20.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1100

Özellikle AB

Tarihimizi, çarpık fikirlerle çarpıtan Orhan Pamuk

İçin, yakasına yapışınca kanunlar gereği hukuk

 

Kalktı ayağa Avrupa, “Düşünce Hürriyeti” adına!

Ama Türk Milleti karalanmış, asla gelmiyor yadına!

 

Türkiye’yi, PKK ile oturtmak için masaya, Avrupa

Tutuyor Türkiye’yi, bu hususta acımasız amansız topa!

 

“Sınırları tartışmaya açın!” diye şart süren AB(e)

Nasıl olur da olur vazgeçilmesi muhal bir Kabe

 

Askerin vatanı savunmasına dil uzatıyor Batı

“Saldırgan operasyonlar!” diye niteliyor gidişatı

 

Çünkü oyunları bozuyor her zaman, Şanlı Türk Ordusu

Çünkü Batı’nın içine işlemiş, onulmaz Türk korkusu

 

Avrupa Parlamentosu üyesi, kaba bir İngiliz

Türkiye – AB ortak komisyonu başkanı bir “Densiz!”

 

Çıkarıp Türklere karşı, ferman üstüne ferman, unutarak Türk’ü

“Güneydoğu Bölgenize özerklik verin!” diye tutturmuş bir türkü

 

İçi dışına vurmuş böylece, İngiliz’in şahsında Batı’nın

Binmek için can atanlar; görüversin huyunu AB Atı’nın

 

İngiltere; Terörle Mücadele Yasası, sil baştan

Ama Türkiye, yasayı ele alamaz, yeni baştan

 

Doğru dürüst masaya mı oturtuluyoruz acaba?

Eğer masaya yatırılıyorsak boşuna bir çaba.

 

Vakitsiz başladık yine yapmaya, yersizce bayram!

İnşallah gelir aklımız başımıza, sabah akşam

 

Bin bir karmaşık söz arasında, birdenbire geldik tuşa

İşimiz çıkıyor hep, inişe değil, sadece yokuşa

 

AB denen sun’i / yapay / sözde şu Avrupa Birliği

Türk’e haram kılmaya ahdetmiş  -ne hikmetse-  dirliği

 

Bin bir desise ile taktı yuları, yine başımıza

Zehir kattı yine, hayat kaynağımız su ve aşımıza

 

Bir değil bin bir zincirle olduk yine, Batı’ya tutsak

Batı karşısında bağlandık, tek taraflı topal – aksak

 

Irak için elimizi ve kolumuzu bağlayarak, içerde

Terörü yeniden canlandırarak, gerdiler aramıza perde

 

Yapılırken GAP; destek olmayıp, bir kuruş vermeyen kredi

Batı; artık GAP’ı kontrolüme verin gayrı birader dedi

 

Hristiyanı olmayan yerlere, açarak birer kilise

Anadolu’da yapmak istiyor, yeniden sayısız kenise (kilise)

 

Anadolu’da yer isimleri değiştiriliyor, sessiz sedasız!

“Türkiye; Türklerin değildir!” diye, ne işler yapıyoruz faydasız!…

 

Kendi kalesine gol atmakta biz, Dünya’da tekiz

Bu konuda sayılar yetersiz, ne yedi ne sekiz

 

Kendi Aydın’ı olmuş Batı’dan yana, milletine karşı

Kendine getirmeye yetmiyor zerk edilen, milli aşı

 

Öyle sarhoş ki, Batı deyince akan sular duruyor

Dalıyor derinlere, hayal üstüne hayal kuruyor

 

Anlamıyor ki, Batı resmiyeti ortamı, daim maskeli balo

Bin bir suratını onun, anlayamazsın demekle, sadece alo

 

Avrupa’yla baş etmenin yolu, ister ancak siyasi bir deha

Mahrumiyeti içindeyiz bunun, ta Sultan Hamit’ten bu yana

 

Çok şükür ki, Türk Milleti’nin asıl hamisi yüce Allah

Dedirtmeyecek küffara, İnşallah, bu millet için oh oh!

 

GAP’ın altından ayrıca, çok sular akıyor gizlice

Topraklar el değiştiriyor sessizce, budur netice

 

Şimdi de, Montrö Boğazlar Anlaşması’na, takıldı gözler

Dolaylı yoldan, artık oralara getiriliyor sözler

 

“Müzakere sürecinde Türkiye, AB kararlarına uyacak!”

Hem de “Karar organlarında bulunmadan!” hepsine açacak kucak!

 

Böyle esarete, nerede görülmüş demek bayram?

Gafletin bini bir para, diyorlar kam alalım kam!

 

2014’de, alınma raddesine gelse de Türkiye

“Türkiye’yi hazmetme kapasitesine bakılacak!” yine

 

Yaptırıldı Türkiye’ye, geriye doğru tayy-ı zaman

“Sevr”in önünde demirlettiler Türkiye’yi, el – aman

 

Kaybetmek üzereyiz istiklalimizi, AB aşkına

Bilmem ki ne bulmak için, hem ne diye çıktık bu akına?

 

Adamlar, el koymak için Türkiye’ye, hazırlıyor alt yapıyı

KKTC öncelikli bu hususta, açmak için ilk kapıyı

 

Bunca vermeye amade kalış, taviz ve ödüne işaret

Yok mu dedirtiyor insana, bunları kesinkes edecek ret?

 

Böyle gecelerin, olur elbet bir gün sabahı.

Kim demiş, göğe çıkmaz diye, mağdurların ahı?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sıfır Sorun Hedefi Ne Durumda?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yapmak istediklerinin son derece iyi niyetli, Türk Milletinin uzun yıllar taşımak zorunda kaldığı özgüveni az, içe kapanık, dış rüzgârlara göre yelken açan yapısından çıkarmaya çalışan bir iradenin mahsulü olduğuna inanıyorum.

Bu politikanın esası iki ana unsura dayanmaktaydı: Osmanlı coğrafyasında kurulan, kültür ve tarih ortaklığımız bulunan ülkelerle sıkı ilişkiler kurmak, uluslararası arenada ortak hareket edebilecek birliklerde bulunmak. Bunun yanında ülkemiz sınırlarını kuşatan diğer komşularımızla düşmanlıkları kaldırmak, ticari ve siyasi münasebetleri geliştirmek. Böylece Türkiye’yi Batı’ya mecbur ve mahkûm bir devlet olmaktan çıkarmak.

Kıbrıs’ta, Ege’de Rumlarla, Doğu’da Ermenistan’la, güneyde Suriye ve Irak’la düşmanlıkları sona erdirmek, doğuda Batı’nın taleplerine rağmen İran’la iyi ilişkiler sürdürmek. “Komşularla sıfır sorun politikası” olarak sloganlaşan bu temel düşüncelerin yanlış olduğunu söylemek mümkün değildi. Esasen Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözü de buna benzer bir niyetin dışavurumuydu.

Tabii Davutoğlu’nun kişiliğinde dile getirilen bu politikanın AKP hükümetlerinin ve de Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın dış politikası olduğunu vurgulamak gerekiyor.

“Bölge ülkeleri arasında sözü dinlenir bir güç haline gelmenin bu barışçı stratejinin eseri olduğu” ifade edilmekteydi. Tarihten gelen bağlar, güçlü Türk devlet geleneği, güçlü bir ordusu ve bölgenin güçlü bir ekonomisi olması devletimizin en önemli artılarıydı.

Türkiye elindeki imkânları iyi kullanmaya çalışan, proaktif, çok parametreli, bölgesel güç olmaya hevesli, atılgan bir politika izlemekteydi.

Ancak “komşularla sıfır sorun” yaşanması hem teorik olarak mümkün olmayan ve hem de sadece size ve ABD’nin iradesine bağlı olmayan bir idealdi. Karşı tarafın da “sıfır sorun” istemesi gerekiyordu. Bakın neler oldu:

  • 1- Kıbrıs‘ta uzun yıllar “çözümsüzlüğün dayattığı sorunlardan” kurtulmak isteyen hükümet, “Annan Planı” çerçevesinde çözüme yani onbeş yıl içinde Ada’nın tamamen Rumlaşmasına sebep olacak formüleevet” demişti. Bereket Rumlar “hayır” dediği için gerçekleşmedi. Başbakan Erdoğan “ustalık döneminde” Türkiye’nin geleneksel tezlerine, Denktaş çizgisine yaklaşan bir politikaya dönüldüğünü gösteren radikal açıklamalar yaptı.
  • 2- Ermenistan‘la ABD Dışişleri Bakanı gözetiminde yapılan anlaşmadan çark edildi. Bu arada kadim dost Azerbaycan‘la aramız bozuldu.
  • 3- Türkiye İsrail-Suriye arasında arabuluculuk yapmak istiyordu. İsrail’in ikiyüzlü tutumu, Gazze saldırısı ve Mavi Marmara gemisi olayı sonrasında, eski stratejik ortak İsrail ile savaşın eşiğine gelinmiş gözüküyor. Türkiye, Suriye’de Hafız Esad sonrası Başbakanımızın kankası haline gelen Beşar Esad yönetiminin devrilmesi için ABD ile birlikte Kürt muhaliflere destek vermekte.
  • 4- Bir yanda İsrail ile savaş gerginliği yaşanırken, diğer taraftan İsrail’i İran füzelerinden koruyacak olan “Füze Kalkanı” projesini kabul ettik. Nato’nun Polonya ve Çekoslovakya’ya kabul ettiremediği projeyi kabul eden Türkiye’ye karşı İran tepki göstermekte. ABD’nin İran’a bir müdahalesi söz konusu olursa bu tepkilerin beslenerek Türkiye ile İran arası bir hasımlığa dönüştürüleceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.
  • 5- AB/ABD’nin Libya petrollerini yeniden paylaşma savaşında yer almak istemeyen Türkiye, NATO müdahalesine karşı çıkmasından bir hafta sonra, NATO’nun müdahalesini istemiş, müdahale İzmir’den yönetilmiş, Türkiye donanmasıyla destek vermiştir. Başbakanımızın elinden madalya aldığı, Türk dostu Kaddafi’nin gitmesinden sonra, Türkiye sofradan pay kapmaya çalışmakta. Anca aslan payını Fransa, İtalya ve ABD’nin alacağı sır değil.
  • 6- “Arap Baharı” etkisinde devrilen “diktatörlüklere” karşı “halkın sesine kulak ver” diyerek muhalifleri destekleyen Türkiye’nin, kendi içindeki ayrılıkçı Kürtlerin “direnişlerine” ve “özerklik” taleplerine karşı benzeri uyarılara muhatap olmasından endişe edilmekte. Üstelik devrilen diktatörlerin yerine demokratik rejimlerin gelmeyeceği bugünden anlaşılmakta. Mesela Mısır’da devrilen Mübarek’in yerine gelen Mısır Yüksek Askeri Konsey Başkanı General Muhammed Tantavi ABD’nin adamı.
  • 7- Suriye’de Beşar Esad giderse özerk bir Kürt bölgesi oluşması gündemde. Bu ise Irak, Türkiye, Suriye ve İran’da kurulacak özerk Kürt bölgelerinden teşekkül edecek “Büyük Kürdistan” projesi için gerekli bir adım. Kürdistan Projesinin, Yahudilerin “Büyük İsrail” projesi ve ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi’nin” bir adımı olduğunu da hatırlamak gerek.
  • 8- Arap ülkelerinde bir kısım halk nezdinde Başbakan Erdoğan bir fenomen. Ancak Suriye ve Libya’da en yakın dostlarına bir anda sırtını dönen Türkiye yöneticilerine Arap ülkelerinin eskisi kadar güvenebilmesi güç görünmekte.
  • 9- “Kürt sorununun” çözümü için İmralı ile müzakerenin sonuç vermeyeceğini, silah bırakmayan terör örgütüne verdikçe daha fazlasını isteyeceğini gören hükümet terörle mücadeleyi yeniden öne çıkardı. Terör örgütünün siyasi uzantılarına karşı da alttan alan, şımartan tavırlarından vazgeçti.
  • 10- AKP iktidarı dokuz seneyi doldururken, Türkiye hemen bütün komşularıyla ciddi sorunları ve gerginlikleri olan, içeride de huzur ve barışı sağlayamamış bir ülke görüntüsünde.
  • 11- “Türkiye’nin tabii coğrafyası olan Osmanlı sınırları içinde genleşeceği”, Türkiye merkezli ve Türkiye tarafından yönetilen “büyük Avrasya Konfederasyonu”nun kurulacağı hayalleri kulağımıza ve gönlümüze hoş gelmekte. Ancak imkân ve kabiliyetlerimizi iyi hesap etmeyen iyi niyetlilerin de, bizi sınırlarımız içinde bir “Kürt Federe Devleti” fikrine sıcak bakmaya alıştırmak isteyen kötü niyetlilerin de, ülkemizi kaosa ve bölünmeye götürebileceğini göz ardı edemeyiz. Bunun için yukarıdaki saydığımız politik yalpalamalar bir örnek olmalıdır.

NETİCE: Ahmet Taşgetiren’in ruh hali içindeyim:Şu soruyu zihnimden atamıyorum: Şu anda dış politikada gerçekten kontrollü bir gidiş var mı? Keşke içimi rahatlatacak daha çok şey bilsem.”

 

 

Sayın Bakan Dinçer’e duyurumdur

0

Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba benden sevgili okur…
Eylül ayını çok sevdiğimi ifade etmiştim size…
Bu muhteşem son-bahar ayı önemini nerden alır sizce?
Tabi ki aktif olmaktan, üretken olmaktan alır…

Hal böyle olunca benim de kafam Eylül ayında daha bir üretken oluverdi…
Yeni bir iş imkanı yarattım…
Memleketimde ilk defa olacak bir iş imkanı desem daha doğru olur…
Üstelik adını da ben koydum…
Devlet kurumları arası iletişimi sağlayan çok akıllı bir danışman olmak istiyorum…
İşte bu projeyi de Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ömer Dinçer’e izninizle buradan iletmek istiyorum…

Sayın Bakanım kurumunuzun yaptığı talihsiz açıklamalardan dolayı kendime durumdan vazife çıkardım…  
İzninizle nedenini açıklayayım sayın Dinçer…
Milli Eğitim Bakanlığı Yükseköğretim Genel Müdürlüğü’nün, ortaöğretim kurumlarının sorumluluk sınavlarının Eylül ayının ilk haftasında yapılacağı ve daha sonra Eylül ayı içerisinde tekrar bir ek sınav hakkı verileceği belirtildi…
ÖSYM tarafından yapılan açıklamada da 5-9 Eylül tarihleri arasında üniversiteyi yeni kazanan öğrencilerin kayıt yapabilecekleri ifade edildi…
Eee bu açıklamalar iyi, güzel hoş da, bu öğrenciler arasında üniversite sınavını kazanıp da tek dersten kalan ancak 5-9 Eylül tarihleri arasında üniversitelerine kayıt yaptırması gerekenleri belli ki hesaba katmamışsınız…
Tarihler çakıştı… Belli ki bir koordinasyon sorunu var sayın Bakanım…
O halde sayın Dinçer size devlet kurumları arası gerekli koordinasyonu sağlama işine talip olduğumu buradan beyan etmek istiyorum…
Bakın sayın bakan araya adam sokmadım… Gördüğüm aksaklıktan dolayı herkesin gözü önünde durumdan vazife çıkardım ve direk sizden iş istedim…
Gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim…
Yüzsüzlüğün bu kadarı da demeyin… Yeter ki memleketim için fazlasıyla önem taşıyan koordinasyon sorununu gelin el birliğiyle çözelim… Birbirimizden haberimiz olsun lütfen…
Çünkü, birbirimizi bildiğimiz, tanıdığımız ve haberdar olduğumuz sürece anlar, severiz…
Şunu kabul etmelisiniz ki devlet kurumlarımız arasındaki iletişim güzel olursa, bu durum bizi birbirimize daha çok bağlayacak…

Saygı, güven çerçevesinde sevgi de kendiliğinden gelişecek…
İşte o sevgiyi kurumunuz aracılığıyla tüm ülkemle paylaşmaya hazırım sayın bakanım…
Ülkemi, milletimi ve de devletimi çok seviyorum… Ama en çok da sevgili okurlarımı seviyorum bilesiniz…
Şaka bir yana bu vesile ile bütün sorunlarımızın çözüm yolunun da sevgiden geçtiğinin bir kez daha altını çizmek istiyorum… 
Siz yazdıklarımı düşünedurun sevgili okur ben müsaadenizi istiyorum…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin…

ÖZLEYYYiNNNNN…

Margaret Mitchell

Dünya klasikleri arasına girmiş birçok roman vardır. Bu eserlerin hemen hepsinin beyaz perdeye aktarıldığını biliriz. Bazen de tiyatro sahnelerinde uzun süreler oynandıklarını ve beğeniyle izlendiklerini görürüz.

Bu eserler büyük ödüller de almışlardır. Hatırlamamız için bazılarının isimlerini söylemek gerekirse: On Oscar ödüllü “Rüzgar Gibi Geçti (Gone With The Wind)”,       dört Oskar’lı     “Kral ve Ben (King And I)” ve ” Alkatraz Kuşçusu (Birdman Of Alcatraz) “. Bütün bu eserleri biliriz, en azından isimlerini duymuşuzdur.

Şimdi bu söz ettiğimiz dünyaca meşhur eserlerin yazarları kimdir diye bir soru sorulsa acaba kaç kişiden doğru yanıt alabiliriz.

Margaret Mitchell, Rüzgar Gibi Geçti romanının yazarıdır. 1900 yılında Atalanta’da doğmuştur. Aynı eyaletteki kolejden mezun olmuştur. Atalanta – Journal Gazetesi’nde çalışırken 1925 yılında bay John Marsh ile evlenmiştir.

Margaret Mitchell yaşamına ev kadını olarak devam ederken 1926 yılında geçirdiği bir kaza sonucu ayak mafsalını kırmıştır. Doktorlar uzun bir süre yatakta kalmasını önermişlerdir. Genç kadın bu sıkıntılı süreyi atlatabilmek ve oyalanmak için bir şeyler yazmayı düşünmüştür. Yazacağı konuyu Kuzey – Güney Savaşı’ndaki ailesinin ve dostlarının yaşadıkları olaylardan seçmeye karar vermiştir.

Margaret Mitchell, çocukluğundan beri büyüklerinden dinlediği savaş anılarını ve zenci olan dadısının anlattıklarından ve okul yıllarında öğrendiklerini “Rüzgar Gibi Geçti” başlığı altında toplamayı planlamış ve romanını yazmaya başlamıştır.

Margaret Mitchell değişik bir çalışma şekli uyguluyordu. Bazen el yazısı bazen daktilo ile, küçüklü, büyüklü kağıtlara yazıyordu. Yazma süreleri de çok farklı oluyordu. Bir süre hiç yazmıyor sonra tekrar başlıyordu. Sayfalar giderek artıyor koca bir bavulu dolduruyordu. Seneler de akıp geçiyordu.

Sekiz sene sonra Mac Millan Yayınevi müdürü Mr. Latham bir dostunun aracılığı ile bu durumu öğrenir, yazılanları görmek ister. M. Mitchell önce yazdıklarını vermek istemezse de çevresindekilerin baskısı ve ricasıyla yazılarını Mr. Latham’a verir. Birkaç gün sonra romanın basılması için izin istenir. Altı aylık bir hazırlık döneminden sonra, roman 30 Haziran 1936 da piyasaya sürülür. İlk günde rekor bir satış olur. 50.000 (elli bin) adet roman satılır. Çok kısa bir süre sonra 16 dile tercüme edilir ve milyonlarca “Rüzgar Gibi Geçti” romanı bütün dünyada satış rekorları kırar. Margaret Mirchell, bir yıl sonra yani 1937’de “Pulitzer” ödülünü alır.

“Rüzgar Gibi Geçti” filme çekilmesi için 1939 yılı değeriyle dört milyon  Amerikan doları harcanır. Film de romanı gibi gişe rekorları kırar. Ve on dalda “Oscar” ödülüne layık görülür.

Margaret Mitchell 1949 yılında kocasıyla sinemaya giderken bir otomobilin çarpması sonucu yaşamını yitirir. Ancak romanı hala ödül almaya devam etmektedir. Tüm zamanların en beğenilen ödülünü de (People’s  Choice) kazanır. Günümüzde de hem romanı hem de filmi satış reyonlarının başköşesinde yer almaya devam etmektedir.

NOT: “Birdman Of Alcatraz” senaryo yazarı; Thomas E. Gaddis.

           “King And I”   yazarı; Margaret Landon.         

Eh be! Oldu mu Şimdi Doktor Abi?

0

En son bu Ramazan ayı;

4 Ağustos 2011 Perşembe günü evimizde tertiplediğimiz İftara Neslihan kızımın kayınpederi Ahmet Görgün Küçük ve ailesi ile küçük oğlum Murat’ın nişanlısının babası Yaman Taşcıoğlu ve ailesini davet etmiştik. İftarda benim ailemin büyüğü olarakta Dr. M. Şefik Postalcıoğlu ve fedakar Zeynep Hanımefendi yengemiz sofrada yerlerini aldılar..

7 Ağustos 2011 Ramazanın ilk Pazar günü Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocamızın Eyüp Sultan’daki iftarına da beraber katıldık. İftar öncesi İş Dünyası Vakfında iki dönem milletvekili olarak hizmet veren Dr. Alaattin Büyükkaya ile olan sohbetindeki heyecan ve katkıları hafızamızda..

11 Ağustos 2011 Perşembe akşamı Dr. Ağabeyin evindeki iftara davetli idik. Ancak daha önce teyit ettiğimiz 10 yılldan fazla ilimizde müftü olarak görev yapan ailemizin babası da olan Hikmet Kutlu Hocamızın iftarına katıldık. Özsar’daki iftar sonrası soluğu Bahçecikte aldık. Miafirleri ile birlikte geç vakitlere kadar sobet etme imkanı bulduk.

16 Ağustos 2011 Kocaeli Kandıralılar Derneği’nin Otel Asya’daki iftarında her zaman olduğu gibi baş köşede yerini aldı. Amir Ateş Hocam ve diğer misafirlerimiz ile birlikte faydalı sohbetler gerçekleşti.

26 Ağustos 2011 tarihini Kadir Gecesi olduğu için boş bıraktım. Eşim ile hiç bir davete gitmemek ve kimseyi davet etmemek üzere kararlaştırdık. Ancak çocuklarımın arkadaşlarının iftra gelmesi büyük mutluluk sebebi oldu.

Zeynep Yengemiz Hanımefendiden dinledim. Dr. Şefik Ağabey demiş ki; “Bu akşam başbaşa dışarıda iftar açalım. Teravihi de Fevziye Camiinde kılarız.”. Ancak komşusu Dr. Halil İbrahim Kahraman’ın Seka Park’ta ki iftar davetini reddedememiş..

Saaat 21:00 sularında Ecz. Selçuk Arslan aradı; “Daha 5 dakika oldu. İftar sonrası akşam namazı için mescide giderken rahatsızlandı. Maalesef Dr. Ağabey SEKA İzmit Devlet Hastanesine kaldırıldı.” dedi..

26 Ağustos 2011 Cuma günü akşamında Rabbim Şefik Ağabeyimi bizden aldı…

26 Ağustos 1071 Cuma Malazgirt Savaşının yıldönümü…

26 Ağustos 1922 Afyonkarahisar – Kocatepe’de başlayan Büyük Taarruzun yıldönümü..

26 Ağustos 2011 1000 aydan hayırlı olan Kadir gecesi..

“Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.” hükmünde geçen son 10 gün..

İftar sonrası, Akşam namazını kılmak için Mescide giderken…

Varlığın hep sevinç ve mutluluğumuzu artıran oldu..

Gidişinin rastladığı gece bile ümit ve sevinç gecesi…

Olduğunu düşünmüyorum, ancak varsa bir hakkım hepsi helal olsun. Rabbim rahmeti ile muamele eylesin…

Evini Devri Âlem kameralarına açtı

Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu Kocaeli siyasetinde önemli bir isim. Milli Görüş geleneğinden gelen Türkiye’nin ilk milli Görüşçü belediye başkanlarından birisi olarak daha 30’lu yaşlarında 80’li yıllarda Yuvacık’ta Refah Partisinden belediye başkanı seçilen bir isim.

Beyefendi kişiliği, herkesle diyalog kuran bir yapısı, alçakgönüllülüğü, eleştirilere hoşgörü ile yaklaşan ve en önemlisi iyi niyetinden hiçbir zaman vazgeçmeyen ender bir siyasetçi. Milli Görüşçü partiler kapandı. Hükümetler yıkıldı, hükümetler kuruldu, Karaosmanoğlu siyasette başarıdan başarıya koştu. Milli Görüşçü partilerde il başkanlıkları yaptı. Ak Parti’nin kurucular kurulu üyesi oldu. İl başkanlığı yaptı ve Sefa Sirmen’in karşısında Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçildi.

İkinci dönem Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan ve Kocaeli siyaset tarihine adını Kocaeli bölgesinin ilk Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yazdıran İbrahim Karaosmanoğlu, birçok siyasetçide ender görülen dostluk ve arkadaşlığa büyük önem veren ve vefadan hiçbir zaman vazgeçmeyen birisi. 

Farklı özelliklere sahip Karaosmanoğlu’nu Kocaeli bölgesi merak ediyordur, İbrahim Karaosmanoğlu kim? Atası Rize’nin Güneysu ilçesinden nasıl Yuvacık’a gelip yerleştiler? Karaosmanoğlu çocukluk ve gençlik yıllarını nasıl geçirdi? Karaosmanoğlu eğitimini nasıl tamamladı? Karaosmanoğlu kaç yaşında evlendi? Karaosmanoğlu’nun eşi Behiye Karaosmanoğlu eşi için ne diyor? Karaosmanoğlu nasıl bir baba? Bir dede olarak Karaosmanoğlu neler hissediyor? Ev reisi olan Karaosmanoğlu evinde nasıl bir insan? Bu sorulara birçok sorular ilave etmek mümkün.

Karaosmanoğlu, her hangi bir insan değil. Kocaeli bölgesinde 1 milyon 600 bin kişinin başkanı, 12 ilçe ve 400’e yakın köye belediye hizmeti götüren bir insan. Bu sorulara birçok gazeteci cevap aramıştır. Biz bu sorulara sizler adına cevap aradık ve Başkan Karaosmanoğlu’nun evinde Belgesel yayıncılık ve Devr-i Âlem kameralarıyla Sayın Karaosmanoğlu ve eşi Behiye Hanımla belgesel çekimi yaparak tarihe not düşüp zamana noterlik yaptık.

Başkan Karaosmanoğlu’nu nasıl tanımıştım?

Tarihler 1980’li yılların sonlarıydı. Haziran ayının sıcak bir yaz günü Kocaeli Valiliğinde önemli hizmetler yapan merhum İhsan Dede Bey’den bir telefon daveti almıştım. Merhum valimiz benim hayatımda önemli yeri olan bir isimdi. Yuvacık baraj inşaatının inceleme gezisi için Kocaelili gazetecilerle Yuvacık’a gideceğini bizim de bu geziye katılmamızı istiyordu. Yuvacık barajının inşaatı yapımı yılan hikâyesine dönmüş, Vali Bey bu barajın yapılması için özel çaba sarf ediyordu.

Baraj inşaatını gezdikten sonra Yuvacık Belediye Başkanının misafiri oluyoruz. Yuvacık’ta bir kır restoranında genç, siyah sakallı Yuvacık Belediye Başkanı, Vali Bey ve geziye katılan gazetecilerin tek tek elini sıkıyor, hoş geldin diyordu. İbrahim Karaosmanoğlu ile o zaman tanışmıştık. Bizleri karşılayan o belediye Başkanı Bugünkü Kocaeli Büyükşehir belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’ydu. İşte İbrahim Karaosmanoğlu ile çeyrek asır önce ilk tanışmamış böyle başlamıştı.

İbrahim Karaosmanoğlu’nun evine misafir olduk.

Çeyrek asır önce bizleri Yuvacık’ta bir restoranda ağırlayan belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu Ak Parti Kurucular Kurulu üyesi olarak 2 Eylül Cuma günü Yuvacık’ta meyve ve meşe ağaçları içerisinde iki katlı mütevazı evinde bizleri Büyükşehir Belediye Başkanı olarak karşılıyor, el sıkışıp, bayramlaşırken 25 yıl önceki İbrahim Karaosmanoğlu’nu hatırlıyordum.  Buraya özel bir misafir olarak davet edilmiştik. Gazetecilik yapmak etik olmazdı. Kendisinden izin isteyip, gazetecilik ve belgeselcilikte yapmak istiyoruz. İzin verir misiniz? dedik. İzin alarak başkanın ev halini belgeselleştirmek istedik. Ve ilk soruyu kendisine sorduk

Sayın başkan atalarınız ne zaman Rize’den buralara geldi?

Başkan, geçmişi yeniden yaşıyor gibi tane tane konuşmaya başladı.
Dedem, hafız Muharrem Karaosmanoğlu kurtuluş Savaşı’ndan 10 yıl önce Rize’nin Güneysu ilçesi Selamet köyünden ailesi ile birlikte Yuvacık Bölgesinde Servetiye köyüne yerleşmişti. Rize Güneysu’da toprağın az olması fakirlik ve geçim sıkıntısı yaşatıyordu. Servetiye’ye bu şekilde yerleşen Muharrem hafız, Kurtuluş Savaşı’nda Servetiye Cephesi’nin oluşturulup İngiliz ve Yunanlılara karşı mücadele eden bir Kuvva-i milliye Kahramanıydı. Servetiye cephesi savunulmasaydı Yunanlılar Bilecik ve Afyon civarındaki güçlerle birleşerek çok büyük bir kuvvet olacaktı. Dedem ve diğer Kuvva-i Milliye kahramanları Yunanlıların buralara geçmesini önlediler. Bir çok şehit verildi. Servetiye cephesi bugün yeteri kadar bilinmiyor. Servetiye cephesine bir kahramanlık anıtı yapıldı. Zaman zaman Servetiye şehitleri anılıyor.

Başkan bey ile evin bahçesinde gezimizi sürdürürken kaç doğumlu olduğunu ve nerede dünyaya geldiğini soruyoruz.

Başkan şu bilgileri veriyor bize: Bulunduğumuz bu evin arsası 1952 yılında babam tarafından satın alınmıştı. 1952 yılında da bu arsa satın alındıktan sonra ben dünyaya geldim. Bu evi daha yeni yaptık. Servetiye köyünde dünyaya gelmiş, çocukluk yıllarım ve eğitim hayatım Servetiye köyünde geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarımızda hem çalıştık, hem de eğitimimizi yaptık. O yıllar güzel yıllardı.

 Başkan ne zaman evlendi?

Belediye başkanı Karaosmanoğlu’nun bahçesi adeta bir park gibi. Birçok meyve ağacı, sebzeler, mısır tarlası ve meşe ağaçları… Bu ağaçların altında hem geziyor, hem gezimize devam ediyoruz. Sayın başkana özel bir soru soruyoruz. Ne zaman evlendiniz? Nasıl bir ev reisisiniz? Diye soruyoruz
Başkan tebessüm ederek yüzüme bakıyor ve tarihe geçecek şu sözleri söylüyor: Bu sorulara ben cevap veremem. Ben Kocaeli Büyükşehir başkanı olarak Kocaeli’yi idare ediyorum. Bu evin idarecisi var. Beni idare eden bir isim var. İsterseniz bu soruyu beni idare eden hanımefendiye sorun” diyerek misafirlere bahçedeki fırında güveç yemeği yapan eşi Behiye hanımı göstererek ona sormamızı istiyor. Behiye hanımın yanına gidiyoruz.

Karaosmanoğlu nasıl bir eş?  

Behiye Hanım bizzat kendisi misafirler için yemekler hazırlıyor. Bahçedeki fırında güveçler yapılıyor. İş telaşesi içerisinde Behiye Hanıma Sayın Karaosmanoğlu ile ne zaman ve nasıl evlendiklerini ve Karaosmanoğlu’nun nasıl bir eş olduğunu soruyoruz. Behiye Hanım tam bir Anadolu kadını. Başında yazması, mahcup ve utangaç bir eda ile Anadolu anasına yakışan bir asaletle: “Ben 16, İbrahim Bey 17 yaşındaydı. Üstelik İbrahim Bey eğitimine devam ediyordu. Evlendiğimiz tarihlerde. Görücü usulüyle evlenmiştik. İbrahim Bey hem okuyor, hem çalışıyor, hem de büyük fedakârlık yapıyordu. Baba ve ana olduk. Çocuklarımız dünyaya geldi. Onlara babalık ve analık yaparken İbrahim Bey millet ve memleket hizmetinden de geri kalmıyor, bir taraftan da siyaset yapıyordu. Evini ihmal etmeyen mükemmel bir insandı. Hiçbir sıkıntımız olmadı. Kendisinden Allah razı olsun” diyerek dua etmeyi de ihmal etmedi Behiye Hanım.

Behiye Hanım az ve öz konuşuyor, kısa cümlelerle meramını ifade ederken, her cümlesi üzerinde ciddi şekilde durulup yorum yapılması gerekiyor. Behiye hanıma bir başka soru yöneltiyoruz.

Başkan hanımı olara Kocaelili seçmenlere ve hanımefendilere vermek istediğini bir mesaj var mı?

Behiye yine az ve konuşuyor. “Öncelikle Kocaeli halkına Allah’tan sağlık ve sıhhat dilerim. Kocaeli gerçekten güzel bir kent. Kocaeli’nin kıymetini bilelim. Kaza bela ve afet olmaması için Allah’a dua edelim, Kocaeli’ye sahip çıkalım. Kocaeli’nin değerlerini koruyalım. Baba ve anne olarak evlatlarımıza sahip çıkıp, onları çok iyi yetiştirelim.

Behiye hanıma son soru olarak İbrahim Bey Büyükşehir belediye başkanı Devr-i Âlem kameralarına Başkan İbrahim Karaosmanoğlu için ne dersiniz? Diye soruyoruz.

Behiye Hanım, “Başkan İbrahim Karaosmanoğlu’ndan en önemli beklentimiz başarılı hizmetler yapmasıdır. İnsanlar hizmet yapmak için başkana oy verip seçtiler.” Diyor. Tam bu sırada Başkan söze giriyor, “Behiye hanımdan zaman zaman eleştiri de alıyorum. Gördüğü aksaklıkları net bir şekilde söyleyip neden bu hizmeti yapmıyorsun” diye söylüyor. 

Artık veda ediyoruz. İbrahim Karaosmanoğlu’nun evinde tarihe not düşüp zamana noterlik yaparak belgesel çekimlerimizin sonuna geldik. İbrahim Bey ile vedalaşırken torunun bahçede nasıl koştuğunu, torunun kucağına alarak koyun, kuzu ve tavuklarıyla nasıl meşgul olduğuna da şahitlik ettik. İbrahim Bey’e veda ederken elimizden tutup kendi diktiği erik ve armut ağacı ile bahçedeki üzüm asmasının yayına götürüyor. Bu ağaçların meyvelerinden dalından toplayarak yiyiyoruz. Sayın başkan bahçesinde yetiştirdikleri mısırlardan kendi elleriyle bizlere mısır közlüyor. Güzel bir günün ardından başkan ve ailesiyle  vedalaşarak ayrılıyoruz.

Her Şeyi Kanıksamak

Yarım asrı devirmeye doğru giden ömrüm boyunca, ülkemizde ve dünya da yaşanan ne olaylar gördüm. Bu günlerde hepsi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor.
Çocukluğumda oturduğumuz evin balkonundan semtin Halkevi binası gözükürdü. Bir gün halkevinden çıkan bir grup gencin, önlerinde taşıdıkları bir büyük Türk bayrağının ardından “kardeş kardeşi vurur mu” diye marş söyleyerek yürüyüş yaptıklarını hatırlıyorum. Ne yazık ki; bu topraklar üzerinde kardeş bildiklerimiz hiçte acımadan vuruyor. Eğer kendi vuramazsa; İran, Suriye ve Irak gibi ülkelerden terörist transfer edip vurdurtuyor. Hem de silah ve lojistik desteğini ABD, İsrail, AB ve Yunanistan gibi ülkelerden sağlayarak.

Daha sonra 1974 yılında bir Kıbrıs Barış Harekatı yaptık. Bu askeri müdahalenin gerekli olup olmadığı asla tartışılamaz. Ancak bu olay sonrasında Türkiye, binlerce gencini toprağa verdiği binlercesini de zindanlarda çürüttüğü bir anarşi dönemini yaşadı. Her köşe başında aynı mihrakların dağıttığı silahlarla bir insanımız vuruluyor ve çoğu zaman aynı silah hem sağcıyı hem de solcuyu vuruyordu.

Bu gelişmeler sadece terörle sınırlı kalmadı. Ülkemiz büyük bir yokluk ve ekonomik sıkıntı yaşadı. Sonradan öğrendik ki; bunların hepsi planlıymış. Küreselleşmenin tahakkuku için bizim de serbest piyasa ekonomisine ama onların istediği şekilde geçmemiz gerekiyormuş. Bütün amaç kapitülasyonlarda olduğu gibi ekonomik olarak Türkiye’yi borçlandırarak teslim almakmış.

Benimle aynı dönemde yaşayan,  gelişmiş bir ülke vatandaşının başına gelmesi mümkün olmayan olaylar, Türkiye’de benim ve benden sonraki nesillerin başına geldi. Gerçi bizden öncekilerde ne sıkıntılar çekti biliyorum ama orası da ayrı bir fasıldır.

Gençliğimde, adına sağ-sol veya alevi-sünni çatışması denilen ama perde arkasında asla öyle olmayan bir terör yüzünden insanlar ölürken, bir gaz tüpü veya 5 litre benzin için akaryakıt istasyonunda yada tüpçünün önünde ki kuyruklarda uykusuz sabahladığım gecelerin haddi hesabı yok. Hele belediyenin tanzim satış mağazasının önünde 2 küçük paket margarin için kuyrukta beklediğim uzunca saatleri ve tepkisiz toplumun kuyruktaki geyik muhabbetlerini hiç unutamam. Ya sular kesiktir ya da tasarruf adı altında elektriğiniz yoktur. Öyle geçti o yıllar…

1980 yılında ilk defa uçağa binip yurt dışına gittiğimde, uçak gece vakti inerken, altımızda ışıl ışıl parlayan şehri görünce kendi kendime mırıldandığım ilk söz “Türkiye’de bizi kandırmışlar” demek olmuştu.

Daha sonra 1984 yılında, devletin bildiği ama halkından gizlediği ve bu yüzden halkını tedbirsiz yakalattığı bir bölücü terör başladı. Bazılarının gözünde çok muteber bir adam olan Turgut Özal; o dönem başlayan bölücü terörü, üç beş çapulcunun işi olarak niteliyordu. Halbuki bu kanı bozukların silahı üzerimize kaçıncı defa doğrultuşuydu!..

Bu güne kadar bölücü terör yüzünden resmi ve sivil binlerce şehit verdik. Tecavüz, gasp, darp, soygun, yangın gibi olayların hesabı yok. Ortada kolunu, bacağını, gözünü veya bir uzvunu kaybetmiş çok inanılmaz sayıda insanımız var. Ayrıca bu olaylar, bir insanın yaşamı boyunca görebileceği en büyük travmalardan biri olan iç ve dış göçlere sebebiyet verdi.

Top yekün 75 milyon insanın ortak serveti olan devlet hazinesinden yüzlerce milyar dolar ” bölücü terörü önleyelim”  diye harcandı. Hepsi helali hoş olsun. Milletimizin ve devletimizin güvenliği için elbette para harcanacak. Ancak genç yaşta toprağa düşen şehitler ve kaybettikleri uzuvlar nedeni ile hayattan erken yaşta terhis olan gaziler yok mu? işte, insanı onlar kahrediyor.

Kanaatimce; ömrü hayatım boyunca yaşadığım bu meselelerin en önemli yanı, yaşadıklarımızın çok çabuk kanıksanmasıdır diye düşünüyorum. Şimdi de bizi çocuklarımızın şehit oluşlarına ve başımıza gelen her türlü melanete alıştırmaya başladılar.

Oysa Türk milletinin bir canı değil tırnağının bir parçası bile bizim için çok önemlidir ve her zaman da bu böyle olmalıdır.

Gördüğüm kadarıyla bir canımızın şehit oluşuna verilen tepkiler klişeleşmeye başladı. Ateş öncelikle düştüğü yeri yaktığı için analar, babalar ve evlatların içi elbette kan ağlıyor. Ancak onların beden dili bile sanki farklılaşmaya başladı. Şehit cenazeleri medyada bir zamanlar olduğu kadar yer bulmuyor. Çünkü medya malum güçlerin kontrolünde ve onlar yayınları ile pkk ve bölücü teröre psikolojik üstünlük sağlatıyor. Amaçları sahipleri adına pkk ile barışı gerçekleştirmek. Medya kendisine verilen bu görevi hassasiyetle yerine getirmeye çalışıyor. Bu yaratılan hava ile başına bir şey gelenler sanki bu değişmez bir kadermiş gibi yaşananları kanıksar hale geldiler.

Terör karşısında mücadele eden kardeşlerimiz; aileleri ve arkadaşları ile vedalaşırken ya da mesajlaşırken hep helallik ister oldular. Kanıksamışlık olarak değerlendirdiğim bu görüntü bir milletin hayatiyeti açısından hiçte hayra alamet bir şey değildir. Yaşamayı istemek yerine ölüm dahil başına gelecek her şeye razı olmak sağlıklı bir ruh hali olarak kabul edilemez bir durumdur.

Onun için Türk milletinin içinde bulunduğu durumda yaşadığı, sosyolojik değişimler ile bireysel ve toplumsal psikolojiyi çok iyi etüt etmemiz gerekiyor. Eğer kötüye giden bir durum varsa da bilimsel metotlarla hemen tedbir almalıyız.

Çünkü başına gelen çok sıkıntılı olaylara karşı bu kadar sessiz ve tepkisiz kalmayı başarmak, sağlıklı bir milletin ruh haliyle izah edilecek bir şey değildir.

Bazen empati yaparak, terör olayları sırasında şehit olmuş çocuklarımızın veya normal yaşamlarında bir bomba ya da molotof kokteyli ile hayattan kopmuş insanlarımızın ana ve babalarının yerine kendimi koyuyorum. Benim başıma böyle bir olay gelse ne yapardım? diye. İsterseniz cevabı vermeyeyim bende kalsın.

Yalnız şunu bilmeliyiz ki; eğer benim hissettiğim gibi milletimiz nezdinde başımıza gelenlere karşı böyle bir kanıksamışlık varsa, bu Türk milleti ve devleti açısından doğuracağı sonuçlar itibarıyla çok kötü bir durumdur.

Böyle giderse Türk milletinin ruhsal genetiğindeki zafiyetlerden faydalanılarak, milletimiz ikna edilecek ve tabir caizse diz çöktürüleceğiz. Şimdi bunun farkında değilsek sebebi de; İstiklal Mücadelesinde olduğu gibi bir kısım şuurlu insanımızın gösterdiği milli dirençtir. Onun için ağızdaki bakla bir türlü dışarı çıkartılmadan ıslatılıp durmaktadır.

Bu sebeplerle eğer varsa; bölücü teröre, şehit ve gazi olan çocuklarımıza, ekonomik sıkıntılara, bankalara olan borçlara, emekli aylıklarının yetersizliğine, yoksulluğa ve bil cümle sıkıntıya karşı bakışımızdaki kanıksar ruh halinden kurtulalım ve başımıza örülmek istenen her musibete büyük bir dirençle ve milli bir duruşla karşı duralım.

İlahiyatçı Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Hocamızla Sırât-ı Müstakîm’i konuştuk

Sırât-ı Müstakîm Kadir Gecesi’nde indirilmeye başlanan Kur’an-ı Kerim insanlığa; Sırât-ı Müstakîm’de yâni Doğru Yolda olmayı öğütlemektedir.
İlahiyatçı Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Hocamızla Sırât-ı Müstakîm’i konuştuk.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, ‘Sırât-ı Müstakîm’ kavramını açıklar mısınız?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Özgün söyleyişiyle ‘es-Sırâtu’l-Müstakîm’ bir isim (sırat) ve bir sıfattan (müstakîm) oluşmaktadır. Şimdi bu iki kelimenin sözlük ve terim anlamlarını inceleyelim.
1- Sırat: Sözlükte sırat; sin ve ze harfi ile sirat, zirat şeklinde okunabilmektedir. ‘İşlek yol, cadde’ anlamına gelir.
Rastgele yola, tarik; işlek yola, sebîl; işlek, doğru, geniş ve açık yola, cadde, sırat, ‘şâria’ denir.
Bu anlamıyla sırat kelimesi ‘şeriat’ mefhumunu da akla getirmektedir.
2- Müstakîm: Kelime; sözlükte meyil ve eğriliği olmayan, düz, doğru anlamındadır. Sırat yönde doğruluğu; müstakîm, iniş-çıkıştan, pürüzden uzaklığı anlatmaktadır. Müstakîm’in geometrik tanımı da ‘iki nokta arasındaki en kısa çizgi’dir. Müstakîm kelimesi Kur’ân’da hemen daima sırât’a sıfat olmuştur. Bir defa da ‘tarîk’ kelimesine sıfat olduğunu görmekteyiz.
Bu kısa açıklamalardan da anlaşıldığı gibi Sırât-ı Müstakîm dosdoğru, dümdüz, eğriliği olmayan ve en kısa hak bir yol (şeriat) anlamına gelmektedir. Bu ifade ‘Allah’a götüren doğru yol’ anlamında ‘istiâre-i temsiliyye’ olarak kullanılmaktadır.

 Oğuz ÇETİNOĞLU: Sırât-ı Müstakîm’in Kur’an-ı Kerim’deki yeri hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: ‘es-Sırâtu’1-Müstakîm’ ifadesi, çoğu hidâyet kökünden türetilmiş kelimelerle olmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm’de 32 defa geçmektedir.
Öte yandan sırat kelimesi Kur’ân’da daima tekil şekliyle yer almış; ‘sebil’ kelimesinin zıddına çoğul sigası hiç kullanılmamıştır. Bunun anlamı da her halde, doğru yolun tek’liğinin tescilidir.
Yine ‘sırat’ kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de ya ‘övülmüş, övgüye lâyık’ anlamına gelen ‘el-hamîd’e izafetle, veya ‘aziz ve hamîd’ isimlerinin ikisine birlikte izafetle yer almaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sırât-i Müstakîm’in Kur’ân-ı Kerîm’de başka isimleri de var mı?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Evet! Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan
a-es-Sırâtu’s-seviyy; düz yol
b-Sevâu’s-sırât; yolun doğrusu
c-Sebilu’r-reşâd; murada erdiren yol
ifâdeleri de Sırât-ı Müstakîm’in değişik adları olarak gözükmektedir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Bir de ‘hidâyet’ kelimesi var…
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Hidâyet; doğru yolu bulmak, yola girmek, yol göstermek, irşad etmek, doğruya iletmek gibi anlamlara gelmektedir. Huda veya hidâyet; kişinin, küfür, şirk ve sapıklıktan kurtulup Allah’a giden yola, İslâm’a, gerçek bir yaşayışa kavuşması, kavuşturulmasının adı olmuştur.
Doğru yolun, Allah tarafından bir kişinin kalbine ilham edilmiş olmasına da ‘hidâyet-i rabbanî’ denilmektedir.
Öte yandan hidâyet kelimesi; Kur’ân-ı Kerîm’in gönderiliş gayesini ve dolayısıyla İslâm’ın temel hedefini de ifâde etmektedir. Çünkü İslâm’ın hedefi, bütün insanlığın hidâyet’i, doğru yolu bulmasıdır.
Her yol göstermeye de hidâyet denmez. Hidâyet; hayr olan isteklerle ilgili yol göstermedir.
Hidâyet kelimesini Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğunlukla ‘Sırât-ı Müstakîm’ ile birlikte bulmaktayız. Ancak bu kökün çeşitli kipleri, sapıklıktan, yanlıştan kurtuluş, doğruyu açıklama veya doğruya dâvet gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hidâyet yetkisi kime aittir?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Doğru Yol, Allah’a aittir. (1)
Müfessirler bu mutlak ifadeyi, ‘Yolun doğrusunu açıklamak, elçiler ve delillerle o yola dâvet Allah’a aittir.’ diye yorumlamışlardır.
Bu yorum, hidâyet yetkisinin açıklama (tebyin) ve çağrı (dâvet) anlamında olduğu gibi ihtida hissini yaratma anlamında da tamamen Allah’a ait olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Âyet’in anlamı da şöyle olmaktadır: ‘Yolu doğrult(up beyan ile kullarını doğru yola koy)mak Allah’a aittir. Ama ondan sapan da var, Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.’
Kesin âyetler göstermektedir ki, hiç bir kimse ve kuruluş kulları hidâyet etmek konusunda yetki iddiasında bulunamaz. Ancak doğruyu işaret ettiğini söyleyebilir. Ve yine hiç bir kimse doğruya ermeyi, İlâhî irade dışında hiç bir güce ve isme dayandıramaz.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Sırât-ı Müstakîm’de olmanın gerekleri nelerdir?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Hiç şüphesiz, aklı başında her insan kabul eder ki, istemekle veya ‘Ben doğru yoldayım.’ Demekle doğru yolda olunamaz. Bu oluş için gereken şartlar yerine getirilmediği takdirde söz, kuru bir iddia veya yalancı bir avunmadan öte bir anlam ifâde etmez. Bu sebeple, nerede olduğumuzu doğru olarak tespit edebilmemiz ve görünüşe aldanmamamız gerekmektedir. Önce Sırât-ı Müstakîm’de olabilmenin gerekleri üzerinde bazı ön tespitlerde bulunmak yerinde olacaktır.

A. İMAN: Sırât-ı Müstakîm, ‘inananlar yolu’ demek olduğuna göre ilk şart iman’dır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
‘Doğrusu Allah, iman edenleri mutlaka dosdoğru bir yola eriştiricidir.’ (2)
‘Kim Allah’a satılmışsa, kesinlikle dosdoğru yola iletilmiştir.’ (3)
‘Allah’a inanıp O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmet ve lütfa sokacak ve onları doğru bir yola iletecektir.’ (4)
İman’dan yoksun olanlar için ‘doğru yolda’ olma şansı söz konusu değildir.
‘Allah’ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez.’ (5)
O halde Sırât-ı Müstakîm’de olmanın ilk adımı, asgarî şartı İslâm imanı’dır.
‘Müslüman olanlar, doğru yolu arayıp bulmuş olanlardır.’ (6)
B. YÖNELİŞ: İkinci gerek, Sırât-ı Müstakîmde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidâyet ediciye yönelmektir. Biz buna kısaca ‘yöneliş’ de diyebiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
‘De ki; doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendine yöneleni doğru yola eriştirir.’ (7)
‘… Allah, dilediğini kendine seçer, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.’ (8)
Bu yönelişin sadece yöneliş olarak kalmaması, bir anlamda ‘mücâhede’ (*) niteliğine ulaşması, yönelişte ısrar ve samimî davranılması da gereklidir. Bir âyette şu açıklamayı bulmaktayız:
‘Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza eriştireceğiz…’ (9)
Bu bir anlamda da ‘Allah rızası peşinde olmak’ demektir. Böylesi, köklü bir niyet ve hareket içinde olanlar hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
‘Gerçekten size Allah’dan bir nûr ve açık bir kitab geldi. Onunla Allah, rızâsının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları, kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola ulaştırıyor.’ (10)
C. SÜNNET: Sırât-ı Müstakîmde olabilmenin bir başka gereği de İslâm esaslarına İslâm’ın getirdiği sınırlar içinde kalarak sâhip çıkmaya çalışmaktır. İslâm’ın koyduğu sınırlar aşılarak imanlılık hâli ve dolayısıyla Sırât-ı Müstakîm’de olma başarısı gösterilemez. Bu konuda en büyük yardımcı Sünnet’tir. ‘Söz amelsiz makbul olmaz, niyyetsiz de söz ve amel müstakîm olmaz. Sünnete uygun düşmedikçe ne söz, ne amel ne de niyet muteber ve müstakîm olur!’ (11)
Demek ki, Sırât-ı Müstakîm’de olabilmek için niyet, söz ve fiil olarak Sünnet’e uygun davranmak gerekmektedir. Bu ise zor bir görevdir. Gerçeklere ters düşmüş toplum ve düzenlerin, Müslüman’ı bu ölçüden uzak kalmaya zorlayıcı etkenlerle dolu olduğu ‘Sünnete bağlılık yanlılarının garibler kadar yalnızlığa rıza göstermeleri gerektiği’ acı da olsa gerçektir. Oysa ‘Resûlüllah’ın izinden gidenler ve sünnetine uyanların dışında kalanlar için Allah’a giden yol kapalıdır.’ (12)
Sünnet’i aşarak veya ihmal ederek Sırât-ı Müstakîm’de olma imkânı yoktur. Sünnette ise, Müslümanların tamamını kucaklayan, aralarında takva ve hizmet ölçüsü dışında herhangi bir sebeple ayırım yapmayan bir genel kural bulunmaktadır. Bunun sonucu, bütün Müslümanları kucaklayan bir gönül genişliğine sonuna kadar sâhip olmak da Sırât-ı Müstakîm’in bir başka gereği olmaktadır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘Gönül genişliği’ kavramını açıklar mısınız?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Sebep ne olursa olsun, geçmiş Müslümanlara lanet etmemek, onlar hakkında ileri-geri, yerli-yersiz söz söylememek ‘Bütün Müslümanları kucaklayıcı bir gönüle sâhip olma’ niteliğinin ilk ve asgarî şartıdır. Ümmetin sonunun, başına lanet etmesini kızıl rüzgâr’ın esme sebeplerinden biri olarak gösteren Hz. Peygamber konuyu, sebep olacağı tehlikeye dikkat çekerek ifade buyurmuş, gözlerimiz önüne sermiş bulunmaktadır.

Selef dediğimiz ümmetin başında bulunan Müslümanlara ileri-geri söz söyleyen, açıkça sövenlerin şahitliği geçerli sayılmamıştır.
Geçmiş Müslümanları ayıplamak bir yana, onlara hayr dua etmek gerekir. Muhacir ve ensâr anlatılırken zikredilen şu âyet konuya âit görevi hatırlatmaktadır:
‘Onlardan sonra gelenler derler ki; ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı herhangi bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin!’ (13)

Müslüman’ın, öteki Müslümanlara karşı duyarlı davranması ve onları kendi haklarına sâhip bilmesi, sevgiye, saygıya, yardıma lâyık görmesi, onlardan kopmayı düşünmemesi, sun’i bir takım ayrılık sebepleri ihdas etmemesi Sırât-ı Müstakîm’in en geniş kapsamlı gereği olmaktadır.

Kendi imanına göstereceği dikkati, öteki Müslümanların imanı konusunda da göstermek, Müslüman’ı olur-olmaz sebeplerle küfre nisbet etmemek her Müslüman’ın görevidir. Çünkü Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerifte ‘Kardeşine kâfir diyenin bu sözü ikisinden biri hakkında gerçekleşir. Söylenen öyle değilse, söyleyene döner.’ (14) buyurmaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sırât-ı Müstakîm’e devam edebilmenin de gerekleri olmalı…

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Nimete sâhip olmanın yolu onu değer olarak benimsemek, kıymetini takdir etmekle başlar.
‘Bizi buraya eriştiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık…’ (15) mealindeki âyet, Sırât-ı Müstakîm’de olmayı nimet bilmenin; oraya Allah’ın hidâyet etmesi sonucu ulaştığını itiraf etmekle belli olacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bu, ‘nimete şükür, nimeti verene teşekkür’ demektir.

Yolda doğru yürümemek, birtakım istenmeyen olaylara sebep olabilir. İnsanı bazı imtihan ve mahrumiyetlere sürükleyebilir. Bunun için önce yolun kıymeti bilinmeli, sonra o yolun yolcusu olmanın sonra da o yoldaki öteki yolcuların…

Ayrıca teyakkuz hâlinde olunmalı. Teyakkuz, tehlike veya düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı olmak demektir. Gaflet etmemektir. Uyanıklık, muhtemel düşmanın cinsine, gücüne ve arzettiği tehlikeye göre, eldeki nimeti ve değerleri korumak için karşı tedbir almak ve hazırlık yapmak açısından önemlidir. Yoksa başlı başına veya kuru kuruya teyakkuz hâli hiç bir şeye yaramaz.

Ne var ki hazırlık olmasına rağmen uyanık davranılamazsa, gaflet uykusuna yatılırsa, hazır imkânlar da kendiliklerinden koruma görevini yapamaz. Demektir ki uyanıklık derken gerekli hazırlığa sâhip bir uyanıklığı kasdetmekteyiz.
Öte yandan teyakkuz halini ve süresini eldeki korunacak nimet ve değerler etkiler. Bu noktada Müslümanların korumakla yükümlü oldukları başlıca değer, Müslümanlıkları yani imanlarıdır. İman ise ebedî hayatta, âhiret yurdunda yegâne kıymet ölçüsüdür. O halde saptırıcılara karşı gösterilecek uyanıklık, her türlü iklim şartlarında kesintisiz olarak ömür boyu sürecek bir nitelik ve nezâkete sâhiptir. Bir ömrü dolduracak olayların neler olabileceği ise, gözlerimiz önündedir. İnsanın dayanma gücünü zorlayan olaylar karşısında bile gösterilecek uyanıklığın imana ve Sırât-ı Müstakîm’e sâhip çıkmak ve devam etmek açısından gereği ve önemi pek açıktır.

Aşırı sevinç veya aşırı üzüntü halleri, direnç gücünün iyice zayıfladığı, her türlü telkin, kandırma ve yanılgıya elverişli bir zemin niteliğindedir. Bunun için uyanıklık özellikle bu hallerde yararlı olacaktır.

Sevgi ve iltimas anları ile kin ve nefret zamanları da uyanıklığa ve imanî denetime en çok muhtaç olduğumuz anlardır.

Teyakkuz halinin en güçlü destekçisi her şartta itidali kaybetmemektir. İtidal, İslâm’a razı olmakla temin edilebilir, Teyakkuzun en tehlikeli köstekçisi ise kötü alışkanlıklardır.
Kişiyi, uyanıklık ve elindeki nimet kadar, düşman hakkında edindiği bilginin sağlamlığı ve gerçeğe uygunluğu da etkileyecektir. İstihbarat, teyakkuzun vazgeçilmez şartıdır. Çünkü bilinmektedir ki ‘(Ehl-i) hak gaflet etmedikçe (ehl-i) bâtıl ayaklanamaz.’ (16)

Kur’ ân-ı Kerîm ve Sünnet-i seniyye’nin verdiği haberler yanlış ve yanıltıcı olamayacağına göre, Müslümanlar Sırât-ı Müstakîm’deki yolculukları için bu iki kaynaktan elde ettikleri istihbaratın gereğini -mümkünse- eksiksiz yerine getirmek mecburiyetindedirler.
Elindeki nimeti takdir eden kişi, çevrenin tutum ve karşı çıkmasına aldırmamak, ne pahasına olursa olsun her hâl ve şartta nimeti elden çıkarmamaya dikkat göstermek görevindedir.
‘Emrolunduğun gibi doğru ol! Beraberinde bulunan, putperestliğe tevbe etmiş kimseler de doğru hareket etsinler. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.’ (17) âyeti bize bu gereği hatırlatmaktadır.

Böyle davranılabildiği sürece çevredeki sapıkların pek bir zararı dokunmaz. Eldeki nimetin kıymetini çevrenin ilgi ve tepkisine göre ölçmeye kalkışmanın sonu, çoğu kez o nimeti kaybetmektir. ‘Ey insanlar, siz kendinize bakın; siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez!’ (18)

Şeytan, Sırât-ı Müstakîm’den alıkoyamıyacağı kulların varlığını itiraf ederken onları şöyle nitelemektedir. ‘…Ancak içlerinden kendilerine ihlas verilen kulların hariç.’ (19)
Bu âyet göstermektedir ki, imanının ve yolunun değerini iyi ve tam takdir edebilmek, eldeki nimetlere sâhip olmaya devam etmek için ilk ve vazgeçilmez şarttır. Aksi halde geriye, ‘gerektiği gibi hakkına riâyet edememiş olmanın’ acı sonu yâni nimetin elden çıkması kalır. Bu da büyük bir bahtsızlıktır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sırât-ı Müstakîm’de bencillik yapılabilir mi?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: İlâhî nimetlerde tükenme korkusu bulunmadığı için kıskançlık da caiz değildir. ‘Yalnız benim olsun’ veya ‘yalnız ben olayım, ben kurtulayım’ gibi bir sakat ve bencil düşünceye yer yoktur. ‘Müslümanların durumunu mesele edinmeyen onlardan değildir.’ (20) hadîs-i şerifinin tehdidinden çekinmek gerektir.

Sırât-ı Müstakîm, ihtilâf ve anlaşmazlık hallerinde, sevâd-ı a’zam, yani çoğunluğun gittiği yoldur. Onun için de daima, yalnızlıktan değil, cemaatten yana olmak gerektir. Çünkü ‘Ümmet sapıklıkta birleşmez.’ (21) Çünkü ‘Şeytan cemaatten ayrılanladır.’ (22) Çünkü ‘Cemaatte hoşlanmadığınız bir durum, ayrılıkta beğendiğinizden daha hayırlıdır. Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.’ (23)

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hidâyete ermek için şeyh gerekli mi?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Hidâyete ermek veya hidâyet üzere devam edebilmek için, bazı câhil dinî grup mensublarının iddia ettikleri gibi şu veya bu şeyh efendiye veya şu-bu dinî gruba dâhil olmak gibi vazgeçilmez bir şart yoktur.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Din kardeşliği konusuna da temas eder misiniz Hocam?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: İslâm toplumu ‘din kardeşliği’ temeline dayalı olarak kurulmuştur. Medine’deki Ensar ve Muhacirler arasında gerçekleştirilen ‘muâhât/kardeşlik antlaşması’ bunun tarihî, sosyal ve dînî delilidir.

Bugün ne yazık ki hizmette rekabet, kemâlde/olgunlukta yarış sebebi olması gereken özel bağlar, din kardeşliği genel ve temel bağının yerine lâyık görülmektedir. Bu da istemeden de olsa parselci bir anlayışla din kardeşliğinin parçalanmasına yol açmaktadır. Özel bağlılıklar ve mensubiyetler, sanki bir vecibe imiş gibi çoğu gruplar için ‘kardeşlik’ çerçevesini oluşturmaktadır. Oysa bunlar din kardeşliği ortamında ilâve sevgi ve bir çeşit eğitim girişimleri olarak algılanmalı ve yaşanmalıdır. Aksi halde günümüzde açıkça görüldüğü gibi, ‘Bütün Müslümanlar kardeştir.’ Âyeti (24) sadece Kur’ânî bir tespit olarak itiraf ve hemen her fırsatta dile getirilir ama gereği büyük ölçüde ihmal edilir bir ilke olmakta, ‘kardeşler arasını ıslah’ ederek ‘kurtuluşa adım atma şansı’ yakalanamamaktadır.

Çünkü ‘din kardeşliği’ sanki ‘itikadî veya fıkhî anlamda mezhep, sosyal ve beşerî mânada tarikat, cemaat, klüp, vakıf, dernek üyeliği’ gibi bir çeşit ‘grup kardeşliği’ne indirgenerek yaşanmaktadır. Bir anlamda ‘Üye olmayan giremez’ levhaları, din ve iman birlikleri için de geçerli gibi. Her grup öncelikle değil, özellikle ve sadece kendisine ait ilmî, fikrî, san’atla ilgili, endüstriyel ve teknik ürünleri benimsiyor, yalnızca kendisinden olanı önemsiyor. Hatta ne gariptir ki bütün dinî grupların topluca karşısında olanların ürünlerine iltifat edilirken, aynı şans öteki dinî grupların ürünlerine ya hiç veya yeterince tanınmıyor. Neticede müşterek düşmanın bile birleştiremediği -görüntüde değilse de içten içe ve derinden- parçalanmış bir yapı karşımıza çıkıveriyor. İslâm ülkeleri arasındaki kolay aşılamaz sun’î sınırlar/gümrükler gibi Müslümanlar arasında da aralanamaz, girilemez kapılar ve gönüller oluşuyor. Arazi (sınır) kavgası yapanlar gibi grup tartışmaları ortalığı kaplıyor. Birleşme ve kardeşlik çağrı ve nutuklarına rağmen bütünleşme olmuyor, aksine bölünmeler artıyor.

Din kardeşliği, bir anlamda ‘dünyalılık’ gibi işlevsiz bir bağ haline geliveriyor. Oysa Allah Teâlâ ‘…Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın. Her fırka kendilerinde olanla yetinir ve övünür.’ (25) uyarısında bulunmaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sırât-ı Müstakîm’de duanın yeri nedir?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Sırât-ı Müstakîm üzere devam edebilmenin bir şartı da hiç bir an eksik edilmemesi gereken bir irtibattır. Biz buna ‘ilâhî irade ile irtibat’ veya ‘duâ’ demekteyiz.

Allah Teâlâ’dan bizi doğru yolda olmak nimetinden uzak ve mahrum bırakmamasını istemek, bunda ısrar etmek, ‘Duâ edin icabet edeyim’ (26) emrine uymak, Sırât-ı Müstakîm yolcuları mü’minlere yakışan ve gerekli olan temel görevdir.
‘Bizi sırât-ı miistakîm’e ilet (ve onda dâim ve sabit kıl!)…’
‘Ey rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver.
Şüphesiz bağışı çok olan sensin…’ (27)
‘Ey kalbleri halden hale değiştiren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere dâim ve sabit kıl!.’ (28)
Bütün bu tespitler, sırât-ı müsta-kîm’de devam edebilmek için sâhip olunması gereken gönül genişliğinin lüzumunu vurgulayan özelliklerdir. Böylesi bir gönül genişliği ve uyanıklık ise, değerlerini korumak isteyen her kişinin özellikle ve öncelikle her sorumlu Müslüman’ın görev ve yükümlülüğüdür.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam bu röportajımızı bir dua ile sonlandırır mısınız?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Allah’ım,
Ey Cebrail, Mikâil ve İsrafil’in rabbi!
Göklerle yerin yaratanı!
Görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’ım,
İhtilâf ettikleri konularda, kulların arasında ancak sen hükmedersin.
Üzerinde ihtilâf edilen hakk’ta izninle beni sabit ve dâim kıl!
Çünkü ‘Dilediğini doğru yola hidâyet eden ancak Sen’sin!’
(29)
DİP NOTLAR:
(1) en-Nahl-(16), 9 Ayrıca: el-Leyl (92), 12
(2) el-Hacc (22), 54
(3) Al-i İmran (3), 101
(4) en-Nisa (4), 175.
(5) en-Nahl (16), 104. Ayrıca 107-108
(6) el-Cinn (72), 14
(7) en-Nisa (4), 66-68
(8) eş-Şurâ (42), 13
(9) el-Ankabut (29), 69
(10) el-Maide (5), 16
(11) Humeydi, Müsned-2, 546 (Usulü’sünne Risâlesi); İbnü’l-Cevzî, Telbisu İblis, S: 18
(12) Yukarıda adı geçen eser, S: 20
(13) el-Haşr (59), 10
(14) Buharî, Edeb 73; Müslim, İman, 111
(15) el-Araf (7), 43
(16) Mahfuz, el-İbda, 7
(17) Hud (11), 112
(18) el-Maide (5), 105
(19) el-Hir (15), 40
(20) Teberânî, el-Mucemu’s-sağir, 2, 50
(21) Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2, 421
(22) Bk. İbnü’l Cevzî, Telbusi İblîs, S: 15
(23) Müttekî, Kenz’l-ummâl, 3, 269
(24) el-Hucurât (49), 10
(25) er-Rum (30),32
(26) Gâfir (40), 60
(27) Al-i İmran (3), 8
(28) Tırmizî, Kader 7
(29) Müslim, Müsâfirîn 200; Nesâî, Kıyâmu’l-leyl 12; İbn Mâce, İkâme 180, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 156
(*) mücâhede: Savaşma, çarpışma. İnsanın nefsini yenmek için yaptığı mücâdele. Din uğruna yapılan savaş. İlahî mertebelere ulaşabilmek için kişinin kendi geçici ve maksat dışı isteklerine karşı koyma savaşı.
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN

1945 yılında Samsun’un Ladik ilçesine bağlı Küçükkızoğlu köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlığını ikmal etti. 1966’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni, 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi.
1977’ye kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatında çalıştı. Ankara-Yenimahalle Vaizi iken İstanbul’da açılan Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kursun bitimine altı ay kala 5 Aralık 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hadis asistanı olarak göreve başladı.

1982 yılında Erzurum İslamî Bilimler Fakültesi’ne sunduğu ‘Muhtelifu’l-Hâdis İlmi: Doğuşu, Muhtevası ve Çözüm Yolları’ adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kısa bir süre kültürel işlere bakan Müdür yardımcılığı görevini yürüttü. 1987’de doçentliğe, 1993’te de profesörlüğe yükseltildi. 1994-1997 öğretim yıllarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Çakan, hâlen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir. Üçü erkek biri kız dört çocuğu vardır.
Çakan, İmam-Hatip Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından beri mahalli ve ulusal gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve yöneticilik yaptı. Özellikle Kayseri Hâkimiyet Gazetesi, Yeni İstiklal, Sebil ve Yeni Sabah Gazeteleri, Diyanet Gazete ve Dergisi, İslâm, Toprak, Tohum, İslâm Medeniyeti, Hakses, Nesil, Din Eğitimi, Altınoluk, Bilim ve Hikmet, Yeni Ümit ve M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi gibi dergilerde çok sayıda yazıları yayımlandı. İslâm ve Tohum dergilerinin açtığı makale yarışmalarında birincilik kazandı.
Çakan, ayrıca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci iken Türkiye Yüksek İslâm Enstitüleri Federasyonu’nda sekreterlik görevinde bulundu ve İslâm Medeniyeti Dergisi’nin idare ve yayın müdürlüğünü yaptı. 1974-1975 yıllarında Türkiye Din Görevlileri Federasyonunda yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Hakses Dergisi’nin Yayın müdürlüğünü yaptı.
İsmail Lütfi Çakan, İSAV adına ‘İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme’, ‘Hz. Peygamber ve Aile Hayatı’, ‘Sünnetin Dindeki Yeri’, ‘Yeni ve Çağdaş Bir Tebliğ Metodolojisi’ gibi tartışmalı ilmî toplantıların organizatörlüğünü ve bu toplantıların kitaplaşmasında editörlük yaptı. ‘Gençliğin Kaleminden Üç Cephesiyle Âkif’ ve ‘Hadislerle Ahlâkî Davranışlar’ adlı anonim eserlerde belli bölümleri yazdı. Sünen-i Ebû Davud Tercüme ve Şerhi’ne mukaddime yazdı ve eserin ilk sekiz cildinin redaksiyonunu yaptı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve ansiklopedinin ilk on cildine yetmiş kadar madde yazdı. İslâm Medeniyeti ve Ensar vakıflarının kurucuları arasında yer aldı.
Yurt içinde düzenlenen birçok sempozyuma tebliğci ve müzakereci olarak iştirak etti. Son üç yıldır İstanbul-Göztepe Gözcü Baba Camii’nde Pazar günleri öğle namazından önce Mişkâtü’l-Mesâbih’ten Hadis dersleri yapmaktadır. Bu dersler Dost Tv. tarafından yayımlanmaktadır.
Yayınlanmış Eserleri:
Çakan’ın, bir çoğu bir çok kez basılmış olan eserlerini basım yer ve tarihlerinden arındırılmış olarak ismen şöylece sıralayabiliriz:
Hakkı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Dinî Hitabet, Kur’an’ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi (M. Solmaz ile birlikte), Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, (Doktora tezi) Anahatlarıyla Hadis, Hadis Usulü, Hadis Edebiyatı, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, Hadislerle Gerçekler, Müslüman Kimliği, Müslümanca Yaşamak, Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, Riyâzü’s-salihin Tercüme ve Şerhi (8 cilt, M. Yaşar Kandemir ve Raşit Küçük’le birlikte), Ashâbının Dilinden Peygamberimiz, Hurafeler ve Bâtıl İnanışlar, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İyi Müslüman, Örnek Kul Son Resul, Sahâbe Kıvamı, Sıra Bizde, Onlar Böyleydi (piyes), Gizli Armağan (Çocuk kitabı), Hadis Öğrenimi,-Tarihî ve Güncel Boyut), Hadis Nasıl Okunur/Okutulur? Âkifçe, Seçme Hadisler (33 Hadis 33 Yorum), İslâmî Yapılanmada Siret ve Sünnet
Hocanın, bir çoğu sonradan yayımlanmış sempozyum bildirileri ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.

Cennet – i Hakiki

Cennet deyince akan sular durur.

Cennet’ten daha güzel bir şey akla gelebilir mi? Her şeyin güzeli orada. Dünyada güzel olan ne varsa  -aslında çirkin diye bir şey yok. Sadece aralarında derece farkı  var.-   Daha iyisi, daha güzeli, daha faydalısı Cennet’te.

Orada, içinden nehirler akan zümrüt gibi çayırlar var.

Orada, koltuklarına kurulmuş vaziyette; rüyalarında, evet yanlış okumadınız; rüyalarında gördükleri  çok kısa bir rüya ve düş anında, yani Dünya denilen bir yerde; nasıl yaşadıklarını temaşa edip, dünyadaki hayatlarını seyrederek, adeta gününü gün edecekler.

Hele rüyalarında yani dünya hayatlarında yaşantıları kabus içinde geçenler:  “Oh beee, iyi ki rüya imiş.” diye nasıl da derin bir sevince gark olacaklar.

Çünkü rüyada da olsa, elemin zevali  / yokluğu lezzete yol açar. Tıpkı lezzetin zeval ve yokluğu elem doğurduğu gibi.

Orada; kadının en güzeli, erkeğin en yakışıklısı, ortamın en ferah ve mutedil olanı, çocukların en şirini, meyve ve yemişlerin en tatlısı, bal ırmakları mı dersin süt ırmakları mı dersin hepsi orada mevcut.

Hem de şu anda. Fakat, asıl büyük halini Kıyamet’ten sonra alacak. Gerçek haşmetine, işte  ancak o zaman kavuşacak.

İşte öyle ve sonra, böyle olacak bir Cennet’te; ne korku, ne endişe, ne istikbal kaygı ve düşüncesi olacak yani olmayacak.

Orada; ne geçim, ne kış, ne kira derdi var. Yani hiçbiri yok. Ne çok sıcak, ne çok soğuk, her şeyin ortası yani kararda olanı var.

Orada; tuvalet ihtiyacı da yok. Dünyada ağaç ve bitkilerin nasıl ki, bu çeşit gereksinmeleri yoksa; insanların da öyle. Vücuttan atılacak olanlar; güzel hoş bir rayiha / koku salarak bedeni terk edecekler.

Evet, Cennet’te yokluk yok. Fakirlik yok. İhtiyaç duyulacak bir durum yok. Kısaca demek lazımsa; orada yok yok. Çünkü orada merak yok. Acımak yok. Keder ve gam  yok.

Zira orası;  varlar ülkesi. Varsıllar diyarı. Herkesin zengin  / varlıklı olduğu bir memleket.

Orası, sevinç ülkesi.

Orası;  herkesin, her bir yakınıyla birlikte olacağı yer. Hem de aynı zamanda, ayrı mekanlarda, istediği kimse ile istediği kadar, şuurlu ve bilinçli yani bizzat kendisi olarak visal / vuslat ve kavuşma halinde buluşacağı yer olacak.

Herkesin uzak – yakın herkesle bir  ve beraber olacağı ülke. Varlık da orada. Dirlik de orada. Birlik de orada.

Orada; dünyadayken akıl baliğ olmuş her yetişkin insan için, saltanat sürmek de var. Köşk ve saraylarda ikamet etmek  / oturmak da var. Saraylarda hizmet edecek emre amade sayısız hizmetçiler de var.

Orada; düşman tehlikesi, düşman saldırısı falan diye bir korku yok. Her yer ve herkes daima emn u aman içinde;  korkusuz, sonsuz bir hayat içinde olacak. Bu hal; ebediyyen  / sona ermeyecek şekilde sürüp gidecek.

Orası, adeta memurlar diyarı. Yani emir verileceklerin bulunduğu yer.

Orada; her şey, insanın emir ve isteklerine amade olacak.

Orada; her şey, insanın söyleyeceği  emirlere kulak dikmiş durumda; emre nazır ve hazır vaziyette; dudaklardan çıkacak istek buyruklarına; el-pençe divan durmuş halde olacak.

 Orada, cansız diye bir şey yok.

“Ve in min şey’in illa yüsebbihu bihamdihi.” / “Hatta, hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd / övgü ile tesbih / edip anmasın ve tenzih etmesin / her türlü kusur ve noksanlıklardan uzak tutmasın.” (İsra: 44) Ayeti; asıl orada tam tecelli edip kendini gösterecek .

Çünkü, Cennet’in taşı toprağı emir alabilecek, emri  yerine getirebilecek şekilde canlı olacak.

 Orada; meyve ağaçları dipdiri. Neye gel derse insan; yanına geliverir her şey gecikmeden. Üstelik, dalından kopardığı meyveler; anında yerinde, yeniden halk edilecek.

 Orada; hastalık, yorgunluk, bitkinlik arama. Uykusuzluk, açlık var sanma.

 Orada; her hangi bir ihtiyaca, ihtiyaç yok.

 Orada; güzellik var. Lezzet var. Haz var. Zevk var.

 Orada; ne erkekler kadınsız.

 Orada; ne kadınlar erkeksiz. 

 Orası, sefa yeri.

 Orası, vefa yeri.

 Orası; hayatın tam yeri, hayatın ta kendisi  be dostlar.

 Velhasıl; güzel, iyi, faydalı ne varsa; hepsi orada.

Çirkin, kötü, fena ne varsa;  yok orada.

Üstelik orada;  Yüce Rabbin; kendi cemalini, kendi hoş yüzünü  -tabii ki, mekandan münezzeh / yani mekansızlık zemininde –  Cennettekilere  göstermesi var.

 Evet, Allahü Zü’l-Celal Hazretleri; Cennet’te olmadığı halde, Cennet’ten müşahede edilecek. Tıpkı Ay; dünyada olmadığı halde, dünyadan görülüp seyredildiği gibi. Aynen Güneş; dünyada olmadığı halde, dünyada herkes ve her şeyle hem – hal olduğu gibi.

Bu lütfu Allah kullarından esirgemeyecek; “Rüyetullah”  / “Allahı görme bahtiyarlığı”na her kulu mazhar kılacak. Şüphesiz keyfiyet ve niteliği bilinemeyecek bir tarz ve şekilde. Üstelik “Rüyetullah” denen bu Cennet – baha mazhariyet ve erişme; Cennetlere bedel, Cennet üstü Cennet gibi bir şey.

 İşte böyle bir Cemalullah’a kavuşmanın ise, keyfine diyecek yok. Bunun üstünde bir lezzet, bir zevk ve bir haz; ne tasavvur, ne tahayyül ve ne de hayal edilebilir. Yani asla mümkün değil.

 İşte dostlar Cennet için söylenenler; söylenemeyenlerin yanında hiç kalır. Devede kulak kabilinden bir şey.

 Zaten, başka ne denebilir ki, çünkü Cennet’i  -Hz. Peygamber hariç-  ne bir göz görmüş ne de bir kulak işitmiş.

 İnşallah, Cennet’te ağırlanacak, ebediyyen Tanrı Misafiri olacak olanlar; bu gerçek güzellikleri, tam olarak görecekler.

 Bütün bunlara rağmen Aziz Okur! Cennet’ten daha güzel bir Cennet, Cennet’ten daha hoş bir Cennet var. Üstelik Cennet üstü bir Cennet.

 Fakat bu Cennet’i hak etmek, bu Cennet’e girmek için; ne ölmeyi beklemeye gerek var; ne Kıyamet’in kopmasına ve sonrasını intizar etmeye  lüzum var. Yani yok.

 Evet  Aziz Dostlar! Asıl Cennet’e, Cennet’ten daha üstün Cennet’e girmek herkesin elinde. Hem de bu dünyada. Hem de ölmeden. Hem de kabre konmadan. Beden kara toprağa yem olmadan. Şu anda yaşanılan, sağ olarak bulunulan bu fani dünyada; herkes gerçek Cennet’in kapısını çalabilir, içine girebilir, bağ ve bostanlarında gezebilir, yiyip içebilir; gerçek hayatın tadını doyasıya çıkarabilir.

 Ab-ı Hayat / Ab-ı Beka / Baki Hayat’ı Veren / Bengi Su’yu; daha bu dünyada iken içebilir. Asıl Cennet’in tadını daha bu dünyadayken alabilir. 

 İşte, “Muutu kable en temutu.” / “Ölmeden önce ölmek.” bu olsa gerek.

 Evet, Kur’an okumaya Besmele ile başlamak; Manevi Kur’an Cenneti’nin kapısını çalmaktır.

 Ayetleri okumaya girişmek; Kur’an’ın Ma’na Cenneti’ne adım atmaktır.

 Hakikaten, Kur’an Ayetleri’ni okuyup, mütalaa etmek; Kur’an’ın bağ ve bostanlarında gezintiye çıkmaktır.  

 Ayetler; anlaşıldığı nispette, Mana Cenneti Kur’an’ın mahfi / gizli sırlarına vakıf olunur.

Gerçek şu ki, Kur’an  Ayetleri’nin beyan ve açıklamaları; bilinip anlaşıldığı takdirde, Cennet’ten daha güzel. Huri denen Cennet Kızları’ndan daha latif / hoş. Selsebil’inden / Cennet’teki bir Çeşme ve Irmak’tan daha tatlıdır.   

Evet, Kur’an; Manevi Cennet / Mana Cenneti. Sureler O’nun Bahçeleri. Ayetler O’nun Bağ ve Bostanları’dır.

Ayetler’in mana ve anlamlarını sezmek ve anlamak, tefsir ve yorumlarına muttali ve vakıf olmak; Manevi Kur’an Bahçesi’ndeki türlü çeşit renklerdeki çiçekleri koklamak; onlardan mana demetleri devşirmek; Kur’an İklimi’nde teneffüs etmek / nefes almak ve bir nebze soluklanmak demektir.

 Çünkü, cisimle ilgili bütün zevk ve lezzetleri içinde bulunduran Maddi Cennet’ten alınacak lezzet ve zevklerden; Kur’an Cenneti’ndeki o parlak, ezeli / başlangıcı olmayan / sonsuz ve ebedi / sonu olmayan / sonsuz, yüksek ve güzel ayetleri fehmedip / anlamaktaki lezzet ve tad; çok daha ulvi, yüksek ve yücedir.

Zira, Mana; Maddeden önce geldiği gibi, Manevi / Mana Cenneti olan Kur’an Cenneti de Maddi Cennet’ten her bakımdan önce gelir. Nasıl ki, Ma’na olmasaydı Madde olmayacağı gibi. Çünkü,  Madde; Ma’na’nın tezahürü / görünür hal almasıdır.

Eğer, Manevi Kur’an Cennet’i olmasaydı; Maddi Cennet olmayacaktı. Maddi Cennet; varlığını Ma’na Cenneti’ne yani Kur’an’a borçludur.

 Koca Yunus; bunu bilmiş, bunu bulmuş, bunu görmüş olacak ki, demiş:

“Cennet Cennet dedikleri
Birkaç Köşk, birkaç Huri
Sen isteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni”

Derken; işin farkına ve ayırdına vardığının sırrını da, veciz bir şekilde, açıkça ortaya koymuştur.

Allah’a inanmanın / “İman-ı Billah”
Allah’ı bilmenin ve tanımanın / “Marifetullah”
O’nu sevmenin / “Muhabbetullah”

O’nun istediği gibi olmanın yolu ve bu safhalardan sonra alınacak “Lezzet-i Ruhani” yani manevi    hazzı ve Cennetimsi tadı duymanın yolu; Kur’an Cenneti’ne girmekten, içinde dolaşmaktan geçiyor.

Kur’an Cenneti’ne girmeden Maddi Cennet’e girmenin bir manası  olmayacağı açıktır. Bu ise, dünyada yapılması gereken bir husustur.

Evet, Kur’an Cenneti, insana; dünyada Manevi bir Cennet’i sunarken; Maddi Cennet’in de, lezzet anahtarlarını bahşetmektedir.

Gerçi, Cennet’te; bütün manevi zevk ve lezzetler var. Fakat onlardan layıkıyla istifade etmenin yolu;  dünyadaki Kur’an Cenneti’nden geçmektedir.

Cennetin Cenneti, elinde
Uzak değil, kendi içinde

Elinizde, asıl anahtarı Cennet’in
Size kalmış karar, bari bilsen kıymetin

Cennet ne ki, elinizde, ondan daha güzeli
Ayet anlam bilgisi olmuş olalı, ezeli

Cennetten çok daha üstün, bir Cennet var
Kur’an Cenneti denen, manevi diyar

Ne Cennet’le taltif, ne de Cehennem’le tahvif
Kul oluştaki zevki; edemez kimse ta’rif

Sevgili Kari! Cennet denen Cennet, ne ki
Kur’an; elinizdeki, Cennet-i hakiki    

        

Haccın Önemi

Haccın Tanımı

Hac, kelime olarak; ‘kastetmek, yönelmek’ anlamına gelir. Dinî bir terim olarak hac ise; “Her mü’minin Allah ile akdini yenilemek için fırsatını bulduğu veya gitmeye güç yetirdiği anda  belirli bir zamanda ihrama girdikten sonra Arafat’ta vakfe yapmak, Kâbe’yi tavaf ederek ziyaret etmek ve diğer bazı vecibeleri yerine getirmekle gerçekleştirilen, özel mekânı ve zamanı olan bir ibadettir.”

 İslam’ın ana ibadetlerinden olan hac;  hem bedenî hem de malî bir ibadettir.

Haccın Farziyetinin Delilleri

Haccın farz olduğu hükmü Kur’an-ı Kerim ve sünnetle sabittir. Bu hüküm konusunda tüm Müslümanlar görüş birliği içerisindedirler. Haccın farziyetine dair Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

 “Bir yol bulup güç yetirenlerin Kâbe’yi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır.” (Âl-i İmran, 3/97) Kur’an-ı Kerim’de hac ismi bir sureye ad olarak verilmiştir.

 Bu surede de Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak ve gerekse  uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” (Hac, 22/27)  Yine Kur’an’ın bir başka ayet-i kerimesinde; “Başladığınız hac ve umreyi tamamlayınız” (Bakara, 3/196)  buyrulmuştur. Bunlar dışında Kur’an-ı Kerim’de hacla ilgili birçok ayet bulunmaktadır.

Haccın farziyetinin sünnetten deliline gelince Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

 “İslam,  beş temel üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığına, Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.”  (Buharî, İman, 2)

 Bu hadisten de anlaşılacağı gibi hac İslam’ın beş temel şartından birisidir.  Bir başka hadiste de şöyle buyrulur: “Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz.” (Müslim, Hac, 412 )

Haccın Önemi  

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Kim Allah için hacceder de hac esnasında kötü sözlerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlardan arınmış olarak hacdan) döner.” (Buhari, Hac, 4)

Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki hac, Müslüman  için büyük bir fırsattır. Hatta hayatının dönüm noktasıdır da diyebiliriz. Yine başka bir hadiste: “Mebrûr haccın sevabı ancak Cennettir” (Tirmizî, Hac,738) buyrularak hac ibadetinin önemine işaret edilmiştir.

Haccın Kazandırdıkları
1 – Hac, dinî duyguları kuvvetlendirir.
2 – Hac, insana zorluklara karşı dayanma gücü kazandırır.
3-  Hac, insana mahşer gününü hatırlatır.
4 – Hac, İslam kardeşliğini pekiştirir.
5 – Hac, günahlara  kefaret olur.
6 – Hac, Müslümanlar arasında meşveret vesilesidir.
7 – Hac, Müslümanlar arasında ekonomik ilişkilerin canlanmasını sağlar.

Hülâsa  hac, dünya ve ahiretle ilgili, kişisel ve sosyal pek çok faydaları olan bir ibadettir.

Sonuç : Her gün beş vakit kılınan namazlarda yönelinen Kâbe’ye bizzat giderek Allah’ın evini ziyaret eden kimse, namazda yaşadığı Allah ile buluşma şuurunu daha yakından hissetmeye başlamıştır.

 

Haccı Allah ile buluşma şuuru olarak gören bir mü’minin haccı diğer ibadetlerini de diriltir. Haccını diriltmiş bir insanın namazı, orucu, zekâtı, daveti, feraseti, basireti ve şahsiyeti yeniden dirilecektir.

 Bu anlayışla hac adeta topyekûn bir ba’sü ba’de’l-mevt (yeniden diriliş) hareketidir. İbadetlerin tümünü diriltmenin ve yeniden kazanmanın en kısa ve kesin yolu haccı diriltmekten geçmektedir. Haccı dirilten bir ümmet ise kaybettiği değerlerine yeniden kavuşacaktır.

N o t:

Diyanet veya yetkili acentelere kesin kayıt yaptıran hacı adaylarımız için İl ve İlçe Müftülüklerimizce 06 Eylül 2011 tarihinden itibaren Eylül ayı sonuna kadar her Salı ve Çarşamba günü seminer  düzenlenmiştir.

İzmit, Başiskele ve Kartepe ilçelerinde oturan hacı adaylarımızın seminerleri İzmit Fevziye Camii’nin alt katında yapılacaktır. Diğer ilçelerde oturan hacı adaylarımız ise hac seminerlerinin yer ve tarihleri için bağlı bulundukları İlçe Müftülüklerinden bilgi alabilirler.