13 – Seçim barajı mümkünse sıfırlanmalı değilse % 3 – 5 gibi makul bir seviyeye indirilmelidir.
14 – Türkiye milletvekilliği sistemine geçilmelidir..
Hiçbir vatandaşın oyu kendi partisi dışında başka bir partiye çıkar sağlamamalı.
% 1 oy alan bir parti bir Türkiye milletvekili çıkarmak suretiyle çıkarmak suretiyle Meclis’te temsil edilebilmelidir.
15 – Siyasi partiler kanunu değişmeli.
Parti içi demokrasinin işlemesi sağlanmalıdır.
Milletvekillerini genel başkanların değil halkın belirleyeceği dar bölge seçim sistemine geçilmelidir.
Genel Başkan torpiliyle milletvekili dönemi sona ermelidir.
İktidar ve muhalefetiyle mevcut milletvekilleri bu sisteme tabi tutulsalar %90 aday dahi olamazlar..
16 – Meclis içtüzüğü değişmeli.
Kadınlara tanınan seçilme hakkı başörtülü hanımlar içinde geçerli olmalıdır..
17 – Milletvekillerine tanınan kıyak emekliliğe son verilmeli
Onlarda işçi ve memurlar gibi aynı şartlara tabi olmalıdır.
18 – Anayasanın değiştirilmeyen ilk üç maddelerine dokunulmamalı
Böylece gereksiz kutuplaşmalara zaman ve emek kaybına sebebiyet verilmemeli.
İhtiyaç duyulması halinde ileride yeni düzenlemeler yapılabilir
19 – İdam cezası belli ve makul bir süre için geri getirilmelidir
Kahvehaneleri, işyerlerini, sokak ve caddeleri otomatik silahlarla tarayan.
Yollara mayın döşeyerek araçları ve insanları havaya uçuran.
Belediye otobüslerini ateşe vererek insanları canlı canlı yakanlar birkaç seneyle kurtulmamalıdırlar
Benzer acıları tatmaları suçların önlenmesinde etkili olur.
Biz anayasayı AB’yi memnun etmek için değil halkı huzura kavuşturmak için yapmalıyız.
20 – Görev ve sorumluluklarının ciddiyetine uygun davranmayarak halkın sağlığını mal ve can emniyetini tehlikeye atan sağlık kurumları, sağlık personeli, gıda üreticileri, müteahhitlik hizmetleri yapanların diplomalarını ve de yetki belgelerini iptal etmek ve teşhir etmek.
Bir iki sağlık kuruluşu birkaç doktor ve bazı firmaların diploma ve lisansları iptal edilsin
Siz o zaman kalite ve hizmeti görün
İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalı.
21 – Devletin bekası ve milletin güvenliği için başta siyasi faili meçhuller olmak üzere tüm faili meçhullerin aydınlanmasını sağlayacak yargı reformu yapılmalıdır.
22 – Mahalli seçimlerin süreleri 4 yıla indirilerek genel seçimlerle beraber yapılmalıdır
23 – Din öğretimi kapsamında Kur’an öğretimi 4. sınıftan itibaren ilköğretim boyunca mecburi ya da seçmeli olarak milli eğitim müfredatına konulmalı.
Çocuklar yaz tatillerini yaz kurslarında değil de tatil de geçirmeleri sağlanmalıdır
Böylece Kur’an eğitimi devletin okullarında devletin kontrolünde uzman kişiler tarafından verilmesi sağlamış olur.
Din adı altında hurafelerin öğretim ve istismarlar önlenmiş olur.
24 – Şiddete başvurmamak ve devletin Üniter yapısına zarar vermemek kaydıyla her türlü düşüncenin açıklanmasına imkân tanınmalı.
İsteyen herkes kendi ana dilinde yayın ve eğitim yapma hakkına sahip olmalıdır.
Bu amaç doğrultusunda özel kurs ve okullar açılabilmelidir.
İnanıyorum ki bu anlayış hem istismarı önler, hem de devlet – millet kaynaşmasına yardımcı olur.
Farklılıklar bir yaratılış projesi ve zenginliklerimizdir.
Bu kurumlarda kısa bir süre sonra ilgisizlikten dolayı da kapanırlar.
Kötü niyetli insanların elinden istismar kozlarını almak doğru olan değil mi?
25 – 600 sene onlarca değişik ırk, dil ve dine mensup insanları huzur içerisinde bir arada tutan kültür ve anlayıştan da istifade edilmelidir.
Onlar 600 sene kavgasız nasıl yaşadı?
Biz 60 senede neden birbirimizi boğazlar hale geldik?
Mecelle incelenerek günümüze ışık tutabilecek yönlerinden faydalanılmalıdır
26 – Anayasa hazırlama komisyonuna mecliste olmayan partilerden de üye çağrılmalı
Aynı zamanda sivil toplum örgütleri ile İslami cemaatlerden de temsilciler alınmalıdır.
Bu anayasa bu millet için hazırlanacağından dolayı Diyanet İşleri Başkanlığı da bu kapsama dahil edilmelidir..
İşte o zaman halkın anayasası yapılmış olur.
Aksi takdirde memleketin bir 30 yılına daha yazık olur.
Faydası olması temennisiyle
Bahtınız yolunuz zihniniz ve basiretiniz açık olsun.
TBMM Başkanı Sn. Cemil Çiçek’e Açık Mektup Yeni Anayasa ile İlgili Önerilerim – 2
Türkiyenin İç ve Dış Düşmanlarına Karşı Alınması Gereken Tedbirler
Millet PKK’ya karşı alınan mevzii tedbirleri kâfi görmüyor. Davanın kökten halli için (MAŞA)’ların değil (MAŞA)’ları himaye edenlerin maskelerinin indirilmesini bekliyor.
Başımı yüzyıllarca geriye çeviriyorum. Büyük bir millet hak ve adalete aşık bir Millet olarak asırları aşmışız. Bu günde yine milli misak hudutları içinde şerefli ve itibarlı bir millet olarak yaşıyoruz. Fakat nedir memleketteki bu huzursuzluk? Niçin yurdumuzda siyasi ahenksizlikten doğan sert havanın esmesini uzatıyoruz. Düşmanlarımızın bağrımızda açtığı yaraları Cumhuriyetin 88 yıllık feyziyle saran bizler sandalye ve koltuk ihtirasıyla bu günün dertlerine ve yarının davalarına daha ne zamana kadar sırt çevireceğiz.
Siyasi partiler demokrasisinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Her siyasi partinin hedefi Türkiye’yi en iyi şekilde yönetmektir. Türkiye’nin milli konularında bütün siyasi partiler milli mutabakatlarda birleşmelidirler. Mesela ilk defa askerin müdahalesi olmadan bir anayasa hazırlanacak bu anayasa hazırlanırken iktidar partisi ile bütün siyasi partilerin milli mutabakatlarda birleşmesi gerekmektedir. Bu zemini hazırlayacak olan da iktidar partisidir.
Dünya sirki üzerinde iki rejim çarpışmakta ve bir birini alt etmek için bütün kuvvetini sarf eden bu iki ideoloji birbirinin sırtını yere getirmek için parende atmakta. Bunlardan birisi DEMOKRASİ diğeri Emperyalizm ve Tahakkümü seçen komünizm. Komünizm dünyada bitti. Emperyalizm diğer tarafı ABD demokrat görünmesine rağmen bu kisve altında tek güç olarak dünyayı acımasızca sömürmeye devam etmektedir.
Böyle nazik bir ahval içinde her millet gibi harekât hattını tayin zorunda olan Türk Milleti ezeli prensiplerine uyarak insanlığın hak ve hürriyetine hürmeti şiar edinip demokrasi safında yer almıştır. Demokrasi gönüllüsü olan Türk Milliyetçileri her zaman demokrasiye bağlı olarak Devletin bölünmez bütünlüğünü şartlar ne olursa olsun koruma azmindedirler.
Türkiye’de bölücülere verilen tavizler onları şaşırtıcı şekilde şımartmış ve artık kimseden korkmadan devlete ve demokrasiye başkaldırır hale gelmişlerdir. Bu sebeple demokrasi denilen muhteşem sistem mahiyet ve prensiplerinden bambaşka bir şekle adeta bir (UCUBE) haline getirilmiş bulunuyor.
Koltuk kaygısı ile Milli irade aleyhine yaratılan bu hareketler, memleketin uğradığı kayıpları düşünmeyenler, yarın ki tarihin kendilerinden ne şekilde bahsedeceğini bile bir an olsun hatırlarına getirmiyorlar.
Memleket gençliği bir ülkü meselesine sahip olamamak yüzünden müthiş bir başı bozukluk fantezisi içinde bocalayıp duruyor.
Gün oldu damarlarımızda ki kanın asaletini dile getirerek Türkçüyüz ve Milliyetçiyiz diyenlerin sesi kısılmak istendi.
Gün oldu tarihimizle, ananelerimizle mukaddes olan her şeyimizle alay ve milli değerlerimizi çürütmek isteyenler kanat altına alındı.
Gün oldu köy çocukları hazmedemeyeceği ve görgülerine aykırı bir öğretim sisteminin kucağına atılarak fikir ve düşünceleri yolundan saptırıldı.
Ve gün geldi bütün ömrü memleket ve milletine hizmetle geçen ve Türklük tarihine şerefli sahifeler katan bir memleket evladı yıllarca cezaevlerinde tutuklu işkencelere maruz kaldı.
Fakat diğer tarafta mazhar oldukları himaye sayesinde gemiyi azıya alan sapıklar, bölücüler korundu. Bu yüzden de memleketimizi bölüp parçalamak isteyen PKK’lılar atlarını oynatmaya meydan buldular.
Türk Milletinin sabrı kalmadı artık millet PKK’ya karşı alınan mevzi tedbirleri kâfi görmüyor. Davanın kökten halli için maşaların değil maşaları himaye edenlerin maskelerinin indirilmesini bekliyor.
‘Kartelci Medya’ ya Ne Oldu?
Ülkemizde medya-demokrasi ilişkisi birçok kez gündeme taşındı ve tartışıldı. Bunların arasında en çarpıcı olan ‘Kartelci / Bir Kısım’ gibi adlandırmalar, tanımlar üzerinden yapılan eleştiri idi. Böyle bir suçlamanın gerekçesi, medyanın önemli yetkiler üstlenerek seçkinci bir tavırla toplumu ve toplumun değerlerini aşağılaması, siyasete yön vermeye kalkışması, zihin inşa etme ve yönetmeye girişmesiydi.
Böyle bir seçkinci ve denetleyici tavra karşı siyasî bir tutum geliştirmek doğrudur. Çünkü etkili güç odaklarıyla izdivaca giren medya, toplumu yanlış yönlendirir, birçok gerçeğin üzerini örter veya olup biteni çarpıtır. Bazı aşırılıklar nedeniyle ‘Kartelci Medya’ suçlamasını yapanlar iktidarı ele geçirdikten sonra ne yaptılar? Doğru değerlendirme yapabilmek için bu sorunun cevabı önemlidir. Söz konusu sorunun cevabı kısaca şöyledir: Reddettiklerini en kaba biçimiyle tersinden ürettiler. Bu gün, medya-iktidar ilişkisi, Ağa-Maraba ilişkisine benzemektedir. Sesini çıkaranın ya ekmeğini keserim ya da sürgüne gönderirim, mantığı işlemektedir. Yazılı ve görsel basın akşam-sabah iktidarın ve temsilcilerinin aynı sözcüklerle, aynı ifadelerle, aynı kalıplarla reklamını yapmakta ve muhalif olan herkesi yine aynı sözcüklerle, aynı ifadelerle, aynı kalıpla aşağılamaktadırlar. Ne hazindir ki böyle bir tablonun acısını çeken insanlar, bu duruma göz yummaktadırlar.
Seçkinci ve tahakkümcü tavra karşı tavır millet adına olursa anlam ifade eder. Böyle bir tavra karşı duruş geliştirip, ardından kendi ‘kartelci medyanı’ oluşturursan bunun adı özgürlük olamaz. Bunun adı, özgürlüğü kendi adına tahsis ederek başkasına tahakküm etmenin işlevsel yollarını inşa etmek olur. İnsan Hakları adlı eserin meşhur yazarı Thomas Paine’ı fitneci ve iftiracı suçuyla mahkûm etmek isteyen Kral’a ve uyduruk mahkeme jürilerine karşı savunma yapan Başsavcı Thomas Erskine’nin şu sözleri fikir özgürlüğünün anlamını ve içeriğini nefis bir şekilde ortaya koymaktadır: Her bireyin bilgi oksijenine ihtiyacı vardır. Yurttaşların dillerinin ve gözlerinin yönetilmesi kabul edilemez. Basın özgürlüğü Tanrı tarafından ihsan olunmuş, değiştirilmez bir doğal haktır. Dünyevi hiçbir güç ona tecavüz edemez. Hele kendi paçalarını kurtarma sevdasına düşmüş kokuşmuş hükümetler asla edemez. Özgür bir basına sahip olmak, bireylerin hükümete karşı kullanabilecekleri bir kozdur. (John Keane (1999: 29)
Farklı düşüneni devletin kurumlarını kullanarak iktidarın diliyle susturmak, her an iktidarın yaptıklarını haklı göstermeye bağımlı şahsiyetsiz insanlar üretir. Kendi varlıklarını bir güce yaslanarak ifade etmeyi alışkanlık haline getiren bu tufeyliler, başka bir iktidar ihtimali ortaya çıkınca hiçbir insani ve ahlâkî sınır tanımayan ihaneti reva görürler. Varlığını bir güce yaslanarak ifade eden insanlar, en güçsüz ve en saldırgan olanlardır. Hafif bir kırılma durumunda karşınızda bunları göreceksiniz.
Daha dün, Kartelci diye adlandırdığınız medyada Kara Fatma-Aczimendi Müslim muhabbetleri yapıp, insanların inançlarına karşı her türlü saldırıyı yapanlar, gözlerini yukarıya dikenler, gerdan kıvıranlar, kaş-göz işaretiyle dalga geçenler, bugün sizin ürettiğiniz Kartelci Medya’da aynı şeyi başkalarına yapıyorlar. Aynı şeyi siz yapınca haram, helal mi oluyor? Yoksa zulüm adalet mi oluyor? Veya aziz milletin değerlerine bir katkı mı sağlanmış oluyor, ne oluyor? Dün, düzmece gerekçelerle birilerini mahkûm edenler ‘seçkinci, baskıcı, otoriter, despot idi, şimdi aynı şeyi yapanlar nasıl oluyor da demokrat, hoşgörülü ve özgürlükçü oluyor?
Bu ülkenin makûs talihi, fakirlik ve cahillik değildir. Bu ülkenin makûs talihi, iktidarı ele geçirenin aklını ‘şeytanî arzuların kuşatmasıdır.’ İktidara yaslanarak sürekli tekrar edilen sözlerin, görüşlerin derin uykusuna dalmış olanlar bu gerçeği göremezler. Fakat bilmek gerekir ki bir millet sağduyusunu, ölçüsüz, hakarete varan ve gerçek durumu çarpıtan telkinler ve dayatmalar yok eder. Belki yazılı ve görsel basını satın alarak insanlara hakaret etme imkânını elde edebilirsiniz. Fakat insanların ruhuna hükmedemezsiniz. Bunu niçin söylüyorum? Çünkü mevcut iktidarın bir dönem milletvekili olan iletişim uzmanı şu öneriyi yapıyor: ‘Bu engelden kurtulmanın yolu apaçık ortadadır. Eğer gerçek mülkiyet bilgi ve haberin mülkiyetiyse, bu toplumun selameti için ya mevcut medya muhafazakârlaşmalı ya da muhafazakârlar medyatik tekeli kırarak bilgi ve haber mülkiyetlerini ellerine geçirmelidirler.’ (E. Sözen 1997: 61) ‘Ellerine geçirmelidirler’ kaydına dikkat ediniz. Fiilî duruma bakarsak iki seçeneğin de gerçekleştirildiğini görürüz. Demek ki ‘kartelci medya’ sloganını dillerinden düşürmeyenler sonunda birçoğunu satın alarak kartelci oldu! Hayırlı olsun!!!!!
Türkiye – Suriye Savaşı
Gerçekleşmesini asla temenni etmediğimiz, Türkiye – Suriye savaşının asıl galipleri, başta İsrail olmak üzere ABD ve Avrupa devletleri olur ancak. Ve bu kaostan istifadeye kalkışarak hayali “Kürt Devleti”ni hayata geçirmek isteyen Barzani ve Talabani olacaktır.
Ayrıca içte de, bu bulanık suda balık avlamaya çalışacakların çıkması ve bunu Batı’nın destekleyeceği ve yeni bir Şeyh Sait isyanıyla karşılaşacağımız kuvvetle muhtemel olup, ihtimal dahilindedir.
Dış saldırı olmadıkça Türkiye asla savaşı, bir çıkar yol olarak görmemeli. Çünkü asrımızda -vatan savunması hariç- harbin galibi yoktur. Savaş, istenilmeyen fakat gerektiği zaman da kaçınılmaması gereken çok ciddi, hayati bir konudur.
Bugün terör belasını bitirme noktasına, teröre destek veren komşu devletlerden hiçbiriyle savaşa meydan vermeden nasıl geldiysek; yarınlara da dış destekli, bu iç mes’elemizi er-geç kendi içimizde halletmiş olarak ulaşacağız inşallah.
Türkiye’nin zamana ihtiyacı var. Ekonomik ve teknik eksikliklerini tamamlamağa ihtiyacı var. Hatta -maalesef- zedelenmiş milli birliğine düşen gölgeyi izale etmeye ihtiyacı var. Türkiye bir fetret ve geçiş devri yaşıyor.
Sadece biraz daha zamana ihtiyacı var. Bekleyin -her hususta- “Büyük Türkiye” gerçekleştiği zaman, iç-dış düşmanlarımızın, karşımızda nasıl küçüleceklerini hep birlikte nasılsa göreceğiz.
Bu vakte kadar biraz daha sabır diyoruz. Çünkü “Men sabere zafere.” / “Sabreden kazanır.” Tabii ki, bu sabırdan; bu geçiş döneminde ekonomik rahatlığa ve ekonomik imkanlara kavuşana kadar çalışmaya sabır, çağdaş teknik imkanların hepsine -bizzat yapan olarak- sahip olana kadar, son gücümüzle gayret içinde olmaya sabır manasını kastediyorum.
Zamansız bir savaş Türkiye’ye ancak zaman kaybettirir. Şimdi kazanırız ama yarın için bu kayıptır, zarardır. O halde yarınlardaki devamlı zafer ve kazancımız için geçici başarılardan vazgeçmeliyiz. Ne gam, yakın gelecekte maddi – manevi heybetimiz; savaşa lüzum kalmadan, dünyayı zaten irademize ram edecektir.
Bakın Batı, ABD ve Rusya; aman sakının, savaşa ne lüzum var, diyorlar mı? Bilakis sırtımızı sıvazlıyorlar! Çok sabrettiğimizi, sabrın da bir sonu olduğunu yani artık harekete geçebileceğimizin işaretini veriyorlar!
Kısaca tavşana kaç, tazıya tut telkinatında bulunuyorlar. Yangına körükle gidiyorlar.
Halbuki aynı sözde dostlarımız, başta ABD olmak üzere, Suriye’den farksız bir düşmanca politika izleyen ve her fırsatta aleyhimizde bulunan ve teröristlere kucak açan, Ege’de ve Kıbrıs’ta yapmadığı tahrik kalmayan Yunanistan’la savaşın eşiğine geldiğimizde, güya tarafsızlık yaftası altında, hemen araya girerek Yunanistan’ı himayelerine almakta gecikmiyorlar.
Suriye’ye gelince, bize düşmanca tavır takınan Suriye halkı değil; Suriye devletidir. Biz halka değil, iktidarı halktan zorla gasp etmiş olan devlete karşıyız.
Savaştığımız takdirde, masum ve Türkleri seven halkı da karşımıza alacağız! Kaldı ki, Arap olmaları hasebiyle, ne kadar haklı olsak ve ne kadar bize hak verseler de, diğer kardeş Arap devletlerini de ister istemez aleyhimize çevirmiş olacağız.
Halbuki Suriye’nin bu vahim, yanlış ve yersiz düşmanca tutumlarının ve hatta Hatay’da gözü olmasının arkasında -yazık ki- ABD var!
“1992 yılında hazırladığı son derece önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8 Mart 1992), ABD’nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu…
“Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu: ‘Batı Avrupa’daki, Asya’daki ya da eski Sovyetler Birliği’ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika’nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek.’ “
(Aydoğan Vatandaş, Armageddon, Türkiye – İsrail Gizli Savaşı, İstanbul -1977, s. 27 – 28 )
Diyen işte bu ABD’nin yarın Ortadoğu’da “Ben de varım!” diyecek bir Türkiye’nin önünü kesmesi gerekiyor.
Nitekim, Ankara’da terörle mücadeleden sorumlu üst düzey bir emniyet yetkilisi ve ismini ve görev yaptığı birimin ismini açıklamayan bir başka üst düzey istihbarat yetkilisinin, ayrılıkçı Kürt hareketi üzerine konuşmasında, Türkiye’nin en yakın müttefiki olarak bilinen ülkelerin PKK’ya en büyük desteği verdiğini söylemesi…
Dahası Abdullah Öcalan’ın Suriye üzerinden İsrail’in kontrolüne girmiş olabileceğini (a.g.e. s.30) belirtmesi ve bu hususta Orgeneral Çevik Bir’in: “Suriye İstihbaratı’nın İsrail gizli servisine angaje olduğunu bildiklerini” söylemesi karşısında İsrail tarafının sessiz kalıp cevap vermemesi (a.g.e. s.24) ne kadar düşündürücüdür.
Üstelik Genelkurmay Başkanlığı tarafından farklı tarihlerde hazırlanan raporların, ABD’nin bölgede apaçık bir Kürt devletinin kurulması için yoğun çaba sarfettiğini gözler önüne sermesi ve bu belgelerin aynı zamanda ABD ile Türkiye arasında yaşanan adı konmamış gizli bir savaşın ipuçlarını da vermesi (a.g.e. s.31) çok manidar ve anlamlı değil mi?
“Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan ‘Güneydoğu Anadolu’da Devam Etmekte Olan Bölücü Hareket’in Gelecekteki Muhtemel Seyri ve Türkiye’nin Bütünlüğüne Etkileri’ adlı doküman da İsrail, PKK’yı ulusal çıkarları dolayısıyle destekleyen ülkelerin başında geliyordu.
Dökümanın birçok yerinde ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler üstü kapalı olarak ‘Bazı gelişmiş Batı Ülkeleri’ şeklinde geçiyordu.
“Oysa Türk kamuoyunda bilinen, bundan çok farklıydı. PKK’nın özellikle İran ve Suriye tarafından desteklendiği vurgulanıyor ve Türkiye birçok kez bu ülkelerle çok ciddi sorunlar yaşıyordu.
“Gerçi bu iki ülke her ne kadar PKK’ya açık destek vermese de, PKK’nın bu ülkelerde kamp imkanlarına sahip olduğu biliniyordu. Ama PKK’nın bu ülkeler tarafından yönlendirildiği, kullanıldığı anlamına gelmiyordu.
“1996 Mart’ında P. Kur. Yb. Mehmet İlhan Ünver tarafından hazırlanan, ‘Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri’ adlı dökümanda Türkiye’nin Suriye ile arasında çok sık gündeme getirilen Hatay sorununun aslında kimler tarafından gündeme getirilmek istendiğini çok açık gösteriyordu.
“P. Kur. Yb. İlhan Ünver tarafından hazırlanan bu dökümana göre İsrail, Suriye’nin üçe bölünmesini istiyordu. Fakat İsrail’in bu projesi Türkiye’yi de tehdit ediyordu. Çünkü bu projeye göre Hatay da üçe bölünmüş Suriye’nin Şii – Alevi bölümünde yer alıyordu.
“İşin ilginç tarafı Hatay sorunu hep Batı kamuoyu tarafından ya da CIA kaynaklı bazı kuruluşlar tarafından ısıtılıyordu. En son 1. 6. 1994 tarihinde Washington’da Amerikan Barış Enstitüsü’nde, eski CIA şefleri tarafından yeniden gündeme getiriliyor ve Suriye’nin Hatay yarası kaşınmak isteniyordu. Söz konusu askeri dökümanda aynen şu ifadeler yer alıyordu:
” ‘Sağlık durumu iyi olmayan Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın ölümünden sonra ülkede karışılıklar çıkabilir. Bu durumda ortaya çıkacak istikrarsızlıktan yararlanacak bazı güçler, Suriye’yi bölme planını yürürlüğe koyabilirler. Bu plana göre İsrail’in tasarladığı Suriye şöyledir:
” ‘Suriye etnik ve dini yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Şam’da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran – Kuzey Ürdün – Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef erişebileceğimiz kadar yakındır’.
“Suriye’de meydana gelebilecek bir kargaşa ortamı ve bölünme, Türkiye üzerinde olumsuz etkiler yapabilecektir. Suriye’nin istikrarının korunmasının Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir.
“Görüldüğü gibi Suriye’nin kendi çıkarınaymış gibi mücadele ettiği Hatay mes’elesi aslında İsrail’in çıkarlarına hizmet ediyordu. Su konusunda da aynı şey geçerliydi. İsrail bir taraftan Türkiye’ye yakınlaşırken diğer taraftan Fırat – Dicle sularının paylaşılması konusunda da Suriye’yi destekliyordu.
“P. Kur. Yb. Mehmet İlhan Ünver, İsrail’in ‘su’ politikasıyla ilgili olarak da şunları söylüyordu: Su konusunda İsrail’in üzerinde fazlaca durmamızın nedeni, bu ülkenin, hem Ortadoğu’nun su konusunda sorunlu bölgesindeki en güçlü ve ‘suçlu’ ülke olması, hem de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde büyük etkiye sahip olmasıdır.
“İsrail’in suyun temininde gösterdiği maharet, su sorununa bulunacak çözüm konusunda da devam etmektedir. Ortadoğu’da özellikle Türkiye’ye yönelik hasmane düşüncelere bazı İsrail’li yetkililerin görüşleri temel teşkil etmektedir.
“O halde Türkiye’nin İsrail’e yakınlaşmasının Türkiye’nin çıkarına olduğu iddia edilen gerekçeler hiç de gerçekçi gözükmüyordu. Diğer taraftan anlaşmanın İsrail’in bölgedeki Kürt hareketlerini, -özellikle PKK’yı- desteklediği Türk tarafınca somut olarak bilinmesine rağmen yapılması olayı daha da anlaşılmaz kılıyordu.” (a.g.e. s.31 – 34)
Gelelim sadede, bu savaş -her şeye rağmen- komşularının varlığından korkan İsrail’e rahat bir nefes aldıracak; kendisine yönelik haklı tehditlerden, hiç olmazsa birinin bertaraf edilmesinden dolayı gizlice sevinecektir.
Evet, haklı olmak başka, metot ve usul yönünden hak yolda olmak daha başka bir şey. Türkiye elbette haklı. Ama hak yolda olmak yani gerekli metodu kullanmak da zorundadır.
Zira savaşa girmek, kendi elimizde, fakat çıkmak düşmanlarımızın elinde olacaktır. Mesela: Irak – İran savaşının senelerce süreceğini kim tahmin edebilirdi. Nitekim bu savaş silah tacirlerinin yüzünü güldürdü.
Başta Fransa olmak üzere birçok devleti ekonomik düzlüğe çıkardı. Irak ve İran savaşın izlerini silebilmişlerse, bunu sahip oldukları petrole borçlular. Oysa petrolü dışardan alan Türkiye; bu imkandan da mahrum.
Şüphesiz, Türkiye; taarruza uğradığı takdirde, var – yok demeden karşılık vermek ve asla savaştan çekinmemek gerekir. Biz bu mahzur ve çekinceyi savaşı başlatmak kendi elimizde olduğu takdirde, hatırlamak lazım geldiğine inanıyoruz.
Türkiye’nin teke tek kaldığı sürece baş edemeyeceği devlet yoktur. Fakat buna fırsat vermezler ve hasmımıza bütün güçleriyle destek olarak, Türkiye’nin kolunu kanadını kırmak isterler.
Türkiye yine yedi düvelle savaşmak zorunda kalır.
Unutmayalım ki, çok yakın bir gelecekte Türk ve İslam Dünyası’nın yıldızı olacak, büyük ve kudretli Türkiye’yi savaşa sokarak, müstakbel hedefine varmasını geciktirmeyelim.
Bütün insanlığın Aziz Türk Milleti’ne ve Yüce Türk Devleti’ne çok ihtiyacı var. Onu bu insani yoldan alıkoyacaklara fırsat vermeyelim.
Not : Bu yazı; senelerce önce, Türkiye’nin -terörist başı Abdullah Öcalan yüzünden-Suriye ile savaşın eşiğine gelindiği bir ortam vesilesiyle kaleme alınmıştır. Türkiye – Suriye münasebetlerinin endişeyle izlendiği şu sıralarda ehemmiyetine binaen yeniden neşrini uygun gördük.
Yeni Anayasa Yapmak Teröre Çare Olmaz
12 Eylül 2010 da yapılan referandumla yapılan Anayasa değişikliklerinin neler olduğunu kaç kişinin hatırladığını sorgulayan bir anket yapılsa, herhalde çok düşük bir oran çıkardı. Zaten oy kullananların yüzde kaçı değişikliklerin muhtevasını biliyordu ki.
Referandumun yüzde 58‘ le kabul edilmesinden dokuz ay sonra yapılan genel seçimlere partiler yeni Anayasa vaadi ile girdiler. Seçim sonrası oluşan Meclis’te de “yeni Anayasa” yapma fikri konusunda mutabakat sağlanmış olduğu anlaşılıyor.
Seçimden önce de Meclis, aynı dört partinin temsilcilerinden teşekkül etmekteydi. O halde 12 Eylül 2010 da neden partilerin mutabakatı sağlanmadan değişiklikler yapılması ve referanduma götürülmesi tercih edildi?
Mademki “Yeni Anayasa” yapma konusunda mutabakata varmış bir kamuoyu ve onun temsilcileri olan partiler vardı, bu değişiklikler için aceleciğin sebebi neydi?
AKP referandumdaki sonuçla hem yüksek yargı yönünden istediği değişikliği sağladı ve hem de bu sonucu 12 Haziran 2011 seçimlerinde oy artışı sağlamak için kaldıraç olarak kullanma becerisini gösterdi. Aceleciliğin sebepleri belki de sadece bunlar değildi. Muhtemelen, yeni Anayasa ile yapacaklarını seçim öncesi yapmaları halinde milletin tepki göstermesinden çekindiler.
Yeni Anayasa’dan her partinin beklentisi farklı, her partinin kırmızıçizgileri olacak. Bu maddelerde uzlaşılması mümkün görünmüyor. Uzlaşma sağlanamayan maddeler yüzünden, mutabık kalınmamış yeni Anayasa yine referanduma mı sunulacak?
Şimdilik bunları bilmiyoruz.
Referandumla yüzde 50’nin biraz üstünde bir oranla kabul edilecek bir Anayasa, herhalde milli mutabakatla yapılmış bir “sosyal sözleşme” sayılamaz. Muhalefetin kullanılma duygusuna itileceği bir Anayasa yapımının pek hayırlı olmayacağını söyleyebiliriz. Bunun için çok dikkatli bir Anayasa yapma süreç yönetimi sergilenmelidir.
****
Bazılarının beklentisi, PKK/Terör/Kürt Sorunu‘nun çözümünün Yeni Anayasa ile mümkün olabileceği yönünde.
Yeni Anayasa demek, devletin yapısını, fonksiyonlarını yeniden tanzim ve tarif etmek demek.
BDP/PKK kanadı bu yöndeki taleplerini zaten defalarca açıklamış durumda. “Bağımsız Kürdistan” projesine giden bir ara durak olarak “Özerk Kürdistan” yapılanmasını sağlamak. Irak’ın Kuzeyinde Barzani’nin liderliğindeki Kürdistan bölgesi gibi bir yapılanma. Eğitimden, savunmaya, vergi toplamaktan, yargılamaya kadar temel devlet fonksiyonlarını üstlenmiş bir özerk yapı istenen. “Özerk Kürdistan” bölgesinin “öz savunma gücünü” dağdan indirilecek PKK militanlarının oluşturacağı da sır değil. Tabii ki PKK lideri Öcalan’ın da önce ev hapsi, sonra affı ve bir sonraki aşamada bu özerk devletçiğin başkanı olması planlanıyor.
Bu planların gerçekleşeceği ümidinde olanların dayandığı en esaslı unsur dış destekler olmalı. Muhtemeldir ki bunların liderlerine “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında (ülkelerin sınırları ve rejimlerinin değiştirilmekte olduğu ve bu kapsamda Türkiye topraklarında) bağımsız Kürdistan kurulması” sözü verilmiş olabilir.
MİT/PKK görüşmesinin “koordinatör ülkesinin” maksadı herhalde “Türkiye’de akan kanın durması” ve “anaların gözyaşlarının dinmesi” değildi. Tıpkı Libya’ya müdahale eden devletlerin “halkı diktatörden kurtarmak” olmadığı gibi.
BDP/PKK kanadı ve onları destekleyenlerin planlarının işleyebilmesi için, Anayasa’nın ilk dört maddesi ve Türklüğe atıf yapan 66. Maddesinin değiştirilmesi, üniter yapının federatif bir yapıya dönüşmesini sağlayacak ibarelerin yer alması, devletin kurucu unsuru olarak “Türk Milleti” yerine etnik kökenlerin de yer alması gerekiyor.
Maalesef “terörden bıkmışlık”, “iktidarda kalmak için ABD’ye dayanmak ihtiyacı” veya bilmediğimiz başka sebeplerle devleti yönetenlerin de bu taleplerin önemli bir kısmına olumlu yaklaşmakta olduğu kanaati yerleşmeye başladı.
BDP‘den milletvekili seçilen Şerafettin Elçi şu açıklamayı yaptı: “Müzakereler MİT’ten daha da üst düzeye çıkmıştı. MİT Müsteşarı Fidan, Kürtlerin kırmızıçizgisi olan ana dille eğitimle ilgili PKK’ye, ‘Nasılsa orası özerk bölge olacak. Öğretmen tayini dâhil, eğitim hizmetleri belediyelere, valilere devredilecek’ dedi.“
Bu sözler devlet tarafından yalanlanmadı.
AKP içinde “Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilmesinin mümkün olmadığını” söyleyen isimler olduğu gibi, “öncelikle bunlar değişmeli” diyenler de var. AKP içinde değişmesi taraftarı olanların bir kısmı şu an için suskun.
CHP içinde de sayısı az da olsa bu maddelerin değişmesini isteyenler var. Bu maddelerin değişmesine MHP eksiksiz karşı çıkacak, BDP ise eksiksiz değişmesini savunacaktır.
*****
Silah bırakmamış teröristi tatmin edecek bir Anayasa, devletin ve milletimizin teröre teslim olması demektir. Böyle bir Anayasa Meclis’ten geçmez, halk da kabul etmez.
Bu durumda AKP’li ve CHP’li bazı iyi niyetli siyasilerin savunduğu gibi, yerel yönetimleri daha özerk hale getirici, ana dilde eğitime bazı şartlarla evet denilmesi gibi bazı düzenlemelerde mutabakat sağlanmaya çalışılacaktır.
Kanaatimce böyle bir mutabakat zor. Ancak tam bir mutabakat olmasa da çoğunluk sağlanabilir.
CIA‘nın Türkiye ve Ortadoğu sorumluluğunu yapmış Graham Fuller de kitabında bu yöntemi savunuyor: “Merkezi yönetimin yetkilerinin bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesi” ambalajı içinde özerklik verilmesini istiyor. Özerklik verilmezse, “Devlet politikaları bu insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamazsa, Türkiye’nin devlet bütünlüğü tehlikeye girecektir” diye tehdit ediyor. Kısaca “ya özerklik, ya bölünme” diyor.
Bu şekilde bir Anayasa yapılması terörü bitirmez, PKK’ya silah bıraktırmaz. Üstelik PKK çok ciddi siyasi kazançlar elde etmiş olur. Özerklik zamanla genişler. Bağımsız Kürt Devleti projesinin gerçekleşmesi için alt yapı sağlanmış olur. Sonuç yine bölünmeye çıkar.
Anayasa’yı sadece Türk Milletinin daha demokratik ve hür bir ortamda yaşaması, ekonomik ve sosyal refahı için yapmak durumundayız. Terörle yeterli mücadeleyi etmeden, Anayasa yaparak teröre çare bulmaya çalışmak yanlıştır.
Bütün Çağların Sanatçısı
Üstad Sezai Karakoç’u İstanbul’da ta 1960’lı yıllarda Vefa Lisesi’nde okurkenden bu yana takip ederim, okurum ,etkilenirim. Profesyonel gazeteciliğe başladığım (1967) Sabah’taki Sütun yazılarının tiryakisiydim. Yayınladığı Diriliş Dergisi’nin abonesiydim. O yıllarda yayınladığı “İslamın Dirilişi” ve “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” adeta benim gibi onca genç okuru düşündürmüştü. İlk yakın tanışmamız, hakkında açılan davalar dolayısıyla oldu. İşadamı Sabri Özpala ile birlikte Ankara’ya gittik. Ulus’taki Maliye Bakanlığı’nda çalışıyordu. Ötüken Yayınevi’nin neşrettiği eser de toplatılmıştı. Bütün bunlar kendisini düşünce ve çalışmalarından ayıramamış, etkilememişti.
Vekaletini alarak mahkemedeki duruşmalarına hukukçu arkadaşlarımızın müdahalesini sağladık. Ben de Sezai Karakoç üstadı böylece şahsen de tanımış oldum. Daha sonra kendisi İstanbul’a, ben Ankara’ya taşınmamıza rağmen her İstanbul ziyaretimde Cağaloğlu’ndaki ofisine uğrayarak ziyarette bulunur, sohbet ederdim. Bu defa da öyle oldu. Biraz da serzenişte bulundum görüntü çektirmemesi, radyo ve televizyonlara, gazetelere röportaj vermemesi, hakkındaki çalışmalara katkıda bulunmaması nedeniyle.
Sanatçının Sağlığındaki Vefa Daha da Önemli
Gerçi ambargo da koymuyordu. Üstelik Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç’u kitabı rafa kaldıran toplum ekranlarda da görmek istiyordu. Dedi ki “Hakkımdaki çalışmaları gördüm. Hele bir çalışma var ki üstelik bir akademisyen yazmış, işte o ben değilim. Diriliş’i anlamıyorlar, anlayamıyorlar. Şimdi TRT bir belgesel hazırlamış, bakalım nasıl olacak? Hakkımda doktora ve master çalışmaları da yapılıyor. Ben hiç karışmıyorum. Eserlerim ortada. Algılamalarını yansıtabilirler.”
Hemen TMSF’nin elinde bulunan Cine 5 Televizyonunun hazırladığı “Sezai Karakoç Gün Doğmadan Belgesel Film”ini hatırlattım. Galası vardı. Orhan Seyfi Güner yapımcılığı, Ensar Altay yönetmenliği, Hamid Can ve Yusuf Armağan da metin yazarlığını üslenmişlerdi. Sezai Karakoç’u ziyaret etmişler, çalışmalarını ve programlarını anlatmışlar. Sonrasında da Sezai Karakoç’un yaşadığı her mekanda çekim yapmışlar. Dönemini gündeme taşımışlar. Üstad duruş değiştirmemiş, renk vermemiş. Daha sonra nezaket göstermişler belgeselin 50 adet gala davetiyesini göndermişler. Kendisi galaya gitmiyor. Davetiyelerin hepsi dağıtılmış. Ben yine de Sezai Karakoç üstadın ısrarla katkısını talep ediyorum. Sonunda dayanamıyor ve diyor ki “Galiba bu resimleri, bu filmleri biz çekeceğiz. Ama hemen değil. Zamanı gelince.”
Kırk Yıllık Sezai Karakoç Dostları Galada Buluştu
Ben galaya gittim. Cemal Reşit Rey tıklım tıklım dolu. Bütün sanat çevresi bir arada. Her görüşten, her kesimden yansımalar var. Zaten birkaç günden beri bütün medya galadan bahsediyor. Alaka zirvede. İlk defa böyle uzun bir çalışma yapılıyor. En gizemli, en merak edilen bir sanatçı olduğu burada da meydana çıkıyor. Efsane gibi adeta. Sağcı, solcu, marksist, islamcı, romantik, oportünist herkes korumacılığa karşı çıkan bu sanatçıyı yeni bilgi ve belgelerin yanında ilk defa diğer görsel malzemelerin de kullanıldığı bu programda daha yakından tanımak istiyor. Değer görüldüğü ve almadığı 2006 Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’ne sergilediği tavır da bazı yorumlarda Sezai Karakoç’u Milli Şair Mehmet Akif Ersoy kimliğiyle örtüştüğü biçiminde değerlendirilmişti. Yalnız ve kenarda kalmayı tercih eden ve şöhretten kaçan bu sanatçı bakalım ekrana nasıl yansımıştı? Heyecan zirvede!
Devlet, Hükümet ve Aydınlar Konuşuyor
“İnanç özgürlüktür”diye başladı program. Sezai Karakoç’un fikir dünyası, düşün evi ziyaret edilecekti. Yapımcı ve Cine 5 Medya Grup Başkanı Orhan Seyfi Güner’e göre öğretici bir çalışma oldu ve “Karakoç’un deryasında yüzmeye gayret ettik. Bu iş miri malıdır. Hepimizin malıdır. Sezai Karakoç hepimizin mütefekkiridir.” dedi. Cesur Küçük yönetiminde 15 kişilik bir de yapım için Sezai Karakoç Okuma Grubu oluşturulmuş. Galaya gelmeyen Ertuğrul Günay’ın sanki yapması gereken açıklamayı, Tarım Bakanı Mehdi Eker yaptı. “Biz O’nun mahçup çocuklarıyız. Adanmış bir hayatı yaşadı. Yitik cennetin medeniyet tasavvurunu O’nunla tanıdık. Dünyamızı şekillendirdi.”
Galaya katılmasını bir müddet beklediğimiz “açılımın lokomotifi” İçişleri Bakanı Prof. Dr.Beşir Atalay, dostlarının bu galada biraraya gelmesinden etkilenmişti. Dedi ki “Karakoç hayatta iken bu çalışma büyük jest. Ancak buraya gelip, bizleri şöyle bir selamlasaydı, herkesi çok mutlu ederdi. Benim kuşağımda büyük emeği var. Bu belgesel yeni kuşaklara Karakoç’u tanıtacak. 1972’de Erzurum Üniversitesi’nde asistanlık imtihanına girmiştim. Rektör Kemal Bıyıkoğlu’ydu. Jüri’de Prof. Sebahattin Zaim ve Doçent Nevzat Yalçıntaş vardı. Bana en son okuduğum eseri sordular. Sezai Karakoç’un “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü”dedim. Karakoç denince aklıma medeniyet ve insan gelir. Şiiri de bu medeniyetin bir parçasıdır. Açılımımızdaki kardeşlik proğramımızda Sezai Karakoç’un da payı vardır. Büyük bakışı öğretti. Suriye ile kapıların açılışını Karakoç ile kaldırdık. Kalemine bereket.”
Bir Sanatçının Siyasi Yanı Olunca
Genç yönetmen Ensar Altay Sezai Karakoç’un”Dağın ucuna çıkıp bağırmak istiyorum” çığlığına bir umut getirmek istediklerini söyledi. Bakalım öyle mi? Film gösterimi başlıyor. “Bismillah”geliyor beyaz perdeye istifiyle. Camiler geliyor, ardından dev binalar, siteler ve İstanbul bindiriliyor görüntüye. Otomobili içindeki bir sürücü radyosunun düğmesine basarak yol alıyor. Bir müzik gümbür gümbür salonda. Bakalım İstanbul’dan Şam’a, Bağdat’a, Beyrut’a, Amman’a nasıl pasaportsuz gezeceğiz, göreceğiz, yaşayacağız? İyiki şair Şaban Abak bunu hatırlattı.
Belgeselde nokta atış yapılmış. Sezai Karakoç nerede, kamera orada. Ergani’de, Piran’da, Maden’de, Diyarbakır’da, Şanlıurfa’da, Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te, Bursa ve Bolu’da belgelere girilmiş, bilgilere ulaşılmaya çalışılmış. Aydınlar Karakoç’u anlatıyor. Akademisyenler var içlerinde, sanatçılar var, bakanlar var ve de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül var. “Siyaset adamı olarak da sanatçı Sezai Karakoç’u değerlendirelim”demez mi? 6. Sağanak’a değin 135 dakika yağmur geldi rahmetle birlikte. Fransızca Hızırla Kırk Saat iyi ki düşünülmüş Türkçe’nin yanında.
Diriliş Mektebinde Yeniden Okuma Fırsatıydı Belgesel
Sezai karakoç’un dönemine ait görüntüler daha az tutulabilinirdi. Bütünlüğü etkiledi. Üstadı tanıyanlara değil ama, hiç bilmeyenler çok şey öğrendi. Elinize, yüreğinize, zihninize, kaleminize, bilgisayarınıza, kameranıza, enstürümanlarınızın hepsine sağlık ve bereket olsun. “Evlenmenin kısmet olmadığı yalnız adam, bütün çağların çocuğu, sanatçısı, hakiki medeniyet şairi, insanı, sarsan değil düşündüren aydın, diriliş mektebinin hocası Sezai Karakoç”u yeniden okuma fırsatı verenlere teşekkürler. Keşke geçişlerde hep karanlığa girilmesiydi filmde. Karanfil değil gül muştu edilseydi. Suya yansımalarda ve ötekilerde tekrarlar az olsaydı bari. Virane konak da bundan nasibini almış. Bu görüntünün dirilişi anlatması tartışılır bir zumlama. Belgeler iyi, belge dışındaki görsel malzeme öyle değil. Metin müziğin gerisindeydi, görsellik de metinin. Acaba bu ayrı bir sinema dili mi? Sinematoğrafik unsurları mı farklı? Her şeye rağmen, bardağın dolu yanında Sezai Karakoç için bu en geniş kapsamlı bir çalışma. Hizmet verenler aksakal olarak daha sonra yeni kuşaklara aynı filmi bir kere daha yeniden çekmeliler. Yine keyifle izleriz. Dilerim örnek olur. Yeniliklerle tamamlanır.
TMSF ve Cine 5’ten Örnek Bir Girişimdi Medeniyet ve İnsan İçin
Sanatçı titiz bir insan. Aynı duyarlılığı ötekilerden de istiyor. Ama Sezai Karakoç ve Diriliş algılamaları homojen bir şey değil: yaş, kültür, sorumluluk başta her gruba göre değişebiliyor. Değişmeyen bir şey diriliş heyecanı, şevki ve çıtası ile eskimez medeniyetin inşası ve ihyasının endişe ve gayreti. Bir nesil bir sonrakine ev, arsa, apartman değil ama bunlardan da değerli olabilecek bir miras bıraktı.
Kore Neden Başarılı?
İzmit’de Kore’nin Dünya Çelik devi POSCO’nun kurucağı Paslanmaz Çelik fabrikasının temel atma törenine katıldım. Daha öncede POSCO firmasının daveti üzerine Kocaeli TV’yi temsilen Kore’ye gitmiştim. Temel atma törenin esnasında Kore’li yetkililerin konuşmalarını, Bakan Zafer Çağlayan’ın konuşması dinlerken Kore savaşlarında şehit olan mehmetçikleri düşündüm.
1950 yılında onbinlerce insanı ölen ve 40 bin askerin öldüğü Kore savaşlarından sonra, Kore tam bir fakirlik içerisindeydi. Törene Ankara’dan katılan bir Kore gazisi ile yaptığımız bir şöyleside Kore’nin fakirlik durumunu net olarak ortaya koymuştu ve biz Korelileri acıyorduk diyordu.
Dün temel atma töreninde İstiklal marşı ve Kore milli marşını dinlerken, Kore’nin kısa süre içerisinde nasıl kalkındığını ve 90 yıldır savaşa girmeyen Türkiye’nin neden sanayi hamlesini yakalayamadığını acı acı düşündüm. Kore, kalkınmasını 1980’den sonra gerçekleştirmişti. Bugün Hyundai, Posco, Sanyo ve Samsung gibi dünya markası bir çok firması bulunuyor. Acı ama gerçek Türkiye’nin bir otomobil markası bile yok. Türkiye’nin neden sanayileşme hamlesini yakalayamadığını sorgulamak gerekiyor. Kore sanayisini sadece bir yere yığmamış, ülkenin her yerine dağıtmış. Türkiye’de ise Sanayi’yi Marmara bölgesine toplamışız, insanları Marmara Bölgesine getirmişiz. Ne sanayi, ne de insanlar memmun. Türkiye Sanayi hamlesini mutlaka gerçekleştirmeli ve dünya ekonomisine yön veren ülkeler arasına girmelidir.
Kocaeli’de Posco çevre konusunda tartışıldı. Bundan sonra da tartışılacak. Bizim Kore’de gördüğümüz Posco, çevreye verdiği önemli eğitim ve Üniversitesiyle ve toplumsal sorumluluk projesiyle Türkiye’ye gelirse bir sorun olmayacaktır. Ancak bir çok uluslar arası kuruluş gibi Türkiye’ye geldikten sonra değişirse gerçekten çok kötü. Bunun için törende bir konuşma yapan Kocaeli Valisi Ercan Topaca çevre konusunda net mesajlar verdi ve Posco’nun çevreye duyarlı olmasını için devlet sonuna da kadar takip edeceğini açıklaması bir devlet güvencesiydi.
İnşir@h
Ne ulu çınar ki; hüznü ağırlar
Silince ilhamı gönül hanemde.
İkbale gam döküp hüsn’ü uğurlar
Neşeyse buluğa ermez sahnemde.
…
Huzur hep kilitli,uykular sağır.
Rüyada kabusa uyanmak ağır.
Dua et imdada sükunu çağır.
Nedense ümide yer yok köhnemde.
Maziyi lağvetsem silsem rolümü.
Hafızam tazeler aynı zulümü.
Akıbet vehminde saklar ölümü.
Marifet bu sırr’a varmak alemde.
İnşirah iklimi vücuda gelse.
Nefs ile mahkeme sürer tek celse.
Masiva muradım tel tel incelse
İlhama sadakat sürer kalemde
Dünya Nasıl Biçimlendiriliyor?
Etrafımızda gelişen bir çok olay var. Bunların bazılarını kısaca vurgulamak istersek şunları sayabiliriz: İsrail’le yaşadığımız sorun, Arap Baharı, Füze Kalkanı, Doğu Akdeniz’de petrol kavgası ve yerli sorunumuz “Yeni Anayasa”. Daha bir çok meseleyi de bu saydıklarımıza rahatlıkla eklemek mümkün.
Bunca meselenin kendiliğinden veya tesadüfen olduğunu iddia etmek ise doğru olmaz. Yani Mavi Marmara kendiliğinden yola çıkmamış ve İsrail’in tecavüzüne kendiliğinden uğramamıştır. Eğer böyle olmasaydı çoktan iki ülke arasında buzlar erimiş, ölenler için tazminat ödenmiş ve barış çubuğu tüttürülmüş olurdu. Öyleyse cevap aramamız gereken sorular, bu olayların arka planında nelerin yattığına dair olanlardır.
Kabul edilmelidir ki; bir insanın, insan topluluklarının ve devletlerin yaşamları bazı güçler tarafından biçimlendirilmektedir. Bu iddiamızı Prof. Dr. George M. Wrong’un 1909 yılında yazdığı şu satırlar desteklemektedir: “Britanya, günümüzde henüz kendilerini yönetemeyen ve bir güç tarafından kollanmamaları halinde kolayca yağmacılığa ve haksızlığa maruz kalabilecek 350.000.000 kadar yabancı insanın yazgısını denetim altında tutuyor. Hiç kuşkusuz kendine has kusurlar taşımakla birlikte, daha önce hiçbir emperyal devletin, bağımlı bir halka sunmadığı, söylemeye cüret edebileceğim bir yönetim sağlıyor onlara.”
Prof. Dr. George M. Wrong’un, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun, modern dünyayı biçimlendirilişine dair tezini akademik bir şekilde ifade edişi, günümüzün imparatorluğu olarak nitelendirebileceğimiz ABD için de bu gün aynen geçerlidir.
Wrong gibi düşünenler için, kendini yönetemeyenlerin, kusurları olsa bile günümüzde de bir güç tarafından kollanmaları gerekmektedir. Yani Irak örneğinde olduğu şekilde, Saddam belasından kurtulmak için ABD’nin kusurlarını hoş görmek gibi.
Eğer modern dünyayı İngiltere’nin yani Britanya’nın planlı bir strateji ile şekillendirdiğini kabul edersek, geçmişte yaşanan ve Türk milleti ile insanlığın mağduriyeti ile sonuçlanan bir çok olayın kendi kendine oluşmadığı sonucuna varırız. İngiltere ve onun müttefikleri bu olayları dünyayı istedikleri gibi biçimlendirmek için bilerek tanzim etmişlerdir. Sonuçlarını öngörerek yıktıkları, Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun bir kısım toprağında İsrail devletini kurmak gibi.
Macleod Wylie; 1854 yılında “Hıristiyan bir devletin nüfusu ile kafir devletin (yani Müslümanların) nüfuzu arasındaki tezat göz önünde tutulduğunda, insanların perişanlığını bilmek bizi Britanya yönetimine girişin ardında milyonlara ulaşacak tarifsiz nimetler üzerinde düşünmeye zorluyor… İlahi takdirin bizi götürdüğü yerde devletler birbiri ardına onun himayesine emanet edilecektir.” demektedir. Bu saptama dün İngiltere için geçerliyse bu gün de ABD için geçerlidir. Böyle bir tanımlamadan sonra ABD üzerinde etkin olan Yahudilerin gücü ile de İsrail’in benzer bir rol oynamaya çalıştığını da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yine modern dünya biçimlendirilirken buna giydirilecek olan kılıf, sosyal bilimciler tarafından hazırlanıyordu. Emperyal amaçları ulvi bir gaye ile izah eden John Ruskin’in, Oxford Üniversitesinde 1870 yılında verdiği derste söyledikleri çok ilginçtir: “Fani canlardan oluşmuş hiçbir zavallı topluluğa şimdiye dek nasip olmamış türden bir hayırseverlik yolu var önümüzde. Ama şimdi izlemesi gereken ve gücümüz dahilinde olan yol “Ya Hükmet Ya Öl” olmalıdır. İngiltere’nin yok olmamak için yapmak zorunda olduğu şey şudur: En diri ve en değerli insanlarıyla, olabildiğince hızlı ve yaygın bir biçimde koloniler kurmalıdır. Hem de ayak basabilecek her türlü verimli boş toprak parçasını ele geçirerek.” Bu bana göre çağdaş emperyalizmin çok güzel bir tarifidir. Ayrıca günümüzdeki olaylarında perde arkası ile ilgili ip uçları vermesi bakımından da çok ilginç ve önemlidir.
Geçmiş şekillendirilmişti ve şimdide gelecek şekillendirilmek istenmektedir. Siz de sepetteki yumurtalarınızı kırmadan bu geleceğin biçimlendirilmesi oyununa devam etmek istiyorsanız, çok iyi oyunculara ihtiyacınız var demektir.
Ümit ederim ki; Türk milleti ve devleti adına bu oyunda yer alanlar, hakkıyla görevlerini yapmış olsunlar. Oyuncuların; iyi, bilgili ve tecrübeli olması Türk milletinin her bir evladının üzerine bu konuda düşen sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır. Onun için herkes çok dikkatli olmak zorundadır. Bundan dolayı ulusal ve uluslararası gelişmeler, her bir vatandaşımız tarafından dikkatle takip edilmelidir. Hele önümüzde Türk’ün adının silinmek istendiği bir “Yeni Anayasa” meselesi var ki; bizim ve çevremizdeki topraklar ile üzerinde yaşayanların geleceğini şekillendirmek isteyenlerin önünde halledilecek ilk mesele olarak durmaktadır. Onlar için ilk mesele olan bu konu acaba bizim için ne kadar önemli ya da olup bitenlerin farkında mıyız?
‘Dil konusunda hassas insanlarımızın sayısını artırmak gerekir’ Prof. Dr. MUSTAFA ARGUNŞAH ile Türkçe üzerine sohbet
GİRİŞ:
İnsan kalabalıklarını bir araya toplayan, onları millet hâline getiren kültürdür. Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran özelliklerdir. Kültürün belli başlı unsurlarından biri dildir. Dil, milleti oluşturan insanlar arasında iletişimi sağlar. Sevinçlerin ve acıların paylaşılmasında kullanılan en önemli araçtır. O araç bozulursa, insanlar arasında anlaşma zorlaşır. Kültürel çöküntü başlar ve sonunda millet denilen topluluk dağılır.
Türk milletinin dili Türkçedir. Türkçe, dünyanın en zengin, en mükemmel dillerinden biridir. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkçe, güzelliğini ve zenginliğini kaybetme eğilimindedir. Dil konusunda hassas olanlar, Türkçemiz için çalan alarm zillerinden rahatsızdırlar. Bu kötüye gidişin durdurulması için gayret göstermektedirler.
Dil, canlı ve dinamik bir yapıya sâhiptir. Bu yapıyı geliştirecek olanlar; yazarlar, televizyon ekranlarında ve sinemanın beyaz perdesinde ve de tiyatro sahnelerinde görev üstlenen sanatkârlardır. Dilin güzellikleri, onlar aracılığı ile geniş kütlelere ulaştırılabilir. Bu gelişme, dilin kendi kuralları içerisinde kolaya, bayağılığa ve bozulmalara yol açmadan sağlanmalıdır. Günlük konuşmalarımızda uydurma kelimeler ve hatta sesler kullanılması, önce güzel Türkçemizi, sonra kültürümüzü en sonunda da millet olma özelliğimizi tehlikeye sokar.
Hız, özellikle gençlerimiz için vazgeçilmez bir tutku. Hız tutkusu, otomobil kullanımında olduğu gibi berâberinde tehlikeler getirmiyorsa, insanları; dikkatsiz, pratik ve rahat olmaya yönlendiriyor. Güzelim ‘evet’ yerine ‘hı hı’, ‘hayır’ yerine ‘ııh’, hayret ifâde eden ‘Allah – Allah’, ve ‘Demeyin, veya ‘Ne diyorsunuz ?’ gibi kelimeler yerine ‘vaavv’ gibi sesler çıkarmak, ‘dondum kaldım’, veya ‘hayret ettim’ demek yerine ‘çüş oldum kafadan’, ‘resmen oha oldum’ kelimelerini kullanmak… dilimizin son zamanlarda karşı karşıya bulunduğu felâketlerdir.
Bu çirkinliklerin bir kısmı kasıtlı olarak sergileniyor olsa bile büyük kısmı tamamen bir özentiden ibârettir. Özentiler, işin nereye varacağını, nelere sebebiyet vereceğini düşünmeyenlerin tercih ettiği zararlı bir rahatlığa yöneliştir. Bir kısım gençlerimiz de bu davranışlarla, ‘entel’ olunduğunu düşünmektedir. Entel kelimesi Fransızcadaki entelektüel kelimesinin rahatlık, kolaylık olsun diye kısaltılmış şeklidir. Entelektüel; iyi tahsil yapmış, fikrî meselelere ilgi duyan, bilgili, kültürlü, olaylardan ve gelişmelerden haberdar insan anlamında bir kelimedir. Kullandığı kelime sayısını çoğaltmak yerine azaltan, hatta kelime kullanmak yerine; kedi gibi, kuş gibi bir takım sesler çıkaranlar entelektüel de, entel de olamazlar.
Oğuz Çetinoğlu: Maymuncuk gibi her kelimenin sonuna konuluveren ‘-sal/sel’ takılarını kullanmak istemeyenler, ‘toplumsal’ ve ‘küresel’ kelimelerinin yerine hangi kelimeleri tercih etmeliler? ‘Küresel’ yerine, ‘global’ kelimesini de yabancı kökenli olduğu için kullanmak istemeyenleri düşünerek uygun bir kelime bulunabilir mi? Yoksa, ‘Bu da böyle olsun!’ mu denilecektir?
Prof. Dr. Mustafa Argunşah: Dil canlı bir varlıktır. Bu yüzden sürekli bir gelişme ve değişme içerisindedir. Her devrin bir dili var, devirleri belirleyen çoklukla siyasi gelişmelerdir, dil de bu gelişmelere ayak uydurmaktadır. Dikkat ederseniz, siyasi devirler dilleriyle birlikte anılırlar. Bu kural Türkçe için de geçerli. Köktürk Türkçesi, Uygur Türkçesi, Karahanlı Türkçesi, Çağatay Türkçesi, Osmanlı Türkçesi gibi. Bazen diller coğrafyaya göre de adlandırılabiliyor. Dil durmadan değişiyor. Dünkü nesillerin kullandığı dili bugün aynen kullanmıyoruz. Gelecek nesiller de bizim kullandığımız dili aynen kullanmayacaklar. Bu çok tabii bir gelişmedir.
Şimdi sorunuza gelelim. Yaygın bir bilgidir ki Türkçede -sal/-sel eki Eski dönemlerden beri vardır. Bu ek tarihî metinlerde iki örnekte karşımıza çıkıyor. Birisi kum isminden türetilmiş kumsal, diğeri de uymak fiilinden türetilmiş olan uysal’dır. Demek ki, ekimiz hem isimden hem de fiilden isim türetebilmektedir. Yüzyıllarca yalnız bu iki kelimede kullanıldı. Fakat 1932 yılında Türk Dil Kurumunun kurulması, arkasından Yüce Atatürk’ün öncülüğünde dil devrimi ve sadeleşme hareketlerinin başlatılmasıyla nispet -î’sinin yerini -sal/-sel eki almaya başladı. Bunda Fransızcanın sıfat türeten -al ekinin etkisinin olduğu yaygın bir kanaattir. Herkesin bildiği gibi, 1930’lu yılların ilk yarısında çok yoğun bir sadeleşme, daha doğrusu arılaşma hareketi vardı. Atatürk sonra bundan vazgeçti, yaşayan dile döndü. Onun ölümünden sonra siyasallaşan Türk Dil Kurumu, Osmanlı düşmanlığını Arapça ve Farsça kelimeleri ve yapıları Türkçeden atarak sürdürmeye devam etti. Amaç, Türkçede Doğu kökenli kelime bırakmamaktı, fakat aynı hassasiyet maalesef Batı kökenli kelimelere gösterilmedi.
Lafı çok uzattım galiba. Toparlayayım. “Toplumsal” kelimesinin Arapçası vardı bizde. Tanzimat döneminden itibaren yaygınlık kazandı, yaygınlaşmasında Ziya Gökalp’ın önemli katkısı vardır. O kelime “içtimai” idi. Ahmet Haşim’in “Kelimelerin Hayatı” isimli nefis bir yazısı vardır. Orada, “Hiçbir şey lisan kadar ağaca müşabih [benzer] değildir. Lisanlar, tıpkı ağaçlar gibi, mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.” der. Dilin değiştiğini, kimi kelimelerin hayatımızdan çekilip gittiğini ve yerinin bazen dolup bazen dolmadığını düşündüğümde bu yazıyı hatırlarım. “İçtimai” kelimesi eskidiği için yerini “toplumsal”a bıraktı. Yeni nesiller bugün “içtimai” kelimesini anlayamazlar. İkincisine gelince, sanırım “küresel” veya “global” kelimelerinin ihtiva ettiği anlamı veren bir kavram Osmanlı döneminde yoktu. Zaten herkesin malumudur ki, bu kavram son yıllarda hayatımıza girdi. Daha önce bu anlamda dilimizde bir kelime yoktu, kavramı kullananlar Batı dillerinden aynen “global”i alıntıladılar. Türkçeciler yahut öztürkçeciler de buna karşılık olarak “küresel” kelimesini türettiler. Bunun yerine yeni bir kelime türetilirse tutar mı? Bence artık çok geç, şimdiden sonra yeni bir kelimeyi tutturmak mümkün değil. Çünkü türettiğiniz yeni kelimelerin yaygınlaşmasını sağlayacak sağ duyulu basınınız yok. Öyleyse global yerine küresel’i tercih etmeli ve kullanmalıyız. Yabancı bir kelime kullanmaktansa yanlış olduğunu düşündüğümüz Türkçe kelimeyi tercih etmeliyiz. Hatta yabancı kelime karşısında bunun yaygınlaşması için çaba sarf etmeliyiz.
Çetinoğlu: ‘Siyasal’ yerine ‘siyasî’, ‘hukuksal’ yerine ‘hukukî’, ‘yasal’ yerine ‘kanunî’, ‘fiziksel’ yerine ‘fizikî’ kelimelerini kullanmak çok mu çağ dışılık oluyor?
Argunşah: Konuya farklı bir açıdan bakabiliriz. Neden her ikisini de kullanmıyoruz. Zamanla bunların birisi dilden düşecek ve yerini tamamen diğeri dolduracaktır. Dikkat ederseniz, toplumumuz her ikisini de kullanıyor aslında. Yaşlı nesiller siyasi, hukuki, kanuni, fiziki kelimelerini tercih ederken gençler -sal/-sel’lileri tercih ediyor. Dilde önemli olan anlaşmaktır. Ben her ikisini de anlıyorum. Böyle düşündüğüm için beni duyarsız olmakla suçlayabilirsiniz. Bu bir zenginliktir. Bütün dünya dillerinde buna benzer durumlar mevcut. Meseleye çağdaşlık veya çağdışılık olarak bakmamak gerekir. Bu bir durum tespiti. Bir iki nesil sonrakiler yeni yapılanları tercih edecekler. Bir önceki soruda da kısmen bahsettim, dildeki değişmenin önüne geçmek mümkün değildir.
Çetinoğlu: ‘Kimi’ kelimesi ancak kişi ile bağlantılı olsa gerek. Eşya, zaman, mekân ve mefhumlarla bağlantılı kullanılması uygun mu? ‘bâzı’, ‘bir kısım’, ‘birtakım’ gibi kelime veya kelime gruplarının dışlanması doğru mu?
Argunşah: Söylediğiniz kavramların dışlandığını sanmıyorum. Her üçü de en az “kimi” kelimesi kadar kullanılıyor. Tekrar ediyorum, bir kavramın birden çok kelimeyle karşılanması dilde zenginliktir. Hiç kimseyi şurada şunu tercih etmelisin, diye zorlayamayız. İnsanlar istediklerini kullanabilirler, hepsi de doğrudur. Aralarında “bazı” kelimesi Arapça kökenli, ben bazen “bazı”yı bazen de “kimi”yi kullanıyorum. “Bazen” yerine de “kimi zaman” dediğim oluyor. Böylece tekrara düşmüyorum, daha zengin bir kelime dağarcığını işleterek ifademi güçlendiriyorum.
Çetinoğlu: ‘Santim’ yerine ‘cm’ yazılmasını nasıl karşılamak gerekir?
Argunşah: Bu tür kısaltmalar yanlış yapıldı ve maalesef yerleşti. Buna benzer çok sayıda kısaltma var. Hâlbuki biz Batıdan aldığımız kelimelerin kısaltmalarını yaparken Türkçe telaffuzlarını dikkate almalıydık. Mesela 19. yüzyıl metinlerinde kullandığımız alıntı “nomero” kelimesinin kısaltması olan “no” öyle yerleşti ki… Bugün hiç kimse “nomero” demiyor ama “no”yu herkes kullanıyor. Türkçede “numara” kelimesini kullanıyoruz, kısaltması da “nu” olmalıydı. Yaygınlaşan yanlışları düzeltmek mümkün olmuyor sonra. Millî Eğitim Bakanlığı da okullar vasıtasıyla bu yanlışları yaygınlaştırdı. Toplumda yukarıdan aşağıya bir dil bilinci olmayınca Türkçenin başına bu tür gariplikler geldi maalesef.
Çetinoğlu: Türk alfabesinde yalnız harfler değil, rakamlar da vardır. ‘IV. Murat’, ‘XVI. Lui’ gibi, Romen rakamlı yazılışları makul karşılamalı mıyız?
Argunşah: Bunlar birer imla meselesi. Ben şahsen yüzyılları yazarken de Arap rakamlarının kullanılmasından yanayım. Fakat Romen rakamlarını kullanmak Türkçede öyle yaygınlaşmış ki şimdi kalkıp “4. Murat” yazsam nasıl karşılanır acaba? Yaygın yanlışları düzeltmek gerçekten zor, bunlarla yaşayıp gideceğiz galiba. Yahut sizler gibi dil konusunda hassas insanlarımızın sayısını artırmak gerekir. Bu hassasiyeti toplumun her kesimine yaymalıyız. İpin ucu Millî Eğitimin elinde. Onlar isterse bu meseleyi birkaç yıl içinde çözebilirler. Yeter ki istesinler!..
Bu yaygın kullanımı Türk Dil Kurumu da Yazım Kılavuzu’na yansıtmış. Kılavuz, Romen rakamlarının yüzyıllarda, hükümdar adlarında, tarihlerde ayların yazılışında, kitap ve dergi ciltlerinde kullanıldığını belirtiyor. Yaygınlık kazandığı için bundan geri dönüş mümkün değil. Hepimiz Kılavuz’a uyarak dilde farklı yazımları, yani kargaşayı önlemiş oluruz.
Çetinoğlu: Saygı duyulan kişilerin isimlerini; ‘Efendi’, ‘Bey’, ‘Beyefendi’, ‘Hanım’, ‘Hanımefendi’ gibi sıfatlarla bir arada söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş bir kültürün mensupları olarak; cihanın saygısını kazanmış padişahlarımızı; ‘Üçüncü Selim’, ‘Dördüncü Murad’ ve ‘Abdülhamid’ diyerek anmamız hoş karşılanabilir mi?
Argunşah: Karşılanmaması gerekir. Fakat artık hepimiz alışmışız bu tür kullanımlara. Moda tabirle söylersek “kanıksamışız”, aslında “kanıksatılmışız”. Bunları duyunca kulaklarım tırmalanmıyor. Duyduğumuz sözler kulağımızı tırmalamıyorsa artık yaygınlaşmış ve toplumun büyük kesimi tarafından kabul görmüş, demektir. Biz büyük bir medeniyet yaratmış bir milletin çocuklarıyız. Medeniyetimizin dili olan Osmanlı Türkçesi çok zarif bir dildi. Çok işlenmiş bir şehir diliydi, aydın diliydi. Kime nerede, nasıl hitap edilmesi gerektiğini bütün inceliğiyle ortaya koymuştur. Atalarımız da bu konularda çok hassastılar. Günlük konuşma dilinde “Abdülhamit” desek de yazı dilinde mutlaka unvanlarını kullanmalıyız. “Sultan Abdülhamit” veya “Abdülhamit Han” gibi sıfat veya unvan kullanmayı alışkanlık hâline getirmeliyiz. Okullarımızda bu tür kullanımlara hiç dikkat çekilmiyor. İtiraf etmeliyim ki, Türkçe öğretmenleri olarak biz de dilimizin bu inceliklerine yeterince dikkat etmiyoruz.
Çetinoğlu: Ahmet, Mehmet, Abdülhamit gibi isimleri taşıyan kişiler, Cumhuriyet öncesinde yaşayıp vefat etmişlerse, isim sonundaki ‘t’ harflerinin ‘d’ olarak yazılması aşırı ve kimilerine göre ‘gereksiz’ hassasiyet olarak mı yorumlanmalı?
Argunşah:Dikkat ettiyseniz bir önceki sorunuzu cevaplarken de üzerine basarak “Abdülhamit” ismini /t/ ile kullandım. Türkçenin mevcut kurallarına uymaktan yanayım. Bilindiği gibi, biz son yıllara kadar Batı kökenli kelimeleri de Türkçenin söyleyişine, kurallarına uydurarak aldık. Maalesef, son yıllarda İngilizce kelimeleri özgün biçimleriyle alarak Türkçenin kurallarını bozmaya başladık. Türkçemiz kelime sonunda b, c, d gibi sedalı ünsüzleri sedasızlaştırır, yani sertleştirir, /g/ sesini yumuşatır. Arap alfabesinde sonları /d/ ile yazılsa da Türkiye Türkçesinde /t/ ile yazılması ve söylenmesi daha doğrudur. Bu isimler sonlarına sesli harfli ekler alınca sedalılaşırlar fakat bu yazıya yansıtılmaz. Mesela “Ahmedi” diye telaffuz ettiğimiz kelimeyi “Ahmet’i” diye yazmalıyız. Çünkü kurallar böyle söylüyor. Bu kuralları koyan Türk Dil Kurumu, hepimiz Kurum’un Yazım Kılavuzu’na uymalıyız. Toplumumuzun tamamı aynı kılavuzu kullanırsa büyük bir kargaşadan kurtulmuş ve dilde birliği sağlamış oluruz. Türk Dil Kurumu, eskisi gibi siyaset yapmıyor. Bilim insanlarından oluşan bu Kurum Türkçe için en doğru olanı yapmaya çalışıyor.
NİHAT SAMİ BANARLI DİYOR Kİ:
Su fânî dünyâ saadetleri içinde hiçbir şey, azîz Türk çocuklarınalarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.
Vatan çocuklarına bir milletin oluşturduğu ve yaşattığı dili; bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzellikleriyle öğretmek…
Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve üreten insanlar olarak yetiştirmek…
Dilin böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bütün bunları; bilerek, severek yapmak…
Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına herşeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifâde ve mânâ zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazîfenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehâsının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçedir.
Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçenin bütün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ülkü ile yapmaktadır.
Çünkü diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.
Çünkü yeryüzünde diller kadar millet ferdlerini birbirlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcud değildir.
Bir târih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gaazî veya şehîd olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.
Bizim târihimizde: ‘Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyütelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun!’ diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selîm ve daha nice cihangirler, bu târihî zaferlerini, birçok da, kütlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lisâna borçludurlar.
Çetinoğlu: Rakamlarla ilgili kaideler tamamen unutuldu. Bir karmaşa yaşanıyor. 14.268,25 TL yerine 14,268.25 TL, % 25,47 yerine yüzde 25.47 yazılıyor. 12,5 milyon şeklindeki yazılışla; 12.500.000 mi denilmek isteniyor, yoksa 12.500.000.000 mu? Kimileri 14 bin 925 şeklinde yazıyor. Bu konuda bir standardımız yok mu? Yok ise olmalı değil mi?
Argunşah: Rakamların yazılışındaki farklılıkları ve kuralsızlıkları ortadan kaldırmak için TDK Yazım Kılavuzu, bu konuda bir kural belirlemiş. O kuralda, beş ve beşten çok rakamlı sayılar sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılır ve araya nokta konur, diyor. Kılavuz’da sayıların yazılışıyla ilgili bölüm çok açık. Bu konuyla ilgili de Yazım Kılavuzu esas alınarak kargaşa çıkması önlenebilir.
Okullarımızda dilimizin kurallarını iyi öğrettiğimizi iddia edemeyiz. Türkçenin yazım kuralları tespit edilmiş ve kılavuzlara konulmuş. Fakat milletçe kılavuz ve sözlük kullanma alışkanlığımız yok. 17 milyon öğrencisi olan Türkiye’de kaç kişinin evinde yazım kılavuzu ve sözlük var? Kaç öğrencimiz yazımında veya anlamında tereddüt ettiği kelimenin doğrusunu öğrenmek için kılavuz veya sözlüğe bakar? Çok az. Bunu satış rakamlarından biliyorum. Öğrencilerimize sözlük kullanma ve kılavuza bakma alışkanlığı kazandırmalıyız. Bu çok önemli bir konu. Öğretmenlerimiz bu konuda gerekli hassasiyeti göstermelidir. Sözlüğe bakılmayınca öğrencilerin kelime hazinesi genişlemiyor, yeni kelime öğrenme çabasına girmiyorlar. Kitap okumadıkları için de ders kitaplarındaki ve testlerdeki kelimeler onların kelime dağarcığını oluşturuyor.
Çetinoğlu: ‘Bütün dünya dillerinin, yabancı dillerden kelime aldığı’ gerçeği gerekçe gösterilerek, Türkçemizin İngilizce ve Fransızca kelimelerin istilasına mâruz kalmasına göz yumulabilir mi?
Argunşah: Tabii ki yumulmamalıdır. Bütün dünya dilleri yabancı dillerden kelime alır. Bu bir gerçektir. Fakat bunun arkasına sığınarak dilimizin kirlenmesine karşı duyarsız kalmak doğru bir tavır değildir. Cumhuriyet döneminde Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasında gösterdiğimiz duyarlılığı Batı kökenli kelimelerin girmesi hususunda gösteremedik. Türkçenin yukarıdaki sorularda örneklendirdiğiniz sorunları bulunmaktadır. Fakat asıl sorun Batı kökenli, özellikle de İngilizce kelimelerin dilimizi istila etmesine karşı göz yumuyor olmamızdır. 21. yüzyılda artık Fransızca kelime girmiyor Türkçeye. 19. yüzyılla 20. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda Fransızca kelime girdi zaten. Yeni basılan Türkçe Sözlük’te 5.537 Fransızca kökenli kelime var. 6.512 Arapça kökenli kelimeden sonra ikinci sırada. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İngilizce kelimeler bütün dünya dillerini işgale giriştiler. Türkçe de bundan yeterince nasibini aldı. Fakat İngilizce kelimeler henüz günlük dilde Fransızcalar kadar yaygınlaşmadı, edebiyat eserlerine girmedi. Bahsettiğim sözlükte 513 İngilizce kökenli kelime var. Fransızcanın %10’undan az. Şimdi toplumumuzun bütün kesimlerince İngilizce kelimelerin dilimizi işgaline karşı bir savunma hattı oluşturma zamanıdır. Biraz daha oyalanırsak zaman geçmiş olabilir. Tavır koyma, önlem alma zamanı şimdidir. Bu zamanı geçirmemeliyiz. İngilizceden girecek her kelimeye karşı hızla Türkçe kelime türetmeli ve bunu okullar, edebî eserler ve basın yoluyla yaygınlaştırmalıyız.
Yeri gelmişken bir konuya değinmek isterim. Milletimiz yeni türetilen kelimelere karşı biraz duyarsız, hatta alaycı yaklaşıyor. Kulakları radyo ve televizyon yoluyla yabancı kelimeye karşı o kadar doluyor ki siz Türkçesini türettiğinizde bir türlü kabullenemiyor, alay ediyor. Oysa yeni türetilen Türkçe bir kelime basında kullanılırsa, okul kitaplarına girerse, edebiyat eserlerinde yer bulursa, günlük konuşmalara yansırsa kalıcı olur. Yeni türetilen Türkçe kelimeye karşı alaycı ama İngilizce kelimelere karşı vurdumduymaz yaklaşırsak dilimiz istilaya karşı açık hâle gelir. Hâlbuki her duyduğumuz yabancı kelime bizi rahatsız etmeli, tüylerimizi ürpertmeli, hemen onun Türkçesini arama telaşına düşürmelidir. Türk Dil Kurumuna baskı yapmalı, bu kelimelerin bir an önce Türkçe karşılıklarının türetilmesini istemeliyiz. İçinde bulunduğumuz bilişim çağında her gün onlarca yeni kelime türetiliyor dünyada. Bu kelimelerin bir kısmı Türkçenin kapılarını da zorluyor. Eğer biz kapıyı açık bırakırsak hemen girip dilimize yerleşecektir.
Çetinoğlu: Farsça ve Arapçadan alınmış ve dilimize yerleşmiş kelimeleri tasfiye etmekte gayretli olanlar, Fransızca ve İngilizce kelimeleri baş tâcı ediyorlar. Bu konuda yorum yapmak ister misiniz?
Argunşah: Biraz önce de bu konudan biraz bahsettim. Bu bir siyasi duruş meselesidir. Bizdeki bazı insanlar Arapça ve Farsçaya karşı gösterdikleri karşı duruşu Batı kökenli kelimelere göstermiyorlar. Mesela İngilizce kelimelere karşı daha hoşgörülü, daha sıcak yaklaşıyorlar. Oysa Arapça ve Farsça kelimeler dilimizde bin yıl yaşadılar. Medeniyetimizin dili oldular. Onlarla kütüphaneler dolusu kitaplar oluşturduk. Şarkılarımızla, türkülerimizle evlerimizde misafir ettik. Atasözlerimize, deyimlerimize kadar girdiler. Şimdi onlara karşı acımasızca düşmanlık ederken Batı kökenlilere şirin görünmeye çalışıyoruz. Bu biraz ikiyüzlülük değil mi?
Çetinoğlu: Herhangi bir yazıda, bir önceki cümlede adı geçen Hasan’dan bahsedilirken kullanılan ‘O’ kelimesi büyük harf mi olmalı küçük harf mi?
Argunşah: Türk Dil Kurumunun Yazım Kılavuzu’na göre küçük harfli olmalıdır. İsim geçerken büyük harflidir, fakat ismi zamirle karşıladığımız zaman büyük harfe gerek yoktur. Bu kullanım büyük şahsiyetler için de geçerlidir. Tekrar ediyorum: Zamirler cümle başında değillerse küçük yazılırlar.
Çetinoğlu: Kimileri, uydurulmuş kelimeleri bolca kullanıyorlar: Esswap, mayhosh, smit (simit yerine), pascha, borekchi, sherbetchi, chımarıc, textil, chat kapy, Efendy, Turkche…. Bu tür kullanımların önlenmesi mümkün olabilir mi, nasıl?
Argunşah: Büyük Atatürk’ün deyimiyle “devletin bütün kurumlarıyla hassasiyeti” çözümü sağlayabilir. Şimdi sorumlu olan yalnız devlet değil. Atatürk zamanında radyo devletin elindeydi, yazılı basın da bu kadar yaygın ve duyarsız değildi. Nesillere millî hedefler gösteremezseniz onlar kendilerine gösterilen yanlış hedeflere doğru koşarlar. Türkiye’nin siyasi konularda olduğu gibi sosyal konularda da dil konusunda da yeni nesillere doğru hedefler gösterdiği kanaatinde değilim. Millî terbiye almamış nesiller kendilerini daha Batılı görme ve gösterme gayretindeler. Türkçe kelimelerin Batı kökenli gibi gösterilmesi bir köksüzlüğün dışa vurumudur. Bir özentinin yansımasıdır.
Bu isimleri daha çok iş yeri adlarında görüyoruz. İş yeri adlarına kim izin veriyor? Belediyeler. Türkçenin en kirli göründüğü yerler tabela ve vitrinlerdir, marka adlarıdır. Sokaklarımızı, caddelerimizi ya yabancı kökenli kelimeler ya da bozuk Türkçe kelimeler doldurdu. Buna dur deme yetkisi Belediyelerde. Maalesef, belediyeler bu konularda yeterince hassas değiller. Bu tür kullanımlara izin vermeyen belediyeler var tabii. Ama onlar azınlıkta. Türkçeyi korumak ve doğru kullanımını mecbur etmek için kanun gerekiyor. Kanunun çıkacağı yer ise TBMM. Millî Meclisimizde dil konusu tartışıldı, kanun tasarıları hazırlandı, ama bir türlü kanunlaşmadı. Meclistekiler de bu konunun önemini idrak edemediler. Belki kanun da bunu tam çözemeyebilir. Çözüm, millî hassasiyetle yetişmiş nesillerdir. Millî Eğitim Bakanlığımız, aileler, basın ve aydınlarımız hepsi birden Türkçeye sahip çıkarak bu ucube yazımın önüne geçebilirler.
Çetinoğlu: İnternet, ‘yeni nesil Türkçesi’ olarak adlandırılan acayip bir yazı dilinin oluşmasına sebebiyet verdi: ‘burası asq yuvası diil beni duyuyomusun’ ve benzeri cümleler yazılıyor. ‘Bu çarpıklıklar günün birinde sona erer…’ diye beklemeli miyiz, ‘Çâresi yok…’ deyip katlanmalı mıyız? Ne tavsiye edersiniz?
Argunşah: Haklısınız. İnternet bir taraftan dilin daha yaygın yazılmasını ve kullanılmasını sağlıyor, diğer taraftan da kötü kullanılmasıyla bozulmasını… Mesele yine eğitimde düğümleniyor, çözümü de orası. Fakat bu tür kullanımlara bence çok takılmamak lazım. Belli yaştaki nesiller böyle kullansalar da bir zaman sonra yaptıklarının yanlışlığını anlayıp doğrusuna dönüyorlar. Onlara dil bilinci vermek gerekir, yoksa klavyenin başındaki gençlerin dili nasıl kullandıklarını kontrol etmek mümkün değil. Bütün dünya İnternetteki dili kontrol etmek için çareler arıyor. Çare, eğitimdir. Millî kimliğine, diline, dinine, değerlerine duyarlı nesiller yetiştirmek.
(Prof. Dr. MUSTAFA ARGUNŞAH RÖPORTAJINDA BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU).