20.1 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1102

Beyaz Olmak İsteyen Afrika

 

Eyüp’te eski bir İstanbul Konağı’nı restore ettirirek, pırıl pırıl hale getirdiği bir merkezde hizmet veren İş Dünyası Vakfı her ayın son cuması bir kültür etkinliği düzenler. Konuklarına toplantı öncesi kuru fasulye, pilav, turşu, ayran ve çay ile tulumba tatlısı ikram eder. Geleneksel bir öğün işte. Sezon sonu konuşmacısı ise Başbakanlık Afrika müşaviri, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Kavas oldu.

Bugün ülke yönetiminde sorumluluk alan aydınlarımızın önemli bir bölümü Türk Petrol Vakfı ve bu sivil toplum kuruluşumuzun değerli yöneticisi rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun himmetiyle verilen bursla yurtdışı tecrübe kazanmış ve birkaç ecnebi dil öğrenmiştir. Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın verdiği bilgiye göre şimdi buna kısa adı TDV olan Türkiye Diyanet Vakfı’nı da eklememiz gerekiyor.

Prof. Dr. Ahmet Kavas bu bursla Paris’e gitmiş, dil öğrenmiş ve Afrika konusunda özel çalışma yapmış. Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan Hindistan konusunu çalışmış. Sonra öteki akademisyenlerle Malezya, Endonezya, Filistin vs konusunda çok sayıda uzmanımız olmuş artık. Müthiş sevindirici bir gelişme. Artık Türkiye’de çok ciddi bilimsel çalışmalar oluyor, çok az bilinen İbranice ve Ermenice gibi dilleri konuşabilen kamu görevlilerimiz var artık. Bu dilde yayınlanan eserler de ciddi ciddi takip ediliyor. Sevindirici bir gelişme.

Afrika’yı Sömüren Batılı Ülkeler

Prof. Dr. Ahmet Kavas’tan Afrika’yı dinledik. İşte aktardıkları ve tespitleriyle özet tarihi;  Afrika bugün için 53 devlet ama batılılar Sudan’ı, Batı Sahra’yı ve son olarak da Libya’yı bölmeye çalışıyor. En iyi ihtimalle federal bir yapıya doğru götürüyorlar. Bunların tümü de halkı müslüman olan, yeraltı ve yerüstü ile insan kaynağı zengin olan ülkeler.

Afrika güneşin battığı yer anlamında. Siyah yahut zenciler kıtası da deniyor. Kayrevan şehri Tunus’ta müslümanların kurduğu önemli merkez bir kent. Vandallar Afrika’yı yaktı ve yıktı tarihi boyunca. Roma medeniyetini bitirdi. Gırnata düşünce de Afrika batılılar tarafından paylaşılarak sömürüldü. Bu ülkelerin ilk üç sırasında İspanya, Portekiz, Fransa bulunuyor.

Memluklar batının bu sömürgeci işgaline karşı Osmanlı’dan yardım almasına rağmen baş edemiyor. Osmanlı ilk olarak 1516 yılında Yavuz Sultan Selim Han ile Afrika’ya giriyor. 1574 yılında Tunus alınıyor. Anadolu’dan 50 bin asker ile geliyor Osmanlı. 10 bin şehit veriyor. Kuşadası’ndan yiğitlerle takviye ediliyor Osmanlı ordusu. Kadı Efendi çok sayıda gencin bu savaşa gitmesi üzerine karşı çıkarak “Böyle devam ederse Kuşadası’nda müslüman genç sayısı azalacak.” diye hatırlatmada bulunuyor. Bu savaşta İspanya yeniliyor. Cezayir’e ise Manisa’dan çok sayıda genç Osmanlı, savaşmaya gidiyor. Bugün bile Cezayir’de “Bizim atalarımız Manisa’dan gelmiş “diyenler bir hayli fazla. Osmanlı Afrika’da beş eyalet kuruyor; Habeş, Mısır, Tunus, Cezayir ve Fas.

Sömürünün ve Köle Ticaretinin Mucidi Kim ki?

Osmanlı bir cihan devleti olarak Afrika’da bölgenin insan ve yeraltı-yerüstü kaynaklarına ilişmiyor. Dolayısıyla her tarafta Osmanlı’nın izi ve eseri bulunuyor. Ancak 1900 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda sadece Trablusgarp vekilleri vardı. Trablusgarp da gidince Osmanlı’nın ayağı Afrika’dan kesildi. Batılı ülkeler bu tarihten itibaren doymak bilmez bir iştiha ve acımaz emperyalist bir politika ile Afrika’yı soydular.

Batılılar 1490-1898 yılları arasında köle ticareti yaptılar. Gemilerle götürdüğü Afrikalıları sattılar. Bu satılan kölelerin de çoğu da ABD’ye gitti. Cezayir’deki iç savaşın her iki kanadını da Fransa destekledi. Para ve silah yardımı yaptı. Müslümanları birbirine kırdırdı.

ABD Afrika’ya Obama ve Cibuti’yle Yerleşiyor

Bölgede sosyalist uygulamalar 1992’de SSCB’nin dağılmasıyla değişti. Çin, Afrika’ya 2014 yılı için 400 milyar dolarlık ihracat yapmayı planlıyor. Oysa Afrikalılar Çin’i ve bu ülke malını istemiyor. Ancak elleri mahkum, fiyatlar ve yatırımlar dolayısıyla. Batıdan farklı uygulama gerçekleştiriyor Pekin.

Hüseyin Barak Obama’nın Amerikan Başkanı seçilmesinin ardında da Çin’in Afrika’dan çekilmesi politikası yatıyor. Obama Afrikalı çünkü. Bugün az bilinen Cibuti ülkesi Afrika’nın nabzı gibi. Çünkü Yemen ve Cibuti’nin iki yakasına hakim olduğu Kızıldeniz’den okyanusa açılan Babülmentep Körfezi’nden yılda 40 bin gemi geçiyor. Daha önce Cibuti’de Fransız askerleri bulunurken artık Amerika’nın Frakfurt’ta bulunan üssündeki askerler buraya taşınıyor. ABD bugün Türk müteahhitlere 60 milyon dolara kale gibi bir temsilcilik inşa ettiriyor.

Afrika’nın 53 Oyundan 51’i Türkiye’ye

Batılı ülkeler Afrika Birliği’nin ayağının altındaki kürsüyü 1963 yılında çektiler. Afrika Birliği o yıla kadar Türkiye, Hindistan ve Çin ile ilişkilerini sürdürüyordu. Afrika Birliği’nin daha önceleri 44 devlet veya hükümet başkanlarıyla yaptığı toplantılara daha sonraları Türkiye, Çin ve Hindistan’ın katkılarıyla ancak 7 üst düzey katılım gerçekleşmişti. Afrikalılar bunu unutmuyor. Birleşmiş Milletler’de Afrika’dan ilk defa 51 oy almamız bu nedenledir. Türkiye’ye El Dorado (Hayal Ülkesi) demeleri boşuna değil. Bu ilgide bittabi Osmanlı’dan günümüze kadar geçen tarihi süreç de etkili olmuştur. Afrika Zirvesi 2013 yılında yapılacak.

Ortadoğu’daki halk hareketlerini Suriye ve Libya yönetimleri tahmin etmiyordu. Ne var ki batıdaki ekonomik darboğaz, kaynakların tükenmesi, neslin yaşlanması batılı yönetimleri yeni stratejilere zorladı. Afrika ülkelerinde kamu gelirleriyle kalkınma hızı arttı, halk devletine sahip çıktı ama Avrupa Birliği ülkeleri toplumsal eylemler için  ışık yaktı!

Avrupa Birliği’nin Afrika ve Türkiye Stratejileri

İngiltere, terörist eylem iddiasıyla ülkesinde düşen uçağa karşılık, Kaddafi’den 3 milyar dolar tazminat aldı. Müeyyidelerini kaldırdı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de Kaddafi’yi Paris’te ağırladı, başkentin ortasına çadır kurmasına müsaade etti, ikrama boğdu! Çünkü Libya’ya uçak satacaktı. Gerçekleşmeyince Kaddafi’yi ve Libya’yı bombalamanın ilk emrini de yine yahudi asıllı Sarkozy verdi. Libya’da en başta Riksos, bütün lüks oteller, gökdelenler, kamu binaları ve yollar bombalandı. Yerli bir edildi. Şimdi batı yeni rejimde bu yıkımı tamir etmeye talip! Saddam’ın işgal ettiği Kuveyt’te olduğu gibi. Çünkü Libya’daki bu binaları daha önce Türk müteahhitler yapmıştı. Hala da Türk müteşebbislerin çok önemli yatırımları var Libya’da. Batı Türkiye’yi bir taşla iki kuş vurarak zora sokmak istiyor. Adeta hem van minüt’ün, hem de Avrupa Birliği’ne alternatif olmanın ve aramanın restini karşılıyor.

Suriye ve Türkiye ise birbirini tamamlayan iki ülke. Bütün ortadoğu ülkeleri “Türkiye gibi olalım” yarışı içindeydi. Şimdi bu arzu batılılarca nefrete döndürülmeye çalışılıyor. Medyada Türkiye karşıtı en çirkin yazılar yayınlanıyor. Beşşar Esad zülme devam ederse bu kendine döner. Maalesef muhalefet gruplarında öyle öne çıkan bir isim de yok. Bunun nedeni de yıllardır muhalefet bastırılmış, susturulmuş, tutuklanmış olması gerek.

Sivil Toplumun Afrika Çıkartması

MÜSİAD ve TUSKON gibi sivil işadamları örgütlerimiz Afrika’da yatırımlar yapıyor. Hayır hizmetleriyle de gönülleri fethediliyor. Doktorlarımız senelik izinlerini burada geçirerek fahri hizmet veriyor, tedavi ve cerrahi müdahalede bulunuyorlar. Mali’ye İstanbul Eyüp Müftülüğümüz Mali İslam Konseyi binası yaptırıyor. Fethullah Gülen Okulları da Türkiye’nin yüzakı teşebbüsler. Türkçe bölgede yaygınlaşıyor. Sadece Mali’de 6 Türk okulu ve bir üniversite mevcut. Bu okullarda mahalli dilin yanında Türkçe ve bir yabancı dil öğretiliyor. Süleyman Tunahan’nın talebeleri, Aziz Mahmut Hüdai Vakfı yönetimleri öyle çok hizmet götürüyorlar ki, geçmişten çok daha ilerde görünecek bir fotoğraf arzediyor. Türkler bütün Afrika’da artık var ve rahat rahat dolaşabiliyorlar. Afrikalılar pozitif elektrik veriyor Türklere. Fransızlara öyle değil. Sicilleri mani oluyor bir kere.

Prof. Dr. Ahmet Kavas bir vesileyle gittiği Afrika’da Mali Cumhurbaşkanı’yla bir görüşme yapmış emrivaki randevu talebine karşılık. Cumhurbaşkanı demiş ki       ” Türkçe Tercüman olarak kızımı çağırabilirdim, ama aceleye geldi.” Ne hoş bir açıklama. Türkiye’nin Mali Büyükelçisi Başkent Bamako’da bir Türk ailenin evinde misafir iken Mali Cumhurbaşkanı da gelmiş. Tanıştırmışlar daha güven mektubunu vermeden. İki taraf da mutlu ve mesrur olmuş bu dostluktan.

Libya Bayrağı’nda Bir Zamanlar Ay Yıldız Vardı

Batılı ve başta Fransa gibi ülkeler bu tür gelişmeler karşısında hop oturup, hop kalkıyor ve yeni projeler geliştiriyorlar. Kaddafi Uganda’nın Başkenti Kampala’ya 15 bin kişilik muhteşem bir cami yaptırdı. Libya parayı batılı bankalara yatırmıyor Afrika halkına hizmete veriyor. Sarkozy Kaddafi’ye savaş ve yolcu uçağı satacaktı! Gerçekleştiremeyince politika değiştirdi. Libya’nın eski Başbakanlarından Muhammed Manguç(Türkiye’de Büyükelçilik, Libya’da ise Bayındırlık Bakanlığı da yapmıştı) Türk müteşebbislere bizzat proje veriyordu ilgili Türk şirketinin kapasitesine göre. Muhammed Manguç anıtı dikilecek bir devlet adamı.

Kaddafi yönetimi öncesinde Libya’da yıllarca ay yıldız yer aldı ve öyle dalgalandı.

Oyun İçinde Oyun

Birleşmiş Milletler’e  hazırlanan etnisite raporu sunulacak; Afrika ülkelerindeki ülke ve halkların dini, dili ve kimlikleri konusunda. Batı, Afrika ve ortadoğu ülkelerinin kontrol edilebilir mi, yönetilebilinir mi veya demokratik yönetime geçebilir mi üçlemi içinde kafası karışık! Afrika ile ilişkilerde halkın duvar olmasını da içine sindiremiyor. Bunun için de Türkiye’yi karıştırmak istiyor, dostları ile arasını açmak arzu ediyor. Teröristbaşı Adullah Öcalan’ın İtalya, Yunanistan ve Kenya macerası da ortada. Nasıl yakalandığı ve hangi uçakla önce nereye getirildiği ve uçağın nasıl değiştirildiği artık biliniyor. Ancak Apo üzerine bir strateji geliştiriyor batılı ülkeler Türkiye aleyhine. Batı komplo teorilerini ve uygulamasını çok iyi bilir ve Türk Tarihi de bunun örnekleriyle dolu. Aynı tuzağa düşmek artık zor.

 

Florance Nightingale Katibim Türküsü Miss Timothy

 

Çar Nikolay I, ortodoksları himaye etmek bahanesiyle Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eder. 1853 yılının yazında Rus orduları, Romanya’yı işgal ederler. Ayrıca Rus donanması Sinop limanına baskın yapar. Hem Osmanlı donanmasını hem de Sinop şehrini yakar.

Bu durumdan en az bizim kadar tedirgin olan İngiltere ve Fransa, Rusya’ya savaşa son verme çağrısında bulunurlar. Rus çarı Nikolay I, bu isteği reddeder. Fransız ve İngiliz hukümetlerini hristiyanlığa ihanet etmekle suçlar.

Sonuçta 1854 yılında İngiliz, Fransız ve Osmanlı birlikleri, Rusya’ya karşı askeri harekat başlatırlar. Ruslar savaşı kaybeder. Rus orduları komutanı Mençikof ve Çar Nikolay I,  üzüntüden intihar ederler. Yerine geçen yeni Çar Aleksandr II barış ister. 10. 09. 1855’de savaş sona erer. Ruslar 30 000 ölü vermişlerdir.

Aradan 153 yıl geçti. Osmanlı kumandanı Ömer Paşa’yı, İngiliz komutanı Lord Raplan’ı, Fransız komutanı Saint Arnaud’u, Rus komutan Mençikof’u  hatırlayan var mı? Ancak merak edenler tarih arşivlerinden bu isimleri öğrenebilirler.

Oysa Kırım harbi dünyaya Florence Nightingale gibi çok değerli bir İngiliz kadınını tanıtmıştır. Günümüzdeki modern ve çağdaş hemşireliğin kurucusu olan bu soylu kadın, Kırım savaşı sırasında Üsküdar Selimiye Kışlası’nda yaralı askerlere hizmet vermiştir. Savaş sonrası, hastaların bakımında yalnız şefkatin yetmediğini, bilimsel ve özel bilgilere gereksinme olduğunu söylemiştir. Bu öneri bütün dünyada geniş yankılara neden olmuştur. Hasta bakmanın okullarda öğretilmesi yoğun bir kabul görmüş ve tüm dünyada hemşire okulları açılmıştır. Halen de açılmaya devam etmektedir. Günümüz de gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde pek çok hastane ve hemşirelik okulu,  O’nun ismini taşımaktadır.

Kırım savaşı için İskoçya’dan gelen birliğin, yürüyüş müziği, Üsküdar’dan tüm İstanbul’a yayılmış, halk tarafından çok beğenilmiştir. Müziğe Türkçe güfte yapılmış ve “Katibim” türküsü ortaya çıkmıştır. Değerli tarihçimiz Reşat Ekrem Koçu’nun bu konuda tespiti vardır. Ayrıca “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” sözleri ile başlayan türkünün melodisinin tüm dünyaya yayılmasında bu parçayı kah olduğu gibi kah sözlerini değiştirip melodisini kullanarak icra eden Ertha Kitt, Boney M, Lena Valaitis gibi şöhretler de önemli rol oynamışlardır. Günümüzde de bu şarkı ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Söz gelimi Pink Martini isimli müzik grubu yapmayı düşündükleri yeni albümlerine bu parçayı da katabilmek için çalışmalar yaptıklarını açıklamışlardır.

Kırım savaşının bir başka şöhreti Timothy’dir. Timothy, Kırım savaşına katılan HMS Queen isimli geminin maskotudur.  Kraliyet donanması kaptanlarından Mr. J. Courtenay Everard tarafından bulunmuştur.  Bulunduğundan itibaren İngiliz Kraliyet donanmasının değişik gemilerinde maskot olarak görev yapmış bir Akdeniz kaplumbağasıdır. Timothy 1892 yılında emekliye ayrılmıştır.

Timothy emeklilik dönemini Kont Devon’un Powderham şatosunda geçirmiştir. Kaplumbağa Timothy’nin, İngiltere Kraliyet Donanması’ndaki tarihi yeri nedeniyle geniş bir ziyaretçi grubu olmuştur.   Son zamanlarında sırtında “Benim adım Timothy. Çok yaşlıyım. Lütfen rahatsız etmeyiniz.” yazılı bir etiket taşımıştır.

Miss Timothy, Mr. Toby isimli bir kaplumbağa ile evlendirilmişse de (1926) yavrusu olmamıştır.

2004 yılında 165 yaşında olduğu uzmanlarca tahmin edilen Timothy ölmüş ve şatonun aile mezarlığına gömülmüştür.

 

Ziya Paşa ve Ben

Sevgili okurlarım, son zamanlarda Ziya Paşayı okumaya başladım. Her gün Ziya Paşadan biraz okumasam rahat edemiyorum. Onun içinde yazımın başlığını Ziya Paşa ve Ben olarak yazmak zorunda kaldım.  

Şimdi kimdir bu Ziya Paşa diyeceksiniz. Önce Ziya Paşayı size kısaca tanıtalım.

Ziya Paşa 1825 yılında İstanbul’da doğdu. Osmanlı döneminin önemli şairlerindendir. Birçok vilayette valilik de yapmış en son 1880 yılında Adana valisi iken, 55 yaşında orada vefat etmiş ve Adana Ulu Camii haziresinde toprağa verilmiştir.  

Ziya Paşayı okuma hevesi bana nereden geldi bilmiyorum. Ancak bir gece rüyama girdi ve tam bir saat sohbet ettik. Ziya Paşa diyordu ki;  

İnsanın ihtiyacı bir lokma ekmeğe olduğu halde, bu ihtiyaç derdi ile uzun uzun çekişme nedir? 

Kuvvetlinin zayıfı telef etmesi kaidedir. Yerde, havada, denizde bu savaş vardır.

Zengin naaşı leş gibi zelil ve düşkündür. Mirasa konan ve ölü yıkayıcı akbaba gibi sabırsızdır. Alçak, fesatçı, karıştırıcı sohbet meclisinde makul olur. İyi nasihatler veren bir adamın sözleri kimsenin hoşuna gitmez. Bir zavallı geçimini temin edemez. Bir zalimin her işi yolundadır. Eğer ceza gününün mahkemesinden korkun varsa adalet terazisini elinden bırakma. 

Yarasa kuşunun gözü ışıktan incindiği gibi, cahillerde bilgili ve faziletli olanları çekemezler.  

Süleyman Peygamberin tahtının havada seyrettiğini söylerler. O saltanatın yerinde şimdi yeller eser. Her kimin ırk ve cevherinde bayağılık varsa sanki en büyük bir sadrazamda olsa, ondan bir iyilik bekleme nice garip müneccim gökte yıldız ararda gafletinden yolunun üzerindeki kuyuyu görmez.  

Sözle dünyayı düzeltmeye kalkanların evlerinde bin türlü ihmalcilik izleri görülür. İnsana, cebir ve şiddet görse de gene sadakat yaraşır. Çünkü doğruların yardımcısı Allah’tır. Hak meydanda iken hüküm vaktinde insan olana gizli maksatlar için hükmü değiştirmek layık mıdır?   Ey kötü iş işleyen fenalık yapan eşek bu ne alacaktır ki birkaç kuruş için bütün ömründe alçaklık çekersin. 

Din, ırz ve namus alet edilerek elde edilmiş olan mala lanet olsun. Her hilekâr adamdan vefa beklemek çok hacıların putları koltuklarının altından çıkmıştır. Dünyayı ararsan binde bir adam bulamazsın, adam görünen eşekleri adam mı sanırsın? Ey günlük dünya devleti için iftihar eden zat, dünyayı sana teslim olunmuş mu sanırsın? Kibre sebep ne? Yoksa sen vezirim diye kendini çok itibarlı ve kudretli mi sanırsın?  

Rütbe sahipleri af  ile müjdelenmiş midir? Ceza kanunları acize mi mahsustur? Milyonlar çalan yüksek mevkidedir. Birkaç kuruş çalan kürek cezasına çarptırılmaktadır. Zenginler için dinde, imanda paradır. Namus ve hamiyet sözü fukarada kaldı. İkbal için dostları çekiştirmek yeni çıktı. Eskiden bilmezdik bu akıllılık bu zekâ yeni çıktı. Hırsızlık çoğalıp sadakat kelimesi moda oldu. Namus tamam oldu. Hamiyet yeni çıktı. Dostları düşmanlara zemmetmek zarafet sayılmaktadır. Sevgiliyi yabancılara şikâyet etmek yeni çıktı. Hırsızlara ikram ve inayet yeni çıktı. Gerçi doğru söyleyenden evvelce de nefret olunmuştu. Fakat hainlere riayet etmek yeni çıktı. Bütün bu kanunlar gazetelerde ilan olunur. Halkı sözle refaha kavuşturmak yeni çıktı. Aciz olanın en açık hakkı verilmez, arkası olanları her yerde himaye etmek yeni çıktı. 

Gayretli bir adama taassup isnad olunur. Dinsizlere teveccüh göstermek yeni çıktı. Devletin geri kalmasına sebep Müslümanlıkmış bu rivayet eskiden yoktu yeni çıktı. Her işimizde milleti unutarak, Frenklerin fikirlerine uymak yeni çıktı.

Ey rüşvet alıp rüşvet yiyenler bu ne alçaklık, aşağılıktır. Birkaç kuruşa hayat boyu alçaklık aşağılık çekersin.  

Ziya Paşa ile sohbetimiz böyle devam edip gidiyordu, bir ara fırsatını bulup Ziya Paşaya dedim ki paşam senin söylediklerin 150 sene öncesinde kaldı maşallah ülkemiz değişti modernleşti, yeni icatlar çıktı yeğenler, yiyenler çoğaldı. Devlet toprakları, devlet bankaları satılıyor. AB diye bir şey çıktı hayal ülkesi gibi bir şey oraya girersek sanki her şey günlük gülistanlık olacak. Hiç kimse aç kalmayacak din ve eğitim değişecek, yabancı vakıflar Türkiye de istediği gibi at koşturacak. PAPA diye birisi ülkemizi ziyaret etti, herkes rahat bir nefes aldı. PAPA büyüklerimizi takdir etti bizi AB’ye almaları için çalışacağını söyledi.

Dinler arası diyalog diye bir şey çıkardılar, dinimizi AB ye uydurmaya çalışıyorlar.

Yöneticilerimiz gömlek değiştirdi. Artık Türk Milletine sövenlerle işbirliği içerinse girdiler. Türk Milletine sövenlere dünya devletleri ödül veriyor. Bizim yöneticilerimiz de bunlara alkış tutuyor. Bir de sayın Paşam, şimdi sizde olduğu gibi rüşvet yok, rüşvet kaldırıldı. Artık devlet büyüklerimiz anasının çıkınından buldukları Trilyonlarla, çocuklarının düğününden toplanan paralarla geçinip gidiyorlar. Altı aylık maaşı ile 13 Villa satın alanlar, çocuklarının bir dikili ağacı yok diyenler davulu delen jaguarlarla dolaşıp Türkiye’nin değişik yerlerinde arsa kapatanlar. 150 – 200 kilo altını zar zor biriktirenler iktidar olabilmek için kumar borcu olmayan kişiliğini aşmış adamlar arayıp 11 milletvekilini transfer ederek 11’ine de bakanlık vermek suretiyle dürüstlük örneği sergileyenler  (her ne kadar bunların bir kaçı rüşvet almaktan yüce divanda yargılanıp hüküm giymiş olsalar bile) . 

Tam istim üzerine devam ediyorum ki Ziya Paşadan oh oh maşallah iyi iyi sözlerini duyar duymaz uyandım. Uyandım ama bunlara engel olamadığım için keşke benim söylediklerimde rüya olsaydı diye düşündüm.  

Maalesef Ziya Paşanın da 150 sene önceki söyledikleri de gerçekti, benimde 150 sene sonra söylediklerim de gerçekti. Bu gerçeklerle yaşamaya devam edeceğiz.    

 

 

 

Çeçenistan’da neler oluyor?

22 ve 24 Ağustos tarihleri arasında Çeçenistan’ın başkenti Grozni ve ikinci büyük kenti Gudermes kentinde belgesel çekerek Çeçenistan’da kaldığım üç gün içinde önemli araştırmalar yaptım. Türk mimarisiyle yapılan Gudermes Camii açılış törenine katıldım. Bir çok Çeçen vatandaşı yetkili ve yöneticilerle görüştüm. Çeçenistan ile ilgili çok önemli araştırma ve tespitler yaptım.
Yaptığım Araştırmanın Satır Başlarını Sizlerle Paylaşıyorum
1- Savaşlarda yerle bir olan, sadece son savaşta 300 bin insan öldüğü Çeçenistan Savaşlarının perde arkasında neler var?
2- Putin olmasaydı Çeçenistan ve Kafkas ülkeleri bağımsızlığını kazanabilir miydi?
3- Çeçenistan’ın bağımsızlık mücadelesini başlatan çeçen lider Cohar Dudayev’i Çeçenler nasıl değerlendiriyor? Dudayev yaşıyor mu?
4- Çeçenistan eski cumhurbaşkanı Ahmet Kadirov dahil Çeçen liderler nasıl öldürüldü, Çeçen liderlerin gücü nedir?
5- Çeçenistan’ın 35 yaşındaki Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov, babasından sonra nasıl cumhurbaşkanı oldu? Eski Cumhurbaşkanı Kadirov’un yaş günü nasıl kutlandı?
6- Çeçenistan ve Kafkasya’da Vahhabiliğe karşı Rusya neler yapıyor? Rus lider Putin’in Kafkaslarda ki sinsi politikası.
7- Çeçenistan’da Osmanlı mimarisiyle yapılan ve milyon dolarlara mal olan camiler nasıl yapılıyor? 1 milyon nüfuslu Çeçenistan’a kaç cami yapılacak?
8- Çeçenistan’da Türk işadamları nasıl karşılanıyor? Çeçenistan’ın en büyük inşaat firması Bora İnşaat’ın başarısı.
9- Çeçenistan’da savaşların izi nasıl siliniyor? Çeçenler halinden memnun mu? Bağımsızlık isteyen Çeçenler nerede?
10- Türkiye’de kaç Çeçen yaşıyor, Dünyada yaşayan Çeçenler Çeçenistan’a ilgi duyuyor mu?
11- Türkiye kamuoyu Kafkaslar ve Çeçenistan’ı nasıl biliyor?
Çeçenistan, Kafkasya ve Rusya ile ilgili daha birçok soruya cevap aradık. Yetkililerle görüşüp Çeçenistan’da yaşayan Türklerle konuştuk. Çeçenistan’da yaptığımız araştırma ve yazı serisi yakında gazetemizde yayınlayacağız. Çeçenistan’da çektiğimiz belgesel görüntüleri ise bir çok TV kanalında Devri Alem adıyla izleyiciyle buluşacak.

Grozni’de belgesel çekimleri yaptık

Grozni’de belgesel çekimleri yaptık

Türkiye’den çok sayıda resmi ve özel kuruluş temsilcisinin katıldığı cami açılışında Türk yetkililerle hatıra fotoğrafı çektirdik

Türkiye’den çok sayıda resmi ve özel kuruluş temsilcisinin katıldığı cami açılışında Türk yetkililerle hatıra fotoğrafı çektirdik

Eyüp Mehter takımı Gudermes kentinde cami açılışında muhteşem gösteri yaptı

Eyüp Mehter takımı Gudermes kentinde cami açılışında muhteşem gösteri yaptı

Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov Gudermes’te Osmanlı mimarisiyle yapılan caminin açılış töreninde konuşma yaparken

Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov Gudermes’te Osmanlı mimarisiyle yapılan caminin açılış töreninde konuşma yaparken

Türk İnşaat firması Bora İnşaat tarafından başkent Grozni’de yapılan gökdelenler

Türk İnşaat firması Bora İnşaat tarafından başkent Grozni’de yapılan gökdelenler

Mehmet Feyzi Efendi

Hep birlikte yaşadığımız zaman dilimi, zaferlerle  dolu Türk tarihinin anlamlı günleri olduğu gibi dinimiz İslam’ında mübarek günlerini kapsıyor.

Malazgirt, Dumlupınar, Büyük Taarruz ile Kadir Gecemiz ve Ramazan Bayramımız ne mutlu ki, aynı günlere denk geldi.

Ramazan ayının son Cumasında cami imamları, Kadir gecesi münasebeti ile vaaz ve hutbelerinde hep bu geceden bahsettiler. Din, iman ve Kuran’dan nasihatlerde bulundular. Buna karşılık Türk’ün yeniden diriliş zaferleri hakkında ya tek bir kelime etmediler ya da bu zaferlerden “TÜRK“‘ün adını bile zikretmeden bir iki cümle sarf ederek işi geçiştiriverdiler.

Oysa biz İstiklal Harbinin, Mustafa Kemal’in komutanlığında kuvvetli bir inanca ve imana sahip müslüman Türk milletince yapıldığını camilerde öğrenmiştik. İmamlar Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri…”  ya da “Ya istiklal Ya ölüm” emirlerini çok güzel anlatırlardı. Zafer Haftası münasebeti ile okudukları vaaz ve hutbelerde vatan ve millet sevgisinin imandan olduğuna vurgu yapılır ve Büyük Türk Milletinin üstün insani vasıfları tekrar tekrar hatırlatılırdı. Keza aynı şeyler Türk’ün eşsiz zaferleri olan Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Çanakkale Savaşları içinde geçerliydi. Büyük bir inanç ve iman gücü ile insan üstü gayretle yüzlerce kilometre koşarak düşmanı İzmir’de denize döken, Türk Milletini ve bağrından çıkardığı Türk Ordusunu bize anlatanlar cami imamları ve müezzinler değil miydi?

Cami imamları “Türk”ün adını bile anmayacak ama Senai Demirci adlı biri Kayseri’de bir caminin vaaz kürsüsünde, Anayasa’mızda  Türk milletinin teminatı olan üç maddesinin değişebileceğini anlatacak. Yok arkadaş o kadar da değil. Bu memleketin sahibi var, böyle şarlatanlara yedirmezler bu memleketi. Haysiyetli ve namuslu imamlarda mutlaka vardır. Onlarda çıkıp, kürsü ve mimberlerde Türk milletine doğruları anlatmalıdır.

Şimdilerde ise ortalarda bir “millet” lafı var. Milletten kasdın ne olduğu belli değil. Bir kısım insan müsveddesi “millet” deyip geçiveriyor. Bu milletin adı her nedense  ortadan kalktı. Her halde bu milleti haşa “piç” zannedenler var. Onlara hatırlatırım ki; halkın amiyane bir tabirle “piç” diye nitelediğinin bile bir adı vardır. Onun için akıllları sıra Türk Milletini piçleştirmeye kalkanlara bir daha ifade etmek isterim ki; Allah’ın izniyle, tarihi şan ve şerefle dolu, bu aziz ve büyük milletin bir adı vardır ve bu ad “TÜRK” olup, bu millete  mensup olanlar için de, bu ad her ünvandan daha üstündür.

Ne oldu da bize, bunları konuşur ve yazar hale geldik? Hangi travma başımıza bunları getirdi? Akıl tutulmalarının sebepleri nedir? Hangi afyonu yuttuk? Bu ve bunlar gibi soruların cevaplarını birlikte ama muhakkak vakit çok geç olmadan aramalıyız.

Şimdi sizlere bahsedeceğim mübarek bir zat olan rahmetli Mehmet Feyzi Efendi yaşasaydı ya da günümüzde bir Mehmet Feyzi Efendi gibi  haysiyetli bir alim olsaydı yukarıdaki soruların cevapları, bu gafillerin suratına karşı, bu zat veya onun  yoluna girmiş olanlar tarafından çok net ifadelerle verilirdi.

Tanımayanlar için söyleyelim, Mehmet Feyzi Efendi; Nur Cemaatine mensup bir din alimidir. Ancak bu gün küresel güçlerle işbirliğine girmiş ve Vatikan’la dinler arası diyalog tuzağının mimarı olanlarla hiç bir ilgisi yoktur. Onun için dışlanmış ve unutturulmaya çalışılmıştır. Peki bu mübarek adamın, onca hizmetine rağmen, kalın bir perdeyle niçin  üstü örtülmeye çalışılmaktadır? Bu sorunun  cevabı, onun söylediklerinde yatmaktadır.

Bakın bu nur yüzlü adam ne diyor: “Cenab-ı Hak, muhafazakarlığın onda dokuzunu Türk(!) milletine vermiş. Bu Allah’ın bu millete bir lutf-u ilahisidir.” Kime vermiş diyor? Türk milletine. Yine “Türk milleti gelişirse İslamiyet gelişir” diyor. Başka bir sözü ise “Her millet evvela kendi milli bünyesini ıslah etmeli; sonra İslam milletleri el ele vermeli.

Demiyor ki; Türklüğünü inkar et, milli değerlerini yık, peygamber ocağı ordunla uğraş, tarihi değerlerini ve mazini törpüle. İşte bunlar için, Mehmet Feyzi Efendi’den bahseden yok.

Bakın Mehmet Feyzi Efendi daha neler söylemiş: “Milli bünye, diğer bünyeden daha önemli, daha sağlam, daha üstün ve daha toplayıcıdır. Bunun için her fertte, milli bir sadakat lazımdır.” Nerede böyle bir yol takip eden? Her halde günümüzde “millet” sakızını ağzından hiç düşürmeyenler Mehmet Feyzi Efendi’nin tarif ettiği adamlar değil.

Yine nur yüzlü hoca: “dinle millet etle kemik, sırtla karın gibi birbirleriyle kaynaşmıştır” ve “bir milletin parçalanması, birbirleriyle uğraşması afettir.” demiştir. Anlıyorsunuz değil mi?

Milli gurur sahibi ve hayatı boyunca bir Müslüman Türk olmanın şuuruyla hareket eden Mehmet Feyzi Efendi’nin hayatını kaleme alan Musa Özdağ ise meseleyi şu satırlarla şah damarından yakalamış: “Eline Kuran’ın elmas kılıcını, gönlüne insanlık sevgisinin çelik kalkanını, altına da Türk Milliyetçilği Ülküsü’nün şahbaz atını alarak onları kuşatmış olan karanlık ve huzursuzluk canavarlarının üzerine saldırmıştır.”İşte bu gün Mehmet Feyzi Efendi’den bahseden bir cemaat yoksa , bu onun Müslüman Türklüğe olan mensubiyetini dile getirmesinden ve bizzat da yaşamasından dolayıdır.

B ugün Türk’ün adı camiler dahil her yerden silinmek isteniyorsa Mehmet Feyzi Efendiler, Seyit Ahmet Arvasiler, Mehmet Akifler, Yahya Kemaller, Ziya Gökalpler, Erol Güngörler yok diyedir.

Eğer iş, Mehmet Feyzi Efendi’nin hayatının anlatıldığı bir kitap çıkacak diye, bunu engellemeye kadar  vardıysa , vay halimize(!). Onun için Size bu örnekle meseleyi anlatmaya  gayret ediyorum.Bu sebeple, her Türk ve özellikle kendini muhafazakar olarak niteleyen kardeşlerim, mutlaka Türk Milletinin ve Türk vatanının yanık bir sevdalısı olan Nur Cemaatine mensup rahmetli Mehmet Feyzi Efendi’nin nasihatlarını bulup okumalıdır.

Bu çerçevede söyleyebilirim ki; Müslüman Türk Milleti, hiç bir zaman kimliğini gizleyecek bir ayıbın içinde olmamıştır. Milli kimliğini her hangi bir korku veya endişe yüzünden saklamak hiç bir Türk’e yakışmaz. Bizler vatan ve millet sevgisinin imandan olduğu desturu ile yetişmiş Türkleriz.  Türklük bizim övünç kaynağımızdır. Ve Allah’a, Bizi Türk milletine mensup olarak yarattığı için bu lütfundan dolayı da gece gündüz hamd ederiz.

Onun için başta mübarek Ramazan Ayınız, Kadir Geceniz ve Ramazan Bayramınız ilebirlikte Müslüman Türk’ün küffara karşı kazandığı zaferlere denk gelen milli günlerimizde kutlu olsun. Peygamber Ocağı Türk Ordusunun, 30 Ağustos Zafer Bayramını komutanların, subay ve astsubayların ve Mehmetçiklerin nezdinde kutluyor, dosta düşmana “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diye haykırıyor, Mehmet Feyzi Efendi’ye rahmet diliyor, onunda bana şefaatçi olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Türk Kızılay`ı Genel Başkanlığından istifa eden sn Tekin Küçükali`ye teşekkür

 Tekin Küçükali Beyefendi;
 Sayın Başkan;
Genel başkanlığınız  Türk Kızılay’ı için önemli başarıların sağlandığı bir dönemdir.  Türk Kızılay’ı döneminizde kendine verilen misyona uygun çok önemli işlere imza atmıştır. Ne kadar gururlansanız yeridir. Teşekkür ederiz.

Mesleğimin de verdiği sosyal sorumluluk çerçevesinde Kocaeli Kızılay Şubesinde üyelik yapmış ve eski Kızılay binasının yıkılıp şuan ki binanın yapılışında yönetim kurulunda da görev almış biriyim. O dönemde kan ürünleri temininde daha yeterli hizmet vermek yönünde gayretlerimiz de olmuştu. Ama o zamanki anlayış  istediğimiz sonucu almamızı sağlayamamıştı. Yine daha önceki dönemde  Kızılay’ın yardım yapma anlayışı ve de asli vazifesinden uzaklaşıp sağlık hizmeti veren bir kuruma dönüş çalışmaları sebebi ile Kızılaycılıktan uzaklaşmıştım.

Döneminizde başlatılan ve yapılan çalışmalarla gönlümüzü ferahlatan, bizi de gururlandıran bir kurum haline gelen Türk Kızılay’ının kan bağışı ile ilgili çalışmalarını Kocaeli Aydınlar Ocağının web sayfasında bir makale halinde değerlendirilmiştim. Bu makaleyi ilimizin güçlü bir yayın kuruluşu olan Özgür Kocaeli Gazetesinde yayınlatmıştım. O makalede de verilen rakamlar ne kadar daha iyi bir hizmet verilmekte olduğunu göstermektedir. Türk Kızılay’ı, sizin başkanlığınız döneminde, tarihine bir altın sayfa yazmıştır. Ayrılış şeklinizle ( sebebini bilemesek de ) çok şık ve takdir edilecek bir tarzda olmuştur.

Bir Türk vatandaşı olarak bu duygularımı sizinle paylaşmak sizi tebrik etmek ve teşekkür etmek istedim. Başarılı, sağlıklı ve mutlu bir hayat dileğimle saygılarımı sunarım.

 

 

Bayramımız Bayram mı?

0

İnsan, yeryüzüne atıldığı günden beri gurbettedir. Başlangıç (mebde) ve son (mead) arasında uzun bir yürüyüşe çıkan insan, sayısız hal ve durum içinde hayatını sürdürür. Bu nedenle bayram, farklı haller ve durumlar içinde farklı anlamlar taşır.

Bayram Rahmeti Talep Etme Günüdür: Allah’ın emri ve rızası için orucunu tutan insan, yaratılışının en belirleyici ihtiyaç ve arzularını terk eder. Bedeninin ötesine uzanır. Hayatın farklı yüzlerini bir kez daha anlar, Allah’ın rahmetinin ne kadar geniş olduğunu idrak eder. İşte bayram, bu emri yerine getirmiş insanın yeniden yaratılış gerçekliğine dönüşü ve Allah’ın rahmetini ve mağfiretini talep etme günüdür.

Bayram Terk Edilmişlik Duygusunu Aşma Günüdür: Terk edildiğini düşünen ve bunun ıstırabını derinden hisseden insanın bu durumu aşması bir bayramdır. Belli bir dönem vahiy kesildiği için terk edildiği algısına kapılan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ‘Yemin olsun, o kuşluk vaktine ve sakinleştiği zaman o geceye ki, Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı.’ (Duha 93: 1-3) ‘Gelecek daha iyi olacaktır. Rabbin nimetini, rahmetini bahşedecek hoşnut olacaksın,’ müjdesine muhatap olması bir bayramdır.

Bayram Vuslat / Kimsesizlerle Ulaşan Eldir: Ayrılık, özlem, bekleyiş ve kavuşma isteği uzun yürüyüş sırasında denen ve sınanan insanın geçiş engelleri ve yükseliş merdivenidir. Mevlana ayrılışı, ‘kamışlıktan koparılma’ sembolüyle anlatır. Çünkü ayrılış ve kopuş farklı bir hayat düzlemine geçiş, denenme ve sınanmanın ağırlığını taşıma sürecidir. Bu nedenle Yunus ‘ikilikten usandım’ diyerek, her durumda yüzümüzü birliğe çevirmeye davet eder. Esasen insanın dünya hali ve öznel dünyaları bir çeşit gurbettir. Çünkü uzun yürüyüşe çıkan insan için ‘anlaşılmamak, yalnızlık’ bir gurbettir. Yunus bu çeşit gurbeti ilginç bir tema üzerinden dillendirir. ‘Ben bir acep ile geldim kimse hâlim bilmez benim / Ben söylerim ben dinlerim kimse dilim bilmez benim.’ Evet, hali ve dili bilinmeyen, anlaşılamayan insan yalnızdır. Bayram, başkalarının dilini ve halini anlamaktır. Şahsımızı aşmayan bir amelin, başkasına uzanmayan bir elin, başkasını görmeyen bir gözün, başkasını duymayan bir kulağın hüsranı buradan gelir.

Hayatın içinde hasret ateşine yanan insanın yalnızlığına ve kimsesizliğine uzatılan eldir, bayram. ‘ Kimseler garip olmasın hasret oduna yanmasın’ diyen Yunus hasreti, özlemi ateşte yanmakla eş tutar. Yetim ve öksüz büyümüş Necati Bey’in ‘ Demez nice sürünürsün sen de garîb / Kimesne bencileyin olmasın yatanda garîb’ dizeleri sürünene, kimsesize halini ve hatrını sormayı tenbih eden enfes vurgulardır.

Gidecek yeri olmayan insanın halini dillendiren Behçet Necatigil’in şu sözleri ne kadar dokunaklı: ‘Gidecek yeri olmayan biri / Arslanları görmeye parka gitti / Arslanlar taştan / O bir insan / Nasıl anlaşırlar? / Anlaştılar.’ Demek ki hal olur, zaman olur insan taşlarla konuşur. Bu, kelimesiz konuşmaya başlamaktır. Böyle bir dünya insansız dünyadır. Vicdanların öldüğü bir dünyadır. Demek ki bayram ‘velime ve ihtişam günü değil’ vicdanların dirildiği gün olmalıdır. Bunun olmadığı ve her şeyin şekle dönüştüğü bir zemin ve hayat ‘kelimesiz konuşmaya başlamaktır.’ Bu hal ve durum içinde olan insana her şey başka bir biçimde görünür. Gurbet Şairi Kemaleddin Kamu bu durumu ‘her şeyin başka bir biçimde göründüğü an’ olarak niteler. Bu niteleme, ümidini yitiren insanın tükenişine yapılan bir göndermedir.

Necip Fazıl, sembolik dille ‘yalnız ve yolunu kaybetmiş insanın fersiz gözlerini dağlayacağını belirterek ‘yakma kandili’ uyarısını yapar. Ve devam eder: ‘Ne söylemez suların dili / sessizlik içinde çağlama gurbet! / Gül büyütenlere mahsus hevesle / Renk renk dertlerimi gözümde besle! / Yalnız, annem gibi, o ılık sesle, /İçimde dövünüp ağlama gurbet!’ Demek ki bayram, yalnızlığı ve kimsesizliği aşma günüdür. Belki de vicdanını yitirmiş bir dünyada yalnızlığı tercih etme günüdür. Yavuz Bülent Bâkiler her iki anlama gelecek durumu şöyle anlatır: ‘ Yalnızım bu şehirde, yapayalnızım…/ Ne ben kimseyi beklerim / Ne kimse beni bekler.’

Bayram, Kaybettiğimiz Şeyleri Hatırlama ve Anma Günüdür: Kopuşun ve dalgınlığın arasında acıya dönüşen hayatımızın ilişkiler ağında dile getirildiği zamandır, bayram. Aslında bayram bir yüzleşmedir. Bu konuda Cahit Sıtkı Tarancı’yı dinleyelim: ‘Korkarım felekte bir gün / Bir bayram yemeğinde. Anam, babam gibi kardeşlerim de / En güzel dalgınlığında ömrün. / Beni gurbette sanıp / Keşke gelseydi bu bayram diyecekler. / Ve birdenbire yürekler, / Aynı acıyla yanıp / Hepsinin gözleri yaşaracak. / Öldüğümü hatırlayarak. ‘

Bayram Müslüman-Türk Milleti’nin Kendini Sorguladığı Gündür: Yahya Kemal Beyatlı, bir düşüşün ve çöküşün ıstırabını muhteşem bir eser, büyük bir medeniyetin simgesi ve ön safta oturan yüzü nurlu ve gözü yaşlı insanın üzerinden anlatır. Teselli arar. Adeta zaman durur, tarih konuşur. ‘Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde / Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde…/ Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine / Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine, / Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı. / Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.’

Bu gün Koca Tepe’de bayram sabahı, metafizik coğrafyadan bağını kesmiş, cihân başka cihandır, diyenler sevinç içinde. Sadece bir ay içinde evlerimize düşen ateşin, Irak’ta tecavüze uğrayan binlerce kadının, iç savaşın eşiğine getirilmiş bir coğrafyanın / Ortadoğu’nun, kendi haline bırakılmış bir Türkistan’ın şuurunda olanlar için bayram dirilişe adım atma günüdür. Bu sorumluluk ‘sırtımızın bütün kemiklerini gıcırdattığı’ gün şanımız yükseltecek, işte o gün bayramımız, bayram olacaktır. 

 

İslam Kardeşliği

İslam dini; birlik, beraberlik ve dayanışma duygularıyla huzur ve sükûn içerisinde yaşamalarını sağlamak için mü’minleri kardeş ilan etmiştir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin” (Hucurât, 49/10) buyrulmuştur. Böylece, iman edenler arasında kardeşlik hukuku tesis edilmiştir.

Ayet-i kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, renkleri, ırkları ve dilleri ne olurlarsa olsun, bütün mü’minler birbirlerinin kardeşleridirler.

İslam dini, bu kardeşlik hukukunu korumak ve sağlıklı bir şekilde devamını sağlamak için bir takım sorumluluklar ve ilkeler ortaya koymuştur.

Aralarında selamı yaymak, ziyaretleşmek ve hediyeleşmek, infak, isar, yardımlaşma, paylaşma ve fedakârlık gibi güzel davranışları tavsiye ederken; kin ve düşmanlığı, sû-i zan, gıybet, iftira ve dedi-koduyu, yalan ve yalancı şahitliği, haksız kazancı, insanları alaya almayı, kötü lakapla çağırmayı, dargınlık ve küskünlüğü velhasıl kardeşliğe zarar verecek, birlik ve beraberliği bozacak her türlü kötü davranışı da kesinlikle yasaklamıştır.

Bir mü’minin bir din kardeşine kin ve düşmanlık duyguları beslemesi, ona silah çekmesi, onun kanını dökmesi, onu hor görmesi çok büyük bir günahtır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkîr etmez. Takva şuradadır (eliyle göğsünü işaret etti). Kişinin Müslüman kardeşini hakir görmesi şer olarak yeterlidir. Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.” (Müslim, Birr, 10, IV, 1976)

Müslüman, kardeşlik hukukunun gereği olarak; varlıkta ve yoklukta, sevinçte ve tasada diğer Müslüman kardeşleriyle bir ve beraber olur.

 Müslüman kardeşlerinin malını, canını, ırzını, namusunu kendi malı, canı ve namusu bilir. Onlara herhangi bir şekilde zarar vermeyeceği gibi, başkalarından gelecek zararlara karşı da onları koruyup kollar. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.); “Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir organ rahatsız olsa, diğer organlar da uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler” (Müslim, Birr, 17, IV, 1999-2000) buyurarak mü’minlerin bu özelliklerini belirtmiştir.

İslam kardeşliğinin en önemli esaslarından biri de diğergâmlık, yani din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmektir.

 Bir Müslümanda asla egoistlik ve bencillik bulunamaz. Çünkü o, din kardeşlerine karşı son derece merhametli,  diğergâm ve fedakâr insandır.

Kamil bir mü’min, yoksul ve muhtaç durumdaki kardeşlerinin çektiği sıkıntılara kayıtsız kalamaz ve yeryüzündeki bütün mü’minlere karşı kendini sorumlu hisseder.

Hz. Mevlânâ şöyle buyurur: “Şems-i Tebrizî bana bir şey öğretti: ‘Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.’ Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!”

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), Müslümanın din kardeşine yardım etmesinin, onun sıkıntılarını gidermesinin faziletini şöyle açıklıyor: “Kim, bir Müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim Müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirette onun ayıbını örter. İnsan (mü’min) kardeşine yardımcı olduğu müddetçe Allah da onun yardımcısı olur.” (Tergib ve Terhib c.4/529-1)

Hadis-i şerifte ayrıca, mü’minin şeref ve itibarını zedeleyecek kusurlarının ortaya çıkmasını önlemenin de İslam kardeşliğinin gereği olduğu vurgulanmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.s)’in, “Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe iman etmiş olamaz” (Buhârî, imân, 7) buyruğuna uyarak, sürekli din kardeşlerimizin iyiliğini ve hayrını istemeliyiz.

  Müslümanlar olarak; aramızda sevgi, hoşgörü ve merhameti yaymaya; birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma temeline dayalı İslam kardeşliğimizi hâkim kılmaya azamî gayret göstermeliyiz.

Çanlar Çalmaya Başladı!

 

Menfi, bozuk ve gayri insani hayat görüşüne sahip, çıkarcı Avrupa’nın, resmi Batı ve ABD’nin sağ elinde, sakim / yanlış ve dalalete / sapık yola sevk edici bir Felsefe’si var! Sol elinde sefih / yasak yaşayışı hoş gören ve gösteren muzır / zararlı, sözde medeniyeti var!  

İnsanın saadet ve mutluluğu, ancak bu iki şey iledir, diyerek dava edip davette bulunuyor! Biz de diyoruz ki: “Senin bu iki elin kırılsın. Senin bu iki hediyen, senin başını yesin.” Nitekim yiyecek!

Aya / Acaba, hiç caiz / uygun olur mu ki, bir adamın akıl, kalb, vicdan ve ruhu müthiş / dehşet verici bir şekilde, musibet içinde olsun da; cismen / sırf bedensel olarak, zahiri / görünüşte, nispeten bir refah ve rahat içinde; dıştan imrenilecek, süslü püslü bir halde göründüğü için, o adama mesut, mutlu ve bahtiyar denilsin, olacak şey mi?

Halbuki her zaman görüyoruz ki, bir adam inkisar ı hayale / hayal kırklığına uğrasa veya vehmi / gerçekleşmesi hayal ve muhal bir emelinden dolayı meyus olsa, veya cüz’i / küçük bir işten ümidi kesilse, dünya ona dar, onun tatlı şeyleri ona acı gelir.

Acaba, bütün elemlerin menşei / kaynağı ve bütün emellerin yıkıcısı olan, senin ey Batı ve ABD! Bu şeamet ve uğursuzluğun ve bu dalalet ve sapık yolun ile hasta olup, yeis / ümitsizlik ve yetimlikle, manevi bir cehenneme düşen bir kalp ve bir ruh sahibi; nasıl geçici, yalancı bir cennet içinde, mesut ve bahtiyar olabilir?

Ey insanı ifsad edip bozan, bozguncu Avrupa! İnsanın başına binlerce bela getirdin ve getirmeye devam ediyorsun!

Ey menfi Avrupa felsefesinin ipine tutunup sarılanlar!

Şu gafil, manadan uzak, sözde medenilerin gittikleri yola revan olanlar, kendinize geliniz! Peşine düştüğünüz yolda olanları, bir görünüz:

“İşte, şurada burada, her yerde, hatta gözümüzün yetiştiği yerlerde… her adım başında bir aciz adam duruyor. Bir kısım kavi / kuvvetli ve galip insanlar, o biçare / zavallı adama hücum edip, öyle bir surette mal ve hayvanatını gasp ediyorlar ve hanesini / evini tahrip ve harap ediyorlar ve bazen onu öyle bıçaklayıp cerh ediyor / yaralıyorlar. Ki haline sema ve gök ağlıyor.

“İşte, her nereye (ister Afganistan, Karabağ, Filistin, Sudan ve ister özellikle Irak’a) baksan; bu hal taammüm etmiş / yaygınlaşmış! Her yerde zalimlerin velvelelerinden ve mazlumların zulme uğrayanların vaveylalarından / feryat ve figanlarından başka bir şey işitilmiyor! Bir matemhane-i umumi / genel bir matem yeri şeklini alan bu hal, devam ediyor!

“Madem ki, insanız; insan, insaniyeti / insanlığı cihetiyle başkasının elemiyle müteellim / elemli olur. Bu hadsiz / sayısız insan elemlerine nasıl tahammül eder / katlanırız? Vicdan / doğruyu hissettiren ilahi içsel sesimiz, nasıl bu hale dayanabilir?

“Ey Avrupa (ve ABD)! Senin bir gözü kör, yani maneviyattan mahrum, sadece maddi çıkarını düşünen, tek taraflı dehan ile, insan ruhuna hediye ettiğin şu cehennemi haleti / şu iç yakıcı durumu, sen de anladın. Şu müthiş derde bir derman aradın.”

İnşallah Batı, aradığını İslam da bulacak; hem kendisi, hem de musallat olduğu ülkeler, rahat bir nefes alacaktır. Emin olun, o günlerin arifesindeyiz. Yaşayan görecek. Gören mutlu olacaktır. Nasıl mı? İşte cevabı:

Roma’yı Roma, Rusya’yı Rusya yıktığı, eski hallerinden eser kalmadığı gibi; Avrupa’yı Avrupa, ABD’yi ABD yıkacak; başlarının derdine düşecek, eski aktif fonksiyonlarını kaybedecekler; zulümle payidar / kalıcı olamayacaklar.

Evet, çanlar onlar için çalmaya başladı bile… Nihayet, başta Ortadoğu olmak üzere, diğer ülkeler de, rahat bir nefes alacak; kendilerine zulmedenlere de, insanlık dersi verecek. Çünkü küfür devam eder, zulüm devam etmez. Kaldı ki, ava giden avlanır.

Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye kefen biçenler,

Olur zehirli Baldıran şerbetini içenler.

 

Başlayacak çalmaya, durmadan çanlar, onlar için çan çan!

Olacak bu zalimler, ardına bakmadan, kaçtıkça kaçan!

 

Emin ol, geçti inişe, emperyalist AB ve ABD(e)

Kalacak kötü namları, unutulmasın diye geride

 

Batı, tüm gücüyle, parçalamak isterken Türkiye’yi!

Anlayacak dünya, bunların hangisi kötü ve iyi

 

Türk Ordusu, vatanı için, yolundan dönmez.

“Bir şem’a ki, Mevla yaka, üflemekle sönmez.”

 

Ramazan Bayramı ve Bayramların Sosyal Hayata Etkileri

Bayram; neşe ve sevinç günüdür. Ulvi duyguların coştuğu, sevgi ve saygının müslümanlar arasında zirveye ulaştığı kutlu ve mutlu günlerden biridir.

İnsanları birbirine kaynaştırarak biraraya getiren en güzel vesilelerden biri bayramdır. Bayramda hediyeleşme ve yardımlaşma o kadar ileri derecededir ki, ahirete göçen yakınlar da nasibini alır. Yakınları Bayram namazını kıldıktan sonra gidip kabirlerdeki yakınlarına yasinler ve fatihalar okuyarak onları da adeta bayram havasına sokmak ve onları da memnun etmeye ve sevindirmeye çalışırlar.
Ramazan Bayramı, sanki bir ay boyunca tutulan orucun iftar vaktindeki sevinci gibidir. .(İbni Mace, Sıyam: 32.)  Özellikle uzun yaz aylarına tesadüf ettiğinde sıcak günlerde oruç tutan müslümanlar,  bu zor imtihanı vermenin sevincini yaşarlar.

Ramazan ve Kurban bayramları Hicri ikinci yıldan itibaren kutlanmaya başlamıştır. Ramazan orucu da hicri ikinci yılda farz kılınmıştır. Bunun ardından Şevval ayının ilk üç günü Ramazan orucu sonrasında Ramazan Bayramı olarak kutlamışlardır.

Yüce Allah;  “(Size farz kılınan oruç) sayılı günlerdedir” (Bakara,184) buyrulur. Peygamberimiz de: “Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır” (Buhârî, İydeyn: 3; ‘Müslim, edâhi: 7.) Buyurmuştur. Bu Hadis-i Şerife istinaden Ramazan ve Kurban bayram namazları kılınarak bayrama başlanır.

Hz. Peygamberimiz bayramlar için; “.. Bu günler yeme içme günleridir” (Ebu Davud, Şavm:50; Tirmizi, Savm:59; Nesai, Menasik:195.)  buyurmuştur. Bayramlar; İslam kardeşliğinin pekiştiği, dostlukların zirve yaptığı, gönüllerde barış rüzgarlarının estiği günlerdir.

Ebu Said el-Hudri anlatıyor: Resulüllah (a.s.) vefatından evvel hastalanınca hutbeye çıktılar ve; Allah’ü Teala kulunu dünya ve ahiret arasında muhayyer bıraktı. O da Allah’ın katındakileri seçti, buyurdu. Bu söz üzerine Hz. Ebu Bekir ağlamaya başladı. Ben bu durumda ne varki Ebu Bekir ağladı, diye düşündüm. Meğer, O dünya ile Allah katındaki nimetler arasında muhayyer bırakılan kul, Peygamberimizmiş. Bunu anlayan Ebu Bekir, ağlamıştı. Peygamberimiz Hz. Ebu Bekir’i ağlar görünce: Ya eba Bekir ağlama, bana malı ve arkadaşlığı konusunda en cömert olanı şüphesiz ki Ebu Bekir’dir. Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebu Bekiri dost edinirdim. Fakat İslam kardeşliği ve sevgisi şahsi dostluktan üstündür, buyurdu. (Buhari ,Salat, 80; Müslim, Fedail-i Sahabe,1) Bu hadis-i şerif İslam Kardeşliğinin diğer bütün kişisel dostlukların üstünde olduğunun açık delilidir.

İlk islam toplumu Medine’de oluşmuştu, bu sayede eski düşmanlıklar ve kan davaları son bulmuş, birbirinin kanını içen toplumlar birbirinin yıllarca can dostuymuş gibi bir şekle bürünmüşlerdi. Bunu, islam dininin derin kardeşlik anlayışında aramak lazımdır. Bu günde insanları bir araya getiren ve kardeş yapan en büyük ortak payda islam dinidir.

Ramazan Bayramı bir ay boyunca tutulan orucun iftarı sayıldığı için, normal iftarda tatlı veya hurma ile orucu açmak nasılki sünnet ise, Peygamber Efendimiz, Ramazan Bayramına da tatlı yiyerek, Bayram sabahında hurma vb. bir tatlı tadmadan evlerinden ayrılmazlardı. (Müslim, Sıyam: 49.)

Peygamberimiz (s.a.v.) bayram gecesinde ibadet etme konusunda şöyle buyuruyor: “Sevabını Allah’tan umarak iki bayram gecesinde kalkıp ibadet eden kimsenin kalbi, kalblerin öldüğü gün ölmez.” (Müslim, Sıyam: 67.)

Bayramlar, devri risalette bambaşka bir neş’e ile kutlanırdı. Peygamberimiz (a.v.) bayram sabahı mescide gelir ve hanımlarının ve diğer hanımlar ve kızların da mescide çıkmasını isterdi.  Cemaatin arka tarafında saf tutan kadınlar da bayram namazını kılarlardı.(Müslim, Selatü’l-İydeyn: 11) Bayram namazından sonra Peygamberimiz cemaate hitaben bir hutbe okurdu.

Sa’d bin Evs el-Ensârî anlatıyor: Resulullah (a.v.) şöyle buyurmuştur: Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara iner ve şöyle seslenirler: “Ey Müslümanlar! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol mükâfat verilir. Siz gece ibadet etmekle emrolunup, o emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emrolunup, orucu tuttunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, (şimdi) mükâfatınızı alınız.

“Bayram namazı kılındıktan sonra bir münadi: “Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, doğru yola ermiş olarak evlerinize dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilan edilir.” (el-Terğib ve’t-Terhib Ter. 2:332.)

Bayramlar da, sevinç ve neşelerimizi meşru dairede göstermemiz, dinimizce caiz görülmüştür. Buna misal olabilecek bir hususu Hazret-i Âişe (r.a.) annemiz şöyle anlatıyor: “Bir grup Habeşli, bir bayram günü mızrak ve kalkanlarıyla gösteriler yapıp, rakseder gibi oynuyorlardı. Peygambermiz (a.v.) beni çağırdı. Başımı onun omuzuna dayadım, ta onlara bakmaktan ilk vaz geçen ben oluncaya kadar, bu vaziyette onların harp oyununa baktık…” (Müslim, Salatül-ıydeyn,20) Lakin bu sevinç ve eylencenin meşru dairenin dışına çıkmaması, bir taşkınlığa dalarak günah sayılan bir fiil olmaması gerekir.

Bayramların asıl süsü ve zineti tekbirlerdir. Getirilen her tekbir ruh ve gönüllerde manevi coşkuyu ve heyecanı canlandırır. Kulu, Rabbinin azameti karşısında yüce duygulara taşır. Resulullah (a.v.) şöyle buyurmuştur: “Bayramınızı tekbir getirmek suretiyle süsleyiniz.” (Terğib..,ter. 2:332.) Cemaatler halinde kılınan bayram namazlarında getirilen tekbirler, gafletin gitmesine, şükürümüzü eda etmemize vesile olur. İki milyara yakın müslümanın ağzından çıkan bu tekbirler, yeryüzünden semaya yükselerek, adeta muhteşem bir senfoni korosu halinde dünyamızın göklere doğru Allah’ın büyüklüğünü ve tevhidi haykırmasıdır. Böyle muhteşem bir günde küçük meseleler, kırgınlıklar ve dargınlıkların ne önemi olabilir? Onun için bayramda her mü’minin kardeşleriyle kardeşlik sözleşmesini yenilemesi, kuvvetlendirmesi, fakirlerin yardımına koşması, çocuklarını sevindirmesi lazımdır ki, o mânâlar yaşanan hayata geçsin.

Dini bayramlar, bütün islam ülkelerinde kutlanmakta. Bu cihetiylede bütün dünyada kutlanan bu bayramlar diğer milletler tarafından da izlenmektedir. Ğayri müslim komşular da bu bayramlarda müsülümanların bayramlarını tebrik etmekte ve müslümanlar da onlara ikramlarda, sevgi ve hoşgörüde bulunmaktadırlar. Bir Avrupa ülkesinde görevde iken bayramlaşma törenlerimize yabancı bürokrasinin yanında o ülkenin halkının da katıldığını gördüm. Büyükelçilerimiz ve Başkonsoloslarımız residanslarında yabancı temsilcilerinde katıldığı bayramlaşma törenleri düzenlemekteydiler, bu bayramlaşmaya yoğun yabancı katılımı oluyordu. Aynı şekilde bu dini bayramlar Diyanet Vakıf binalarında da kutlanırdı. Bu kutlamalara büyükelçilerimiz, Başkonsoloslarımız, elçilik ve Başkonsolosluk memurları, yabancılar ve onların dini temsilcileri ile gurbetçilerimiz de katılmakta coşkulu bir bayramlaşma olmaktaydı. Bu vesileyle, hem yurt içinde ve hem de yurtdışında yapılan bayram kutlamaları ve adetlerimiz basın ve medyanın da yardımıyla dünyanın gündemine oturmaktadır.

 

Bayramların göze çarpan en güzel ve dikkat çekici bir yönü ise;  tanısın tanımasın müslümanlar her karşılaştığı müslüman kardeşiyle, tokalaşarak, birbirleriyle bayramlaşması ve tebrikleşmesidir. Saadet Asrında ise Sahabiler birbirlerine “Bârekâllâhü lenâ ve leküm” diyerek bayramlaşırlardı, yani “Allah bizden de, sizden de kabul etsin” dedikleri rivayet edilir.  Biz ise; ” Bayramınız kutlu olsun, Bayramınız mübarek olsun, hayırlı bayramlar” gibi sözlerle bayramımızı kutlarız.

Peygamberimiz (a.v.) “Birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinize haset etmeyiniz, birbirinize arka çevirmeyiniz; ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir müslümana, üç günden fazla  (din) kardeşi ile dargın durması helal olmaz.” (Buhârî, Edeb, 57-58, Müslim,Birr,8) 

Bir ayet-i kerimede: “Allah’a ve Peygamberine itaat edin, birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal,46) Şu konuyu önemine binaen zikretmekte fayda var; “Birbirinizle didişmeyin..” sözü kavga gürültü vb. durumlarda birbirimize saygılı olmamızı, sıkıntı olan konularda anlaşarak, konuşarak çözmemizi ifade ediyor.

Bir arkadaşla din konusunda sohbet ederken, şöyle bir şey söyledi; çok kaba ve suçlayıcı oldukları için camiye ve cemaatlere yaklaşamıyoruz, dedi. Belki biraz abarttı, ancak bir yerde gördüğü itici, işittirici bir eda ile yapılan bir konuşma veya manzara ile karşılaşmış olabilirdi. Ben çok üzüldüm, bunu genellemesinin doğru olmadığını söyledim, ama demek ki nezaket çok önemlidir. Bazen, hislerimize kapılarak söylediğimiz kırıcı bir söz veya davranışla nicelerini dinden uzaklaştırmış olabiliriz. Gönül insanı Yunus Emre bunu ne güzel dile getiriyor:

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı,  yağ ile bal ede bir söz.

Peygamberimizin (a.s.) bu kadar sahabeyi ve ümmeti toparlamasındaki en önemli hususlardan birisi O’nun nezaketi, tebessümü ve ikramıdır. Yüce Allah’ın Peygamberimize “Katı yürekli ve sert davranışlı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi” buyurması da buna delildir. Devrimiz ikna devridir. İnsanların gönlüne girmenin tek yolu sevgi ve muhabbetle yaklaşmaktır. Aksi taktirde dağılır giderler ve yaklaşmazlar, işte bayramlar bu birlikteliklere ve kaynaşmaya vesiledir.

Diğer bir ayette de: “Toptan Allah’ın ipine sarılınız, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.” (Âl-i İmran,103) buyurulmuştur. Bu ayetlerdeki kardeşlikleri, bayramlar biraz daha pekiştirmektedir. Bayramlar nice kavgalara, düşmanlıklara son vererek barışlara vesile olmaktadır. Çünkü; bayramdan önce kim, kim ile dargın ise, cemaatler tarafından tesbitler yapılır ve onlar barıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu barıştırma, müslümanların görevleri arasındadır. Bundan dolayıdır ki bayramlar toplumu barıştıran bir vesiledir ve barışa çok güzel bahanedir.

Bayram Namazlarına giderken banyo etmiş, temiz ve güzel elbiseler giymiş, dişlerimizi yıkamış, güzel kokular sürünmüş, olarak camilere doğru yol alırız.  Yediden yetmişe kılmış olduğumuz bayram namazından sonra kabirlerin yolunu tutarız. Sanki kabirdekilerin de bizim sevincimize katıldıklarını hissederiz. Okuduğumuz yasinler ve fatihaları da onlara adeta bayram tatlısı yerine ikram ederiz.

Fakir olanlar da bu sevince katılsın diye onlara da fıtır sadakası vererek bayram neşvesine daha içten katılmalarını sağlarız. Zaten Ramazan bayramının asıl itibariyle hadislerde geçen adı “İydü’I-fıtr”, yani (Yaratılış atiyesi)  Fıtr Bayramı demektir.

Yüce Allah cümlemizi, kendi içinde barışan, ailesi ve toplumuyla barışan kullarından eylesin… Bütün okuyucuların Ramazan Bayramlarını kutluyorum.  Nice bayramlara..