Kaldırıma bırakılan bir zarfın bir ucundan para gözükür. Yoldan geçen kişi para buldum zannederek zarfı alır. Pusuda bekleyenler adamı çevirir, zarfın içerisinde daha fazla para vardı diye adamın üstünü arar ve bu arada parasını çalarlar.

Şıkşıkçılık: Üç adet kamışla oynanır. Dolandırıcı, elindeki kamışları saklar içinden biri şık şık öter. Öten kamışı bulmak kolaydır, hemen anlaşılır. İş ciddiye bindimi oynayan hep kaybeder. Çünkü hiçbir kamış ötmez, öten kamış adamın ceketinin yeninde saklıdır. Bu dördüncü kamıştır.

Tantanacılık: Yolunuzun üstünde bir garibin dövüldüğünü görürsünüz. Dayak yiyenin de,  kendini dövenlere karşılık verdiğini ve kendini savunduğunu gözleyip, onları ayırmaya çabalarsınız. Olan olmuştur. Bütün paranızı almışlardır.

Tırnakçılık: Para bozdurmak amacıyla  veya döviz cinsi parayı değerinin altında bir karşılıkla bozdurmak  isteyen bir kişi gibi kasaya yaklaşan dolandırıcının, el çabukluğu ile kasadaki parayı çalmak hüneridir.

Definecilik: Eski hissi veren evrakları ve krokileri göstererek, oradaki bazı işaretlerin bir hazinenin yerini gösterdiği palavrasıyla işe ortak etmek. Bu bahaneyle, ihtiyaç duyulan araç ve gereçler için para sızdırmak, kandırmak.

Dızdızcılık: Birkaç dolandırıcının bir araya gelerek basit makinelere beyaz kağıt sürerek diğer taraftan kağıt para çıkarmak suretiyle saf vatandaşları kandırarak paralarını alma işidir.

Bütün bu dolandırıcılık işlerinin piri ve en şöhretli kişisi ise adına kitaplar yazılan, filmler çevrilen, araştırmalar yapılan, tövbekar meşhur dolandırıcı Sülün Osman’dı.

Sülün Osman kendine özgü yöntemlerle kamu mallarını yani köprüleri, tramvayları, meydan saatlerini satar veya kiralardı.  Bazen de kendince icat ettiği para kazanma yöntemlerine soyunurdu.  Örneğin büyük parkların girişine paspas koyup ayak silme parası toplamak da O’nun buluşudur.

Sülün Osman, sanık olarak çıkarıldığı mahkemede hakime “Sayın yargıcım, bu memlekette Galata Köprüsü’nü, Dolmabahçe Saat Kulesi’ni, satabileceğim ahmaklar olduğu sürece mesleğe devam ederim” dediği gibi, “Beni enayi yerine koymaya kalkan uyanıkları da çok dolandırdım” demiştir.

Sülün Osman yaşamış olduğu  (1923- 1984) yıllarda, pek çok kişi tarafından dönemin “sosyal mühendis”i olarak tanımlanmıştır. Tövbekar olduktan sonra “Alınteri İle Yaşamak” konulu ve bu felsefeye uygun konuşmalar yapmış, konferanslar da vermiştir.

Rahmetli Sülün Osman, dolandırıcılık aleminin en renkli buluşlarına imza atmış kişi olarak günümüzde de şöhretini devam ettirmektedir.

Tövbekar dolandırıcı Sülün Osman halen anılmakta ve bazı bilimsel çalışmalara konu olmaktadır. Ayrıca işlerini gerçekleştirirken ortaya koyduğu mizah yüklü buluş ve uygulamalarla, halkın büyük sempatisini kazanmıştır.

 

Müslümanlar Bozulma Sürecinde mi?

0

ŞEHİRDE VELİ OLMAK ZOR: Keramet sahibi iki derviş arkadaştan biri dağda, insanlardan uzak, çobanlık yaparak geçinirken, diğeri şehirde ayakkabıcılık yaparak geçiniyormuş. Dağdaki derviş, bir sıcak yaz günü şehirde yaşayan arkadaşını ziyaret eder. Dağdan getirdiği bir bez torba içindeki kar hiç erimemektedir. Ancak bir kadın müşteri tamir ettirmek için ayakkabısını çıkarırken bacağının bir kısmını çıplak olarak görünce, misafir dervişin zihninde bazı düşünceler oluşur. Bez torbadaki kar erimeye, torbadan damlalar düşmeye başlar.

Olanları izleyen şehirdeki derviş, “insanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte” demiş.

Bu menkıbe yokluk içinde olan Müslüman’ın imanını korumasının, varlık içinde olanlardan daha kolay olduğunu anlatmakta.

TÜRKİYE’DE MÜSLÜMANLAR’IN DURUMU: İslami kesimlerce iyi tanınan yazar Yavuz Bahadıroğlu da, günümüz Türkiye’sinde Müslümanlar’ın “şimdi daha muktedir (iktidar sahibi), daha politik, makam mevki ve güç kuvvet sahibi olduğunu” anlatarak buna paralel olarak bir bozulma sürecini yaşadıklarından yakınıyor.

Burada kastedilen Müslüman, “dini hükümleri hayatının tamamına hâkim kılmaya çalışan”, kimliğini tanımlarken Müslüman sıfatını en öne alanlar. Bahadıroğlu kendisini de dâhil ettiği bu Müslümanlar hakkında şu tespitleri yapıyor:

“Bir sürü imkânla birlikte bize bir de ‘Rabbena hep bana’ anlayışı musallat oldu: Ferdileştik, şahsileştik, bireyselleşip ve bencilleştik! Sonuç olarak, eskiye nispetle daha kolaycı, daha rüşvetçi, daha vurguncu, daha soyguncu, daha vurdumduymaz, daha duyarsız, daha kaba-saba, daha kültürsüz, daha sevgisiz, daha saygısız, daha meraksız, daha ürkek, daha korkağız!..

“Para”nın getirdiği her kolaylığı ve her uygunsuzluğu, tıpkı “ötekiler=dünyacılar” gibi, biz de doludizgin yaşıyoruz!”

“Uzun zamandır, tıpkı “ehl-i dünya” dediğimiz tek dünyalılar gibi, alabildiğine para endeksli, köşe dönücü, iş bitirici bir hayat felsefemiz var… Yürek pusulamız eskiden sadece “kıble”yi gösterirken, çoktan beri “para”yı ve “iktidar ve gücü” gösteriyor!

“Bizim de artık göz kamaştıran muhteşem evlerimiz, teknoloji harikası otomobillerimiz var. Çok kazanmak, çok zengin olmak, çok iyi giyinmek, kocaman lüks otomobillere binmek, yalılarda oturmak; kısacası ‘bir eli yağda, bir eli balda’ yaşamak Müslümanlığımıza bir şey katmıyor.”

“Sürekli olarak başkalarını sorgulamak da bize bir şey kazandırmıyor.”

BOZULMUŞ MÜSLÜMAN DAVRANIŞLARINA ÖRNEKLER: Yukarıdaki gibi özeleştiri ve benzerlerine çok ihtiyaç var. Çünkü nefs (veya şeytan) inançlı kimseleri bile cehennem sath-ı mailine (eğik düzlemine) kaydırmak için çeşitli usuller bulur. Şu örneklerdeki gibi…

  • Doğu Anadolu’ya atanarak bir ilçede ev bakan memura, ev sahibi musluklara ilişkin açıklama yapmış: “Mutfak musluğu ile banyo musluğu, kaçağa bağlı; lavabo musluğu ise su saatine bağlıdır.”

    Eve bakan kişi anlayamadığı için şaşkınlıkla sormuş; “Neden ikisi kaçağa bağlı da lavabo saate?”

    Cevap trajikomiktir: “Lavaboda abdest alıyorduk; haram karışmasın diye kaçağa bağlamadık!..”

  • Büyük bir kamu kurumunda trilyonluk ihaleden komisyon (rüşvet) olarak bir memur maaşının yüz katını alan daire başkanının gerekçesi de buna benziyordu: “Ben bu paranın bir kuruşunu yemeyeceğim. Tamamını aday olduğum bölgede seçimlerde kullanacağım.”

  • Güneydoğu Anadolu Bölgemizde elektrik kullanan vatandaşlarımızın bir kısmı ahırlarını, kuyu sularını bile elektrikle ısıttıkları halde elektrik ücreti ödememenin çeşitli usullerini bulmuş. Bölgede kayıp kaçak oranı illere göre yüzde 65-75 arasında. Resmi daireler ile memurları çıkarırsak hemen hemen hiç elektrik ücreti ödenmediği anlaşılıyor. Biliyoruz ki, burada yaşayan insanların da büyük çoğunluğu inançlı(!) Müslüman.

  • Bugün güç ve zenginliğe kavuşmuş “Müslümanların” bir kısmı da Türkiye’nin “dar ül harp” olduğu gerekçesiyle vergi kaçırıp, çeşitli günahlarına mazeret bulmuyor muydu?

  • Kimileri de lüks yaşantısına muhteşem(!) bir savunma yapmakta: “Allah Müslüman’ın varlıklısını sever, Hz. Ebubekir de, İmam-ı Azam da zengindi.” Oysaki Allah herhalde “boynuna ‘Versace’ kravat, bileğine ‘Rolex’ saat, gözüne milyarlık ‘Rayban’ gözlük takan” zengin Müslüman’ı değil; “veren el” olan, sosyal sorumluluğunun gereğini yerine getiren, kul hakkı yemeyen, topluma ve çevreye saygılı zengin Müslümanları severdi.

****

BOZULMUŞ MÜSLÜMAN ÖRNEK OLAMAZ: Mübarek Ramazan Ayında “bozulmuş Müslümanlardan” bazıları halkımıza İslam’ı anlatıyor.

Hani Karadenizli Temel’in “birbirlerine ana avrat küfür eden iki kişinin arasına girip ikisine de birer tokat atarak, ‘Analar kutsaldır, analara küfür etmeyin, o…. çocukları!!’ demesi gibi…

Âleme verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı” cinsi insanlardan Müslümanlık dersi almaktan Allah bizleri korusun.

****

Banka gişesinde işlem yaptıran yaşlı teyzeye, işlemini yapan görevli sormuş: “Parayı kim alacak teyze? Alıcısına ne yazalım?” Teyze cevap veriyor: “Bu paranın hayrını görme inşallah yazalım evladım.”

Bazıları Müslüman kimliğini kullanarak zenginlik, makam, mevki ve güç elde etti ve bir kısmımızın saygısını da kazandı. Bunlardan bir kısmı ise, nefsine ve şeytana kapılarak, cehennemin sath-ı mailinde hızla yol almakta. Bunlara “bu gücün ve saygının hayrını görmeyin inşallah” demek var ama… Gelin yine de biz sadece  “Allah ıslah etsin” diyelim.

Muhakkak ki, bu devirde de, imanını ve safiyetini muhafaza eden, Allah’ın emirlerine, Hazreti Peygamberin sünnetine uygun şekilde yaşama gayretinde olan samimi (ihlâslı) Müslümanlar da var. Son söz: Allah’tan sayılarını artırmasını dilediğim bu gönül erlerine selam olsun.

Söz Bitecek Bir Gün

0

Söz bitecek bir gün…
Güneş doğmayacak, ay parlamayacak,
Yıldızlar da göz kırpmayacak…

Söz bitecek bir gün…
Bulutlar kanatlanmayacak,
Yağmur yağmayacak tenimize…
Rüzgâr kavurmayacak yanaklarımızı…
Ağaçlar yeşermeyecek, çiçekler açmayacak…

Kuş seslerini özleyecek kulaklarımız,
Gökkuşağını arayacak gözlerimiz,
Sevdiklerimize bile dokunamayacağız…

Söz bitecek bir gün…
Ne yaz kalacak ne kış,
Ne aşk, olacak ne nefret,
İyilik de yapılmayacak kötülük de…

Kimse üzülmeyecek,
Analar ağlamayacak,
Yaralar dağlanmayacak,
Eziyet de bitecek, keyif de…

Zenginlik, fakirlik geride kalacak
Açlık da olmayacak tokluk da…

Söz bitecek bir gün…
Beyazlara bürünerek gidilecek.
Kimi ağlayacak sonunda kimi gülecek.
O gün söz bitecek!..

Orman Bölge Müdürü Türkyılmaz’a başarılar diliyorum

0

Ormanlar ve ağaçlar hayatımızın herşeyidir. Ağaçtan yapılan beşiklerde sallanarak büyürüz. Evlerimiz ağaçtır. Ağaçların meyvesiyle hayatımız gelişir büyür. Ebedi yolculuğa ağaçtan yapılan tabutlardan çıkar, ebedi evimiz mezar tahtalarımız ağaçtır. Ağaçlar bizler için herşeydir.

Çocukluk yıllarımda yemyeşil, ağaçlarla kaplı köyde ağaçların altında o geçirdiğim yıllar, asırlık ağaçların altında oynadığımız o günleri daha dün gibi hatırlıyoruz. İlkokul yıllarında Orman veya maden mühendisi olmak istemişimdir. Ancak kader bizi gazeteci ve televizyon programcısı yaptı. Fiilen Orman Mühendisi olmasam da fahri bir orman mühendisi olarak, ormanlar ve ağaçlarla ilgili bir çok yazı haber ve televizyon belgesel programı hazırladım.

Orman Bölge Müdürünün Açıklamaları

Hafta sonu Dilovası ve Gebze köylerinde ormanlar, tarihi mezarlıklar ve koyun sürüsü sahipleriyle konuşup, belgesel çekimi yaparak geniş bir haber halinde konuyu gündeme getirdik. Haberimizin daha mürekkebi kurumadan Orman İşletme Müdürlüğünden dün sabah bir telefon aldım. “Orman Bölge Müdürümüz Gebze’ye gelecek, bilgiler verecek, gelmek ister misiniz?” denildi. Severek gittim, önce Gebze Orman İşletme Şefi Ahmet Öztürk ve İzmit Orman İşletme Müdür Yardımcısı Mümtaz Aydın beyle görüştük. Daha sonra, genç dinamik, hizmet insanı projeler adamı Orman İşletme Müdürü Hasan Türkyılmaz’la tanışıp, Hasan beyin açıklamalarını dinlemeye başladım.

Karşımızda farklı bir bürokrat vardı. Çalışkan ve her şeyiyle açık yasa ve yönetmelikler çerçevesinde hizmet üretmek isteyen bir insanla karşılaştım. Bir çok bilgi verdi.

Devri AlemTV programına özel açıklama

Orman Bölge Müdürü Hasan Türkyılmaz ile Devr-i Alem belgesel tv programı olarak özel söyleşi talebinden bulunduk. Hasan bey, Devri Alem programlarını takip ettiğini, programların çok faydalı ve yararlı olduğunu söyleyerek, teklifimizi memnuniyetle kabul etti. Hasan beye Gazetemizin dün ve bugünkü sayısında yer alan ve daha öncede gündeme getirdiğimiz taş ocakları ve köylerde maden ruhsatı ile açılmak istenen taş ocakları, tarihi mezarlıkların perişan durumu, köylerdeki koyun sürüsü sahiplerinin şikayetleri sığırlık merasından çıkartılmak istenen yürüklerin durumu ve daha bir çok şeyi kendisine sorduk. Çok önemli cevaplar aldık. Yarın bu cevaplar gazetemizde geniş bir şekilde yer alacak.

Devlet adamı sorun üretmemeli sorun çözmelidir. Devlet adamı önce insan demeli, insansız devlet olmaz. Kocaeli ve Adapazarı’nın yeni Orman Bölge Müdürü Hasan beyin bölgemize çok önemli hizmetler yapacağına inanıyorum. İnşallah yaptığı açıklamaları ve sözlerini unutmadan bölgemizdeki sorunları çözer, yaptığı hizmetlerle gök kubbede hoş sedalar bırakır. Kendisine Gebze Kamuoyu adı ve Devr-i Alem izleyicileri adına yeni müdürlük görevinde başarılar diliyorum.

Adapazarı Orman Bölge Müdürü Hasan Türkyılmaz’a köylülerin feryadının yer aldığı gazetemizde ormanlarla ilgili haberlerin çıktığı Devr-i Alem dergisi ve Devr-i Alem programının bazı VCD setlerini hediye ederken

Adapazarı Orman Bölge Müdürü Hasan Türkyılmaz’a köylülerin feryadının yer aldığı gazetemizde ormanlarla ilgili haberlerin çıktığı Devr-i Alem dergisi ve Devr-i Alem programının bazı VCD setlerini hediye ederken

Yargıda Yolsuzluk İddiaları

Son zamanlarda yargının tepe noktasına kadar uzanan yolsuzluk iddiaları adalete olan güveni sarsmış ve artık mahkemelere intikal eden ekonomik değeri çok yüksek yolsuzluk hortumlama davalarına kamuoyu şüphe ile bakmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan duraklama dönemine kadar ihtişamlı yükselişini temin eden en büyük amillerden başlıcası adalete gösterilen derin saygı ve kadılara verilen büyük kıymettir.

Bunları düşünürken aklıma Osmanlı dönemi adaleti geldi. Kamuoyunu bu konuda aydınlatmak ve değerlendirmesine sunmak üzere Osmanlı Adaletinden seçtiğim önemli birkaç kararı vermek istedim.

Yıldırım Beyazıt Bursa’da meşhur Ulu Camiyi yaptırırken, Camimin ortasına denk düşen yerde ihtiyar bir kadının evi varmış. Bu evin satın alınması için çok çalışmış ise de, kadın rıza göstermemiş. Neticede cami kadının evi tam ortada kalacak şekilde inşa edilmiş. Daha sonra kadın ölünce varislerinden satın alınmıştır. Artık camiye dönüştürmek veya başka türlü kullanma imkânı olmadığından bu yer şadırvan yapılmıştır.

Sultan Mahmut bir gün avdayken bir adamı ile birlikte yolunu kaybetmiş ve gece çölde kalmak mecburiyetinde kalmış. Nihayet yiyeceksiz aç bir bahçeye gelmişler, bahçede çeşitli meyveler varmış. Son derece aç olduğu halde, Sultan Mahmut bahçenin meyvelerini yememiş ve sahibini aramıştır. Yanındaki adamı meyvelerle karın doyurmanın ve açıkta bulunan ağaçlardan meyve yemenin şeriatça bir mahsuru olmadığını ileri sürerek karınlarını doyurmayı teklif eder. Sultan Mahmut şöyle der. Evet, bunun şeriatça mahsuru yoktur, fakat siyasetçe mahsuru çoktur. Zira bu bahçeden bir elma koparıp yesem bizim ordu mensupları bahçeyi kökünden söker. Ve benim ordularımın efradı geçtikleri yerlerde tarlalardan hayır bırakmaz. Yıkıp, dağıtıp, soyarlar. Çünkü halk hükümdarının yolunu takip eder.

Bir gün genç bir adam Sultan Mahmut’a şikâyete gelerek birisinin karısı ile zorla cinsel münasebette bulunduğunu ve buna bir türlü engel olamadığını söyler. Sultan Mahmut ‘tan adaletli hüküm vermesini ister.  Sultan Mahmut adamın geldiği zaman sezdirmeden kendisine haber vermesini söyler ve ekler. Bu iş çok mühim bir iştir. Bununla ben bizzat meşgul olacağım. Şikâyetçi karısına musallat olan adamın geldiği zaman meseleyi haber verir. Sultan Mahmut bir iki adamı da yanına alarak şikâyetçinin evine gider ve eve vardığı zaman adamı şikâyetçinin karısı ile beraber görür. Derhal lambaları söndürmeyi ve ortalığın karanlık yapılmasını ister. Lambalar söndükten sonra şikâyetçinin karısı ile münasebet tesis etmiş olan adamı öldürür. Ve iş bittikten sonra lambaların yakılıp, ortalığın aydınlatılmasını emreder. Aydınlıkta öldürülen adamın yüzüne baktıktan sonra derhal secdeye kapanıp, Allaha şükreder.

Bu işin sebebi sorulduğunda, şöyle açıklar. Benim devrimde benim oğlumdan başka böyle bir işe cesaret edebilecek adam yoktur, diye düşünüyordum. Zira ancak o nüfuzundan benim oğlum olmaktan istifade ederek böyle bir işe girişebilir diye aklıma geldi. Eve geldiğim zaman oğlumu görür babalık muhabbeti ve şefkati onu cezalandırmaya engel olur diye korktum. Çünkü oğlumu cezalandırmazsam hem Allah nezdinde rezil olur. Hem de halkın yanında adaleti ayaklar altına aldığımdan kötü nam bırakmış olurdum. Bunun için lambaları söndürttüm. Yüzünü görmeden cezasını verdim. Sonra yüzüne baktım oğlum olmadığın anladım. Evvela oğlumun böyle çirkin bir işe girmediği için daha sonrada adalet yerini bulduğu için Cenabı Hakka şükretmeyi bir vazife bildim.

Bir binanın inşasında görevli bir Rum mimarı iki mermer sütunu üçer arşın kısaltması üzerine Fatih Sultan Mehmet ceza olarak ellerini kestirmiştir. Mimar dava açmış ve İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmet mahkemeye davet edilmiştir. Duruşma esnasında başköşeye geçmek isteyen padişahı, İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Çelebi şöyle uyarmıştır. Oturma beyim hasmınla birlikte ayakta dur. Kadı Hızır Çelebi Rum Mimarın ellerini haksız olarak kesen Padişahında ellerinin kesilmesine karar verir. Rum Mimar kısas istemediği için Fatih Sultan Mehmet’in elleri kesilmekten kurtulur. Fatih Sultan Mehmet, Rum Mimara 10 Akçe tazminat ödemeye mahküm edilir. Fatih Sultan Mehmet kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden 20 Akçeye çıkarır.

Böyle kanun karşısında en aciz bir vatandaşın, hatta azınlık olan Hıristiyan bir reayanın arasında bir fark olmadığı bir adalet sisteminin örneğini sergilemiştir. Eski Türk Cemiyetinin en büyük kuvveti işte bu zihniyettir.

Adaletsizliği işleyen çekenden daha sefildir. Adaleti vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışmış olarak görenlere ithaf olunur.

İsrail Ellerini Ovuşturuyor

 

Hatırlayan kaldımı? 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasından hemen sonra Mısır, Suriye, Ürdün, Irak, Lübnan ve Suudi Arabistan’ın katılması ile bir İsrail-Arap Savaşı yaşanmış ve klasik olarak Batı’nın İsrail’in yanında yer alması ile bu savaş İslam Dünyası ve özellikle Araplar için bir netice vermeden sona ermiştir.

Mısır, Suriye, Irak gibi ülkeler Sovyetler Birliği’nin arkalaması ile bir müddet daha İsrail ile uğraştılar.

Ancak Evangelist Amerika ile Dünya Yahudi Cemaati’nin işbirliği; ilk önce koca Sovyetler Birliğini yerle bir etti. Bu güne baktığımızda da Mısır, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt gibi ülkeler  teslim alınarak İsrail’in eli rahatlatıldı.

Eğer Türkiye, İran ve Suriye’de halledilerek, bu ülkeler ve Irak’tan koparılacak topraklarla uydu bir Kürdistan’da kurdurulabilirse; İsrail açısından geleceğe doğru atılacak sağlam adımlar, böylece tamamlanmış olacak.

Bugün Mübarek, Saddam, Beşir Esad, Hariri, Kaddafi gibi liderlerin başına gelenler bundandır. Türkiye’de Ecevit-Bahçeli-Yılmaz koalisyonundan oluşan 57.Hükümetin başına  gelenler  bunlarla  ilgilidir.

14 Ağustos 2011 tarihli Yeni Şafak ve daha bir çok gazete de yer alan  “Mısır’da AK Parti kuruluyor” başlıklı haber; Mısır, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Libya, Tunus, Cezayir  ve Türkiye gibi ülkelerde neyin yapılmak istendiğinin bir göstergesidir.

Bu parti, ülkemizde BOP eş başkanı olarak vazife gören Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki  AK Partinin kuruluş felsefesini ve programını ilke olarak benimsemiş. Ne diyelim hayırlısı olsun!

Şimdi ABD-İsrail planlamalarının önünde bölgemizde  ikibuçuk engel kalmıştır. Türkiye, İran ve Suriye…

İran, ABD-İsrail ortaklığına karşı tam bir direnç göstermektedir. Türkiye ise binlerce yıllık bir devlet geleneğine sahip olmasından dolayı iktidarda bulunanların teslimiyetine rağmen direnmektedir. Böyle yazdığımız için bize kızanlar olabilir. Ancak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu aracılığı ile Suriye lideri Beşir Esad’a gönderdiği mesajda yer alan şu ifadelerde: “Değişim rüzgarlarının önünde savrulmak yerine değişimi yönlendiren bir lider olmanın Beşar Esad’ı tarihi bir konuma oturtacağını” söylemesi, ne anlatmak istediğimizin malumudur. Her halde kendileri de öyle yapmaktadır. Bu söyleyiş bana, halk arasında “eğer tecavüzü önleyemiyorsan tecavüzden zevk almaya bak” anlayışının diplomatik lisanla söylenişi gibi geldi.

ABD; Ortadoğu’daki temsilcisi İsrail’in çevresini silip süpürmek ve bu yolla da su ve enerji kaynaklarına uzun vadeli sahip olma projesini sabırla sürdürüyor.

ABD; Irak’ta iş başına getirdiği Saddam’la önce bölgedeki Türkmen(Türk) varlığını ezdi, kürt ve arap’ı birbirine düşürdü ve sünni ile şii arasında kan davası oluşturdu. Sonra Irak’ı  İran’la savaştırıp,İran’I meşgul etti ve güçsüzleştirdi. Daha sonra da Saddam’ı, Kuveyt’i işgale ikna etti sonra da bir kahraman edasıyla ve televizyonlarda naklen yayınlanan bir savaşla Kuveyt’in üstüne kondu ve dünyaya bir gözdağı verdi. Ve nihayetinde, kendisine hizmette kusuru bulunmayan Saddam’I hizmetlerinin mükafatı olarak darağacında sallandırdı. Böylece Irak’ın üzerine konmak ve demokrasi getirmek suretiyle başta Iraklılar olmak üzere bütün dünyayı biyolojik ve nükleer silah tehtidinden kurtarmış (!)  oldu. İşte susuz getirip susuz götürmek herhalde böyle bir şey olsa gerek!…

Bütün bu gelişmeler karşısında, ABD’nin vazgeçemeyeceği kardeşi İsrail’in duyduğu mutluluk ve zevkten dolayı, ellerini ovuşturmaktan başka yapacak hiç bir işi kalmamıştır. Bu işten en karlı çıkan, sessizlik içinde bekleyen İsrail olmuştur.

ABD-İsrail ortaklığı; kendi gelecekleri ve tarihi hedefleri için izledikleri bu politikaların haklılığını, insanlara kabul ettirebilmek maksadıyla, başta sinema, medya, kültür ve sanat, sosyal, bilimsel ve ekonomik vs. her türlü argümanı kullanmaktadır.

Örneğin bu günlerde vizyona giren, başrolünde  Samuel L.Jakcson’un oynadığı  “Unthınkable” adlı filmde, ABD’ye ve dolayısıyla kardeş müttefiklerine yönelecek tehtidleri savurmak noktasında, bu güne kadar savunulan  insan hakları gibi değerleri bile ayaklar altına alan, akla hayale gelmeyecek vahşeti yapmanın kendileri için meşru bir hak olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Malum; Hollywood’un asli görevlerinden biri, sahibinin ağzından konuşmaktır.

Bizde Mevlana’nın şu sözü ile bitirelim: “Ey yayını çekip oku atan! Av yakında sense uzağa bakmaktasın…”

Hangi Aydın?

0

Geçen hafta Ertuğrul Özkök, bir fikir attı ortaya “KÜRTLERLE BİRLİKTE YAŞAMALIMIYIZ” Türkçemizde bir söz vardır “Bir deli kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz”  işte buda onun gibi bir şey; yalnız akıllı işimi, deli işimi orasını bilmem ama iyi ki de oldu diyorum ben kendi adıma. En azından haddini bilmeyen sazanlardan zırvalar okuduk.

Aman Allahım kendisine aydın süsü veren bir sürü zevat ne inciler yumurtluyor, ne inciler. Kürtlere zenci muamelesi yapmalıymışız da, Kürtler vergiden muaf olmalıymışta, elektrik ve su giderlerinden para alınmamalıymış ta üstelik birde özür dilemeliymişiz. Bunun gibi sürüyle saçma sapan argümanlar…

Bu geri zekâlı yazar-çizer takımında zekâ olmadığı gibi tarih bilgisi de yok. Zaten birisi olmuş olsaydı diğeri de mutlaka olurdu. Gündelik vakalarla olayların akışına kendilerini kaptırıp, gelsin populizm. Peki sormak gerek şimdi onlara İlköğretim çocukları da bilirler ki ABD de Zencilere karşı kölelik uygulaması vardı bir sürü mücadeleler sonunda Zenciler özgürlükerine kavuştular. Oysaki Türkiye deki Kürtler öylemi?

Bizim İnönü savaşları kahramanımız, Türkiye Cumhuriyetinin ilk başbakanlarından Rahmetli İsmet İnönü Kürt değil miydi? Eski başbakanlardan Ferit Melen Kürt değil miydi veya eski dışişleri bakanı, meclis başkanı Kâmuran İnan, en son Turgut Özal gibi bir çoğu yıllarca devletin başında bulunmalarına rağmen onlar bu konuda hiçbir şey söylemezken ve hatta Türkiye’de birlik ve beraberliği sağlamada aşırı çaba sarf ederlerken şimdi ne oldu da dış güçlerin emperyalist oyunlarına geliyoruz? Önümüzde bir sürü; böl, parçala, yut trajedisi yaşanmış duruyorken ABD eski dışişleri bakanı Condoliza Rice, Ortadoğuda bütün sınırlar değişecek demişken ve en son şu domino hareketi Kuzey Afrika’dan, orta doğuya her tarafı kan gölüne çevirmişken bu insanlar, bunu damı görmezler?

Gelelim vergi, elektrik, su ödemelerinden Kürt vatandaşların muaf tutulmasına. Bunu Sinop’taki, Çorum, Tokat ve başkentimizin hemen sınır komşusu Yozgat’taki gariban köylü vatandaşımıza nasıl izah edeceksiniz? Teleferikle çay yaprağı taşırken yerden 400 metre havada 4,5 saat asılı kalan Karadenizin köylü kadınına bütün bunları ne ile izah edeceksiniz? 1960’lı, yıllarda Mihri Belli tarafından Zapsuyu’na ağıtlar yazılırdı, sene 2011 beyler Karadeniz köylüsü hala dereleri teleferikle geçmeye çalışıyor ama devletine karşı isyanda etmiyor. İnsanda bunları yazarken bir parça utanma duygusu olur, anlaşılan ABD ve AB den gelen ödenekleriniz suratlarınızdaki ar perdesini de yırtıp, almış. Hem Türkler düğünlerde dolarların havalarda uçuştuğunu, geline ağırlığınca altın takıldığını Kürt vatandaşlarımızdan öğrenmedi mi? neyin muafiyetinden bahsediyorsunuz?

Devlet, güney doğuya hizmet mi götürmüyor, yatırım mı yapmıyor bu fakir devlet; 60’lı yıllardan bu yana Gap projesini tamamlamaya çalışıyor hala. Yani İstanbul’daki, İzmir, Ankara, Kocaeli’ndeki vatandaşlardan toplanan vergilerle güney doğuya yatırım yapıyor, peki orada neler oluyor, hizmet üreten iş makineleri yakılıyor, çalışan işçiler kaçırılıyor, çocuklarına eğitim veren öğretmen, sağlık götüren Doktor, hemşire, onlar için proje üreten Mühendisler öldürülmüyorlar mı? Peki  ne için bütün bunlar?

Yukarıdan aşağıya sıraladığım notlar insanın aklına gelince hay sizin gibi aydının ……. diyesi geliyor insanın…

İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR

“Kimin ne niyette olduğu bilinemediğinden dikkatli olmak, din adına ortaya konmuş görüş ve uygulamalara ihtiyatla yaklaşmak gerekir.”
İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR sorularımıza verdiği cevaplarla okuyucularımızı doğru bilinen yanlışlar hakkında bilgilendiriyor.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Müslümanlıkta olduğu gibi Hıristiyanlıkta şirk en büyük günahtır. Buna rağmen Hıristiyanlar Hz. İsa’ya, Allahlık izâfe etmektedirler. Bu olayı nasıl açıklamak gerekir?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Havariler zamanında İsa, gerçek anlamda insan sayılırdı.  Zaten elimizdeki İncil’lerin hiçbirinde O’nun tanrılığından bahsedilmez. Bunun yolunu açan Pavlus’tur. Milattan sonra 10. yılda doğduğu kabul edilen Pavlus, İsa Aleyhisselam ile çağdaş olmasına rağmen, Tarsus’ta yaşadığı için O’nu görememişti. Azılı bir Hıristiyan düşmanı iken İsa’nın ölümünden kısa bir süre sonra Hıristiyan olduğunu açıkladı. Havarilerin hayatta olmasına ve bütün engellemelere rağmen o, Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığına, İsa’nın ona seslendiğine,  sonra İsa’ya inandığına ve vaftiz edildiğine insanları inandırabildi. İsa’nın Elçisi olduğunu da kabul ettirerek kendi sözlerini İncil’e sokmayı başardı. Bugünkü İncil’in önemli bir bölümü Pavlus’un mektuplarından oluşur.

Pavlus, Allah’ın dışında tanrıların varlığını kabul etti ve bunlar arasında İsa’yı, kendilerinin tek Rabbi saydı. Onun, bugünkü İncil’de yer alan ifadeleri şöyledir: ‘Yerde veya gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da -nitekim birçok ilahlar ve rabler vardır- bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O her şeyin kaynağıdır ve biz O’nun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da İsa Mesih’tir. Her şey O’nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O’nun aracılığıyla yaşıyoruz.’ (İncil / Pavlus’un Korintililere Birinci Mektubu 8:5-6)
Pavlus ‘Rab’ kelimesini ustaca kullanmıştır. Rab sahip demektir. Araplar kölenin sahibine ‘rab’ derler. Biz de ‘efendi’ deriz. Rab kelimesi daha çok Allah için kullanılır. Allah’tan başkasına köle olmayı reddedenler, bir başkasına rab demeyi kabul etmezler. Köle ile sahibi arasındaki ilişki zoraki ilişkidir. Köle, ilk fırsatta hürriyetine kavuşmak ister. Kul ile Allah arasındaki ilişki gönüllü ilişkidir. Yanlışlar peşinde koşanlar, böyle iki anlama gelen kelimeler seçerler ki kendilerini kolay savunsunlar. Bir Hıristiyan, İsa’yı Rab kabul ederse aradaki ilişkiyi gönüllü ilişki haline getireceğinden onu ilah makamına oturtması kolay olur. Pavlus’un bu tavrı İsa’yı tanrılaştırma sürecinin ilk basamağını oluşturmuştur.

Pavlus kendini, İsa Mesih’in kulu ve elçisi sayarak şöyle dedi: ‘İsa Mesih’in kulu, Tanrı’nın müjdesini yaymak için seçilip elçi olmaya çağrılan ben Pavlus’tan selam! Tanrı, öz Oğlu Rabbimiz İsa Mesih’le ilgili olan bu müjdeyi peygamberleri aracılığıyla Kutsal Yazılarda önceden vaat etti. Bedence Davud’un soyundan doğan Rabbimiz İsa Mesih’in, kendi kutsal ruhu sayesinde ölümden dirilişiyle Tanrı’nın Oğlu olduğu kudretle ilan edildi. Her milletten insanların iman edip söz dinlemesini sağlamak için Mesih’in aracılığıyla ve O’nun adı uğruna Tanrı’nın lütfuna ve elçilik görevine sahip olduk. Söylediğiniz ve yaptığınız her şeyi Rab İsa’nın adıyla, O’nun aracılığıyla Baba Tanrı’ya şükrederek yapın.’

Bugünkü Hıristiyanlar, şirki iyice özümsedikleri için Pavlus öncesi Hıristiyanlığı kabule yanaşmazlar.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Yalnız İslam dinine ait olanları değil, Musevî ve Hıristiyan inancına ait bilgilerin de en doğrusunu veren Kur’an-ı Kerim Hz. İsa hakkında ne diyor?  

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: ‘Allah Meryem’in oğlu Mesih’tir’ diyenler tam kâfir oldular. Oysa Mesih şöyle demiştir: ‘Ey İsrail oğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kul olun. Şurası bir gerçek ki; kim Allah’a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları da olmaz.’ (Mâide 5/72)
Oğuz ÇETİNOĞLU: İslamiyet’te de şirke sapanlar var…

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Sahabe döneminde başlayıp devam eden karmaşa içinde oluşan mezheplerin ihmali yüzünden şirke kapı aralandı. Allah’ın asla affetmeyeceği günah şirk olduğu halde akaidin konusu olarak ele alınıp incelenmedi. Allah’tan başkasına ibadet üzerinde durulmadı. Kur’ân’ın birçok âyeti, Allah’tan başkasına dua edip yardım beklemeyi müşriklerin en belirgin özelliklerinden saydığı halde akaidin konulan arasına ne dua girdi ne de istiâne.

Herkes Allah’ı var ve bir bildiği için hiçbir peygamber Allah’ın varlığını ispatla meşgul olmamış, bütün gayretini Allah’tan başka ilah olmadığı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Akâid kitaplarında bunun tam tersi yapıldı, Allah’ın varlığını ve birliğini ispat yani ‘Ispât-ı Vâcib’ ana konular arasına girdi. Sonunda ‘lâilahe illallah, yani Allah’tan başka ilah yoktur’ inancı, ‘vücut ve vahdaniyet’ yani Allah’ı var ve bir bilme inancına dönüştü. Yeryüzünde Allah’ı var ve bir bilmeyen kimse olmadığı için kâfirleri tanıma ve İslam’ın farkını gösterme konusunda zihin karışıklığı ortaya çıktı.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Müşriklerde durum nedir?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Müşrik, Allah’ı var ve bir bilir ama onu, yeryüzü krallarına benzetir ve kendinden uzak sayar. Krala, bir yakını aracılığı ile ulaşıldığı için Allah’a yakın bildiği birini aracı koyar. Hıristiyanların İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşriklerin putlarını Allah’ın kızları,  büyüklerinin ruhlarından yardım umanların da onları, Allah’ın dostu saymaları bundandır.

Allah Teâlâ, bugünkü Hıristiyanlar hakkında şöyle buyurur: ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler tam kâfir oldular. Oysa Tek Tanrı’dan başka tanrı yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanları, elem verici bir azap elbette çarpacaktır.’ (Mâide 5/-J3)

Oysa onlara göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur.  O, gerçeğin kendisidir. Yeri ve göğü tek başına yaratmıştır. Yaratılış düzenini ayarlayan ve dünyayı yöneten odur.  O insanlara yakındır ve her şeyi bilir.  O her zaman vardır,  varlığının başı ve sonu yoktur. Her şey varlığını ona borçludur. Sahip olduğumuz her şey ondan gelmektedir.  O, kendiliğinden var olandır.  Allah’ın ‘Baba’ olarak adlandırılması, her şeyin başlangıcı ve aşkın otorite sahibi olmasından ve tüm çocuklarının üstüne titreyen sevgi dolu iyiliğinden dolayıdır. Allah ne erkektir, ne kadın; Allah, Allah’tır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Buna rağmen kâfir sayılıyorlar…

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Böyle demelerine rağmen onların kâfir sayılmalarının sebebi, Allah ile aralarına, Allah’a ait özellikler verdikleri İsa’yı ve Kutsal Ruh’u koymalarıdır. Hıristiyanlar şöyle derler: ‘İsa, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır.  Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter.’

Kutsal Ruh ile ilgili olarak Pavlus’un Romalılara mektubunda şu ifadeler yer alır: ‘Kutsal Ruh, bizim zayıflığımıza yardım eder, çünkü nasıl dua etmemiz gerektiğini bilmiyoruz; ama Ruh’un kendisi sözle anlatılamayan iniltilerle bizim için şefaat eder. İnsanların yüreklerini araştıran Allah, Ruh’un düşüncesinin ne olduğunu bilir. Çünkü Ruh, Allah’ın isteğine göre kutsallar için şefaat eder.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Mekkeli müşriklerin putları ile ilgili durum nedir?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kur’ân, Mekkeli müşriklerin putları hakkında şöyle dediklerini bildirir: ‘Onlara kul olmamız, başka değil sadece bizi Allah’a iyice yaklaştırsınlar diyedir.’ (Zümer 39/3)
Onlar, ilahlarının Allah’ın yanında kendilerine şefaatçi olacaklarına da inanırlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar, Allah’tan önce öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne faydası olur ne de zararı. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?’ Allah, onların şirkinden uzaktır ve yücedir.’ (Yunus 10/18)
Oğuz ÇETİNOĞLU: Sapıklıkların sonucunda ortaya nasıl bir durum çıkıyor?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Hıristiyanların ve Mekkeli müşriklerin Allah’ı var ve bir kabul etmedikleri söylenebilir mi? Bunun doğurduğu zihin karışıklığı içinde Kur’ân tefsirleri de şirkle ilgili âyetleri anlaşılmaz hale getirmiş ve hurafelere zemin hazırlamışlardır.

Mesela Kur’ân’da hem ibadet, hem de dua kelimeleri geçer, ibadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak ve yardım istemektir. Tefsir ve meallerin çoğu, duaya ‘ibadet’ anlamı vererek asıl anlamın kaybolmasına yol açmıştır. İbadet, yapılan duanın kabulüne yönelik olacağı için bu iki kelime arasında sıkı bağ vardır. Peygamberimiz; ‘Dua ibadetin iliğidir, özüdür’  buyurmuştur. Ama dua, ibadet diye tercüme edilince, birini olağan dışı yollarla yardıma çağırmanın ibadet olduğu anlamı kaybolmaktadır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Buradan da yanlış sonuçlara gidilmez mi?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Ahkâf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya ibadet anlamı vermenin, âyetleri nereye taşıdığını görelim: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimselerseniz. Allah’ın yakınından Kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir. İnsanlar, ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.’ (Ahkaf 46/4, 5, 6)
Oğuz ÇETİNOĞLU: Türbe ziyaretlerinde de sapkınlıklar gözleniyor…

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Duaya ibadet anlamı verilince yeni anlam kaymaları kaçınılmaz olmuştur. Hata, hatayı doğurmuş ve âyetlerin asıl anlamı kaybolmuştur.  Tefsir ve meallerdeki bu gibi hatalar, türbe ziyareti ile ilgili şu inanca yol açmıştır: ‘Allah, bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkânlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar bizim şefaatçilerimizdir, bizler günahkâr olduğumuz için doğrudan Allah’tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sayesinde Allah dileklerimizi kabul eder.’

Bu gibi yanlışlar sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü Allah’ın yakın dostu sayma, ona hayali yetkiler verip Allah’a onun aracılığı ile ulaşma hastalığı Müslümanlara da bulaşmıştır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, besmelenin de farkı şekillerde tercüme edildiğine rastlanılıyor…

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: ‘Besmele’ diye bilinen ‘Bismillahirrahmanirrahim’, Türkçeye farklı şekillerde tercüme edilmiştir. Fark, Rahman ve Rahim kelimelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar rahmet kökünden türetilmiştir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamınadır. Ama bazen yalnız incelik, bazen de yalnız iyilik ve ikram anlamında kullanılır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlamı kast edilir.
Rahman ‘rahmeti her şeyi kuşatan’ demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmaz. Rahim ise ‘rahmeti bol’ demektir. Rahmet bolluğu Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Bu sebeple rahim sıfatı Kur’ân’da Peygamberimiz için de kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size kendi içinizden bir elçi geldi. Sizi sıkıntıya sokan her şey onu da sıkar. O size pek düşkündür. Müminlere karşı çok şefkatli ve rahimdir.’ (Tevbe 9/128)

‘Rahman’ı Türkçeye ‘iyiliği sonsuz’ diye çevirdik. Çünkü Allah’tan başka kimsenin iyiliği sonsuz olamaz. ‘Rahim’i ise ‘ikramı bol’ diye çevirdik. Çünkü bu özellik insanlarda da olabilir. Sonunda Besmelenin Türkçe tercümesi şöyle oldu: ‘İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla’
Bize göre bu tercüme en doğru tercümedir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hamd ve şükür kelimeleri hakkında neler söylersiniz?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Hamd; birini, yaptığı iyi bir işten dolayı övmektir. Buna ‘medih’ de denir. O iyi işi, sizin için yaptı diye övmek şükür olur. Türkçede buna teşekkür denir. Kişinin, kendi katkısı olmadan sahip olduğu şeyle övülmesi, sadece medih yani övgü olur. Hamd şükürden, medih de her ikisinden kapsamlıdır.

Birinin size iyi davrandığını söylemeniz hem hamd, hem şükür hem medih olur. Size yaptığı iyilikten bahsetmeden ‘O iyidir’ demeniz, hamd ve medihtir ama şükür değildir. ‘Uzun boylu ve zekidir’ demek ise sadece medih olur. Çünkü zekâyı ve uzun boyu, kendi çalışmasıyla elde etmemiştir. Bunlar iç içe geçen halkalar gibidir. Her şükür, hamd ve medihtir. Her hamd medihtir ama şükür değildir. Her medih hamd ve şükür olmayabilir.

‘el-hamdu lillah’ sözünün başındaki ‘el’ takısı, ‘hamd’ kelimesine cins anlamı kazandırır ve ‘bütün hamdler Allah’a aittir’ demek olur. Hamd; birini, yaptığı iyi bir işten dolayı övmek, olduğundan ‘Yaptığı her şeyi doğru ve güzel yapmak Allah’a mahsustur’ anlamı çıkar. Bütün bu anlamları içine alması ve şiir yüklü bir yapıda olması sebebiyle biz ‘el-hamdu lillah’ sözünü, ‘Allah neylerse güzel eyler’ şeklinde tercüme etmenin uygun olacağı kanaatindeyiz.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, ‘Şefaat’ konusunda da ‘doğru’ bilinen yanlışlar var…

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Şefaat sözlükte, yardımcı olmak ve bir şey istemek için birine eşlik etmektir.  İnsanlar arasında bu tür ilişkiler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her kim iyilik için şefaat ederse (arka çıkarsa) bundan kendine pay vardır. Her kim de kötülük için şefaat ederse (arka çıkarsa) onun da bundan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.’ (Nisa 4/85)

Şefaat daha çok, saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması anlamında kullanılır.  Allah Teâlâ böyle bir şefaati kabul etmez. O, şöyle buyurur: ‘Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin cezasını çekmez. Kimseden şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye alınmaz. Onlar yardım görmez halde olurlar.’ (Bakara 2/48)

‘Rablerinin huzurunda toplanacakları günden korkanları Kur’an ile uyar; onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Bekli kendilerini korurlar.’ (En’am 6/51)
‘De ki: O şefaat, bütünüyle Allah’ındır.’ (Zümer 39/44)

Oğuz ÇETİNOĞLU: Şefaat talep etme ihtiyacı nasıl doğar?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Allah’a tam güvenemeyenler, O’nun yanında kendilerine arka çıkacak ve yardımcı olacak güçlü birini ararlar. Böyle biri olmadığı için hayallerinde üretir ve ona kul olurlar. İşte şefaat bu hayali ihtiyaçtan doğar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararı olur ne de fayda sağlar. ‘Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na bildiriyorsunuz?’ Allah, onların şirk koştuklarından uzak ve yücedir.’ (Yunus 10/18)

Kişiyi Allah’a karşı koruyacak olanın Allah’tan güçlü ve merhametli olması ve O’nu daha iyi tanıması gerekir. Böyle biri ancak ikinci tanrı olur. Bunun farkında olan Katolikler, şirklerini pekiştirircesine İsa aleyhisselam hakkında şöyle derler: ‘Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır.  Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter.’
Oğuz ÇETİNOĞLU: Müslümanlarda şefaat ihtiyacı meselesine gelebilir miyiz Hocam?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: İslamda böyle bir inanç olamaz. Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre ‘Kabilenin en yakınlarını uyar’  âyeti inince Allah’ın elçisi şöyle bir konuşma yaptı: ‘Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size faydam olmaz. (Amcasına,) Ey Abdulmuttalib oğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. (Halasına,) Ey Safiyye! Allah’ın yanında sana faydam olmaz.

(Kızına,) Ey Muhammed kızı Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana faydam olmaz.’ dedi. (Buhari, Vesâyâ, 11)

Oğuz ÇETİNOĞLU: Büyük günah işleyenlere söz verilen şefaat nedir? O konuda bilgi verir misiniz?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Bütün ayet ve hadisler, mahşer yerinde şefaatin olmayacağı konusunda ittifak etmiştir. Ama Cehenneme gitmiş Müslümanların oradan çıkarılıp Cennetteki yakınlarının yanlarına yerleştirilmesi anlamında şefaat vardır. Bu, büyük günah işlemiş ve tevbe etmeden ölmüş olanlara söz verilen şefaattir.
Büyük günahlardan kaçınanlarla, bu günahları işledikleri halde tevbe edip ıslah olanlar doğrudan Cennet’e gideceklerdir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, günahlarınızı örter, sizi şerefli bir yere yerleştiririz.’ (Nisa 4/31) ‘Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Bu, kötü davrananları yaptıklarına karşılık cezalandırsın; güzel davrananları da daha güzeli ile karşılasın diyedir. Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhuş çeşitlerinden kaçınanlardır;(dipnot 1) diğer günahlar başka. Senin Rabbinin affı kapsamlıdır.’ (Necm 53/31-32)
‘Yaptıklarından daha güzeli ile’ karşılanacaklarına dair söz verilen kimselerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Önceden daha güzeli ile karşılama sözü verdiklerimiz Cehennemden uzak tutulacaklardır. O büyük dehşet onları üzmeyecek, ölümsüz olarak canlarının çektiği şeyler içinde olacaklardır. Melekler ‘bu sizin gününüz, size söz verilen gündür’ diyerek onları karşılayacaklardır.’ (Enbiya 21/101-103)

Büyük günahlarla mahşer yerine gelenlerin iyilikleri ile kötülükleri tartılacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Kimin sevabı ağır gelirse, mutlu eden bir hayata kavuşur. Kimin de sevabı hafif kalırsa, onun anası Haviye olur. Haviye nedir, nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir.’ (Karia 101/6-11) ‘O gün tartı yapılacağı gerçektir. Kimin sevabı ağır basarsa onlar umduklarına kavuşurlar. Kimin sevabı hafif kalırsa onlar da âyetlerimiz karşısında yanlış davranmaları sebebiyle kendilerini harcamış olurlar. (Araf 7/8-9)

Günahları ağır basan Müslümanlar cehenneme gideceklerdir. Ama Allah Teâlâ, şirk günahı ile gelmeyen bu kişilerle ilgili şöyle buyurmuştur:  “Allah” şirki bağışlamaz, onun dışında kalanı bağışlanmayı hak eden için bağışlar.’ (Nisa 4/48xe “Nisa 4/48”)

Bağışlanmayı hak etmek için Cehenneme girip cezalarını çekmeleri gerekir. İşte şefaat edilecek olanlar bunlardır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediği rivayet edilmiştir:  ‘Şefaatim”, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.’  Hadisi rivâyet eden  “Câbir” dedi ki: ‘Büyük günahı olmayanın şefaate ne ihtiyacı olur!’
Bunlar, kendilerine verilen sözden ötürü sürekli af beklentisi içinde olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘(Orada) Rahman’dan söz almış olanlar dışında kimse şefaate nail olamayacaktır.’ (Meryem 19/87)
Onlar cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirileceklerdir.  

Allah Teâlâ buyurmuştur:  ‘Kendini koruyanlar bahçelerde ve nimetler içinde olurlar; Rablerinin verdikleri ile safa sürerler. Rableri onları Cehennem’in azabından korumuştur. Onlara; ‘Yiyin için; afiyet olsun; bu, sizin yaptığınıza karşılıktır.’ denir. Sıra sıra dizilmiş sedirlere yaslanırlar. Yanlarına ceylan gözlü huriler veririz. Soylarından inanarak kendilerini takip edenleri de bu müminlere katarız ama onların yaptıklarının değerini eksiltmeyiz. Herkes kendi kazandığına karşılık rehindir. (Tur 52/17-21)

İşte büyük günah işlemiş olan müminlere söz verilmiş şefaat budur.  Onları cehennemden çıkarma şerefi. Peygamberimize ve doğrudan cennete giren müminlere verilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün şefaatin faydası olmaz, Rahman’ın izin verdiği kişinin, lehine söz söylenmesine razı olduğu kişi için yaptığı başka.’ (Taha 20/109)

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, izninizle başka bir konuya geçebilir miyiz? Oruç ve fidye hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Sayılı günler… Sizden kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, o günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Onu tutabilenlere bir yoksulu doyuracak fidye de gerekir. Kim bir hayrı içten gelerek yaparsa onun için daha iyi olur. Oruç tutmanız sizin için daha iyidir. Eğer bilmiş olsaydınız…’ (Bakara 2/184)

Ayette geçen (ve alellezîne yutlkûnehû) ifadesi ‘… Onu tutabilenlere…’ anlamındadır. Ancak âlimlerimizin çoğu âyete; “…Onu tutamayanlara…’ şeklinde olumsuz anlam vermişlerdir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bu şaşırtıcı durumun sebep ve sonuçları hakkında bilgi lütfeder misiniz?  

Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Önce olumlu anlam ile ortaya çıkan hükümleri ve anlamı olumsuza çevirmenin sebep ve sonuçlarını görmeye çalışalım: Bakara 184. âyetteki ‘…Onu tutabilenlere…’ Şeklinde olumlu anlam verince, ‘onu’ zamiri ya bu âyette sözü edilen hasta ve yolcuların, tutamadıkları Ramazan orucunu kaza etmeleri veya 183. ayette yer alan orucu gösterir.
A- Zamirin Orucu Göstermesi
184. âyette olan ‘Onu’ zamirinin 183. âyetteki orucu gösterdiğini söyleyenlere göre yolcu ve hasta olmayıp oruç tutabilenler önceleri serbestti; isteyen tutar, isteyen de tutmaz bir fakiri doyururdu. Sonra ‘Sizden kim Ramazanı yaşarsa, o ayı oruçlu geçirsin…’ (Bakara 2/185) âyeti geldi ve bu hükmü nesh ederek ortadan kaldırdı.  Buna göre 184. âyetin açılımı şöyle olur: ‘Orucu sayılı günlerde tutun. Sizden kim hasta veya yolcu olur da oruç tutamazsa, o günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Hasta veya yolcu olmayıp gücü yerinde olanlar oruç tutmazlarsa onun yerine bir yoksulu doyuracak fidye vermeleri gerekir…’

Demek ki ilk zamanlar, hasta ve yolcular, tutamadıkları oruçları kaza etmek mecburiyetinde oldukları halde oruç tutabilecek olanlar serbesttiler; isterlerse oruç tutmaz, yerine bir yoksul doyuracak fidye verebilirlerdi. Bu bir çelişkidir, Allah’ın kitabında çelişki olmaz.

Bu iddia, bunun dışında üç açıdan daha eleştirilebilir:

a) Ayetin metni muhayyerlik değil, vücub ifade eder. ‘ve alellezîne yutikûnehû fidyetün taâmu miskin /  Onu tutabilenlere bir yoksulu doyuracak fidye gerekir.’ cümlesi, mübteda ve haberden oluşan isim cümlesidir. Haber, efâl-i ammeden olup hazfedilmiştir. İsim cümlesi sübut ve devam ifade eder. Çocuğun emzirilmesi ile ilgili şu âyet de aynı yapıdadır: ‘ve ale’l-mevlûdi lehû rizquhunne ve kisvetuhunne bi’l-ma’rûf  / (Sütannenin) gıda ve giyeceğini temin; çocuk kendi için doğurulmuş babanın görevidir.’ (Bakara 2/233) Bu ve benzeri âyetlere, vücub anlamı verilirken yalnızca yukarıdaki âyete muhayyerlik anlamı verilmesinin bir gerekçesi yoktur.

b) Burada nesihten bahsedilemez. Çünkü nesh eden âyet, ya önceki ile aynı hükmü veya daha hafif bir hükmü içerir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz bir âyeti nesh eder veya unutturursak, yerine ya daha hayırlısını, veya dengini getiririz.’ (Bakara 2/106) Oruç tutabilenlere verildiği iddia edilen ruhsatın kaldırılması, hükmün ağırlaştırılmasıdır. Böyle bir nesih olamaz.

c) Üçüncü husus şudur: Ayette hasta ve yolcuların tutamadıkları orucu kaza etmelerinden bahsediliyor. Zamirin en yakınını göstermesi esas olduğundan ‘… onu…’ zamirinin bu âyetteki ‘oruç kazası’nı değil de 183. âyetteki ‘orucu’ göstermesi için bir karine gerekir. Okuduğumuz yerlerde böyle bir karineden bahsedilmemektedir. Bize göre Ramazan bayramında verilen fitre bunun karinesi olabilir. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: ‘Ramazan orucunu tutabilenlerin bir miskini doyuracak fidye vermeleri gerekir.’

Fidye, kişinin ibadetteki eksiğini gidermek için ödenmesi gereken bedeldir.  İkrime’nin İbn Abbâs’tan rivayetine göre ‘Peygamberimiz fitreyi, oruçlunun ağzından çıkabilecek olan boş ve çirkin sözler için bir temizlik ve çaresiz kalmış kişiler (miskinler) için yemek olsun diye farz kılmıştır. Kim onu (bayram günü) namazdan önce verirse makbul bir zekât olur. Kim de namazdan sonra verirse sadakalardan bir sadaka olur.’
Abdullah b. Ömer demiştir ki; ‘Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem fitır veya Ramazan sadakasını; erkeğe, kadına, hüre ve köleye, hurmadan bir sa’ (1)  veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı, insanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi.’

Oruç; kadın, erkek, hür ve köle her Müslüman’a farzdır. Hadisler, fitrenin de aynı şekilde farz olduğunu açıklamıştır. Ayetteki ‘orucu tutabilenlere’ ifadesi, bu hadis ile örtüşmektedir.

B- Zamirin Kaza Orucunu Göstermesi
‘Onu tutabilenlere.’ âyetindeki ‘onu’ zamirinin kaza orucunu gösterdiğini söyleyenler, iki ayrı görüş ortaya koymuşlardır:
Hasta ve yolcular iki kısımdır. Bir kısmı oruca dayanamazlar; bunlar daha sonra kaza orucu tutarlar. Bir kısmı da fazla sıkıntı çekmeden oruç tutabilirler. İşte âyet; bunların ikinci kısmını, oruçla fidye arasında muhayyer bırakmıştır. Fahrettin Razi, bu görüşten başkasına itibar edilemeyeceğini söyler.

Bize göre âyetin manası vücub ifade ettiğinden ona dayanılarak muhayyerlik yorumu yapılamaz.
Ebû Hayyân’a göre İmam Mâlik bu âyeti şöyle yorumlamıştır: Ramazan ayı gelene kadar, tutma gücü olduğu halde önceki Ramazandan kalma kaza orucunu tutmayana fidye gerekir.  Bu görüşü kabul etmek için delil gerekir. Bize ulaşan böyle bir delil yoktur.
2. Anlamı Olumsuza Çevirenler
Bakara 184. âyetteki ibareye olumsuz anlam verenleri yanıltan et-tâkâtu kelimesine verilen yanlış anlamdır. Kelime, güç ve kuvvet demektir. Türkçeye ‘takat’ şeklinde geçmiştir.
‘Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.’ (Bakara 2/286)
Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayınladığı mealin ilgili bölümü şöyledir: ‘(İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakiri doyuracak fidye gerekir…’
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR

1951’de Erzurum’un Tortum ilçesinde doğdu. 1976’da Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesini bitirdi. Temmuz 1976’dan 1997’ye kadar İstanbul Müftülüğünde müftü yardımcısı ve uzman olarak çalıştı. Bu süre içinde Fetva Kurulu Başkanlığını ve Şer’iye Sicilleri Arşivi yöneticiliğini yaptı. 1983-1993 yılları arasında İslamî İlimler Araştırma Vakfının ilmî toplantılarını düzenledi. ‘Şer’iyye Sicilleri Işığında Osmanlılarda Muhakeme Usulleri’ isimli teziyle 1984’te İslam Hukuku dalında İlahiyat Doktoru; İslam İktisadıyla ilgili çalışmalarıyla da 1987’de Kelam ve İslam Hukuku dalında Doçent oldu. 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurdu. 1997 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi oldu. 2003 yılında ise İslam Hukuku Profesörü oldu. Halen bu görevi sürdürmekte olan Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Evli ve dört çocuk babasıdır.
Çok sayıda yayınlanmış makalesi, ilmî tebliğleri ve bildirileri bulunan Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın Yayınlanmış Kitapları:
İslam Muhakeme Hukuku /Osmanlı Devri Uygulaması: (1986).

 Işığında Tarikatçılığa Bakış: (1997),

Kur’an Din ve Devlet İlişkileri Teokrasi ve Laiklik: (1999),

Duada Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk: (2001),

Ticaret ve Faiz: (2002),

Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar: (2005).
Dipnot 1;   Fuhuş çeşitleri diye tercüme ettiğimiz kelime fevâhiş’tir; fuhuş’un çoğuludur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Kur’an’a göre zina ve erkek erkeğe ilişki fuhuştur. Üçüncüsü kadın kadına yaşanan sevicilik olabilir.
.   Tirmizi, Sünen, Kıyâmet 12, (2436)