12.8 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1093

Yalancı Şahitlik

Yüce Dinimiz İslam’ın yasakladığı kötü davranışlardan biri de yalancı şahitlik yapmaktır. Bir Müslümanın menfaat temin etmek veya bir kimsenin hatırı için yalan söylemesi, yalancı şahitlik yaparak haklıyı haksız, haksızı da haklı çıkarması dinimizce haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır.

Yüce Allah, eş, dost ve akrabalarımıza duyduğumuz sevginin doğru konuşmaktanbizi alıkoymaması gerektiğini belirterek, sevdiklerimizin aleyhine bile olsa her durumda doğru şahitlik yapmayı emretmektedir.

Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ,4/135)

Bir başka ayet-i kerimedede sevmediğimiz hatta aramızda bir takım problemler bulunan kişiler hakkında bile adaletten ayrılmamamız, aleyhlerinde yalancı şahitlik yapmamamız emredilmektedir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Mâide,5/8)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de yalancı şahitlik üzerinde önemle durmuş, mü’minleri ısrarla yalancı şahitlikten sakındırarak yalancı şahitliğin basit bir olay olmadığını göstermiştir.

Öyle ki, Allah Resûlübu kötü davranışı büyük günahların arasında Allah’a şirk koşmakla birlikte zikrederek şöyle buyurmuştur: “Size büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” (Bunu üç kez tekrarladı) ‘Allah’a ortak koşmak, haksız yere insan öldürmek, ana-babaya asi olmak (yan tarafına yaslanmış iken doğruldu ve şöyle dedi) yalan yere şahitlik yapmak…’ ve bunu o kadar tekrarladı ki, Ashab: ‘Keşke sükût buyursalar’ dedi.”(Buharî, Şehadet,10; Müslim, İman, 143)

Yalancı şahitlik kul hakkını ihlal etmektir. Çünkü kişi, aleyhine yalancı şahitlik yaptığı kimseye kötülük etmiş olur. Onun hakkının çiğnenmesine, haklıyken haksız duruma düşmesine, maddî-manevî zarara uğramasına sebep olur.

Boş yere suçlanan, cezalandırılan ve mağdur edilen bir insan, kendini kötü hisseder; kalbi kin, nefret ve düşmanlık duygularıyla dolar. Yalancı şahitlik böylece insanlar arasında sevgi, saygı, güven ve itimadın sarsılmasına; toplumun birlik, beraberlik duygularının zayıflayarak huzurunun bozulmasına yol açar.

Yalancı şahitlik yapanlar, adaleti engelledikleri ve insanları zarara uğrattıkları için hiç kimse tarafından sevilip sayılmazlar. Kimse onlara artık inanmaz, doğru sözlerine bile güvenmez. Git gide toplumdan tecrit edilerek yalnızlaşırlar.

Yalancı şahitlik yapan bir kişi aslında en büyük kötülüğü kendine yapmış olmaktadır. Hem günah işlemek suretiyle Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış olur, hem de insanların sevgisinden, ilgi ve alakasından mahrum kalır.

Yalancı şahitliğin kefareti olmadığı gibi, yalnız tövbe etmekle de bunun vebalinden kurtulmak mümkün olmaz.

Çünkü bu, kul hakkına girmektedir. Bunun sorumluluğundan kurtulmak için Allah’a tövbe etmekle beraber, aleyhine yalancı şahitlik yaparak zarara uğrattığı kişiden helallik istemesi, onun gönlünü alması gerekmektedir.

Görüldüğü gibi yalancı şahitlik fert ve toplum açısından çok kötü sonuçlar doğurmaktadır. Öyleyse kendi aleyhine bu tür yalancı şahitliğin yapılmasından hoşlanmayan bir kimse, kendisi de başkalarına bu çirkin davranışı yapmamalıdır.

Olgun bir mü’min olmak bunu gerektirir. Nitekim Yüce Allah, mü’minleri yalan yere şahitlik etmeyen kimseler olarak övmektedir:“Onlar, yalan yere şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıklarında vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir.” (Furkan, 25/72)

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de,“Biz ancak bildiğimize şahitlik ettik (Yusuf, 12/81) buyurduğu gibi adaletin gerçekleşmesi ve hakkın korunması için kendimizin ve en yakınlarımızın zararına bile olsa daima doğruyu söylemeli ve yalancı şahitlikten sakınmalıyız.

Yeni Çekiç Güç; Füze Kalkanı

Gözü açık gitmiş Lawrence; “Bir Kürt devleti kurabilseydim Türkleri tarihten silecektim, başaramadım.”

36. paraleli hatırlayan var mı? Proto Kürdistan için çizilmiş hattı. Hatt-ı Kürdistan yoktur, hattı Washington vardır.

Çekiç Güç‘ü anımsayan var mı? Kuzey Irak‘a ne Saddam‘ı ne de Türkiye‘yi sokmama kalkanı idi. Kürdo – İsrael için Kürtçe bilen Amerikalı askerler.

Doğu ve Güneydoğu‘da askerlik yapmış bu neferin ya astsubay dövmüşlüğü ya da “tam PKK’lıları kıstırmışlık, bir telsiz geldi; bıraktık” demişliği vardır. Çekiç Güç’ten ne çektik!

İyi de Çekiç Güç’ü oraya Kemal Derviş gibi kim davet etti?

  • – Biz
  • – Çekiç Güç’ün altı ayda bir görev sürecini kim uzattı?
  • – Hükümetlerimiz

Nasrettin Hoca mı demiş, Nasrettin Hoca‘ya mı demişler; “madem düşeceğimi bildin, öleceğimi de bil.” Söylüyorum; Çekiç Güç düşmektir, Füze Kalkanı ölmektir.

Bindiği dalı kesme alışkanlığı olan insanların seçme ülkesidir Türkiyem. Siz İsrail‘le aşna – fişna yaparken Malatya Kürecik‘e ABD’nin Füze Savunma Sistemleri hart diye kondu. Sanki memleketimizde yeterince Amerikan Üssü yokmuş gibi.

İran‘a karşıymış da, İsrail‘le ilgisi yokmuş da; hepsi lâf ugüzaf.

•1) İran’a karşıysa niye Van ya da sınıra yakın bir yer seçilmedi?

•2) Malatya’ya daha önce Amerikan askerleri için genelev kurma talebi gelmiş

miydi?

•3) Eski Ermenistan (bkz. Sevr), yeni Kürdistan (bkz. CIA) haritalarına bakar

mısınız Malatya neresinde duruyor?

•4) Ordu nüfusuna kayıtlı ayarsız filmlerin yönetmeni Mustafa Altıoklar’ın Füze

Kalkanı’yla ne ilgisi var?

Çok. Bu Füze Kalkanı eski (bkz. Tarih) Vilâyet-i Sitte‘mizde[1] özerk / yarı bağımsız Kürdistan‘ın bekçiliğini yapacaktır. Bundan sonra orada askerî operasyon yapmak istediğinizde “bırakın” komutu oradan gelecektir. Memurunuzu, mühendisinizi, kurumlarınızı, yatırımlarınızı özerk yerel yönetimlere emanet edeceksiniz.

Ve Füze Kalkanı, adı üstünde rantın Kürtçülüğe aktığını görenlerin de Altıpat Mustafa gibi bir tarafını kaldıracak. Ne de olsa büyük (!) Kürdistan İran‘ı, Suriye‘yi, Türkiye‘yi, hatta İran‘ı kapsayacak. Paranın akışının dini imanı olmaz.

Fakat para insanların dini – imanı olur. Yunan işgalinde 1 asır önceki filimde olduğu gibi cinayetler, tecavüzler, katliamlar gırla gider; siz “mercimek tarlalarıma girdiler mi” diye sorar beklersiniz.

Hayır, henüz girmediler. Rahat olun; bol bol dizi ve yarışma programı seyredin, cep telefonundan sabah akşam facebook’a girin, borsada hisseleri takip edin, oturun kaldırımları ve yolları işgal eden geyik cafelerde ‘kapuçino‘ yudumlayın.

4 bin yıldır savaşlardan bıkmışsınız. Dedelerinizin Millî Mücadele ve Çanakkale hatıralarından bezmişiniz. Seçmişsiniz yüzyılda bir kendinize benzeyen arslan yeleli, o herkese haddini bildirir ve her şeyi idare eder, rahat olun siz.

Rahmetli (Ö. Lütfü Mete) derdi ki “Gülmekten öldürür beni bu ciddiyet”.

 


[1] TOKİ’nin yeni bir sitesi değildir. Yuvanızı başkaları yapacak.

Meğerse Kürtmüşüm

Bundan yaklaşık 5 yıl önce bir resim sergisinin açılışında kalabalık bir grupla sohbet ederken, bana yöneltilen ne olduğum sorusuna o günkü kızgınlığımla “ben bir Rumeli kürdüyüm” diye cevap vermiştim. Aslında vurgu yapmak istediğim husus, Türk milletinin asimilasyona karşı olan zafiyetini ortaya koymaktı. Bu ısrarımı biraz sürdürünce, beş dakika sonra soruyu soran kişi kendisinin de ” Rumeli kürdü” olabileceğini söyleyince, konuşmayı bitirip arkamı dönerek uzaklaşıp gittim. Ancak o zamandan bu yana bütün sohbetlerimde, yarın Balkanlar üzerinde bir kürt meselesinin gündeme getirilebileceğini söyleyip durdum. Herkes bana gülüp geçti.

Ancak ben Türk olan aslını unutup, Arnavutlaşan, Boşnaklaşan, Pomaklaşan, Goralı ve Torbeş diye kendini tanımlayan ve aslında Türk olup artık karşımızda Bulgar, Yunan, Makedon, Sırp, Hırvat olan o kadar çok insan biliyorum ki; mutlaka “ben Balkan kürdüyüm” diye de karşımıza çıkacak olanı bekliyordum.

Yanılmadım ve malum güç odakları “Balkan Yarımadasında Kürtler” diye uyduruk bir inceleme kitabını kafamıza kü(r)t! diye çarptılar. Aslında bu kitap, Balkanlarda kürt varlığını anlatmaya çalışırken bütün kürtlerin, Türk ve Turani bir kavim olduğunu ispatlamış. Eğer aksi olsa buradan ilan ediyorum: Ne kadar Balkan Türkü, Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak, Goralı, Bulgar, Yunan, Makedon, Sırp, Hırvat varsa hepsi kürttür…

Türk milleti, içinden “kürt” diye bir millet çıkarma çabası ile bölünmek istenmektedir. Bu gün kürt aşireti denilen, aşiretlerin neredeyse tamamı Türk aşiretidir. Ama bu kolay asimile olma belası yüzünden kendilerini farklı görme yanlışına düşmüşlerdir. Bunu sadece kendine Kürt diyen Türklerde değil Araplaşan, Arnavutlaşan, Boşnaklaşan, Bulgarlaşan, Makedonlaşan, Sırplaşan, Hırvatlaşan, Rumlaşan, Pomaklaşan, Goralılaşan vs. tüm Türklerde görmek mümkündür.

Bu saydığımız toplulukların; arkeolojik ve etnografik yapılarını, kültür, örf, adet ve sanatlarını inceleseniz hemen hepsinin ortak bir milletin çocukları olduğunu görürsünüz. İşte batının bu milleti yani Türkleri un ufak etme projesi burada devreye girer ve ortak kimliğin yani Türk isminin kullanılması, milletimizin içinde değişik ve farklı isimde topluluklar çıkarmak suretiyle engellenir. Aynı oyunun son perdesi de Türklerin en büyük kalesi olan, Türkiye Cumhuriyeti’nde de oynanmak üzere sahneye konulmuştur.

Son günlerdeki iddialar, Osmanlı – Türk İmparatorluğu döneminde, devletin hakim olduğu topraklarda büyük bir Türkleştirme politikası izlendiği yönündedir. Hatta kürtlerin ve diğer grupların Türkleştirildiği gibi sırp ve slav kökenlilerinde Türkleştirildiği konusunda televizyonda konuşan paraları peşin ödenmiş satılıklar vardır.

Yani birilerinin iddiasına göre Balkanlarda büyük bir kürt varlığı vardır kimine göre de Türk’üm diyenlerin çoğunluğu Slav ırkından gelen Sırplardır. Ey Balkan Türkleri soruma cevap verin: Kürtmüsünüz, Sırp mısınız ? Ve bu durum Osmanlı’ya özlem duyan ve “Yeni Osmanlıcılık” akımı peşinde koşanlar için büyük bir çelişkidir. Eğer Osmanlı, bir Türkleştirme politikası izlediyse, Türk karşıtlarının Osmanlı arzusu izah edilemez bir durumdur.

Ben bir Balkan Türküyüm. Anne tarafım Kuman Türklerindendir. Sarışın ve mavi gözlüyüzdür. Balkan topraklarına gelen Peçenek, Kıpçak, Çepni, Oğuz Türk boyları ile iç içe geçmişizdir. Şimdi birileri kalkmış Balkanlarda kürt varlığını ispat edeceğim diye Kuman Türklerini kürt yapmış, Balkan adının kürtçeden geldiğini söylemiş, Sarı Saltuk menkibelerinin kürt destanları olduğunu belirtmiş ve bütün Kuman Türklerinin aslında asimile olmuş kürtler olduğunu anlatmış. Balkanlara kürt geçişinin nedeni olarak da “kürt toplulukları yer ve yurt bulma endişesiyle hareket ederek hep batıya doğru yayıldılar. Balkan yarımadasına girişin amacı da orayı kendilerine vatan edinmekti”  diye belirtmişler. Ne yazık ki; daha da ileri giderek Balkanların insanlık tarihinin ilk yıllarından bu yana bir kürt vatanı olduğunu ilan etmişlerdir.

Şimdi böyle bir çalışma yapılmasını yani “Türk” diye bir milletin olmadığı ve kürt diye bir milletin olduğu ve Türk topraklarının aslında kürt vatanı olduğu veya bu başarılamazsa Türkler hakkında, Balkan Türkleri örneğinde olduğu gibi slav ırkından gelen bir sırp olduklarına dair uyduruk tezlerin seslendirilmesinin nedeni; şu an Silivri Cezaevi’nde tutuklu olan Albay Hasan Atilla Uğur’un 1999’daki hain Abdullah Öcalan’ın sorgusunu anlattığı kitapta, Öcalan’ın verdiği cevaptan anlıyoruz.

H. Atilla Uğur sorar “Sen Türkiye Cumhuriyeti ülkesinden toprak koparabileceğine gerçekten inandın mı?” Bölücübaşı cevap verir: “Asla benim böyle bir düşüncem ve idealim olmamıştır… Çünkü biz bütün Türkiye’ye talibiz…” Şimdi Balkanlarda kürt varlığını ispata kalktıklarına göre bundan anlıyoruz ki; bütün Türk Dünyasına talip olmayı düşünmeye başlamışlar.

Neremle güldüğümü yazarsam ayıp olur ama Türk milletinin zafiyetlerini de göz önünde tutarak, bu çalışmaları ciddi bulduğumu da ifade etmek isterim.

Eğer Türk milleti ve milletimizin değerli evlatları; soyumuza, sopumuza, kültürümüze, tarihimize ve inancımıza ilmi çalışmalarla ve bütün dünyanın kafasına vura vura sahip çıkmazsa, bu gülüp geçtiğimiz şeylerin ete kemiğe bürünüp gerçekleştiğini gelecek nesillerimiz görebilir.

Aslını terk etmişlerin varlığı bizim gözümüzü açması gereken en önemli delillerden biridir. Bakalım şimdi Balkan Türkleri, Balkan yarımadasındaki kürt varlığına ne diyecek? Benim ise cevabım şimdiden belli “Elhamdülillah Türkoğlu Türküm”…

Biraz Sempatik Olamaz Mısınız?

 

Uzun zamandır bir araştırma yapıyoruz. Osmanlı, Fransız, Belçika ve İngiliz arşivlerinden ve bu kaynaklara daha önce başvuran bazı değerli yazarların eserlerinden de yararlanıyoruz. Yakında sizlere sunulacak olan “DUVAN DE OTOMAN” isimli 16. Kitabımızda; Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez ve diğer bütün etnik gruplarla asırlardır bu topraklarda kardeşçe yaşadığımız ve birilerinin bu kardeşliği bozmak için asırlardır çalıştığı ve bizler bu topraklarda yaşadıkça asırlarca da çalışacakları anlatılmaktadır.

Bu arada, “Ayrılıkçı” olarak nitelenen, İspanya’da Katalanları ve İrlanda’da İrlandalıları da kendi topraklarında tanıdım. Onlarla dostluklarım oldu. Ülkelerinde ve dışarıda da onlarla beraber oldum. Şimdi düşünüyorum da bizimkilerden, bizim ayrıkçılardan çok farkları var.

Bir kere daha bilinçliler.. Ne istediklerini biliyorlar. Nerden geldiklerini biliyorlar. Ve çok önemli bir şey daha; en ateşlileri bile çok daha sempatikler. Mücadelelerini akılcı yapıyorlar. Taleplerini mantıklı olarak ileri sürüyorlar. Boş konuşmuyorlar, terbiyesizlik yapmıyorlar. 

Şimdi iki olay anlatacağım; Akbank tarafından Staj ve Lisan Eğitimi için İngiltere’ye Londra ve Cambridge’e gönderildiğim zaman; davaları ve hedefleri hakkında hiçbir fikrim bulunmayan, hatta onun bir Katalan olduğunu bile çok sonra öğrendiğim bir profesör arkadaşım vardı. Barselona dediği zaman ağzından bir kez daha Barselona çıkıyordu. O zamanlar pek anlayamamıştım. Yıllar sonra Barselona’ya yeniden gittiğim zaman orasının İspanya’nın özerk bölgelerinden bir ve en önemlisi olduğunu o zaman öğrendim. Ve orada ayrılıkçı bir grup; Katalanlar vardı.

Katalanları daha yakından tanıdıkça onlara sempatimiz de arttı. Bir kere en önemli unsur, “Kendi Bölgelerini Sonsuz Seviyor Olmalarıydı”  Gerçekten onlar için varsa yoksa Barselona idi. Ve bunu lafla değil icraatla yapıyorlardı; yıllar öncesinin merdiven altı cinsinden imalathanelerini büyük üretim tesislerine çevirmişlerdi. Dediler ki; “Burada Katalan Bölgesinde yaşayan işadamı ve sanayicileri kesseniz yatırımlarını gidip mesela Madrid’te yapmazlar. Başka bir bölgeye de yapmazlar. Barselona’yı canları gibi severler. Ve bu çalışkan, sempatik insanlar kendi bölgelerinin gelişmesine gerçekten büyük hizmet etmişler.

Diğer olayımız İngiltere’de geçiyordu. Cambridge’de; çok önemli bir toplantıya katılmıştım. Bu toplantıda Türk Büyükelçisi, eşi ve bazı diplomatlarla Cambridge Valisi ve Üst yöneticileri de vardı. Bu toplantıya katılan bir de çok önemli bir Lord vardı. Beni bu İngiliz’le tanıştırdılar.

Bu Lord, çok önemli bir şahsiyetmiş, çok tanınmış, çok saygın bir İngiliz Lordu imiş kendileri.   İşte beni bu Lord ile tanıştırdılar. Sevgili Lord hemen şöyle kasıldı, gerildi ve o heybetli haliyle bana hitaben;

  • – Ooo, are you Turkey? Dedi.. (Güya; Sen Türk müsün? Diye pekiştirecekmiş gibi benimle alay ediyor ve “Sen HİNDİ misin? Diyordu? Müstehzi bir edayla, küstah bir ifadeyle ifade ile ve aynı kelimeleri kullanarak, benimle alay ediyordu. Ortalıkta buz gibi bir hava esti. Onun jest ve mimiklerinden benimle alay etmek istediğini anlamıştım. Hemen cevabı yapıştırdım;
  • – No sir, I am not a Turkey, I am coming from Turkey. (yani ben hindi değilim sadece Türkiyeli bir Türküm diyordum.

Hemen anladı ve yüzündeki o alaycı ifade hemen değişti. Pişkinliğe vererek benim İngilizcemin çok iyi olduğunu söyledi.  Zira nüansı çabuk fark etmiş ve ona “Benimle Bir Türk’le Alay Etme Fırsatı” vermemiştim.  Hemen değişti kendine keldi.    

Ortalık önce buz gibi olmuştu. Orda bulunan  Cambridge Üniversitesi Atatürk Kürsüsü Başkanı Prof. Sinan Bayraktar ve eşi, Büyükelçimiz Rahmi Gümrükçüoğlu son derece rahatlamış, memnun olmuşlardı, hemen hepsi bir fırsatını bulup beni tebrik ettiler., Bu ara da bir İngiliz de bana yaklaştı ve hararetle tebrik etti. Harika bir cevap verdin ve bu pis Lord çok şok oldu.

  • – Senden hiç kimse bunu beklemiyordu, ama öyle muhteşem bir cevap verdin ki bizler ve diğer İngilizler, sizin Büyükelçi de çok mutlu oldu filan dedi.
  • – Teşekkür ettim.

Ama işin asıl önemli yanını hemen sonra öğrendim. Bu İngiliz, İrlandalı idi ve O Lord’u hiç mi hiç sevmiyordu. Benim cevabıma çok mutlu olmuşlardı. Kendilerinden başka herkesi küçük gören O Kendini Beğenmiş İngiliz’e öyle güzel bir cevap vermişim ki sormayın.

Evet bu İrlandalı beni çekti ve;

  • – Bak dedi, sana çok güzel bir şey öğreteceğim. Öğreteceğim ki bu kendini beğenmişlere bunu da söyle lütfen. Buna çok bozulacaklardır. Tamam mı?
  • – Tamam dedim lütfen anlatın şimdi. Ve İrlandalı anlattı.. Kısaca olay şu idi.

Bir büyük söz vardı, daha önce de duymuştum; derler ki;  “The sun never sets on the United

Kingdam”  Yani diyor du ki; “İngiliz İmparatorluğu Üzerinde Güneş Asla batmaz”  Yani; bu imparatorluk Doğudan Batıya O kadar Büyük bir İmparatorluktur ki her zaman gündüz olan bir toprakları vardır. Güneş asla tam olarak batmaz.  Evet gerçekten büyükmüş..

       Bak ama dedi neden böyledir biliyor musun?

  • – Biliyorum dedim. Hani İmparatorluk Büyük, Çok Büyük ya ondan.. Değil mi?
  • – Hayır dedi, hayır ondan değil. Bunlar öyle söylerler ama ondan değil
  • – Peki neden efendim?
  • – Bak dedi dikkatle dinle beni ve devam etti. ..
  • – The sun never sets on the United Kingdam, because, yes because The God NEVER TRUST them in darkness.
  • – Hemen anladım ve kahkahayı patlattım. Beni hararetle kutladı.

Çok ilginçti. Bakınız ne diyordu;

 Miş  

Burada biraz duruyor ve bizim ayrılıkçıları düşünüyorum. Yıllardır Doğu için alınan teşviklerle Batı’da tesis sahibi oldular. Antalya’da, Bodrum’da, Mersin’de; Akdeniz ve Ege’de, yüzlerce tesisin sahipleri “Güney Doğulu Zenginlerdir.”  Arada bir kendi yöresinde yatırım yapmak isteyen ve yapan da var. Onları takdirler karşılıyoruz. 

Bölgenin “Yaşam Seviyesinin Yükseltilmesi” edebiyatını yapıyorlar ama bu bölgede devlet ve özel sektörün bazı yatırımlarını engellemek için de her şeyi yapıyor, kendi yatırımlarını da bölge dışına kaçırıyorlar. İşte bu nedenle samimiyetlerine inanmak zor.

Bir de biraz daha sempatik olamazlar mı? Mesela; Gemlik Yürüyüşü gibi terör estirmek yerine, Gemlik’te Kürt Kültür ve Sanat Haftası adıyla; ya da Diyarbakır Kültür ve Sanat Gecesi adıyla kendi kültürel değerlerini sergileyemezler mi?

Bütün Anadolu gibi çok zengin kültürel değerlere sahipler ama onlarla sempati toplamak yerine Milletvekili Hüviyetine sığınarak Polis Tokatlamayı yeğliyorlar. Bu ne küstahlıktır? Bu fotoğraf kendi sempatizanları nezdinde bile tepki çekmiştir. Öyle kabadayılıkla, küstahlıkla sempati toplayamazlar, davalarına da ihanet etmiş olurlar.

Bir kere fert olarak da iyi bir fotoğraf vermiyorlar, öyle asık suratlarla hain bakışlarla davaya hizmet edemezler. Dua etsinler ki; Selahattin Demirtaş gibi, her şeye rağmen güler yüzlü bir fotoğraf veren güler yüzlü bir liderleri var da biraz olsun durumu kurtarıyor.  Ne terörle, ne kavgayla, ne de polis tokatlamakla davaya hizmet edilmez. Tam da tersine antipati kazanırsınız.

Bir kere sevgi göstermek gerek.. Bölgesini, Ülkesini, İnsanını sevmek gerekir.  Sevgiye inanmak gerekir. Bizim de Kürt, arkadaşlarımız, akrabalarımız, can ciğer dostlarımız var.  Örnek olarak Mir Veli ÖZDEMİR Bey var, Asil bir Kürt Beyi, Milli Mücadele kahramanı, Atatürk adına onun talimatı ile Yozgat isyanını bastırmak üzere gidebilen tek güç. Bizim aile büyüğümüz. Ayrıca dostlarımız var; Kürt Cemal Erdoğan, Hasan Bozdoğan ve başkaları bizim canlarımız, dün de bu gün de can ciğer dostlarımız. Biz de yıllarca oralarda o bölgelerde bulunduk, görev yaptık, dostlarımız oldu.

Dostlukları gördük.  Ama densizlik görmedik. Terbiyesizlik görmedik.  Bu densizlikler önce kendi davalarına ihanet demektir.  

Ana Dilde Eğitim demiş tutturmuş gidiyorlar. Ve biliniz ki yıllar önce, 1990’larda bunu bazı İlkokullarda Devlete rağmen gizlice yaptılar, yaptırdılar. Ve ne oldu biliyor musunuz? Yüzlerce genç Kürtçe İlk Okuldan sonra İl Merkezlerinde Orta Öğretime devam edemediler. Zira Orta Öğretim Kürtçe değildi.  Devletin Resmi okulunda ve Türkçe idi. Birkaç hafta bocalayan bu çocuklar kaçtılar, belki binde biri orta okula devam edebildi. Ama diğerleri büyük şehirlerde hamallık vb. işlerde çalışmak zorunda kaldılar,  ya da daha kestirmeden ve çaresizlik içinde kendilerine daha iyi imkanlar sağlayan terör örgütüne gittiler.

Ana Dilde eğitim olacaksa, Üniversiteye kadar devam edebilecekse ne ala, aksi halde ilk okuldaki o şuursuzluk sonucu  -eğer bilerek yapmadınızsa- o çocuklara yazık olmuştur. Çok yazık olmuştur.  Bir bakıma onların katili sayılırsınız. Onların içinden de Ali Babacan’lar çıkabilirdi. Yazık!

Herkes ne istediğini açıkça söylemeli ve bu tartışılabilmelidir.

Şiddet yerine sempati ile davayı açık ve net olarak ortaya koyup savunmak ve tartışmakla bir yere varabilirsiniz. Aslında varabileceğiniz hiç bir yer de yoktur.

Gelin kardeşçe yaşamaya devam edelim. Bunu ciddi ciddi düşünemez misiniz?  O zaman sabredin ve “DUVAN DE OTOMAN” ı okuyunuz lütfen.    

Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.   

Hac ve Düşündürdükleri – 1

Merhumeye Allah(cc)dan rahmet,
Başbakanımız sn. Recep Tayyip ERDOĞAN’ ve aile efradına başsağlığı diler
Sabrı cemil niyaz ederim.
Mekânı cennet
Derecesi âli olsun
Dönelim konumuza,
Hac:: Maddi durumu müsait olanlara ömürlerinde bir sefer farzdır
Birden fazla yapılması ise sünnettir.
Peygamber (sav) efendimiz de peygamberliği müddetince bir sefer hac yapmıştır
Meşhur veda hutbesini de bu esnada okumuştur
Allah (cc) tüm Müslümanlara bilinçli bir şekilde hac yapmayı nasip etsin
Hacda, namaz, oruç gibidir.
Yaşın ilerlemesi ya da emeklilikle ilgisi yoktur.
Tutarım tutamam diye bir meselede söz konusu olamaz.
Farz olunca gerçekleştirilmesi gerekir.
Gelelim haccın bir Müslüman için ne mana ifade ettiğine
İhram: Neden beyaz?
Beyaz renk
Beyaz tüm renkleri yansıtır.
Renk halkasını hızlı bir şekilde çevirdiğiniz zaman tüm renkler beyaza dönüşür.
İhram dünyevi konumu itibarıyla sade vatandaşından devlet başkanına kadar tüm makam ve mevki sahibi insanları aynı renk altında birleştirir.
Hac yapan herkes ihrama girmek mecburiyetindedir.
İhramsız hac olmaz
Hiç kimseye ayrıcalık tanınmaz.
Dünyada mutlak eşitliğin sağlandığı tek yerdir.
Doğal sit alanıdır.
Doğallığın simgesidir.
Hiçbir canlı öldürülemez.
Ağaç ve bitki türünden hiçbir yeşillik koparılıp kesilemez.
Kıl, tüy ve saç kesilip koparılamaz.
Kabe’nin örtüsü: Neden siyah?
Siyah renk
Bütün renkleri içerisine çeker yutar.
Bütün renkler yoktur
Tek renk hâkimdir.
Tek renk vardır. O’da siyahtır.
Her şey yok olacaktır.
Yok, olmayacak tek varlık vardır.
O’da Allah(cc) tır.
Tavaf: Neden yedi
Kâbe’nin etrafında dönmektir.
Bir kez dönmeye şavt, yedi kez dönmeye tavaf denir
Dönmeyen hiçbir şey yoktur.
Dünya döner.
Güneş, ay, yıldızlar, gezegenler
Samanyolu, galaksi hulasa bütün evren döner.
Dönme olayı tavaftır.
Neden yedi?
Yedi sayısı literatürümüze yerleşmiş bir sayıdır.
Yediden yetmişe
Altıdan atmışa denmez.
Yedi kat gök, yedi kat yer.
Yusuf (as)ın melikin rüyasını tabirinde
Yedi sene kıtlık yedi sene bolluk
Ayrıca nefsin yedi kademesi vardır.
Musevilerin yedi kollu şamdanı
Cehennemim tabakası da yedidir
Yedi tane ana renk vardır
Bu kadar teferruat neden yedi sorusu için yeterli cevap olsa gerek.
Say: Safa ve Merve tepeleri arasında dört gidiş üç gelişten ibarettir.
Allah(cc)ın Hz Hacer’e verdiği görev yâda yüklediği misyondur.Hz Hacer zenci ve köledir.
Allah (cc) bütün görevlerin asil ve soylu olanlarda toplanmasını istemiyor.
Eğer öyle olsaydı
Bu görevi bir kraliçeye verir.
O’nun adını kıyamete kadar yaşatırdı.
Say; bebek yaştaki Hz İsmail’in su ihtiyacından dolayı
Ana yüreğiyle Hz Hacer’in sağa sola koşuşturmadır.
Bir anne, bir yavru ve ıssız bir ortam
Hikmeti hüda!
 
                                                                                 Devam edecek

Manevi Emperyalizm

Derler ki “kaleler dıştan değil, ekseriya içten yıkılır” bu sözler her yerde her zaman doğrudur. Gerçekten tarih sayfaları dış istilalardan dış zorlamalardan çok, bu istilaları ve zorlayışları hazırlayan dahili kargaşalar, isyanlar, içtimai sarsıntılarla doludur. Osmanlı İmparatorluğu hep bu iç kargaşa isyanlar neticesinde yıkılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu istikrarlı, devamlı sağlam bir iç bünyeden mahrumdur.

Muhtelif, ırk, dil dinden olan halk yığınları aynı padişahın aynı kanunların idaresi altında asırlarca yan yana yaşadılar. Fakat birbirleriyle kaynaşamadılar. Bilakis kendi içlerine kapandılar millet ve milliyetlerine sımsıkı sarıldılar. İlk fırsatta mensup oldukları siyasi birliğe isyan ederek hür ve müstakil milletler haline geldiler. Bütün bunlar bize şunu gösteriyor ki milletler kılınç kuvvetiyle, silah kuvvetiyle zorla yok edilemezler. Milletleri ayakta tutan onları birbiriyle kaynaştıran manevi kıymetlere dediğimiz müşterek duygu ve kıymetleri yaratan amillerin başında şüphesiz milli kültür gelir.

Birinci Dünya Harbinin sonunda Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edilmiş, bizden olmayanlar milli sınırlarımız dışında bırakılmıştır. Büyük harpten bu yana milletimizin giriştiği her hareketi şu tek bir kelime ile milli kelimesiyle hülasa edebiliriz.

Milli misak, milli mücadele, milli tarih, milli dil, milli edebiyat kısaca milli kültür. Bu her sahada millileşme kendine gelme kendine dönme hareketinin yanında bir yerde batıya dönme, batılılaşma hareketi zaruri olarak kendisini gösterdi. 

Geri kalmıştık, Avrupalılaşmak lazımdı. Bunun için Avrupa’dan ilim, teknik metot alacaktık. Çünkü bunların milleti, milliyeti vatanı yoktu. Bütün beşeriyetin malıydı. Maalesef böyle olmadı. Siyasi müstevlilere karşı sımsıkı kapadığımız kapıları manevi emperyalistler, kültür istismarcılarına karşı arkasına kadar müsamahasızca açtık şaşırdık. Kendimizden geçtik, eskiden çöllerden gelen fellahın önünde eğildikse şimdi de Avrupa’dan gelen her nursuzun önünde öylece eğildik.  

Eskiden bir tane, “kavmi necibimiz” vardı. Şimdi bunu birkaç düzineye çıkardık. Düşman Çanakkale’yi geçemedi. Fakat başka kanallardan, başka yollardan sessizce pekala geçmesini bildi.  

Beyoğlu’na çıkıyorum Beyoğlu’ndan Kasımpaşa’ya doğru birbirine kucak açan evlerin arasında dar sokaklardan geçiyorum. Bir ses ” I Love you” kulaklarımı tırmalıyor. Bu çok önceden tanıdığım bakkal Ali’nin kızının sesi irkiliyorum. Sağıma bakıyorum cami, soluma bakıyorum, talimhane birde bu şehre Rize’nin köylerinden gelen Ali’nin kızına bakıyorum.

Bir daha irkiliyor bir daha düşünüyorum. Yabancı kültür, yabancı zevk ve türküler ta buralara arka sokaklara kadar yayılmış.

Bu gelen düşmandır. Bu sefer topu ile tüfeğiyle gelmiyor. Elinde renkli ucuz propaganda dergileri var üstün kültür, ileri fikir güzel oyuncaklarıyla geliyor. Bu geliş öyle bir geliştir ki hiç geri dönmemesiye bu giriş öyle bir giriştir ki bir daha çıkmamasıya giriyor.

Beyoğlu’ndan Taksime doğru yürüyünüz kitapçı dükkânlarının önünde durunuz Türkçe kitaplardan çok yabancı kitaplar, yabancı dergiler işin daha kötüsü yabancıların çıkardığı Türkçe dergiler.

Bir milleti temsil etmenin onu içten sessizce ustaca fethetmenin kafalara gönüllere yerleşmenin en güzel en kolay yolları.   

Anadolu bozkırının ortasında milli mücadelenin, milli destanların şehri Ankara’nın herhangi bir caddesinin “kitabı mukaddes” şirketinin bedava kitaplar dağıtıldığı Beyoğlu Caddelerine dönsün ister misiniz?   

Türkiye’de solcular ve sosyalist geçinenler Rus havyarı yiyip, İngiliz viskisi içerek Amerikan musikisi ile dans edip gençlerimize sosyalist nutuklar atarlardı.            

Radyolarınızı, televizyonlarınızı açtığınızda hemen çılgın ve zevksiz Avrupa’nın musikisinin istilasına uğrarsınız. Gençler çıldırmışçasına yırtınışlar, haykırışlar, tepinişlerle etrafı gürültü kirliliğine boğarlar.            

Bizce ileri geri eski yeni diye bir şey yoktur. İyi, kötü faydalı, faydasız vardır. Bir ses fikir bir hareket vatan denilen varlığı, millet denilen birliği parçalıyor, yıkıyor, bozuyorsa o fikir, o ses, o hareket bizden değildir. Milli değildir.            

Biz Türk Milleti, Türk Gençleri aşınmış vicdanların gür sesleri bu türlü zevk ve ses aristokratlarını susturacağız. Bu topraklar üzerinde ve bu millet için de hakkın ve halkın sesini hakim kılacağız.            

Mehmetçik vatan sınırlarını yabancı istilalara, siyasi emperyalizme karşı nasıl müdafaa ediyorsa bizde kafalarımızı, gönüllerimizi, fikirlerimizi seferber edip milli kültür sınırlarına bir Mehmetçik gibi dikileceğiz. Manevi emperyalizme bütün varlığımızla karşı koyacağız. Ülkeler ve asırlar dolusu eserler bırakan bir millet yok edilemez. Asla buna müsaade etmeyeceğiz.  

Türküz, Türk doğduk, Türk kalacağız.    

 

                    

 

 

 

Laiklik Tiplemesi Üzerine Bir Derkenar

0

1990 sonrası dünya, yeni bir insan ve iktidar tipine şahitlik etmektedir. İdeolojiler itibarını yitirince, liberal-kapitalist sistemle-dinin izdivacından oluşan yeni bir bakış açısı teşekkül etmeye başlamıştır. Bu algıya uygun olarak üretilen insan ve iktidar tipi, dindar görünür fakat dindar değildir. Dindar görünmenin yararlı olduğuna inandığı için öyle görünür. Seçkinci ve tekelci olduğu için milletten yana değildir. Çünkü sermayenin belli ellerde toplanmasını ve malın seçkinlerin arasında dolaşmasını benimser. Özgürlükçü değil, tek-tipçi ve otoriterdir. Aşırı biçimde şekilci ve genellemecidir. Felsefî inceliği ve estetik zevki yoktur.

Ne Söylersen Gider, Ne Üretirsen Müşterisi Bulunur: Kapitalist kültürel zihniyetin çoğullaşmış mantığıyla olaylara bakan bu kesim, her şeyi ‘tipler’ ve tüketim kültürünün gereği olan ‘verimlilik’ açısından değerlendirir. Laikliği, çarpık ve felsefî temelden yoksun bir karşılaştırma üzerinden anlatan bir yandaş ‘Burası Türkiye’dir, dönem bizim dönemdir, ne söylersek gider ne üretirsek müşterisi bulunur.’ mantığıyla ‘Atatürk tipi’ ve ‘Tayyip tipi’ laiklikten bahsetmektedir. Meseleyi böyle bir kıyasla açıklama yönteminin tercih edilmesinin birçok sebebi var. Bunların her birisi ayrı bir yazı konusudur. Şimdilik bunu geçiyorum. Üzerinde durmak istediğim temel önerme şudur: ‘Eğer Atatürk tipi laiklikten rahatsız iseniz, buyurun size Tayyip tipi laiklik.’

XIX. Yüzyılın olgucu temalarıyla inşa edilen laiklik günümüzde eleştirilmekte ve yeni görüşler ileri sürülmektedir. Bu konuda önemli bir kaynak oluşmuş durumdadır. Böyle bir kıyas ve tipleme üzerinden laiklik anlatımı bu kaynaklarda bulunmaz. Mademki yapılan kıyasın ve tiplemenin felsefî bir değeri yoktur, o zaman bir öneri de biz yapalım: Tayyip tipi laiklik, çok sert ve haşin bir laiklik olur. Bu nedenle ben, Bülent tipi bir laiklik öneriyorum. Yeri gelince ağlasın, yeri gelince gülsün. Bazen şarkı söylesin, bazen ‘taşı gediğine koyarak’ keyiflensin. Eğer bu fazla ‘komik ve hüzünlü’ oldu ise Mehdi tipi laiklik olsun. Hem eker hem biçer hem de Kürtçe türkü söyler. Buğdaylar kelle verir, danalar zıplar, Kandil neşelenir.

Eğer insan tipleri üzerinden laiklik anlatımı sıkıcı geldi ise kapitalist mantığın ürettiği tüketim kültürüne tutulmuş İslâm görüntülü kapitalistlere ‘araba tipi bir laiklik’ önerisinde bulunalım. BMC tipi bir laiklik tam bize göre olur. Yokuşların ustası, düz yolların hastası bir laiklik hem bizi hem de bütün Arap dünyasını kurtarır. Eğer bu olmadıysa ‘inişte öten, yokuşa tırmanırken fısıldayan’ bir Volvo tipi olsun. Gürültümüzü ve sesimizi bu tiplemeyle bütün dünyaya duyururuz. Bir gece yarısı Sur’a üfürüp, bütün milleti ‘soğuk suların başında birlikte yürümeye’ davet ederiz. Görüldüğü üzere birçok seçenek var. Fakat uluslararası güç mücadelesi ve siyasî iktidarın aracı rolü açısından stratejik tiplemeye en uygun laiklik önerimiz şudur: ‘ABD vurup öldürünce maşallah, Beşşar öldürünce kahrolsun!’ diyen biraz Müslüman, biraz liberal, biraz Hıristiyan, biraz muhafazakâr, biraz sosyalist, biraz milliyetçi karışımından oluşan bir laiklik tipi iyi gider. Bizi bölgenin, hatta dünyanın büyük bir gücü yapar!

Laiklik, Entellektüel ve Siyasî Modernliğe Girişin Adıdır: Laiklik farklı anlayış ve yorumlara, bilgi sistemlerine ve geleneklere bağlı olan insanların bir arada yaşamasını sağlayan siyasî bir yöntem; birbirine karşı hoşgörülü olmayı içeren ahlakî bir ilkedir. Entelektüel modernliğe girişin adıdır. Laik devlet, dini, siyasî meşruiyet ve kamusal kuralların kaynağı olarak görmez. Bununla birlikte bireyin inanç, tutum ve davranışlarına kaynaklık eden dinlere karşı bir tutum da geliştirmez. Laiklik düşünce ve inanç özgürlüğünü, birey olmayı, başkalarının inanma ve inandığını yaşama hakkını güvence altına alan esastır. Bu esas üzerine kurulan siyasî kültür, devlet-toplum birlikteliğini sağlar; birlikte yaşama kültürünü üretir.

Laiklik, bilimsel bilgiyi devlet politikasının temeline yerleştirir. Dini, bilginin konusu yapar. Dinî öğretimin yerini mektep olarak görür. Laiklik, dini ve dinî bilgiyi dışlayan bir sistem değildir. Tam aksine ferdî ve içtimaî alanda, dinin ve bir din mensubunun nasıl bir yere ve işleve sahip olduğunu bilerek gerekli ortamın sağlanmasını ve korunmasını amaçlar. Dolayısıyla laik devlet, bireye ve topluma belirli bir inanç ve kültür dayatamaz. Fakat ferdin inanç hakkı ve özgürlüğünü kullanması için bireyin ve toplumun inançlarını yaşamasına imkân sağlar. Bu nedenle devletin herhangi bir kurumu mezhep ve meşrep adına faaliyette bulunamaz.

Laiklik Ruhanî Otoriteye ve Kâhinliğe Karşı Direnişi İfade Eder: Din ve dine inanmak, onun manevî ve ahlakî dünyasında eğitilmek yerine, inandırılmanın ve denetlenmenin siyasî ve iktisadî aracı olarak kullanılmaz. Dinle iktidar arasında aslî bir bağ olduğunu ileri sürerek doğrudan Tanrı’yı temsil etme şeklinde adlandırılan dinî ideoloji / ruhbanlık / klerikalizm meşru görülemez. Kaldı ki bu, İslâm’ın temel amacına da aykırıdır. İslâm’a göre insanın varlık içindeki yeri Allah’ı temsil etme değil, hayatın diyalektiği içinde ahlakî temellere dayanan bir hayat biçimini gerçekleştirmektir. Dolayısıyla laik devlet, politik mantığa uyarlanmış ve kullanıma sunulmuş din anlayışına taraf olamaz ve destekleyemez. Çünkü politik menfaatlerin yaygın ve üretken yapısı içinde politik varoluşu gerçekleştirmek için kullanılan din, sahte kutsallıklar üretir. Hurafeden ve kehanetten beslenir. Nihaî anlamda ‘ruhanî otoriter sistemi’, milletin başına bela eder.

Politik ikbale bulaştırılan din, politikanın değişken ve faydacı dili içinde nefretin objesi haline gelir. Dolayısıyla ister din adına isterse din karşıtlığı adına olsun laik devlet dini, dinî değer ve simgeleri aşağılamayı meşru göremez. Laik devlette din, özel bir sınıfa hasredilemez. Herhangi bir dinî-siyasî hareket, dini temsil etme iddiası içine giremez. Dini doğrudan ve dolaylı olarak güç perspektifi oluşturmak için kullanamaz. Bu yöntemle devletin kurumlarında, diğer bireylerden ayrıcalıklı bir konumda etkili ve belirleyici olmasına izin verilemez. Laik devlet, farklı dinî inanç mensuplarının ihtiyaçlarına cevap verir. Fakat dini farklılıkları politik bir değer olarak sunamaz ve özgürlüğü dinî farklılıkların mantığıyla açıklayamaz. Böyle bir anlayış ne politik bir değerdir ne de özgürlüğün göstergesidir. Özgürlük, ortak insanî değerlerin gereğidir. Hiçbir dinî-siyasî harekete imtiyaz sağlanamaz. Çünkü böyle bir imtiyaz, toplumu böler. Farklı din anlayışına sahip kişiler, dinî inançlarını özgürce yaşayabilirler. Fakat kamu alanını kendi etkinlikleri altına alma ve belirleme çabası içine giremezler. Bireyin ve toplumun çağın gereklerine uygun eğitilmesi ve yetiştirilmesi devletin aslî görevleri arasındadır. Bu durumda, toplumun sağlıklı dinî bilgiye sahip olması ve dinî hayatını sağlıklı sürdürebilmesi için vatandaşlar, din öğretimi hakkına sahiptirler. Laik devlet, bunu yerine getirmek durumundadır. 

 

Hanımlar, Erkekler ve Spor

Türkiye Futbol Federasyonu Yönetim Kurulu’nca, hanımlarımızın stadyumlara ilgisini çekmek ve futbol maçlarını seyretmelerini özendirmek kararlaştırılmıştır.

Karar, kamuoyunca beğeniyle karşılanmıştır. Benzeri bir girişim, cumhuriyet döneminin ilk yıllarında gene uygulanmıştı. Konu ile ilgili eski bir yazımı (Haziran 2008) hatırlatmak amacıyla bir kez daha yayınlıyorum.

Hanımlarımıza, cumhuriyetimizin kendilerine yasalarla kazandırdığı haklardan yararlanamadıkları çok sık dile getirilir. Bu konuda çok yazılır, çizilir ve söylenilir.

Türk kadınının iş hayatında, politikada ve eğitimde arzu edilen seviyeye günümüzde de ulaşamadığı haklı olarak ileri sürülür.

Bugünkü yazımda, bayanlarımızın spor konusundaki aşamalarına ve başarılarına ait bazı olayları nakletmek istiyorum.

1924 yılında bir dostluk yemeğinde Fenerbahçe Spor Külübü Başkanı Nasuhi Baydur Bey, Galatasaray Kulübü Başkanı Ahmet Fetgeri Bey, Beşiktaş Jimnastik Kulübü Başkanı Yusuf Ziya Öniş Bey bir konuda anlaşırlar; ” maçlara hanımlar bedava girsinler ” derler. Teklif çok olumlu karşılanır.

O tarihte de futbol karşılaşmaları büyük ilgi görmektedir. Maçlar Taksim Stadında ( Taksim stadı artık yoktur. Yeri Taksim gezisinin olduğu yerde idi ) oynanmaktadır.Taksim Stadı Müdürü Menazırzade Abdülaziz Bey’e durum anlatılır. O da çok mutlu olur. Çalışmaları hemen başlatır. Stadın kapısına “Hanımlara Bedava” ilânı asılır. Menazırzade Abdülaziz Bey ayrıca ön sıralara hanımlar için özel koltuklar dizdirir.

Bu öncü yaklaşım, bazı gelişmelerin başlangıcı ve hanımlar için spora açılan pencerelerden biri olur. Bayanlar artık spor seyircisi statüsünden sporculuğa geçmeye başlamışlardır. Bu akımın ilk temsilcileri kulüp yöneticilerinin ve lisanslı sporcuların yakınları olur. Ancak girişim giderek destek görür sporcu kızlarımızın sayısı giderek artar.

İlk bayan atletler Nermin Tahsin, Emine Abdullah ve Neriman Muhittin atletizmde görünürler. Denizde kürekçi bayanlar Vecihe, Şerefnur, Leyla hanımları yüzmede Candan, Leyla hanımlar izler.

Bayan sporcularımız yıllar geçtikçe çoğaldılar ve pek çok başarıların sahibi oldular. Bazıları o kadar başarılı oldu ki erkek sporcularla bile boy ölçüşür duruma geldiler.

Buna bir örnek vermek gerekirse 1929 İstanbul Voleybol Şampiyonu Fenerbahçe Erkek Voleybol Takımı’nda yer alan kız sporcunun üstün başarısını anımsamak gerekir.

Yüksek Mühendis Sabiha Gürayman resmî bir şampiyonada oynayan bir erkek takımında yer alan tek bayan voleybolcu olmuştur. Bayan Gürayman mühendis mektebindeki erkek sporcu arkadaşlarıyla birlikte taraftarı olduğu Fenerbahçe Spor Kulübü Erkek Voleybol Takımı’nın bütün maçlarında yer almış ve şampiyonlukta önemli pay sahibi olmuştur.

Cumhuriyet döneminde, azımsanmayacak gelişmeler, aşamalar gösteren ve otuzu aşkın spor dalında yarışan binlerce sporcu genç kızımız erkek sporcularımızın yanındaki yerlerini almışlardır.

Günümüzde de sporcu bayanlarımız artık uluslararası yarışmalarda da pek çok madalyalar kazanmaktadırlar. Hiç şüphe yok ki gelecekte daha büyük başarılara ulaşacaklardır. 

Çelişkiler ve Sorular

Terör örgütü PKK’nın mahkûm lideri hakkında konuşurken, “Sayın Öcalan” diye hitap ettiği için, “Terör örgütünün propagandasını yapmak” suçundan çok sayıda kişi yargılandı, bir kısım yargılama da devam ediyor.

SORU 1- Kanunlar yürürlükte olduğu ve değişmediği halde “Sayın Öcalan’ın özgürlük yolu açılmalıdır” diyen BDP yetkilileri ve teröristbaşını aynı sıfatla anan AKP milletvekili hakkında kamu davası açılmaması hukuk devletinde nasıl izah edilebilir? “Aynı suçu işlediği halde” bazı kişilere dava açılırken, bazılarına neden açılmaz?

PKK ile “devlet adına” resmi görüşme yürüten MİT Müsteşarının da “Sayın Öcalan” ibaresini kullanması “eylemin vasıf ve mahiyeti” itibariyle aynı suçun işlenmiş olması anlamına gelir mi?

******

‘İşlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan dolayı bir kişiyi alenen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır‘ hükmünü düzenleyen TCK’nın 215′inci maddesi halen yürürlükte.

Taraf Gazetesi yazarı Ahmet Altan’a PKK’nın Kandil’deki lideri Karayılan’ın gönderdiği mektup tam bir propaganda örneği.

Bu mektubu yayımlayan Ahmet Altan’ın PKK’yı tanımlaması şöyle: “PKK Kürtlerin efsane örgütü, bu mücadelede büyük can kayıpları yaşamış ve Kürtlerin Türkler karşısında tek güvencesi haline gelmiş.”

Karayılan mektubunda terör örgütü mensuplarınıhaksızlık ve katliamlarla yüz yüze kalmış bir halkın özgürlük savaşçıları” olarak tanıtıyor; ölen PKK’lılar için “yirmibin militan gencini şehit vermiş” ibarelerini kullanıyor; Türkiye Cumhuriyeti Devletini “sömürgeci devlet” olarak niteliyor. Terör örgütünü ve eylemlerini alenen övüyor.

SORU 2- Bu mektubun tamamının yayımlanması yukarıdaki TCK 215 maddesi kapsamına girer mi?

*******

Habur yargılaması sonucu PKK terör örgütü mensubu olduklarını gizlemeyen, “önderin” talimatıyla geldiklerini ve mesajını getirdiklerini söyleyen militanlar da serbest bırakılmıştı. Oysaki Terörle Mücadele Kanunu m.2 ye göre amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudurhükmü yürürlükte idi.

Hani Anayasamızın “Kanun Önünde Eşitlik ” başlığını taşıyan 10’uncu maddesi şöyle değil miydi?

“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar“.

SORU 3- Herkesin kanun önünde eşit olduğu ilkesi herkese uygulanamaz mı? Uygulanmıyor ise Yeni Anayasa’yı yaparken bu maddeyi çıkarmak mı gerekir?

******

Türk Ceza Kanunu m.125 te hakaret suçu tarif edilmiş: “Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldırmak…”

SORU 4- Hükümetimiz ve onun başı olan Başbakan’ın terör örgütü ile yan yana, birlikte hareket ettiği, işbirliği içinde olduğunu iddia etmek O’nun kamuoyu nezdinde itibarını düşürmek, şeref ve saygınlığını rencide etmek ve kişilik haklarına saldırı teşkil eder mi?

Eğer ediyorsa mesela Nazlı Ilıcak’ın şu ifadeleri TCK m. 125 teki hakaret suçu (BDP ve Hükümet açısından) kapsamına girer mi?

“Ama zaten, PKK’nın, BDP’nin üzerindeki hâkim güç olduğunu bilmiyor muyuz? Devletimiz, PKK temsilcileriyle görüşüp, teröre çözüm aramıyor mu? PKK istesek de istemesek de bir olgu ve BDP onun sayesinde var.”

“Türkiye’de mücadeleyi silahlı güç başlattı; siyaset sonra geldi. BDP, PKK karşısında bu yüzden etkisiz kalıyor. “PKK ile arana mesafe koy” talebini de, yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı gerçekçi karşılamadığım gibi, sorunun çözülmesini zorlaştıracak mahiyette görüyorum.”

“Zaten sormazlar mı adama: Madem öyle… Devlet neden PKK ile arasına mesafe koymuyor?”

“PKK-MİT müzakereleri bir noktaya kadar geldi. Tıkanmasının sebebi, Öcalan’ın hükümetten bir jest beklemesi.”

“Hükümet, ‘Devlet, örgütle karşı karşıya, aynı masada oturamaz’ tabusunu yıktı… Bunu BDP’liler de kabul ediyor. Müzakereler mutlaka yeniden başlamalı. Ama sonuç almak hedefine yönelmeliyiz.” (SABAH 5 Ekim 2011)

Sadece Nazlı Ilıcak değil, çok sayıda yazar benzer iddiaları ifade eden cümleler kullanıyor.  Yani Hükümetin ve Başbakanın PKK terör örgütü liderleri ile bir arada çözüm üretmeye çalıştığını, bir başka ifadeyle işbirliği içinde olduğunu söylüyor. Daha da ötesi Başbakan’ın ve AKP’nin BDP hakkında en önemli suçlaması olan “PKK ile arasına mesafe koymuyor” suçlamasını “devlet neden PKK ile arasına mesafe koymuyor?” diyerek cevaplıyor. Bu sözler hükümeti, devleti yöneten kişileri, BDP‘yi yönetenlerle benzer davranışta olmakla suçlama anlamına gelir mi?

Bu ve buna benzer yazıları Başbakan, “kişilik haklarına saldırı kastıyla fevkalade ağır, katlanılması ve tahammülü gayrı kabil hakaret” olarak kabul eder mi bilemiyorum. Kendisine karşı hakaret suçu işlendiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunup bulunmayacağını, hatta bu yazılar hakkında manevi tazminat talepli dava açıp açmayacağını merak ediyorum.

NOT: Annesini ebedi âleme uğurlayan Sayın Başbakanın cenaze namazı ve sonrası hal ve tavırlarını fevkalade insani ve sıcak buldum. Kendisine, yakınlarına sabır ve başsağlığı, merhumeye Allah’tan rahmet diliyorum.

 

Ziyalıların Katkısına Vefa

SSCB dağılmaya başlamıştı. O söz konusu yıllarda bir grup yazar arkadaş(1992) Türk Cumhuriyetleri’ne gitmiştik. Soydaşlarımız ve dindaşlarımız aydınlarla tanışacaktık, durum tespiti yapacak ve hasret giderecektik. Bu seyahatteki gezi notlarımı da “Yıldızlar Yeniden Parlıyor” diye Kayıhan Yayınları neşretmişti. Önce Nahcivan’dan başladık. Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’ye geçtik buradan. Sonra Taşkent girdi sıraya, ardından Almatı. Bir aydan fazla kaldı grubumuz. Ben daha sonra Kırım ve Tataristan’a gittim.

Umumiyetle de yazarlar, yayıncılar ve televizyon yöneticileriyle birlikte oldum ve onlarla hasbıhal ettim. Soruyordum her gittiğim yerde onlara, “Kimi tanıyorsunuz yazarlarımızdan kimi ?” diye. Tümünde de cevap hazırdı: Nazım Hikmet başta Aziz Nesin, Yaşar Kemal istisnasız ilk üçü teşkil ediyordu. Tek tük tanınan öteki yazarlarımızın doğrusu esamesi bile okunmuyordu.

Diyordum ki “Türk edebiyatı ne bu üç yazarla başlar, ne de onlarla devam eder yahut biter. Bunlardan başka onlarca yazarımız vardır; Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Necip Fazıl vs” Hiç birini tanımıyorlardı. Bu temaslarımız olumlu netice verdi, yaşayan yazarlarımız dahil o günden bugüne kadar çok edibimizin eseri Türk coğrafyasındaki dillere ve lehçelere tercüme edildi. Sezai Karakoç, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, İskender Pala hemen akla gelenler.

Batıdaki Kitapçı Vitrinlerinde Kim Var Kim Yok?

Bunlar yeterli mi elbette ki kocaman bir hayır. Türk ve İslam coğrafyasının dünyaca tanınan müellif, akademisyen ve sanatçı sayısı o kadar azdır ki üzülmemek elde değil. Bunda başkentlerin bir zamanlar izlediği kültürsüz politikası da etkili olmuştur. Bugün TİKA, Yunus Emre ve yeni Türk diplomatları sanırım ve dilerim bu eksikliği hızla telafi ederler. Ayrıca üniversitelerimize de, meslek kuruluşlarımıza da, yayın sektörümüze ve sivil toplumumuza da önemli vazifeler düşmektedir. Bu tablodan islam dünyası da nasibini almıştır, biz birbirimize benziyoruz. Bunda batının haçlı ruhu etkili olduğu kadar, bizim de kolaycılığımız, vurdum duymazlığımız, kültür hayatımızı önemsemeyişimiz de rol oynamıştır.

İbni Sina’nın bir ayrıcalığı var bu açıdan. Belki ikinci, üçüncü ismi de sayabiliriz. Ama ilk onu sayarken ciddi sıkıntı çekeriz.

Pakistan Milli Şairi Muhammed İkbal Türkiye’de olduğu gibi, batıda da tanınır. Bunda Pakistan’ın bağımsızlık öncesi İngiliz müstemlekesi sırasında kültür bulaşmışlığının sanırım etkisi vardır. Necip Mahfuz(Mısır) ve Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü alması, Elif Şafak’ın eserlerini İngilizce telif etmesi özel bir durumdu. Tartışılabilinir. Ancak batıdaki kitapçı vitrinlerinde bulmak her zaman mümkün.

İkbal ve Aytmatov Yetmez

“İstiklal Marşı Yazarı Mehmet Akif Ersoy peki Muhammet İkbal kadar tanınıyor mu?” diye sorarsanız, aynı dönemi yaşamış, aynı endişeleri izhar etmiş, aynı davanın mücadelesini vermiş, kimliğini hiç kaybetmemiş Pakistanlı Şairimiz Muhammed İkbal birkaç adım öndedir. Türk Dünyası’nda da aynı sorun vardır. Kırgız yazarımız Cengiz Aytmatov dışında öyle batıda tanınan çok az aydınımız ve eser vardır. O halde günümüz aydınlarına had safhada görev düşüyor. Fedakarlığını  ikiye katlaması gerek diye düşünüyorum.  Avrasya Yazarlar Birliği’miz bu konuda bize biraz da olsa nefes aldırdı ama yetmez. Daha fazla çalışmak gerekecek.

Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’mız bu konuda son beş yıldır ciddi bir atak başlattı. Sırbistan’ın Novi Pazar, Kosova’nın Priştina ve Prizren, Mısır’ın Başkenti Kahire’de uluslararası Mehmet Akif Ersoy sempozyumu düzenledi. Bu ülkelerde Safahat’ın bölge dillerine tercümesi konusunda çalışma başlattı, bir kısmını yayınladı. Ayrıca bu sempozyumlarda Türk Süsleme Sanatları sergileri (ebru, tezhip, minyatür, çini, resim) açılıyor, Türk Halk ve Türk Sanat Müziği konserleri veriliyor. Türkiye’yi ve insanımızı tanıtan dramalar, belgeseller izlettiriliyor, Üniversitelerle anlaşmalar yaparak iki ülke arasındaki tercüme faaliyetlerinin hızlandırılmasına öncülük ediliyor. Bu çerçevede Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’da “TÜRK DÜNYASINI AYDINLATANLAR; MEHMET AKİF ERSOY VE AHMET BAYTURSINULI ULUSLARARASI SEMPOZYUMU” tertip etti.

Almatı’da  Tanışmak, Keşfetmek ve İşbirliği Yapmak

Ülkemizde de Türk coğrafyasındaki yazarlar gerektiği gibi tanınmıyor. Bu konuda bir çalışma yaptım, Kazakistan’dan Türkiye Türkçesine yaklaşık 80 eser tercüme edilmiş son yirmi yılda. Yetmez daha da artmalı. Çünkü Kazak edebiyatı çok güçlü ve halk şairleri’ne alaka büyük. Mehmet Akif Ersoy Kazakistan’da az değil, hiç tanınmıyor dersem mübalağa etmiş olmam. Sempozyumu bu eksikliği gidermesi açısından önemsiyorum. Çünkü Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’nın partneri Almatı Yabancı Diller ve Mesleki Kariye Üniversitesidir. Anlaşmalarla tercüme atağına da ivme ve hız kazandıracaktır.

Pamukkale Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Nergis Biray Ahmet Baytursınulı ‘nun şiirleri üzerinde dil ve üslup incelemesi yapmış. 500 küsur sahife, ancak kendi imkanlarıyla yayınlamış. Bursa’da Dr. Gülnar Kokybassova  Ahmet Baytursınulı (Hayatı, Dilciliği ve Edebiyat Araştırıcılığı) konusunda yine 500 sahifeye ulaşan bir çalışma yapmış. Yayınlanmayı bekliyor. İstanbul Aydın Üniversitesi’nden   Yrd. Doç. Dr. Muhtar Avezof’un “Abay Yolu ” romanı ile Mehmet Akif Ersoy’un Safahat adlı eserindeki örnek insan tiplemelerini (Abay, vaiz, Abdürrahman, Asım anahtar kelimeler) hazırlamış, kitapçı vitrinlerine girmesi bekleniyor. Bu akademisyenlerimiz Almatı sempozyumunda bildiri sunacaklar. Ayrıca Kazakistan ve bölge ülkelerinden yedisi rektör 39 akademisyen hazırladıkları sunumlarla dikkat çekecekler. Astana Türk Akademisi Başkanı Prof. Dr. Şikar İbraev de sempozyum konuklarından olacak. Türkiye’den de 30’u aşkın yazar, akademisyen, fikir adamı, sanatçı bu sempozyumda hazır bulunuyor.

Almatı Sempozyumu’nda Mehmet Akif Ersoy ile Ahmet Baytursınulı’nın hayatı, sanatı ve dünya görüşleri, yaşadıkları dönemde ülke ve topluma yansıttıkları ele alınacak. Bununla farklı coğrafyalarda yaşayan iki toplumun sözcüleri Kazak Türkleri ve Anadolu Türkleri, birbirlerini yeniden keşfetme, tanıma, işbirliği yapma ve kültür coğrafyası oluşturma gibi bir süreci başlatacaklardır.

İstanbul Türk Aydınların İrtibat Mahalli

Türkiye ile Kazakistan arasındaki mesafe uzak ama, bunu gidermek yine bizim elimizde. Bu uzaklık birbirlerinin kültürünü, edebiyatlarını, insanlarını yakınlaşarak tanıyabiliriz. Mehmet Akif Ersoy’un dizelerine bakıyorum da ortaasya ile ilgili şiirlerinde hem özel isim ve hem de konular bulunmaktadır. Ayrıca annesi tarafından da kendisi Buharalı’dır. Mesela Türkistan, mesela  seyyah arkadaşı Abdürreşit İbrahim. Akif’in başyazarı olduğu Sebilürreşad Dergisi İstanbul’da Gaspıralı İsmail, Ayaz İshaki ve Agaoğlu Ahmet gibi aydınların da irtibat yeriydi.

Kazakistan’ın Mehmet Akif Ersoy’dan, Türkiye’nin de Ahmet Baytursınulı’den öğreneceği çok şey mevcut. Üstelik doğum tarihleri aynı, vefatları ise bir sene arayla olmuş. Aynı dönemi yaşamış, aynı ızdırabı çekmiş, aynı endişeleri izhar etmiş, evlatlarına şerefli soyadlarından başka bir şey bırakmamışlar. Onun için de bir asrı aşkın süredir hala okunuyor, istifade ediliyor, tartışılıyor ve eserleri birbiri ardından basılıyor. Belki de yeniden keyfediyoruz bu aydınlarımızı.

Olmaz İse Olmaz

Ahmet Baytursınulı (Baytursunoğlu veya Baytursunov da denebiliyor) Kazak dilini bir sanatçı olarak adeta yeniden ihya etti. Dil sorunu hala çoğu ülkede tartışılırken, bu meseleyi 20. Asrın başında Ahmet Baytursınulı yıllar öncesi hissetmiş, neşterini vermiş. Tutuklanması bir dramdır. Keşke dramaları ve belgeselleri yapılabilse. Gerçi bu sempozyumda her iki sanatçımızın da belgesel drama prodüksiyon çalışmaları ekrana yansıtılacak ama kafi değil, Hoolywood çapında prodüksiyonlar olması gerek. Dilerim olur. Türkoloji kongrelerine de katılan Baytursınulı’nın Kırık Masal, Masa gibi şiir kitapları, Kazak folkloruna kazandırdığı  23 Ağıt, Er Sayın ve Adebiyet Tanıtkış hala okunur, istifade edilir.

Mehmet Akif Ersoy milli kimliğiyle sosyal konulara da (kolaycılık, hantallık, neme lazımcılık, tembellik, hurafeye inanmak, tutuculuk, fukaralık ve yoksulluk gibi sorunlara) radikal yaklaşmış ve çözümler önermiştir. Küfe’de, Kocakarı ve Ömer’de, Hasta’da, Meyhane’de bunları görmek mümkün.

Türkiye ve Kazakistan’ın milli şairleri Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Baytursınulı eserleriyle hala her iki topluma da ufuk açıyor, mesaj veriyor. Görevini hatırlatıyor.

Vefat etse bile eserleriyle yaşayan ve Türk coğrafyasında hayatta olan yazar, şair, akademisyen ve mütefekkirlerle eserlerini, ürünlerini tanımak olmazsa olmazlardandır.