21.6 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1088

Adalet Mülkün Temelidir

0

 

Kamuoyunda tartışılan ve siyasallaştığı iddialarıyla yıpratılan Yargı Sistemi “Adalet Mülkün Temelidir” sözleri ışığında elden geçirilmeli ve daha bağımsız, tarafsız ve milli bir hale getirilmelidir. Kanunlar “T.C. Devleti’nin bekası ile Türk Milleti’nin menfaatleri gözetilerek, milli-manevi değerler düşünülerek ve geçmişten ders alınarak” hazırlanmalı ve toplumun şimdiki ve gelecekteki ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Batılı toplumlar taklit edilmemeli, madde değil insan önemli olmalı, cana ve namusa kastedenlere verilen cezalar ağırlaştırılmalı, herkes canından, malından ve namusundan emin olmalıdır. Demokratik sistem geliştirilmeli, hukuk devletine işlerlik kazandırılmalı, kuvvetler ayrılığı prensibine uyulmalı, yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü teminat altına alınmalı ve hukukun gücünün azaldığı yerde güçlünün hukukunun geçerli olacağı unutulmamalıdır.

HSYK Üyelerinin seçimi, demokratik usullere uygun bir şekilde ve yargı bağımsızlığını zedelenmeden yapılmalıdır. Adalet Bakanı ile Müsteşarı HSYK’nda olmamalı, kurul özerk olarak “kendisine ait bir bütçe ve sekretarya ile ayrı bir binada” çalışmalı, hakim-savcı atamalarını “hiçbir siyasi ve adli baskı altında kalmadan” adil bir şekilde yapmalı ve terfi sistemi “bilgi, liyakat, yeterlilik, ehliyet vb.” objektif kriterlere dayandırılmalıdır. Yüce Divan yetkisi Yargıtay Ceza Daireleri Başkanlarından oluşacak bir kurula verilmelidir. Yargıtay’ın hakim sayısı artırılmalı, hizmet kapasitesi geliştirilmeli ve bölge mahkemeleri kurulmalıdır. Yüksek yargının içtihat oluşturma işlevi önündeki engeller kaldırılmalıdır. İhtisas mahkemeleri “yargının genel bütünlüğü bozulmadan” artırılmalıdır. Sayıştay’ın yetkileri kısıtlanmamalı ve tüm kurumlar denetlenerek geri besleme sağlanmalıdır. Yetersiz kalan hâkim ve savcılar ile yardımcı personel ihtiyacı giderilmeli, mali-sosyal ve özlük haklarında iyileştirme yapılmalıdır. Adli Polis sistemine geçilmeli ve tüm soruşturmalar güvence altına alınmalıdır. Adli Tıp Kurumunun özerk yapısı güçlendirilmeli ve etkin denetimi sağlanmalıdır. Emniyet Teşkilatı daha sağlıklı bir yapıya kavuşturulmalı, siyasilerin müdahalesinden kurtarılmalı ve İl-İlçe Emniyet Müdürlerinin yerlerinin hiçbir gerekçe gösterilmeden değiştirilmesine son verilmelidir. Terörle mücadele edilen bir zeminde Askeri Mahkemelerin kaldırılması veya yetkilerinin kısıtlanması düşünülmemelidir. Terörle Mücadele Kanunu düzenlenmeli, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayan ve önleyici kolluk tedbiri almayı dahi engelleyen maddeler değiştirilmelidir. Teröristlere verilen cezalar etkili olmalı, devamlı çıkarılan aflar ve sürekli zikredilen pişmanlık yasalarından vazgeçilerek “ölüm cezalarının verilmesi dâhil” hukuki caydırıcılık sağlanmalıdır. Toplumu rahatsız eden “genel, özel veya siyasi af” bireye karşı işlenen suçlar dahil asla gündeme gelmemelidir.

Siyasi partiler ve seçim kanunları değiştirilerek; demokratik sistem geliştirilmeli, herkese seçme ve seçilme hakkı verilmeli ve ülkeyi atanmışlar değil seçilmiş doğal liderler yönetmelidir. Milletvekilliği dokunulmazlığı ile kamu görevlilerinin yargılanmasını engelleyen hükümler eşzamanlı olarak kaldırılmalıdır. Dokunulmazlık sadece kürsüde ve fikri planda olmalıdır. Türk siyasî ve bürokratik hayatına; ilkeli, seviyeli, dürüst ve temiz bir yönetim anlayışı yerleştirilmelidir. Temiz toplum ve siyaset için “Siyasi Ahlak Yasası” çıkarılmalı ve kamu yönetimi, sivil toplum, medya ve özel teşebbüsü kapsayan “temel etik düzenlemeler” oluşturulmalıdır. Üst düzey siyasiler ve bürokratlar görev öncesi ve sonrası mal bildiriminde bulunmalıdır. Hortumlamayı önlemek için “Yolsuzlukla Mücadele Kurulu” kurulmalıdır. Bilirkişilik müessesesi kurumsallaştırılmalı ve denetlenebilir hale getirilerek suiistimallere açık olmaktan çıkartılmalıdır. Kamu ihale sistemi ile teşvik mevzuatı “ülkenin kalkınmasına hizmet edecek ve her türlü şaibeyi kaldıracak” biçimde düzenlenmelidir. Kamu kurum ve kuruluşlarında etkin bir “hukuka uygunluk ve performans denetimi” yapılmalıdır. Kısıtlama ve sansür kaldırılıp, basın ve yayın ahlakı geliştirilerek; mesleki ilke ve etiğe uygun hareket eden hür ve bağımsız bir medya oluşturulmalıdır.

Adalet sistemi teknolojiden istifade edilip e-devlet projesi hayata geçirilerek ve jüri sistemi düşünülerek; daha adil, hızlı, şeffaf, güçlü ve caydırıcı bir hale getirilmelidir. Karakoldan-mahkemeye, oradan cezaevine giden süreç eziyet olmaktan çıkartılmalıdır. Geçici bir tedbir olan tutukluluğun uzatılarak cezalandırmaya dönüşmesi önlenmeli, masumiyet karinesi korunmalı, hiç kimse ispat edilinceye kadar suçlanmamalı ve iddianameler basına sızdırılarak insanlar afişe edilmemelidir. T.C. Devleti adına iddianame hazırlayan Cumhuriyet Savcıları da, Türk Milleti adına karar veren Hakimler de; meşruiyet sınırlar içinde kalmalı, verdikleri tarafsız kararlarla kamu vicdanını rahatlatmalı, vatan için savaşan güvenlik güçleri ile teröristleri aynı kefeye koyarak yargılamamalı ve Devlet Memurlarını AB Mahkemeleri önüne atmamalıdırlar. Çünkü; T.C. Devleti’nin önemli makamlarını işgal ederek risk alan ve Türk Milleti’ne hizmet eden şahıslar “basına açık bir şekilde çete gibi yargılanıp” hırpalanırsa, önümüzdeki süreçte ciddi görevlere atanan kişiler korkacak ve devletin karar verme süreçlerinde tıkanmalar olacak, bu da halkı “iç ve dış harp ile bölünme dahil” tehlikeli mecralara sürükleyecektir.

Anayasa ise”devletin tüm kurum ve kuruluşları ile halkın tüm kesimlerinin görüşü alınarak, mecliste siyasi uzlaşma ve toplumda mutabakat sağlanarak” değiştirilmeli, demokrasiye aykırı hususlar çıkartılmalı, bireysel hak ve özgürlükler genişletilmeli, insan haklarına aykırı hususlar kaldırılmalı, düşünce-inanç(din ve vicdan)-teşebbüs-örgütlenme-basın ve yayın hürriyetleri ile sendikal haklar güvence altına alınmalı ve başörtüsü vb. sıkıntılar giderilerek cumhuriyetin ilkeleriyle milletin değerleri buluşturulmalıdır. Ancak bu değişiklik “Batı Dünyasına taviz” sürecine dönüşmemeli, etnik ve mezhepsel ayrılıkları tetiklememeli, azınlıkları kışkırtmamalı ve ülkeyi bölünmeye götürmemelidir. Anayasanın başlangıç kısmı ile ilk üç maddesine dokunulmamalı, Türkiye’nin “milli ve üniter yapısı, misak-i milli sınırları, başkenti, resmi dili, ay yıldızlı bayrağı ve sancağı” korunmalı, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü anlayışı muhafaza edilmeli, tevhidi tedrisat kaldırılmamalı ve demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ilkeleri ile kuvvetler ayrılığı prensibinden ödün verilmemelidir.

Kurban Bayramı

06 Kasım Pazar günü dini bayramlarımızın ikincisi olan mübarek Kurban Bayramı’nı idrak etmiş olacağız. Bunun için Yüce Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.
Kurban Bayramı dolayısıyla yapmamız gereken bir takım görev ve sorumluluklarımız bulunmaktadır. Yapacağımız ilk görev bayram namazı kılmaktır. Bundan dolayı bayram sabahı erkenden kalkmalı, yıkanıp temizlenmeli, en iyi ve temiz elbiseleri giyerek güzel kokular sürmeli ve camilerimizdeki yerlerimizi almalıyız. Bilindiği gibi Cuma namazı kılmakla mükellef olan kimseler, bayram namazlarını kılmakla da mükelleftir. Bu mübarek bayram gününde camilerde omuz omuza vererek topluca kılınan bayram namazları, mü’minlerin arşa yükselen tekbir sesleri birlik ve beraberliğimizin en güzel ifadesidir.

Bir başka görev de kurban kesmekle mükellef olanların kurban kesmeleridir. Bayram namazı kılındıktan sonra kurbanlar kesilmeye başlanır. Arefe günü sabah namazında başlayıp, bayramın 4. günü ikindi namazında sona eren “Teşrik tekbirleri” de unutmamamız gereken önemli bir dinî görevimizdir.

Kestiğimiz kurbanların etlerinden kesemeyen kardeşlerimize vererek onları sevindirmeli, ayrıca misafirlerimize, eş, dost ve akrabalarımıza ikram etmeliyiz. Bayram günlerini ziyaretlerle, birbirimize hediyeler sunarak, çeşitli ikramlarda bulunarak, özellikle de çocukları sevindirerek en güzel şekilde değerlendirmeye çalışmalıyız.

Bayramların toplum hayatımızda üstün bir yeri ve değeri vardır. Bayram günlerinde toplumun bütün fertleri birbirleriyle kaynaşır. Yılın diğer günlerinde çeşitli sıkıntılarla bunalan ve yorulan insanlar, bayramlar günlerinde ruhen ve bedenen dinlenir, hayata bağlılıkları yenilenir.

Bayramlar, bütün Müslümanların ortaklaşa sevindiği mutluluk günleridir. Bu günlerde sevinçli ve güler yüzlü görünmek tavsiye edilmiştir.Herkesin bu sevinci paylaşabilmesi için çevremizdeki insanlara bakmamız gerekmektedir. Kendi çocuklarımızı sevindirirken;  boynu bükük yetimler,  çocuklarına bayram hediyesi alamayan yoksullar, ekmek parası bulamayan fakirler unutulmamalıdır. Onlara yardım yaparak, ilgi ve alaka göstererek onların da bayram sevincini yaşamalarını sağlamalıyız.

Karşılaştığımız kimselere güler yüz göstermeli, din kardeşlerimizin bayramını tebrik etmeli, ana-babamızı, büyüklerimizi ve dostlarımızı ziyaret etmeliyiz.Vefat etmiş olan yakınlarımızın kabirlerini ziyaret ederek Kur’an okumalı ve dua etmeliyiz. Ziyaret edilmeyen büyük, sevindirilmeyen küçük, hal ve hatırı sorulmayan hasta ve kimsesiz kalmamalıdır.

Küskünlükler, kırgınlıklar unutulmalı, dargınlar barıştırılmalıdır. Çünkü bayramlar, Müslümanları birbirine yaklaştıran, küskünlük ve dargınlıkları ortadan kaldırarak kardeşlik duygularını kuvvetlendiren müstesna günlerdir.Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz mü’minler kardeştirler, öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10) buyurarak bütün Müslümanların kardeş olduklarını bildirmiş, birbiriyle dargın olanlar varsa, onların aralarının düzeltilmesini diğer Müslümanlara emretmiştir. Unutmayalım ki, toplumda birlik ruhunun zayıflamasına sebep olan kin, haset ve düşmanlık duygularını kalplerimizden silerek, bunların yerine sevgi ve kardeşlik duygularını yerleştirdiğimiz, dargınlıklara son verdiğimizde ancak gerçek manada bayram yapmış olabileceğiz.

Terör olaylarında şehit düşen Mehmetçiklerimize, Van ili ve çevresinde meydana gelen depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Yüce Allah’tan rahmet, geride kalan yakınlarına başsağlığı diliyorum. Böyle üzücü hadiselerin aramızdaki kardeşlik bağlarını daha da kuvvetlendirmesi, birlik ve beraberlik duygularımızı pekiştirmesi en büyük dileğimizdir. Kurban Bayramı dolayısıyla bu güzel duygularımızı yeniden gözden geçirmemiz, başta depremzedeler olmak üzere çeşitli dert ve sıkıntılar içinde kıvranan din kardeşlerimize yardım elimizi uzatmamız gerektiğini unutmamalıyız.

Bu duygularla, Kocaelili hemşerilerimizin, aziz milletimizin ve tüm İslam Âleminin Kurban Bayramını en içten duygularla kutluyor; bu bayramın milletimizin birlik ve beraberliğine, ülkemizin huzur ve mutluluğuna ve bütün insanlığın hidayetine vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.

Sizi Gidi Hırsızlar!

 

Van Depremi’nden de nasıl bir ders çıkarılacağı iyi değerlendirilmez ise, deprem bölgesinde olan ve çoğu yerde deprem fay hatlarının geçtiği hatırlanırsa daha sonraki faturalar cidden daha ağır olacaktır. Üstelik hem can kaybı, hem de fiziki mekan olarak mal kaybı. Sonrasındaki psikolojik bunalımlar da faturanın kara biberi biçimindedir. Motivasyon bozukluğu telafisi zor yaralar açıyor maalesef.

Van’a giden yardım kamyonların şoförlerini etkisiz hale getirerek içindeki malları yağma eden aç gözlü insanların fotoğrafı dehşetengiz bir tabloydu. Bir çadır değil, birkaç çadırı alarak kaçıyordu çirkin adamlar. Oysa çadır bekleyen ve soğukta titreyen onca depremzede vardı, hiç umursanmadı. Hırsızlık işte bu! Yetti mi kötü resim diyeceksiniz. Hayır, arkası var, resim altı var; 20 kişinin öldüğü üç katı kaçak altı katlı Sevgi Apartımanı’nın müteahhidi Salih Ölmez villasının bahçesine iki çadır kuruyor, yanında da park halindeki lüks cipi!.

Tekerrürünü mü Beklemeli Ders İçin?

Binaların demirinden, kumundan, çimentosundan, işçiliğinden ve alın terinden çalan müteahhitlere ne demeliyiz? Sonra bunlara iskan ruhsatı veren kamu görevlilerine hiç sesimiz çıkmayacak, bir kanuni takibat olmayacak mı? Söz konusu belediye yönetimi hangi partiye mensup olursa olsun, insan hayatı en başta gelenidir. “Su testisi su yolunda kırılır” diyemiyorum müteahhit Mehmet Bakay, eşi ve kızı Nasiha’da aynı depremde aile reisinin yaptığı binada hayatını kaybetti işte. Bina 15 yıl önce gerekli izinleri almadan inşa edilmiş, müteahhitin ailesine de mezar olmuştu.

Peki izin verilen bazı binalar yıkılmadı mı? Onlar da hırsızlıktan nasibini aldı. Yıkıldı, çökmedi değil, nereye hırsız eli değiyor, orası dağılıyor. Binalarımızın tümü de batılı tarzda inşa ediliyor. Bölgesel mimari tarzımız gelişmiyor, maalesef kayboluyor üstüne üstlük. Bunların tümünün nedeni; hırsızlık! Yöneticilerin ve müteşebbislerin görüşü, dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun hırsızlıkta yarışıyorlar adeta.  Bütün bunların faturası da masum insanlarımıza çıkıyor. Hele  Erciş’te 29 öğretmenimizin çöken aynı binada hayatını kaybetmesi bu acıyı daha da artırıyor.

Işık Doğudan Gelirdi

Deprem gençlerimizden bir kısmını internet cafe’de yakalamış. Erciş’te öğreniyoruz ki internet cafeler mevcut. Gençlerin önemli bir bölümü burada zaman geçiriyor. Denetimi yapılıyor mu burasının kim bilir? İşte bir batılılaşma örneği daha doğuda. Oysa doğudan hep ışık gelmişti asırlarca. Allah’tan halkımızdaki dayanışma ve yardımlaşma duygusu törpülenemedi de dağıtımdaki beceriksizliğe rağmen acılar paylaşılabiliniyor.

Batılı tarzda doğuda mimari yapılaşma ve cafelerin vs olmasına sevinmeli miyiz, üzülmeli miyiz? Depremler batıda da oluyor, hiç böyle bir yağma, can kaybı ve denetimsizlik görülmüyor. ABD’de zaman zaman gelen sel felaketleri, kasırgalar ve orman yangınları hiç bu kadar insan kaybına neden olmuyor. Öyle ki 10 gün ulaşılamayan ABD bölgeleri vardı seller veyahut kasırgalar nedeniyle. Tsunami ve depremlerin Japonya bilançosu da öyle.

Galiba bizler batıdan alınması gerekenleri değil de alınmaması gerekenleri transfer ediyoruz. Batıdaki hiç bir yerel yönetimde elektrik ve su kaçağı olmaz. Çeki veya senedi karşılıksız çıkan bir müteşebbisin ticari hayatı biter. Bu tür güzel örnekleri aktarabilirim. Ancak gerek yok. Bir bilge kişimiz diyor ki, “Bizim insanımız tereyağı gibidir. Batılı ise yoğurt gibidir. Tereyağı bozulunca atılır, kullanılmaz; yoğurt ise ayran yapılarak değerlendirilir.” Gerçekten öyle. Van’daki yardım kamyonun yağmalanışı hala gözlerimin önünde. Güvenlik güçleri de kendini hissettiremiyor, bir otorite boşluğu var ortada.

Batışın Alametleri

Amerika’da 15 dakika elektrikler kesilse insanlar bulunduğu hipermarketi yağma ediyor. Kamyonu yağma eden, ekmeğini bile paylaşmak istemeyen bu insan tipi ile nereye kadar, nerede ne yapılabilinir? Tamı tamına bir yağmacı “batı tipi insan” yetiştirmiş eğitim sistemimiz demek ki!

Rahmetli Kemal Tahir’in bir deyişini hatırlattı bana bu fotoğraf ” Sömürü batının ruhuna sinmiştir. İlahı paradır.” Komşu Yunanistan’da Kiliseyi soydular. Oysa Balkanların en tutucu halkı bilinir Yunanlılar. Atina’nın Holargos semtindeki bir Bakımevini yağmaladılar birkaç gün önce. Atina Müze Müdürü Anna Kafetsi Kocia Meydanında hırsızlığın arttığını ve bir sanat eserlerinin çalındığını söyledi. Larisa Kilisesi’nin kazanı da çalınmış. Atina’da Eksarhia’daki vergi dairesi kundaklanıyor, doğumlar ise %15 azalmış. Geçim sıkıntısı çeken aileler çocuklarını devlet kurumlarına bırakıyor.

Aklımıza gelebilir, komşumuzda gerçekten ekonomik kriz var. Kazın ayağı öyle değil. Avrupa’da hırsızlıkta rekor artış yaşanıyor. Batı dünyasında hırsızlık % 6.6 büyürken, protestolar dinmedi.  Avrupa’da oran % 7.8 oldu! En hızlı hırsızlık büyüme oranı da AB üyeleri Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da.

Maalesef Kötü Örnek Emsal Teşkil Ediyor

İşadamı aziz dostum Hasan Yalçıntaş ortaklarıyla birlikte Roma’yı dolaşırken, bir çift gözün sürekli kendilerini takip ettiğini fark ediyor. Nitekim o söz konusu kişi geliyor, yaklaşıyor, Hasan Yalçıntaş’ın elindeki çantasını kapıp kaçıyor. Hasan Yalçıntaş psikolojik olarak kendisini hazırladığı için, peşinden koşuyor ve yakalıyor. Roma Meydanındaki olayı onca turist de eylemi seyrediyor. Polis anında olaya müdahale ederken, kapkaççının Yugoslav olduğunu anlatıyor! Oysa bu bir İtalyan vatandaşı. Durumu kurtaracak ama, bir başkasına suçu yükleyerek sıyrılmak istese de, eylem ve mücrim apaçık ortada.

Batı ekonomileri türbülansta. Bu ister istemez suç oranlarına da yansıyor. Mağaza ve marketlerdeki hırsızlık oranı sürekli artıyor. Rakamlar korkunç boyutta. Avrupa Birliği’ndeki perakende satış mağazalarından 48.6 milyar dolarlık mal çalınmış.

Londra Merkezli CCR’nin yayınladığı Global Retail Theft Barometer 2011 hırsızlık raporuna göre batıda en büyük artış Çek Cumhuriyeti’nde: 532 milyon dolarlık hırsızlık yaşanmış. Geçen yıla göre % 9.3’lük bir artış var hırsızlıkta. Batıdaki hırsızlık oranlarında Çekleri, İrlanda, Rusya, İspanya, Yunanistan ve Portekiz takip ediyor.

Rakam verilecek olursa Avrupa’daki hırsızlık oranı %7.8 artmış ve 4.618 milyon dolara sıçramış; dünya genelinde ise hırsızlık % 6.6 oranında büyümüş ve 119.092 $ (yüz on dokuz milyar, doksan iki milyon dolar) oluvermiş.

ABD’de Et, Asya’da Balık, Van’da Çadır mı Çalınıyor?

Bu ahlakı alabilir miyiz Allah billah aşkına ve ısrarla Avrupa Birliği’ne girmek için de kıvranıp duruyoruz. AB bünyesinde müktesep haklarımız korunsun, hatta ilerleme sağlansın, vaz da geçmeyelim, fakat alternatifler de üretmek durumunda kalalım.

Avrupalı hırsızlar ürünsel anlamda sırasıyla peynir, taze et, şeker ve çikolata çalıyor. Amerika’da ise bu tercih etten yana kullanılıyor. Demek et ihtiyacı içinde olan insan grupları var bu gelişmiş ülkelerde. Asya’ya gelince hırsızlar balık ve karidese iltifat ediyor. Tercihlerini ilk önce bunlara kullanıyorlar.

AB devlet ve hükümet başkanları birbiri ardından toplantılar yaparak Yunanistan başta euro bölgesindeki borç krizi ve zordaki bankalara sermaye enjeksiyonunun tartıştı. Eylemciler ise “önce insanları kurtarın, bankaları değil” diye anarşiye varan toplumsal hareket içindeler.

Nereden nereye geldik? İnsana yatırım, insan endeksli politika üretmek ne kadar önemli görüyorsunuz. Türkiye hızla batılılaşmak ve Avrupa Birliği içinde yer tutmamızı isterken, onlardan sadece gerekenleri almamız icap ettiğini Van depremi bir kere daha gösterdi. AB’de deprem fayı harekete geçmiyor nasılsa.

Van depreminde ekmek dağıtımında bile ilginin “Herkese yetişecek kadar var, birbirinizin üzerine çıkmayın” diye belirtmesi durumun vahametini gösteriyor. Oysa bizim geleneğimizde mal almak için dükkanına gelene “Ben bugün alış veriş yaptım, rızkımı çıkardım, komşum hiç yapmadı, alışverişinizi komşudan yapınız” diyen güzel gelenekler tek tek kayboluyor. Doymayan bir iştiha ile mideler kabartılıyor! Oysa midenin kabul edeceği belli miktardadır. Üstelik yaş grubuna göre de değişiyor.

Galiba sadece depremden değil, insanlarımızdan, kuruluşlarımızdan, uygulanan politikalarımızdan, eğitimimizden, yetkililerimizden de ibret alınacak dersler var ortada.

 

 

“Başkanı Devireceğim!”

 

Ne olur ne olmaz, hemen belirteyim ki; yazının başlığı bana ait bir söz değil!

Benim ne haddime böyle bir cüret göstermek!?

“İleri Demokrasi” düzeyine ulaştığımız şu günlerde, başımı derde sokacak kadar salak mıyım?

Bu sözleri, Şilili öğrenci lideri Camillia Vallejo söylüyor!

Kime söylüyor?

Şili Devlet Başkanı Pinera’ya söylüyor!

Camillia, geçtiğimiz Mayıs ayından bu yana Şili’de “Parasız eğitim ve devlet üniversitelerinin artırılması” için, diğer öğrencilerle birlikte mücadele veriyor.

İlginç olan şu ki, Başkan Pinera’nın yüzde 51 oyla geldiği iktidar koltuğu sallanıyor! Kamuoyu araştırmaları oy desteğinin yüzde 26’ya düştüğünü gösteriyor!

Camilla ise; “Bu mücadele Başkanı devirinceye kadar sürecek” diyor!

Başkan, Camilla ve arkadaşları için; “Bunlar ideolojik davranıyor” ya da; “Bizi eleştirenler şizofrendir” gibi okkalı sözler de etmiyor!

Çünkü, gerçek demokraside herkesin söz ve tercih hakkı var!

Peki, “İleri Demokrasi” olunca ne oluyor?

Başbakan’ın katıldığı “Roman Açılımı” toplantısında “Parasız Eğitim İstiyoruz” pankartı açan öğrenciler tam 19 aydır “TUTUKLU” haldeler!

Daha haklarında “Yargı Kararı” verilmedi.

Yani, “suçları sabit” görülmedi!

Savcı beraat istedi, ama hakimler bırakmıyor!?

ODTÜ’de, 15 Aralık 2010’da yine Başbakan’ın ziyareti sırasında “Uzun Eşek” oynayarak protesto gösterisi yapan öğrenciler için 10 yıla kadar hapis isteniyor!

Adana Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi’nde temizlik işlerini üstlenen firmalarda görünüp farklı işlerde çalıştırılan işçilerin kadro eylemine katıldığı için 24 yaşındaki “Hemşire” Ayşe Algın işten atılıyor!

Oysa, Anayasa ve yasalara göre kadrolu çalışmak onun da hakkı.

Hak istemenin bedeli açlıkla terbiye!

Ekmeğiyle oynamak!

Türkiye, işçi hakları açısından dünyanın en kötü ülkeleri listesinde!

10 milyon “kayıtsız çalışan” hiçbir iş güvencesi olmayan, düşük ücretlerle ve sigortasız çalıştırılan insan var!

Bunu Başbakan da biliyor!

Hatta, 5 Mayıs 2011’de katıldığı “Tekstil İşverenleri” toplantısında diyor ki; ” Kayıtdışı çalışmanıza katlanıyoruz!”

Bu ülkede “kayıt dışı” işçi çalıştırmak “suç” değil mi?

İdarenin yani siyasal iktidarın görevi bu suçun gereğini yapmak mıdır, göz yummak mıdır?

Türkiye, maden kazalarındaki ölümlerle dünya birincisi!

Ama Başbakan; “Bu işin kaderinde bu var!”diyebiliyor?

Bu ülkede yılda yaklaşık 80 bin iş kazası yaşanıyor!

Bursa-Mustafakemalpaşa’da özel bir maden ocağında 19 işçinin ölümüne neden olan kazada “otomatik gaz sinyali” bulunmadığı tespit edildiği halde işveren beraat ediyor!

Yazılmamış kitap, ya da gerçekleşmemiş darbe iddiaları ile gazeteciler üç dört yıldır cezaevlerinde “tutuklu” iken; Deniz Feneri Davası sanıkları “Tutukluluk cezaya dönüşüyor” gerekçesiyle salıveriliyor!?

Hangi hukuk?

Hangi ileri! Demokrasi bu?

 

 

 

Namaz İle İlgili Bilinmesi Gerekenler

Bu Surelerin sıralanışı ezber bilinmeden usulüne uygun namaz kılmak mümkün değildir.
Sureler Kur’an ayetleri oldukları için Besmele ile okunurlar.
Kevser ve İhlâs Sureleri diğerlerine göre biraz daha kısadır.
Sureler Kur’an’dan ayetler oldukları için besmele ile okunurlar.
Dualar (Sübhaneke -Tehiyyat-Salli Barik- Kunut-Amentü) Kur’an ayetleri olmadıkları için tekbir (Allahuekber) ile okunurlar.
Namaz surelerinin sıralanışı şöyledir.
1-Fil Suresi,
2-Kureyş Suresi,
3-Maun Suresi,
4-Kevser Suresi,
5-Kafirun Suresi,
6-Nasr Suresi,
7-Tebbet Suresi,
8-İhlâs Suresi,
9-Felak Suresi,
10-Nas Suresi ,
—————
Fatiha
Ayetel Kürsi 
 
NAMAZ KILARKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR:
Karışıklığa sebebiyet vermemek için sureleri yukarıdan aşağıya sırasıyla okumak gerekir
4 rekâtlık sünnet namazı kılarken 1. rekâtında Fatiha suresinden sonra Fil Suresini okuruz.  2. 3. 4. rekâtta sırasıyla Kureyş, Maun ve Kevser surelerini okuruz.
Eğer sureler arasında atlama yapacaksak en az 2 sure atlamalıyız.
Tek sure atlamak hatalıdır.
Mekruhtur.
Mekruh ibadetlerin sevabını azaltır.
Namaz kılarken Sureleri yukarıdan aşağıya doğru okumak gerekir.
Aşağıdan yukarıya doğru okumak ya da karışık okumak hatalıdır mekruhtur.
Namaz surelerinin sırasını bilmeyen bir Müslümanın Sureleri yukarıdan aşağıya usulüne uygun bir şekilde okuması mümkün değildir.
1.Rekâtta okuduğumuz sure 2.rekâtta okuduğumuz sureden ya daha uzun ya da eşit olmalıdır.
1.sure 2.sureden kısa olursa mekruh olur.
Birinci rekâtta Fil ikinci rekâtta Kureyş süreleri okunabilir.
Eşit sayılırlar
Birinci rekâtta Maun suresi ikinci rekâtta Kevser suresi okunabilir
Maun kevserden uzundur.
1. Rekâtta Kevser 2. Rekâtta Kafirun yâda 1. Rekâtta ihlâs 2. rekâtta Felak sureleri okunursa hatalı olur.
Çünkü kısa olan sure önce okunmaz.
2 rekâtlı namazlarda tek bir tane oturuş vardır. O da son oturuştur.
3 ve 4 rekâtlı namazlarda ise 2 tane oturuş vardır.
Selam vereceğimiz zamanki oturuş son oturuştur.
İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetinin ilk oturuşunda Ettehiyyatü ile beraber salli – barik duaları da okunur.
3. rekâtta Sübhaneke ile başlanır.
Beş vakit namazın dışında birde teravih namazı böyle kılınır
Diğer namazların ilk oturuşlarında sadece Ettehiyyatü okunur.
Bütün namazların son oturuşlarında Ettehiyyatü, salli barik, Rabbena duaları okunur.
Sünnet namazlarının her rekâtında fatihadan sonra sure okunur.
Farz namazların sadece 1. ve 2.rekâtlarında sure okunur.
3.ve 4.rekâtlarında sadece fatiha okunur.
Namazlarda ilk oturuşun hükmü vacip son oturuşun hükmü ise farzdır.
Namazlarda ilk oturuşu unutarak 3.rekâtta kalkarsak namazın sonunda sehiv secdesi yaparız.
Sehiv secdesi farzın tehirinden(geciktirilmesinden)
Vacibin terk ve tehirinden dolayı gerekir.
Bunların dışında kalan hatalardan dolayı sehiv secdesi gerekmez
Bunun için namazın farz ve vaciplerini terki ve tehirini bilmek gerekir
Namazda son oturuşu unutursak farzı terk etmiş oluruz.
Kıldığımız namaz 2 ya da 3 rekâtlı ise 4 rekâta tamamlarız.
4 rekâtlı ise 6 rekâta tamamlar selam veririz.
Sonra o namazı yeniden kılarız.
Çünkü mazeretsiz olarak farzlardan herhangi biri terk edilince namaz bozulmuş olur.
Bozulan namazında tekrarı gerekir.
5 vakit namazda 17 rekât farz 20 rekât sünnet 3 rekâtta vitir olmak üzere toplam 40 rekât bulunur.
Beş vakit namaz kılmak ergenlik yaşına girmiş tüm Müslümanlar için farzı ayındır.
Müslümanların ahrette ilk sorgulanacağı husustur.

Attila İlhan Çeşitlemesi (3)

 

                         Nobel Edebiyat Ödülü’ne layıktı bin kere

                         Ama geçmişe kalkıp sövmemişti bir kere bile

 

                         Bu ödüle Türklerin layık görülmesi için kıstas

                         Yazar, millete ters düşmeliydi, umuyorsa iltimas

 

                         Nitekim çıktı biri, Ermeni’ye soykırım ve katli yaptık diye

                         Hemen baş tacı edilerek denildi: Lazımsın bize, gel beriye

 

                        Yarım asırlık  kalemi; Şiir, Roman, Deneme yazdı durdu

                         Batı’nın   iftira   akınını,   şahsen  kalemiyle   durdurdu

 

                         Batı’ya ne umutlarla gönderilen, pek çok aydın eri

                         Batı borazanı kesildi, vatana döndüğünden beri

 

                         Bakın diyor Batı’ya, hangi Türk yazarlara el atıyorlar?

                         Bu millete ters düşeni, kin besleyeni bize satıyorlar!

 

                         Nerde Türk ve Osmanlı aleyhtarı varsa, edilmiş baş tacı

                         Yurt içi ve dışında sayılıyorlar, güya kültür aracı

 

                         Doğru bildiğini savundu, herkese ters düşmek pahasına

                         Aldırış etmedi asla, yanlış ve bozuk fikirler pasına

 

                        Hep sordu soruşturdu, soru ve kavramları, diyerek “Hangi?”

                        Hangi Batı, Hangi Sol, Hangi Sağ derken, Milli Savcıydı sanki

 

                        Bu toprağın değerlerini küçümseyenleri, küçümserdi

                        Osmanlı Türkçesi’nin, oldu Sol’da, belki ilk muzaffer eri

 

                        Halk şiiri, Divan şiiri, Klasik Türk Musikisini severdi

                        Tüm bunların toplamına birden “Ulusal Kültür Bileşimi” derdi

 

                        Edebiyat’ta her türlü aşırılıkları gördü hep tarih

                        Kökü mazide olan ati olmayı, yeğleyip etti tercih

 

                        Bir fikir adamıysa da, aslında romantik bir şairdi

                        Yazdıkları, hissettikleri sadece kendine dairdi

 

                        Ama o, aynı zamanda güçlü bir şairiydi Aşk’ın

                        Öyle bir gönül sahibiydi ki, duygulu ve çok taşkın

 

                        Derinliğine   araştırırdı,   olup   bir  gazeteci

                        Barınamazdı karşısında, üç buçuk soysuz çeteci

                                                                2297

                         Hangi düşünür; ağına düşmedi ki ölümün?

                         Dedi: “Beni mümkünse, Aşiyan’a gömün!”

 

                         Dedi: “Fikret’in Bahçesi olsun vatanım…”

                         Hangi düşünür der: “Rahat etmesin canım!”

 

                         Dedi: “Hem yarınlardaki bir aksi dünün”

                         Kim ister kalmasın bir anısı her günün

 

                         Dedi: “Hem de dillerde gezerken Yatan’ım!”

                         Kim demez: “Hayırla hatırlansın her anım.”

 

                         Sağ’ın savunduğu, gülünen (!)  bir çok milli, dini kavram

                         Sol’un  ciddi  fikir  adamı  elinde,  yaptılar  bayram

 

                         Ergun Göze der: “Attila İlhan’da olan  nice kut;

                         Türk-İslam Felsefesi’nde, asırlardır zaten mevcut.”

           

                       “Ben, müritlerim olsun istemedim ama, oldu” diye derken titiz

                         Müridim dediği okurlardan çoğu, oldu ona  gönülden tilmiz

 

                        Attila İlhan, tek başına bir ekoldü, yani bir mektep

                        Vatan sevgisi aşıladı halka, diyerek Milli Edep

 

                        Yabancı okul mezunlarına, çekerdi bütün dikkati

                        Osmanlı’ya duyduğu hayranlık, gösterirdi hakikati

 

                        Yeni çalışmalar arifesinde, oldu maddeten la şey

                        Atlar ölür ayakta: Ölümü, işte onun gibi bir şey

 

                        Alınca gazeteyi, arardım yazısını, üstat ne demiş?

                        Anlardım ki ustam, haksızlıklar karşısında yine kükremiş

 

                       “İnsan öldüğü zaman değil, unutulduğu zaman ölür!”

                        Hep hatırlanacak olan Attila İlhan, nasıl gömülür?

 

                      “Her zaman aykırıydı.” diyor insanlar, çok zaman onun için

                        Hangi büyük insan olmadı ki farklı, geçin efendim geçin!…

 

                      “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular!” derken Attila İlhan.

                       İlahi bir gerçeğe temas etmiyor mu dostlar, o Sultan?

 

                       Demek istedi ki, sevginin asıl muhatabı, değil kadın

                       Mecazi sevgiye kapılırken, hakikatinden uzak kaldın

 

                       Diyorlar onun için: “Eski şairlerin son temsilcisi.”

                       Çünkü, hem tarihçi, hem yazdıkları idi, sözün incisi

                                                               2298

 

 

                       Diyorlar: Hep delikanlı kalmasını bilen şairlerdendi.

                       Hiç düşündük mü? Onun bu ciddi duruşu acaba nedendi?

 

                       Diyorlar: Müteferrik yazdı: “O bir kadro gibiydi.”

                       Çünkü çok yönlü,  öğretici; yani edebi idi.

 

                       Düşünen ince ruhlu şairler; çok yazar, çok söyler

                       Hepsiyle   anlaşılır  ancak,  nasıl  ifade  eder

 

                       Yazarken “San’at san’at içindir.”i gözetip daima

                      “San’at halk içindir.”i hiç yabana atmıyordu ama

Kurban ve Hükümleri

Kurban; insanı Allah’a, O’nun rahmetine yakınlaştıran anlamına gelmektedir. Dini tabiri ile de kurban, dinen zengin sayılan Müslümanların belirli hayvanları, ibadet niyeti ile belli günlerde usulüne göre kesmesi demektir. Bayram günlerinde Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kesilen ve kurban olma özelliklerine sahip olan hayvana da kurban denilmektedir.

Kurban ibadeti İslam’dan önce de vardı. Kur’an-ı Kerim’de, kurban ibadetinin bütün peygamberlere ve ümmetlerine meşru kılındığı şöyle haber verilmektedir: “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerlerine Allah’ın ismini anarak kurban kesmeyi meşru kıldık.” (Hac Suresi, 34) Bir hadis-i şerifte de: “Kurban kesiniz. Çünkü O, babanız İbrahim (Peygamber)’in sünnetidir”   (İbn-i Mâce, Edâhi, 3) buyurulmaktadır.

Biz Müslümanlara ise kurban, hicretin 2. yılında meşru kılınmıştır. Meşruiyeti kitap ve sünnetle sabittir. Yüce dinimizin mali ibadetlerinden biri olan kurban, hali vakti yerinde olan yani dinen zengin sayılan Müslümanlar üzerine bir borçtur. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.): “Kimin hali vakti yerinde olur da kurban kesmezse namazgâhımıza yaklaşmasın” (İbni Mâce, Adâhî, 2) buyurarak kurbanın önemini bildirmişlerdir.

Kurbanın hükmü konusunda İslam alimleri arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. İmam-ı Azam ve Hanefî mezhebinin ağırlıklı görüşüne göre kurban kesmek vaciptir. Bazı alimlere göre de müekked sünnettir.

Sadaka-i fıtır nisabına malik olan, mukim, akıllı ve büluğa ermiş olan kadın-erkek her Müslüman kurban kesmekle mükelleftir. Fıtır sadakası kendisine borç olan kimseye kurban da bir borçtur. Fakir kimselere ve zenginde olsalar seferde olanlara kurban vacip değildir. Tercih edilen görüşe göre zengin bile olsalar çocuklarla akıl hastalarının da kurban kesmeleri gerekmez.

Temel ihtiyaçları olan oturacak evi, evinin gerekli eşyaları, binek için olan hayvanı veya ticaret için olmayan binek aracı, üç kat elbisesi, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık nafakalarından ve borcundan fazla 80,18 gram altın veya bunun karşılığı para ve ticaret eşyasına sahip olan kimse kurban kesmekle yükümlü olur.  Zekat nisabı için geçerli olan malın artıcı ve üzerinden bir yıl geçmiş olması şartı kurban nisabında aranmaz. Kurban günlerinde kurban için gerekli olan zenginliğe ulaşan kimse de kurban kesmek zorundadır.

Kurban edilecek hayvanlar koyun, keçi, deve ve sığırdır. Mandalar da sığır cinsinden sayılır. Bu hayvanlardan devenin beş,  sığırın iki, koyun ve keçinin ise bir yaşını doldurmuş olmaları gerekir. Ancak koyunlar 6 ayını tamamlar da bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olursa yine kurban edilebilir. Horoz, tavuk, kaz, hindi gibi kümes hayvanlarının ise kurban niyetiyle kesilmesi dinimizce caiz görülmemiştir.

Kurbanlık hayvanlardan koyun ve keçiyi ancak bir kişi kurban edebilir. Fakat sığır, manda ve deve birden yedi kişiye kadar ortaklaşa kesilebilir. Ortak sayısının tek veya çift olmasında herhangi bir sakınca yoktur. Önemli olan ortakların hepsinin ibadet niyetiyle kurbana katılmalarıdır. Ortaklardan biri vacip olan kurbana, diğeri nafile kurbana, bir başkası da adak kurbanına niyet edebilir. Bunların hepsin de kastedilen ibadettir. Fakat ortaklardan biri ibadet niyetiyle ve Allah rızası için değil de et temin etmek gibi başka menfaat ve nedenler için katılmışsa, hem o kişinin, hem de diğer ortakların kurbanları da sahih olmaz.

Dinimizin bütün ibadetlerinde olduğu gibi, kurban ibadetinde de niyet çok önemlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de; “Kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin, onun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir” (Hac Suresi, 37)  buyurarak ibadette samimiyetin ve halis niyetin önemi bildirmiştir. Bu nedenle, ortaklaşa kurban kesecek olanlar birbirlerini iyi tanımalı, ortakların hepsi sırf Allah rızası için kurban kesmek niyetiyle iştirak etmelidir.

Kurbanlık hayvan kusurlu ve ayıplı olmamalıdır. Hayvanda bulunan bazı kusurlar kurban olmasına manidir. Mesela:

  •  İki veya bir gözü kör,
  •  Dişlerinin yarıdan fazlası düşmüş,
  •  Kulakları kesilmiş,
  •  Boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış,
  •  Kulağının veya kuyruğunun yarısından fazlası kopmuş,
  •  Burnu kesilmiş,
  •  Dilinin çoğu kesilmiş,
  •  Memelerinin başları kopmuş,
  •  Kesilecek yere ayağını basarak gidemeyecek derecede zayıf ve topal,
  •  Doğuştan kulaksız,
  •  Ölüm derecesinde hasta olan hayvanlardan kurban olmaz.

Bunun için kurbanlık hayvan alırken bu kusurların bulunup bulunmadığına dikkat edilmelidir. Hayvanı aldıktan sonra bu kusurlardan birisi meydana gelecek olursa yerine başkasının satın alınması gerekir.

Kurbanlık hayvanı kesmeden canlı olarak veya hayvanın bedelini bir fakire vermekle kurban ibadeti yerine getirilmiş olmaz. Çünkü kurbanın rüknü, kurbanlık hayvanın kesilmesidir.

Kurban kesmekle mükellef olan bir kimse hiç kurban satın almadan kurban günleri geçerse daha sonra kurbanlık hayvanın bedelini sadaka olarak fakirlere verir. Kurbanlık olarak satın aldığı hayvanı kurban günlerinde kesmez ise, canlı olarak bir fakire verir. Kurbanlık olarak satın alınan bir hayvan Kurban günlerinden sonra artık kesilmez.

Kurban kesme günleri Kurban Bayramının 1, 2 ve 3. günleridir. (Şafiilere göre bayramın 4.günü ikindi namazına kadar da kesilebilir.) Ancak kurbanlar bayram namazı kılınan yerlerde bayram namazından önce kesilmemelidir. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bayram günü ilk önce namaz kılınacağını daha sonra kurban kesileceğini bildirerek şöyle buyurmuştur: “Bugünümüzde yapacağımız ilk şey bayram namazını kılmaktır. Daha sonra evlerimize dönüp kurban kesmek olacaktır. Her kim böyle yaparsa sünnetimize uygun iş yapmış olur…” (Buharî, Adâhî, 1; Müslim, Adâhî, 1)

Kurban sahibinin eğer kesebiliyorsa kurbanını kendisinin kesmesi daha faziletli ve sevaptır. Şayet kendisi kesemiyorsa ehil olan birisine vekâlet vererek kurbanını kestirmeli, kendisi de mümkünse yanında hazır bulunmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kızı Hz. Fatıma (r.anha)’ya: “Kurbanın kesilirken orada hazır bulun. Çünkü işlemiş olduğun her günah, kurbanın kanının ilk damlası yere düştüğünde bağışlanır” (et-Tergib ve’t-Terhîb, c. 2, s. 154) buyurmuştur.

Kurbanlık hayvan incitilmeden kesilecek yere götürülmelidir. Deve hariç diğer kurbanlıklar kıbleye karşı sol tarafları üzerine yatırılarak üçayağı da bağlanmalıdır. İyice bilenmiş keskin bir bıçakla “Bismillahi Allahü Ekber” diyerek kesilmelidir. Kurban sahibi kurbanı kesildikten sonra Allah rızası için iki rekat namaz kılarak Allah’a şükretmeli, kurbanının kabulünü dilemelidir.

Ortaklaşa kesilen deve, sığır ve mandanın etleri ortaklar arasında tahmini olarak değil, kesinlikle tartılarak paylaşılmalıdır. Fakat bir ailenin fertleri için kesilen hayvanın etini taksim etmek gerekmez.     

Kurban etinin tamamını kendi ev halkı için evde alıkoymak veya hepsini sadaka olarak dağıtmak caizdir. Ancak en uygun olanı kurbanın etini üçe bölüp, birini kurban kesemeyen fakirlere sadaka olarak vermek, bir bölümünü de dost, akraba ve komşulara ikram etmek, birini de kendi aile fertleri için ayırmaktır. Kurbanların etlerini bu şekilde taksim etmek müstehap görülmüştür. Böylece mü’minler kurban keserek bir taraftan Allah’a yaklaşırken, diğer taraftan kestikleri kurbanların etlerinden mü’min kardeşlerine ikram ederek onların dualarını almış olurlar.

Kurban ibadeti, İslam’ın sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan ibadetlerinden biridir. Çünkü kurban, toplumda paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma gibi İslâmî ve insanî duyguların gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır.

Vatan Meselesi ve Avrupa Birliği

Türk vatanının Avrupa Birliğine feda edilmesini hudutlarımızın kaldırılmasını ve bu milletin bu topraklar üzerindeki milli hâkimiyetinin kaldırılmasını isteyen beynelmilelcilerin “Avrupa isminde bir müşterek vatan kurulmalıdır” diyerek Avrupa Birliğine girme arzuları her geçen gün artmaktadır. Ancak Avrupa Birliğine üye devletler kesinlikle bizi Avrupa Birliğine almayacaklar. Çünkü Avrupa Birliği aynı zamanda bir Hıristiyan Birliğidir de.

Vatan demek tek bir milletin yurdu demektir. Bu ezeli ve ebedi hakikati anlamak için vatan mefhumunun ilmi tarifini hatırlatalım.

Eğer vatan denilen şey bir kuru topraktan ibaret olsaydı, birçok milletler için müşterek bir vatan tasavvur edilebilirdi. Fakat vatan topraktan ibaret değildir. Toprak vatan mefhumundan ancak bir unsurdan ibarettir. Bir memleketin kuru bir coğrafi saha vaziyetinden milli bir vatan haline yükselmesinde ferdin bütün insanlık haklarını temin eden yer olmak gibi içtimai ve siyasi vasıfların bile hiçbir tesiri yoktur. Tabiat güzelliği ve toprak zenginliği dünyanın her yerinde bulunabileceği gibi insan ve siyasi haklardan istifade imkânı da bir toprağın vatan sayılmasına sebep değildir. Çok defa insanlar en zalim idarelerle en ağır haksızlıklar altında bile vatan mefhumuna can vermekte tereddüt etmemişlerdir.

Toprağın vatanlaşması için mukaddesatla, maneviyatla, tarihle ve ataların kemikleriyle yoğrulmuş olması lazımdır.

Vatan kelimesi atalar toprağı, ataların kemikleri, bulunan toprak olarak anlatılır.

Vatan kahramanlarını, mabetlerini, milli bayramlarını, dini ilahilerini ve mukaddes toprağını bir sur içinde saklayan beldedir. Vatandaşın canı, namusu, dini ataları ve her türlü hakları ancak bu surun içinde emin olduğu için vatan demek sade bir kuru toprak demek değil. Ferdi o toprağa bağlayan manevi bağlardan oluşan bir vatandır. Vatan sevgisi atalarını, dinini, namusunu ve insanlık haklarını tek bir mefhum içinde sevmekten başka bir şey değildir.

Bu milli hassasiyetler Türk zekâsının dokuz asırdan beri muhtelif sanat sahalarında vücuda getirdiği büyük eserlerle hakkın kalbinde yer tutan şeylerden meydana gelen bir vatandır. Vatanın topraktan ibaret olamayışı işte bundan dolayıdır. Toprak unsurunun yanında bazen Dede Efendinin bir bestesi veyahut minarelerinde ezanların susmadığı bir ses, bazen Süleymaniye gibi bir cami, bazen Fatih’in bütün azametiyle sığmış olduğu mütevazı bir türbe, bazen eski bir kumaş parçası veyahut bir çoban kavalı, bir tulum sesi, kemençe sesi, davul, zurna sesi bir vatan parçasıdır.

Eğer yaşamak istiyorsak unutmamalıyız ki vatan mefhumunun mukaddesatıyla maneviyatını soymak onu çırılçıplak kuru bir toprak haline getirmektir. Vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır. Türk vatanını Avrupa Birliğine peşkeş çekmek isteyen soysuzların maksadı işte budur. 

Demokrasi Adı Altında Gizlenen Gerçek

0

Bir zamanlar ‘ağzı olan konuşur’ deyimi çok yaygındı. Şimdi ise düşünce ve tutum itibariyle özgürlük ve demokrasi gibi siyasî ve ahlakî değerlerin uzağına düşenler her ağızlarını açtıklarında özgürlükten ve demokrasiden bahsediyorlar. Zaman yönetiminin ve jeo-politik düzenlemenin dinî ve siyasî değerlerin üzerinden sürdürüldüğü bir dönemde belirtilen şekilde konuşmak moda olabilir. Fakat önemli iddiaları olan, halkı aydınlatma görevini üstlendiğini söyleyen kişilerin ne söylediklerine dikkat etmeleri gerekir. Kabileciliği ima ve ihsas eden, eğitimin ve hukukun kabile sistemine göre tanzim edilmesi gerektiğini söyleyen bir anlayışın demokrasi ile hiçbir bağlantısı olamaz. Demokrasinin dayandığı esaslar açısından bu anlayış, tanıdık bile değildir. Ecnebidir. Demokratik çoğulculuk, herkese kendi dilinde eğitim, her dini ve felsefi inanca ayrı hukûkî uygulama yapan bir sistem inşa etmek değildir. İnsanların farklı tercihlerine, tutumlarına ve hayat biçimlerine fırsat oluşturmaktır. Herkes için geçerli ve herkesin eşit görüldüğü bir hukuk sistemini geçerli kılmaktır.

Demokrasi müstakil hareket etme yeteneğine sahip, daha doğrusu tercih yapabilen ve bunu varlığının temeli gören bireylerin oluşturduğu millete dayanır. Özgür ve sorumluluğunu bilen, birlikte yaşamanın gereği olarak farklılıkları bir imtiyaz alanı olmaktan çıkaran bir yaşantı biçimi ve ortak hukuk demokrasinin temelidir. Bu da ontolojik olarak değil, sosyolojik bir olgu olan millet sistemiyle mümkündür. Milletleşme sürecini tamamlamamış bir kabileler havuzunda demokrasi laftan ibaret kalır. Arap Baharı ve demokrasi arasında kurulan bağ, sadece gülünç değil, aynı zamanda siyasetin ve aydınların nasıl bir jeo-politik düzenlemenin parçası olduklarını gösterir. Arap Baharı denilen şey olsa olsa Eyyam-ı Arab’ın post-modern şafağı olabilir. Bu demektir ki en az yirmi yıl, Arap dünyası kabile kavgalarına sahne olacaktır. Milletleşme sürecini tamamlamadan demokrasi olamaz. Belirtilen durumu demokrasi olarak satanlar klasik milletler sistemini bize demokrasi diye yutturmaya çalışıyorlar.

İster dini isterse siyasi, iktisadî bağlamda olsun hiyerarşik / otoriter eğilimleri besleyen ve bu toplumsal düzeni bu çerçevede oluşturan bir anlayıştan demokrasi çıkmaz. Ağa-maraba, masum görülen dini otorite ve bu otoriteye tabi-günahlardan arınması gereken bağımlı fert, efendi-köle ilişkisinin işlediği ve kabul gördüğü ortamda demokrasi iddiası gülünçtür. Bunların tümü, kabileci ve feodal düzenin uzantısıdır. Bu nedenle bir milletin tarihî ve kültürel değerlerini, ortak tecrübesini, insanlık tecrübesinin eseri olan siyasî ve hukukî esaslar üzerine inşa edilen millet gerçeğini değil de klasik düzenin artığı olan kabileci eğilimleri öne çıkaran bir anlayışın ürettiği özgürlük ve demokrasinin adı; milletler sistemidir. Zaten belirtilen anlayış üzerine kurulan toplumsal düzen, klasik milletler sistemini aşamaz. Başta ülkemiz ve coğrafyaya telkin edilen demokrasi budur. Çünkü böyle bir anlayış kabileci, dinî ve iktisadî oluşumları millet gerçeğinin önüne koyan bir yaklaşımın sınırlarını geçemez. Etnik durum esas alınırsa bunun adı kabile demokrasisi olur. Eğer din esas alınırsa ruhaniler demokrasisi olur. Maddi güç esas alınırsa patronlar demokrasisi olur. Bunların toplamından oluşan bir sistemin adı, demokrasi olamaz. Demek ki kabileler, ruhaniler ve patronlar ittifakını dini algı ve siyasî değerlerle bize yedirmeye çalışanların derdi özgürlük ve demokrasi değildir. Bu sahte etiketin altında gizlenen gerçek yeni bir kontrol sistemini değerler altında sürdürmektir.

Ülkemizde medya patronlarının aynı ağzı kullanması, dini yapıların devlet içinde taraftarını koruma ya da taraftar kazanma faaliyetine girişmesi, deprem gibi acı bir olayı etnisiteye gönderme yaparak izah etme girişimleri özgürlük ve demokrasi vurgularını ve taleplerini eler. Bunlar demokrasinin temel dayanaklarıyla çeliştiği gibi, insanî ve İslâmî esaslara da aykırıdır. Türk Milleti ontolojik değil, sosyolojik bir olgu olarak kullanıldığı halde her ağzını açan kişinin bunu bütün sorunların nedeni olarak göstermesi ve Yeni Anayasa’nın ‘milletsiz bir temele’ oturtulmak istenmesi farklı bir amacın planlandığını göstermektedir. Bu gelişmeye hukuk ve özgürlük adına karşı çıkmak, milletin hukukuna saygının ve demokratik sistemden taraf olmanın gereğidir.

Belirtilen telkinlere ve dayatmalara karşı çıkmak hukukun, özgürlüğün ve demokrasinin gereğidir. İnsanî ve İslâmî duyarlılığın üzerimize yüklediği bir görevdir. Düşünce özgürlüğünü, ifade ve tercihte bulunma özgürlüğünü engelleyen bir anlayış milleti, medya patronlarının ve para babalarının nesnesi yapar. Bireyin dini tercihini ve imânını masum ve kutsal görülen ruhanilerin eline bırakan ve böyle bir anlayışı besleyen anlayış insanı dini otoritelerin malzemesi yapar. Kaldı ki böyle bir anlayış İslâmla da çatışır. “Öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.” (Ğaşiye 88: 21-22) Bu ayet, Allah tarafından insanlığı uyarmak ve yol göstermek için seçilen ve insanlık için örnek olan Hz. Muhammed’e bile halkın üzerinde egemenlik kurmasına izin verilmediğini anlatır. Kur’ân’ın bu vurgusu, hiçbir insanın özgürlüğünün dini, iktisadi ve siyasi otoriteye teslim edilemeyeceğini anlatır. Oysa başta ülkemiz olmak üzere bölge insanı kabile reislerinin, ruhanilerin ve patronların eline teslim edilmek istenmektedir. Ülkemizde sermayenin, bürokratik inisiyatifin ve cemaatçi eğilimlerin devlet içindeki ağırlığının yayılışı ve dağılışı özgürlük ve demokrasi vurgusu altında hangi gerçeklerin üzerinin örtüldüğünü somut bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bir yönetim biçimi olarak demokrasi insanın saygınlığını ve onurunu korumak için fırsatlar oluşturur. Farklı tercihlere, hayat biçimlerine açık olan demokratik sistemde hukuk, herkesi aynı ölçüde bağlar. İmtiyaz sağlayamaz. Yönetime taraf olan olmayan ayrımı yapamaz. Demokrasi bir fırsatçılık sistemi değil herkesin hukuk karşısında eşit olduğunu kabul eden ve uygulayan bir sistemdir. Ülkenin şehitlerine ağladığı günün ürettiği bulanık ortamdan yararlanan ve taraftarlarını / Deniz Feneri sanıklarını salıveren, fakat kendi taraftarı olmayanları içeride tutmak için gerekçe imal eden bir anlayış demokrasiden bahsedemez. Hukûkun kişilere göre işlediği ve ‘taraftar imtiyazının / seçkinciliğin üretildiği’, ve siyasî otoritenin topluma ‘bana taraftar olursan her şeyi yapabilirsin’ mesajını doğrudan ve dolaylı olarak veren bir anlayışın demokrasiden bahsetmesi sadece gülünç değil aynı zamanda insanların zekasını / aklını aşağılamaktır. Sadece bu tutum bile demokrasinin rafa kaldırıldığını gösterir. Çünkü demokrasi insan onurunu ve özgürlüğünü esas alır. Buna saygı duymayı talep eder.

Almanya İzlenimlerim ve Geriye Dönüşüm – 4

Almanya kesinlikle kanunların tam olarak en üstün seviyede uygulandığı Avrupa’nın en düzenli ülkesi. Vatandaşları kanunlarına saygılı, kanunlara uymanın onlar için iyi bir vatandaş olmak için gerekli. Kimse sokağa, caddeye çöp, sigara izmariti atmıyor, kimse kamu alanlarına zarar vermiyor. Eğer kanunları ihlal eden olursa birileri tarafından yetkililere bildiriliyor ve gereken uyarı, ceza veriliyor. Örneğin kırmızı ışıkta kimse geçmiyor, eğer geçen olursa; isterse bakan, ister milletvekili ister normal vatandaş olsun cezasını yiyor. Bu ülkede hiç kimse ayrıcalıklı değil.

Çevreye ve doğaya saygı çok. Yeşiller partisi çevreyi koruma ve sağlıklı yasam için plastik poşetlere karşı mücadele başlatmış durumda. Plastik poşetlerin maliyeti, kağıt ve bez torbalardan pahalı ve sağlıksız. AB üyesi ülkelerde kişi basına yıllık plastik poşet tüketiminin 500, Almanya’da ise yaklaşık 60’a kadar düşmüş. Ülkemizde 1970’li yıllarda kese kağıdı ve filenin yaygın olduğu plastik poşetler Türk kültürüne sonradan girmiştir. Burada benimde bir önerim olacak plastik poşetleri derhal terk etmemiz gerekiyor. 

Avrupa da bulunduğum sure içerisinde  bu üçüncü Cuma. Cuma namazını bulunduğumuz Konikswinter’de kılmaya gidiyoruz. Bu cami yeni yapılmış. Bizim Türk isçileri tarafından  epey meşakkatlerden sonra yaptırılmış. Kantini, şadırvanı, oturma yeri, her şeyi çok mükemmel ve temiz. Dışarıda ezan okunmuyor. Yaklaşık 150-200 kişiye yakın cemaat var. Ramazan arifesi imsakiyeler bastırılmış, camiden çıkınca hurma satılıyor. Cami imamı her türlü dini hizmetin verildiğini söylüyor, bunlar bizleri sevindiriyor. Ancak büyük şehirlerde ise çeşitli gruplara ait camiler olduğunu duyunca üzülüyorum. Bu ayrılık neden anlamıyorum. Bir kaç ay sonrada Köln’de çok büyük cami açılacakmış. Bu caminin açılacağı ilan tarihi ve caminin görkemli resmi ile caminin kapısına asılmış. İnşallah dinimizin layıkıyla yaşanması için herkes elinden gelen ihtimamı gösterir.

Bu gün Ramazan arefesi.  Burada iki üç Türk kahvesi var. Aynı kültür burada da mevcut . Ağzına kadar kahve dolu ama bu gün arefe olduğu için pek kimse yok. Burada milletimiz ve devletimize çok büyük görevler düşüyor. Çoğu kimliği, inançları dejenere olmuş bir kısım gençlik ise gününü eğlence, bar ve pavyonlarda geçiren, uyuşturucu batağına saplanmış milli ve manevi değerlerimizden uzak yaşayanlara herkesin yardımcı olması gerekir. Ailelerin  de gerçekten yabancı bir ülkede doğup büyüyen çocuklarını layıkıyla yetiştirmeleri çok zor. Allah kolaylık versin.

24 Temmuz’da geldiğimiz Almanya’dan 3 Ağustos tarihinde yine otobüsle Paris’e geri dönmek için Köln’de otobüs durağına geliyoruz. Otobüs durağa geliyor. Süleyman Bey Almanca şoföre soruyor. Bu otobüs Paris’e mi gidiyor diye; Şoför bize Türkçe karşılık veriyor. Allah(cc) nasip ederse, oda ne kaptanımız Türk. Çok seviniyorum. Adı Serkan Kurtulmuş. Kendisi Ankara Etimesgut’tan 14 yıl önce gelmiş Türkiye’den. Arabamız hareket ediyor, şoförün iki koltuk arkasına oturuyoruz. Brüksel’e gelince arabalardan yardım isteyen Romenleri görünce bana bak Brüksel’de de romen var diyor şunları da AB ye aldılar diye yakınıyor ben de siyasi olduğunu söylüyorum. Sonra ileriye Serkan’ın yanındaki boş koltuğa izin isteyerek geçiyorum.

Yolda sohbete devam ediyoruz. Maaşının azlığından evde otursa, işsizlik parasından alacağı paranın aldığı maaştan 200-300 Euro daha  az olacağını ifade ediyor. Sendikalarının olmadığını çok çalıştığını ve maaşının azlığından yakınıyor, Bu firmaların Portekiz’den 800-900 Euro maaşa  şoför getirip çalıştırıyorlarmış. Otobüslerde çalışma saatleri günlük 9 saatmiş her 4,5 saatte bir 45 dakika dinlenmeleri gerekiyormuş o yüzden 45 dakika fazladan duruyor bu yüzden de Paris’e varışı bilette yazdığı saatin 45 dakika geç gelmesine sebep oluyor.

Serkan’ın Türkiye burnunda tütüyor. Burada hiçbir şeyin tadı tuzu yok diyor. Ne havası ne yiyeceği en son geçen yıl Türkiye’ye geldiği Türkiye de güzel gelişmelerin olduğunu ifade ediyor.

Buradaki ülkeler arası otobüs olduğu halde öyle ahım şahım değil, Serkan Turkiyedeki otobüslerin lükslüğünden Alman şoförlere bahsediyorum, ama onlar inanmıyorlar diyor,

Hakikaten bizim otobüsler buraya göre çok lüks ve ikramları mevcut hem de Avrupa’ya göre ucuz.

Böylece Almanya yolculuğumuz bu şekilde sona ermiş oluyor.