13.8 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1085

Geçiş Çağı: Derinleşen Kriz, Yükselen Dalgalar

0

Yeni Bir Politika Bilimi üzerine 1999’da Sosyalist Akademisyenler konferansında konuşan Immanuel Wallerstein şu tespiti yapar: “500 yıllık mevcudiyetinden sonra dünya kapitalist sistemi ilk kez gerçekten sistematik kriz içindedir ve biz kendimizi bir geçiş çağında buluyoruz. Yapısal nedenlerden dolayı netice belirsiz olmasına karşın bu geçişte kökten bir değişim perspektifi mevcuttur.” 1999 sonrası dünya tablosu bu tespiti doğrulamaktadır. Gerçekten de bir geçiş çağında yaşıyoruz ve bu geçiş süreci derinleşen ekonomik krize ve değişime tanıklık etmektedir. Küresel güç denkleminin yeniden kurulmasına paralel olarak dünyanın en hassas bölgesinde yapılan jeo-politik düzenleme siyasî dalgaların yükselmesine neden olmaktadır. Geçiş Çağı’nın içeriği ve buna yüklenen siyasî temalar ve stratejik amaçlar anlaşılmadan etrafımızda olup-biteni anlamak ve sağlıklı bir politik duruş geliştirmek imkânsızdır.

Derinleşen Kriz: Ekonomik krizin aşılacağı ve düzene gireceği yolundaki sözler gürültülü ve patırtılı reklâmdan ibarettir. Çünkü dünya-kapitalizmi, yapısal olarak kötü durumdadır. Tarihî bir dönüşüm söz konusudur. Ekonomik bünyenin iki kanadı, zenginlik ve yoksulluk genişlerken, iki kanadı taşıyan omurga giderek incelmektedir. İncelen omurga hantal vücudu taşıyamadığı için eğilmekte, bükülmekte ve kırılmaktadır. Angus Maddison’un 2000, 2008 yıllarına ilişkin olarak sunduğu küresel sermayenin tablosu ve bu sürecin 2050’deki tahmini görüntüleri, dünya kapitalist sisteminin sistematik kriz içine girdiğinin matematiksel ifadesidir. Keza aynı çerçevede yayımlanan son tablolar ve yapılan açıklamalar, krizin hızlı bir şekilde derinleştiğini göstermektedir.

Belirtilen kriz, birilerinin sandığı gibi sermayenin merkezi olan devletlerin çöküşü ve yok oluşu anlamına gelmemektedir. En geniş anlamıyla Batı dünyası sermayenin tek merkezi olmaktan çıkmaktadır. Çünkü sermaye tedrici olarak batı dışı devletlere doğru kaymakta, yani yer değiştirmektedir. Ekonomik krizin AB ülkelerine yansıyan siyasî dili: ‘Başkasını değil, kendini kurtul’ ‘İtalya çok büyük kurtarılamaz’ sloganı ile ifade edilmektedir. Yunanistan, İtalya ve İspanya üzerinden genişlemesi muhtemel ekonomik krizin batı dünyasının tümünü birinci derecede ve bütün dünyayı ikinci derecede etkileyecektir. Bu tabloyu gereği gibi tahlil eden batı dünyası, liberal-kapitalist sistemin kırılmasını önlemek ve devamını sağlamak için jeo-politik düzenleme faaliyetine girişmiştir. Batı kültürünün dışında kalan, fakat ekonomik ve teknolojik alanda yükselen güçleri kontrol altına almak için ABD, başta Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Kafkasya’yı, yani Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ı kendi siyasî, iktisadî ve askerî stratejilerine uygun hale getirmeye çalışmaktadır.

1999 sonrası Türkiyesi’nde yükselen siyasî algı belirtilen siyasî-stratejik modelin ürünüdür. Dikkat edilirse Türkiye hem Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde hem de Kafkasya’da ABD politikalarının gerçekleşmesine katkı sağlayan bir aracı konumundadır. Irak, Libya, Mısır ve Suriye konusunda sergilediği tavır, terörü çözüme kavuşturma yönünde muhatap aldığı Barzani, Türkiye’nin üstlendiği siyasî rolün ne olduğunu somut bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yükselen Dalgalar: İlk aşamada jeo-politik düzenlemeye tabi tutulan coğrafya İsrail, Ermenistan ve Gürcistan’ın dışındaki Müslüman ülkelerdir. Söz konusu ülkelerde uzun süredir toplumu kontrol etmek için üretilen, beslenen ve korunan ‘dünyevi krallıklar’ İslâm’ın yükselişi nedeniyle tabanı kontrol etme imkânını yitirdiler. Toplumun algısına uygun düşmeyen mevcut iktidarlara karşı iç dinamiklerin eseri olarak bir tepkinin yükseldiği ve topluma yayıldığı sosyolojik bir gerçektir. Bu kadar geniş tabanlı bir direniş hareketini dış / haricî amillerle izah etmek ilmî bir yaklaşımın dışına düşer. Fakat süreci analiz eden ve bu yönde politikalar geliştiren Batılı ülkelerin belirtilen durumu, jeo-politik düzenleme amacına matuf olarak kullandığı bir gerçektir.

Geçiş çağının ruhuna ve sosyolojik duruma uygun olarak Batı siyasî hedeflerini belirtilen coğrafyada İslâm üzerinden, daha doğrusu Sünnî-Selefî İslâm ağı üzerinden gerçekleştirmeyi planlamış ve bunu uygulamaya sokmuştur. Tunus, Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerde öne çıkanlar izlenen politikanın içeriğini somut olarak dışa vurmaktadır. Fakat bu noktada Batılı siyasî aktörlerin, Sünnî-Selefî geleneğin çok önemli özelliği olan İslâm anlayışını göz ardı ettikleri anlaşılmaktadır. İslâm’ın yorum modellerinden birisi olan bu anlayış özü itibariyle lafızcıdır. Dini ifadeleri esas alır ve bunun dışına çıkmaz. Aklın değer koyma yeteneğini kabul etmez. İktidarı elde etmek için Batı ile irtibata geçen dini-politik hareketlerin Batı’nın istediği gibi tabanı kontrol etmesi zor görünmektedir.

Libya, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde gelişen politik ivme, Batı karşıtlığının İsrail üzerinden sürdüreceği izlenimini vermektedir. İsrail’e yönelik karşıtlığın giderek güçleneceğini anlayan batılı siyasîler ve diplomatlar bu gelişmeden rahatsızdır. Hatta İsrail, Batı’nın ilan ettiği baharı kışa çevirme noktasında direnmektedir. Öyle anlaşılıyor ki ehlileştirme hesabı tam olarak tutmamıştır. Şu an itibariyle İsrail ve ABD, Suriye’de bir değişikliğin olmasını istemiyorlar. Çünkü Suriye Selefî-Sünnî İslâm ağının tarihî bir merkezidir.

Söz konusu merkezlerin ortak algıya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğu açık ve kapalı bir şekilde dillendirilmektedir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki direniş hareketlerine açık destek verdik. Müslüman dünyasında yükselen İslâmî kökenli partilerle çalışabiliriz. Tüm İslâmî kökenli partiler aynı değildir. Hem Türkiye hem İran dinî kökenli partilerle yönetiliyor, ama modelleri ve tutumları birbirinden farklıdır. Demokratik yollarla seçilen liderlerle birlikte çalışabiliriz. Adlandırmalar önemli değil, ne yaptıkları önemlidir.” Bu mesajı veren H. Clinton ardından Mısır’ı tehdit etmektedir: “Eğer Mısır’daki en kuvvetli siyasî güç, seçilmemiş yetkililerin doldurduğu bir hale dönüşürse gelecekteki huzursuzlukların tohumlarını ekmiş olurlar.” Coğrafyanın tarihi belleği ve İslâm algısı devreyi girmeye başladığı için diplomatik hamle yerini siyasî tehdide bırakmaya başlamıştır. İran’ın nükleer silaha sahip olduğu ve gerekli müdahalenin yapılmasına yönelik çağrı söz konusu krizi aşmaya ve topyekûn bir baskı politikası üretmeye neden olabilir. Bu süreçte İsrail, nükleer tesisleri yok etme bahanesiyle İran’a saldırabilir.

Batılı merkezi güçlerin derdi demokrasi ve özgürlük değildir. Hiçbir zamanda olmamıştır. Şu süreçte izlediği politika değerler üzerinden ekonomik gücü korumak ve liberal-kapitalist sistemin devamını sağlamaya yöneliktir. Diplomatik ve stratejik hamlelerin sonuç vermediği durumda savaş kırılma dönemlerinin en temel aracıdır. Öyleyse ya Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri iç çatışmaya sürüklenecektir. Ya da nükleer silahları yok etme bahanesi altında İran’a müdahale edilecektir. Türkiye, komşu ülkeleriyle sorunlarını azaltma yerine batılı merkezi devletlerin ağına düşerek tarihi bir hata yapmıştır. ABD adına Suriye’nin iç işlerine karışan ve oradaki olaylara elini bulaştıran siyasî iktidarın uyguladığı politika terörü tetiklemiştir. Terörün yükselişi izlenen politikayla doğrudan bağlantılıdır. Barzani gibi bir simide sarılmanın arkasında da bu gerçek yatmaktadır.

 

Cumhuriyet Çeşitlemesi (3)

                         Türkiye kurtuluşu için, vardı gerçek bir reçete

                         Olamazdı; küçük gruplarla oluşturarak çete

 

                         Komutanlar dedi: Anadolu’dan başlatılırsa, milli hareket

                         İşgalcilere ancak bu şekilde denir: Kutsal Toprakları terk et

 

                         Vahideddin, bu maksatla istedi, komutan adlarını bir an evvel

                         Oldu Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’ye başı çeken temel

 

                         Millet; Eşraf, Müftü rehberliğinde, düşman karşısında kenetlendi

                         Bunlar önderliğinde oluşan birlikler, Subaylarca denetlendi

 

                         Hapishanelerde, hapis kalmak istemedi mahpuslar bile

                         Katılıp milis kuvvetlere, alındı göze ölüm el ele

 

                         Mustafa Kemal İstanbul’da: “Geldikleri gibi giderler.”

                         Bu azimden ötürü, girdi emrine herkes, oldu bir er

 

                         Yurdun stratejik özellikleri olan, her önemli yer

                         İşgal ediliyordu, başta İngilizlerce, birer birer

 

                         15 Mayıs 1919: İzmir edildi işgal

                          Tahammül edilecek gibi değildi dostlar, bu feci hal

 

                          Desteklemişti istilayı İngiliz, Fransız, Amerikan

                          Savaş gemileri; belli ki dökülecekti oluk gibi kan

 

                          Ama atı alan Üsküdar’ı geçti çoktan

                          Samsun’da Mustafa Kemal, izlendi uzaktan

 

                         Havza’da ilk tamim ve genelgesini yayınladı

                         Halk gerçekleri, bu şekilde daha iyi anladı

 

                         İstanbul’u protesto mitingleri, aldı yürüdü

                         Savunma silahla mümkün olur, zihinleri bürüdü

 

                         23 Temmuz Erzurum’da kongre; çekti dikkati üzerine

                         11 Eylül Sivas Kongresi’nde, seçildi Hey’et-i Temsiliye

 

                         Yapıldı Sivas Kongresi’nden  önce ve sonrası, daha bir çoğu

                         Hepsinde konuşulan, vatanın tamamiyeti oldu söz konusu

 

                         Milli Mücadele harcını teşkil etti: Meşveret ve istişare

                         Dünyaya parmak ısırttı, Meclis kaynaklı, göz kamaştıran şerare

 

2331

                         Can havlinde bir milletin, rejimde fazilet mücadelesi

                         Milletlere oldu örnek, bu hususta da Türk’ün iradesi

 

                         13 Ocak 1920, Sultan Ahmet Meydanı

                          Mazlum-mahzun insanla dolup taştı, tarihsel alanı

 

                          Yüz elli bin yurttaş, protesto etti, zalim düşmanları

                          Dile gelse de anlatsa Sultan Ahmet, o güzel anları

 

                          İşgalcilerin tepkisi, aydınları sürmek oldu Malta’ya

                          Akıllarınca mesaj vermek istediler, güya Ankara’ya

 

                          16 Mart sabah erkenden İtilaf Devletleri

                          Başladılar İstanbul’u işgale, sabahtan beri

 

                          Durmadı subay, meb’us ve bürokratların toplu tevkifi

                          18 Mart; fesholdu Osmanlı Meb’usan Meclisi keyfi

 

                          Atmaca’nın Serçe’ye tasallutu, nasıl artırırsa savunma melekesini

                          İşgalin baskıları, çekilmez hale getirdi, savaşın mütarekesini

 

                         Arka arkaya gelen olayların, hamile bıraktığı millet

                         Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni doğurdu, çok şükür nihayet

 

                         23 Nisan 1920’de açıldı Meclis; ala-yı vala ile

                         Yemin etti Millet, İstiklal ve Hürriyet gibi büyük asil bir dava ile

 

                         İstanbul’un, Yunanlılarca işgal edileceği tehdidi

                         İstanbul Hükümeti’ne, o Sevr-i menhusu imza ettirdi

 

                         Geldi çattı artık milletin başına, istenmeyen o korkunç an

                         10 Ağustos 1920 tarihinde, vermeyerek aman

 

                         İş başa düşmüş, savaş olmuştu kaçılmaz kader

                         Aç canavara muhabbet, getirir ancak keder

 

                         Tarihte İngiliz denen, bin bir yüzlü dessas

                         Kurardı tüm hesaplarını, hassas mı hassas

 

                         Asla atmaz kendini ateşe, yapardı korkuluk ve kapan

                         Bu sefer de, Yunanı sürmüştü ileri, olsun diye kalkan

 

 

 

 

 

2332 – 2333

Fransa’da Hayvancılık

Ülkemiz hayvancılığının sıkıntıda olduğu dikkate alındığında bu konu ile ilgili yazmam gerektiğini düşündüm.

Fransa’da hayvancılık 1950-1960’lı yıllarda büyük sorunları olan İkinci Dünya Savaşı sonrası %40 sığır sürüsünü kaybetmiş ve hayvancılığın yeniden yapılandırılması için harekete geçmiş. Fransa o yıllarda küçük aile işletmelerine sahipti.

1960’ta yaklaşık 1 Milyona yakın işletme sayısı 30 bine indirilmiş, işletme büyüklüğü ortalama 80 sığır olarak belirlenmiştir. Bu işletme için ihtiyaç duyulan arazi 120 hektar olup Fransa’da son dönemde süt hayvancılığı yapan işletme sayısı azalırken besi hayvancılığı yapan işletme sayısında artış olmuştur. Süt hayvancılığı daha çok Fransa’nın batı bölgelerinde yoğun iken besi sığırcılığı ise orta bölgelerdedir.

Koyun keçi işletme sayısı ise pek değişmemiştir.

Devletin desteğiyle üreticiler tarafından örgütlü birlikler kurulmuştur. Hayvan yetiştiriciliği yasası çıkarılarak her örgütün yetkileri tanınmıştır. Bu örgütler ise (Et-Süt) Hayvancılık Enstitüsü altında toplanmıştır.

Hayvancılık Enstitüsü’nün 3 temel amacı vardır.

Hayvanların gebelik ve laktasyon süreçlerini kontrol altında tutmak, Hayvan sağlığı konusunda gereklilikleri yerine getirmek, Hayvanların performanslarını kayıt altında tutmak.

Bu 3 ana amaç doğrultusunda Fransa’da Suni tohumlama, Hayvan sağlığı, aşılama ve kayıtlı üretim yapan işletmelere destek vermektir. Fransa’da genetik performansla ilgili ciddi çalışmalara imza atmış,  Enstitüye bağlı bir suni tohumlama merkezi kurulmuş genetik potansiyeli yüksek boğalar tespit edilmiş suni tohumlamada kullanılarak sağmal ineklerin genetik ıslahı sağlanmıştır. Fransa’da %90 suni tohumlama yapılmaktadır. Suni tohumlama merkezlerinde 1000’den fazla boğa yetiştirilmekte ve genetik teste tabi tutulmaktadır.

Hayvancılık Enstitüsüne bağlı 22 bölgede toplam 96 birim bulunmaktadır. Bu birimler Enstitü çatısı altında verilerin toplanması sağlanmakta Fransa Tarım Bakanlığı’nın da ortaklığıyla hayvancılık sektörü tek bir yapı oluşturmaktadır. Enstitü bünyesinde bilgi akışının sağlanması için 200 adet eğitimli Ziraat Mühendisi ve Veteriner Hekim çalışmaktadır. Bu enformasyon birimi genel merkezden kontrol edilmekte ve ıslah besleme ve sürülerin yapısı hakkında bilgi paylaşımı sağlamaktadır.

Fransa’da süt hayvancılığı organizasyonunda tüm bölgelere aynı hizmet eksiksiz sürdürülmektedir. Bir süt hayvancılığı işletmesinin Enstitü hizmetlerinden yararlanabilmesi için üyelik şartı aranmaktadır.

Hayvancılık Enstitüsünün verdiği hizmetler şunlardır.

Hayvanların pedigrilerinin tutulması, hayvanların performans kayıtlarının tutulması, suni tohumlama yapılması, soy kütüğüne göre ıslah çalışmalarının yapılması, seleksiyon ırk seçimi, işletmelerin ekonomik durumu, süt toplama hizmeti, zirai malzeme temini, girdi kontrolü, sağlık kontrolleri yapılmaktadır.

Fransa Hayvancılık Enstitüsünün toplam 470 Milyon Euro bütçesi bulunmaktadır. Bu bütçenin %75 lik kısmı üreticiler tarafından %25’lik kısmı Tarım Bakanlığı tarafından finanse edilmektedir. Enstitü’ye bağlı bölgesel  birliklerin devamlılığını sağlamak için üreticiler destek vermektedir. Fransa da çiğ süt fiyatının AB ortalamasından yüksek olmasının nedeni örgütlülük olarak gösterilmektedir. Çiğ süt fiyatları üreticiler ve sanayicilerin ortak çalışması sonucunda maliyet dikkate alınarak hesaplanmaktadır. Ancak günümüzde Fransız üreticileri süt fiyatlarından memnun değildir. Bu durum AB’nin 1984 yılından beri uyguladığı süt kotası uygulamasının neticeleri olarak görülmektedir.

 

Tercih Hakkına Saygı

Hani kendisinde şeytan tüyü olduğu düşünülen erkekler vardır ya, işte onlardan biridir zengin avukat. Bu özelliği sayesinde çok sayıda kadınla beraber olur. Adam sadece yakışıklı değil, aynı zamanda entelektüel seviyesi yüksek, maddi durumu iyi, dahası kadınları ikna etme becerisi fevkalade üst seviyededir. 

Bu şahsın NewYork Polis teşkilatının cinsel suçları incelemekle ilgili birimi tarafından sorgulanmasına sebep olan olay ilginçtir: Adam tam 47 kadınla ilişki kurmuş ve bu kadınlardan 47 çocuk sahibi olmuştur. Orada da kanunlara göre zina suç olmadığı için soruşturma başka bir sebebe dayanıyor.

Adam bu kadınlarla ilişkisi esnasında prezervatif kullanarak korunduğu izlenimi vermesine rağmen, ilişki öncesi prezervatifleri delerek kadınların rızaları dışında hamile kalmasını sağlamıştır. Fakat karizması ve ikna yeteneği ile hamile kalan kadınları doğum yapmaya ikna etmek suretiyle 47 defa baba olmuştur. Adam bütün çocuklarını sevdiğini söylemekte ve masraflarını karşılamaktadır. Gayrimeşru ilişkilerinden çocuk sahibi olan bu kadınların adamın diğer ilişkileri ile çocuklarından haberi yoktur.

Özel Mağdurlar Birimindeki polisler, avukatın yaptığının suç oluşturduğu kanaatindedir. Ancak kanunlara göre cezalandırmaya mesnet bulunamadığı için serbest bırakmak zorunda kalınacaktır. Polis son çare olarak o şehirde yaşayan, avukattan çocuk sahibi olmuş 20 kadını ve çocuklarını bir araya getirerek adamla yüzleştirir. Kandırılan kadınların şiddetli tepkilerine rağmen avukatın tutuklanması hukuken mümkün olmaz. Fakat bir gün sonra feci bir şekilde öldürülmüş olarak bulunan avukatı, kandırarak hamile bıraktığı kadınlardan birinin öldürdüğü anlaşılır.

Bu anlattığım olay, Law & Order: Special Victims Unit adlı dizi filmin bir bölümünün konusu idi. Filmde özetle a- Zinanın suç olmadığı bir ülkede bazı kadınlar bir adamla kendi rızalarıyla ilişkide bulunmakta. b- Adam ilişki öncesi prezervatifleri delerek kadınları rızası dışında hamile bırakmakta. c- Adam tatlı dili ile kadınları kendi rızasıyla doğum yapmaya ikna etmektedir. Polis birimine göre adamın bu yaptıkları bir nevi taciz suçu oluşturmaktadır. Oysaki kanunlarda böyle bir suç tanımı yapılmamıştır.

Şimdi tartışmamız gereken şu iki sorudur:

  • 1- Buradaki kadınlar, hamile kalmak ve çocuk yapmak gibi, kendi hayatlarını esaslı bir şekilde değiştiren bir olayda tercih hakkı ellerinden alınmış mağdurlar olarak nitelendirilmeli midir?
  • 2- Adamın bu fiilleri suç teşkil eder mi, etmeli mi?

Bana göre her iki sorunun cevabı da evet‘tir.

******

Şimdi benzer bir soruyu siyaset alanı için soralım. Halkın oyuyla gelen iktidarlar halkın rızası dışında onların hayatlarını esaslı bir şekilde değiştirecek kararlar alabilmeli mi?

Alırsa, bunun sonuçlarına halk rıza göstermezse hakları ne olur? Halk kararlara sonradan rıza gösterirse iktidarın yaptığı suç mu olur, ahlaki olmayan bir davranış mı olur, yoksa siyasi bir beceri mi olur?

Mesela Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu istifa etmeyip, ülkesinin borçlu olduğu AB ülkelerinin, Yunan halkına içirmek üzere hazırladığı acı reçeteyi uygulasaydı Yunan halkını aldatmış olur muydu?

Papandreu seçimleri ‘ağır kemer sıkma tedbirleri alacağım’ diyen rakibi ve halefi Kostas Karamanlis’in aksine ‘devlette para varvaadiyle kazandı.” (Yorgo Kırbaki-Hürriyet)

Seçim öncesi vaadinin tam tersini uygulayacağı için sorunun cevabı “evet” olacaktı. Halk kendisini fakirleştirecek, işsizliğin, vergilerin, fiyatların artışına, gelirlerinin azalmasına yol açacak tedbirlerin alınmasına karşı tepkili idi. İktidarda olan Papandreu ve partisi bunu göze alamadı. Papandreu belki ahlaki kaygıyla, belki de siyasi endişelerle önce referandum resti çekti. Daha sonra da “AB’nin ültimatomlarına uyarak” teknokratlar hükümetine görevi devretti.  

Teknokratlar hükümeti bu acı ilacı içirdikten sonra seçime gidilecek ve mevcut siyasi partiler alınan kararların semeresini toplayacak. Prezervatif delinmesinden de öte bir durum var. Sperm bankasından tedarik edilen, seçilmemiş bir adamın spermiyle çocuk doğacak.

*****

Gelelim Türkiye’ye. Seçimlerde iktidar partisi AKPtek vatan, tek bayrak, tek millet” sloganıyla oy topladı. CHP ve MHP zaten hep bu görüşteydiler.

Bu partilerin ülkenin bir bölümünde, kendisini Türk hissetmeyenlerin hatta Türk düşmanlarının idaresinde, ayrı bayrağı olan, ayrı ilde eğitim yapılan bir devlet yönetimine gidişe imkân verecek yeni bir Anayasa yapmasına, hukuki gerekçeli kılıflar bulunabilir. Sayısal çoğunlukla bazı engeller aşılabilir.

Ancak seçim öncesi böyle bir vaatleri olmadığı için, bu partilerden herhangi biri federasyona ve vatanımızın bir bölümünde Özerk Kürdistan’a / Kürt Federe Devletine imkân veren düzenleme yapmaya kalkarsa, bu öncelikle ahlaki olmaz.

Hatta bu üç partinin tamamı rıza gösterse bile, vicdanların bunu demokrasinin ruhuna uygun bulması mümkün olmaz.

Böyle bir Anayasanın referanduma götürülerek halkın yüzde ellisinden fazlasının kabul oyunu alması halinde bile bu ahlaki zafiyet giderilmiş, meşruiyet sağlanmış olamaz.

Doğmuş çocuğu kabul ettirmek, çocuk sahibi olup olmama konusundaki tercih hakkının ihlal edilmesi gerçeğini değiştirmez.

Bu sözlerim BDP için geçerli değildir. Çünkü onlar böyle bir sonuç istediklerini seçimden önce söylediler. Fakat millet onlara değil, diğerlerine oy vermiştir. AKP, CHP ve MHP’nin BDP’nin talebi olan “özerk Kürdistan bölgesi” projesine hizmet eden bir Anayasa‘ya “evet” demesi ahlaksızlık olacaktır.

Kamu vicdanı bu ahlaksızlığı yapan partiyi veya partileri yaşatmaz.

 

Hat Sanatında İcâzetnâmeler

İcazetname

Sözlükte “Su akıtmak; helâl kılmak, izin vermek, onaylamak, geçerli kılmak” gibi mânalara gelen cevz kökünden türeyen icâzet, ibn Fâris’e göre “su akıtmak” şeklindeki anlamından hareketli “bir âlimin ilmini talebesine aktarması” mânasında terimleşmiştir.”

Genel mânâda icâzet; izin, ruhsat, müsaade, ilim veya sanat tahsilini tamamlayan talebeler imtihanla verilen şehadetnâme, diploma mânalarına gelir. İcâzetnâme; Arapça mezuniyet, ruhsat mânalarına gelen icâzet ile, Farsça mektup, kitap demek olan nâme’nin birleşmesinden meydana gelir ve izin kâğıdı demektir.

Hat sanatında, bir üstattan yazının usûl ve kaidelerini meşk ederek mezun olup sanatını icra ederek eserlerinin altına imza koyabilme yetkisinin alındığı belgeye izinnâme, icâzetnâme yahut kısaca icâzet adı verilir.

Hat tarihi kaynakları, icâzet alma usûlünün, XV. Asır hattatlarından Abdurrahman-ı Sabıg tarafından konulduğunu yazarlar. Hayatı hakkında bir bilgimiz olmayan bu zatın, henüz bir yazısı da görülmüş değildir. Görülen icâzetnâmelerin en eskisi, XVII. Yüzyıl sonlarına aittir.

Hat sanatında, her isteyen yazdığı yazının altına imza koyamaz. Bu işle uğraşmak isteyenlerin yazı eğitimi alması gerekir. Hat sanatının öğrenilmesi; talebenin kabiliyeti, anlayışı ve çalışmasına göre ortalama 5-6 yıl sürer.

Hz. Ali: “Güzel yazı, hocanın öğretişinde gizlidir; kemâle ermesi çok yazmakla, devamı da İslâm dini üzere bulunmakla olur” Hz. Mevlânâ da: “Sanat ustasız öğrenilmez.” Diyerek hocanın önemine dikkat çekmektedirler.

Hat sanatı hakkında asgari bilgileri öğrenerek icâzet alacak seviyeye erişen talebe, -hocasının da yardımıyla- seçtiği, eski üstatlardan birinin yazı örneğini bütün hünerini göstererek taklit eder.

İtina ile hazırlanan taklit yazının alt kısmına hoca, yazı sülüs-nesih ise; rikâ (hatt-ı icâze), nesta’lîk ise, hurde nesta’lîk ile Arapça izin cümlesini yazar. Bu izin cümlesinde ekseriya kullanılan Arapça metnin Türkçe’si şöyledir:

“Bu güzel yazıyı yazan (talebenin adı)’a yazılarının altına ketebesini koyması için icâzet verdim. Allah ömrünü ve marifetini artırsın. Ben onun muallimi (hocanın adı)yim. Tarih” . “Ketebesini koyması için izin verdim” cümlesi dolayısıyla icâzetnamelere “ketebe kıt’ası” adı da verilir.

İcâzetnâmelerde kullanılan dil Arapça’dır. Nadiren Türkçe yazılanlara da rastlanır.

İcâzetnâmelerde hocanın yazdığı metin kısmı önemlidir. Fakat, icâzet başka hattatlar tarafından da tasdik olunabilir. Hoca, yukarıda belirtildiği gibi kendini “ben onun hocası” diyerek belirtir. Tasdikli icâzetlerde hocanın imzasının yanına koyan hattat, bu icâzeti onayladığını ve tebriklerini yine Arapça sözlerle ifade ederek yazar.

Hocanın izin cümleleriyle tamamlanan icâzetnâme daha sonra bir müzehhip veya müzehhibe tarafından tezhip edilerek levha haline getirilir ve telebeye takdimi “icâzet cemiyeti” adı verilen bir merasimle yapılır. İcâzet merasimi; yalnız bir talebe, yahut icâzete hak kazanmış birden fazla talebe için aynı zamanda yapılabilir. Bu merasim için tayin edilmiş mekân şartı yoktur. Bir camide olabileceği gibi, uygun görülen başka mekânlarda da bu merasim yapılabilir.

İcâzet merasiminden sonra hoca-talebe münasebeti bitmez. Yeni hattat her fırsatta hocasına devam ederek eksiklerini tamamlar. Zaman içerisinde bıkmadan usanmadan büyük ustaların eserlerini de tetkik ederek kendini geliştirmeye çalışır. Hocasını bırakmaz ve ikisinden biri vefat edinceye kadar bu münasebet sürer.

İcâzet geleneğinin, yazı tarihinin eksiksiz bir şekilde kaydedilmesinde önemi çok büyüktür. Tarihî seyri içinde yazının geçirdiği safhalar, tarihli ve imzalı eserlerle belgelenmiştir. Bunun yanında yine bu eserlerle hattatların sanat hayatları boyunca yazılarının gelişmesini görme imkânı vardır. Ayrıca, icâzet geleneği hat sanatına disiplin getirerek yozlaşmasına da mâni olur.

İcazet geleneği, hat sanatının yanında başka mesleklerde de görülmektedir. İlmiye sınıfının kendi aralarında oluşturdukları hoca-talebe silsilesi de ilmiye icazetnâmesiyle kayıt altına alınmıştır. Bu şekilde ilmi yozlaşmanın önüne geçilmesi hedeflenmiştir. İlim ve sanat erbabının yanında bazı zenaatlarda da mesleğin bozulmadan genç nesle aktarılabilmesi için bazı merasimler yapıla gelmiştir. Peştamal kuşanma merasimi buna güzel bir örnektir.

UYGULAMALI TÜRK-İSLÂM KÜTÜPHANESİ YAYINLARI

Gelenekten Geleceğe İcâzetnâme Albümü

Ali Rıza Özcan

Atatürk’e Karşı Samimi Olmak

 

Atatürk aramızdan ayrılalı 73 yıl olmuş. Ama sanki o hiç ölmemiş gibi onu konuşuyor ve tartışıyoruz.

Onun Türk milletine yaptığı hizmetleri inkar edecek bir Türk bu güne kadar çıkmadı ve bundan sonra da çıkacağını zannetmiyorum.

Bu sebeple milyonlarca Türk evladı, sadece 10 Kasımlarda değil yaşamın her anında onu minnet ve duayla yad etmektedir.

Atatürk’ün yaptıklarını iyi anlamak için o yıllara gitmek ve dönemin şartlarını bilmek gerekir. Keşke “Uzay Yolu” dizisinde olduğu gibi bir ışın makinesi ile geçmiş zamana yolculuk yapma imkanı olsaydı.

Eminim ki; böyle bir fırsatı yakalayacak olan her Türk evladının, başarılan işler karşısındaki hayranlığı bugünkünden kat be kat daha fazla olacaktır.

Gerçekten Atatürk önderliğinde, Türk milleti ve Türk ordusu çok büyük işler başarmıştır. Ben onların yaptıkları ile daima övündüm ve bundan sonra da övünmeye devam edeceğim.

Atatürk’ü kimler sevmez? Veya kimler sever veya sayar görünürde, onun manevi şahsiyeti üzerinden Türk milletine zarar verir? diye sorsam; bu sorulara cevap vermekte zorlanırsınız diye düşünüyorum…

Çünkü günümüzde de devam etmek suretiyle bu güne kadar Atatürk konusunda, bilerek ve kasten kafamız karıştırılmıştır.

İlk önce Atatürk’ü kimlerin sevmediğini söyleyelim. Birincisi Türk milletinin ve devletinin varlığını istemeyen dış güçler ile onların yerli işbirlikçileri, onu hiç sevmezler.

İkincisi, hainler ile onların çocuk ve torunları Atatürk’ten nefret ederler. Kimdir bu hainler?

Devlete, parayı ve silahı dış güçlerden almak sureti ile isyan edenlerin tümü haindir. Dünyanın her yerinde ihanetin cezası ölümle karşılanmıştır. Elbette hainlerin sırtının sıvazlanacak hali yoktur. Bu sebeple hainlerin ve onların çocuklarının Atatürk düşmanlığı had seviyededir.

Ancak tarif etmeye çalıştığımız bu hainler, ihanetlerini bu günkü nesillere “demokrasi, özgürlük, insan hakları” gibi allı pullu kavramlar altında sunmaya çalışıyor ve işi döndürüp Atatürk’e laf söylemeye getiriyorlar.

Bunları yapanların çoğu Dersim, Şeyh Sait, Pontus gibi olayların kalıntıları ile İslam’a dönmüş gibi gözüken sahtekarların çocuklarıdır. Devletin elinde bu konulara ilişkin her türlü belge ve isim bulunmaktadır. Kendine güvenen varsa hodri meydan! Bunlar Türk milletine açıklansın. Hatta kimlerin dedeleri cepheden kaçmış bunlar da Genelkurmay arşivlerinde var. Atatürk’e laf söylemek kolay olabilir ama gerçeklerle yüzleşmek çok zordur.

Atatürk’ün yaptığı en önemli iş, bunların dedeleri karşısında Türk milletini galip getirerek hükümran unsur yapmaktır. Onun için tek hedef aslında Atatürk değil, Atatürk’ün manevi şahsiyeti yolu ile Türk milletidir. Günümüzde yaşanılan tartışmalarda bunun en büyük delilidir.

Atatürk’ten haz etmeyen diğer bir kitle ise, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetle iktidarlarını kaybedenlerdir. Malum iktidar demek; para, nüfuz, mevki ve güç demektir.

Osmanlı -Türk Devletin de her ne kadar bir burjuvazi ve aristokrasi olmadığı söylense de yönetime hakim bir sınıf vardır ve bu iktidar sahipleri Atatürk’le birlikte güçlerini yitirmişlerdir. Bu durum, açık edilmese de içten içe bir Atatürk karşıtlığını muhafaza edegelmektedir.

Günümüzde Atatürk’e açıkça karşı gelinememesinin, anıtlarının tuzla buz edilememesinin, adının okul kitaplarından çıkarılamamasının, resimlerinin duvarlardan indirilememesinin nedeni onunla ilgili olarak çıkarılmış koruma kanunları değil bizatihi Türk milletinin ona duyduğu derin sevgi ve saygıdan dolayıdır.

Peki bu derin sevgi ve saygı nereden gelmektedir?

Bunun bir çok haklı sebebi olmasına karşılık kanaatimce en büyük sebep Mustafa Kemal ve onun komutasındaki Türk ordusunun, milletimizin namusunu ve onurunu kurtarmış olmasıdır.

Yanı başımızdaki Irak’ı işgal eden ABD ordusunun Müslüman Iraklı kadınlara neler yaptığı hepinizin malumudur. Bunun dünya tarihinde bir çok örneği vardır.

30 Ekim 1918 tarihinden itibaren galip devletlerin askerleri tarafından işgal edilen güzel ülkemiz, 5 yıl boyunca düşman çizmesi altında çiğnenmiştir.

O dönem Müslüman Türk kadınının ne gibi onursuzluklara uğradığını düşünebiliyor musunuz? Uğradığı ayıp yüzünden kendisini ağaçlarda sallandıran, uçurumlardan aşağı yuvarlayan veya azgın sulara bırakan nice iffetli kadınımızın; intikamını alan ve milletimizin onurunu kurtaran Atatürk ve Türk ordusu olmuştur. Bunlar milli gurur sebebiyle açık edilmez ama sadece sebeplerden biri olarak Atatürk ve Türk ordusuna, bu nedenle milletimizin duyduğu sevgi, saygı ve bağlılık değer olarak ölçülemez seviyededir. Bu sebeple Mustafa Kemal’e duyulan sevgi ve saygının ana kaynağında bu düşünceler ile oluşan duygular yatar.

Sadece bu neden bile Atatürk’ün aziz hatırasına saygı göstermek için yeterde artar.

Atatürk’ün ölümünden bu güne kadar onun etini, kemiğini, iliğini sömürerek onun üzerinden geçinmiş olanlara; iktidara gelmek için onu yerden yere vuran şer cephesine ve elbette hainlere diyorum ki; ona karşı saygı gösterin ve samimi olun. Çünkü o düşmanlarının bile iltifatına ve övgüsüne mazhar olmuş büyük bir liderdir.

Unutmayın ki; onun koruyucusu ve kollayıcısı önce Allah ve sonra da Türk milletidir. Siz ne yaparsanız yapın, sanmayınız ki; Türk milleti Atatürk’ü sevmekten ve saymaktan vazgeçer. Ve aldanmayın ki; takiyenize kanar sizi onun yolunda sanar…

Büyük Önder, rahat uyu… İzinde olanlar tüm uyanıklığı ile her şeyin farkında… Kurduğun Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti ebediyen yaşayacak.

Prof. Dr. Nadim Macit

Bu gün değerli ilim adamı kendisini Türk Milliyetçiliğine adamış çalışmalarını bu konuda yoğunlaştırmış Mümtaz insan Nadim Macit Hocayı size tanıtmak istiyorum.

Nadim Macit Hoca Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Sosyal Ekonomik ve Siyasi İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.

Nadim Macit Türk milliyetçiliği için şunları tespit etmiştir.

– Çağın en saçma modası Milliyetçiliğin tarihi kategori olduğu görüşüdür.

– Milliyetçilik ne tarihi kategori, ne de muhayyeldir.

– İnsanın birlikte yaşama arzusunun ve var olma iradesinin gereğidir.

– Değişen “dünya dil sistemlerine” göre aidiyet ve mensubiyet biçimi değişmiştir.

– Fakat millet olgusu, içtimai birlik gerçeklik olarak varlığını hep korumuştur. Bu nedenle, bir tutum ve siyasi hareket olarak milliyetçilik hep var olacaktır.

– Milliyetçilik her türlü basit ve sıradan genellemeleri aşar.

– Farklı milliyetçilik modelleri içerisinde Türk Milliyetçiği özel bir anlama sahiptir.

– Türk Milliyetçiliği kültürel akıldır.

– Tecdit hareketidir.

– Millete dayandığı için her türlü otoriter düşünceyi ve sistemi reddeder.

– Kültüre dayanır, hayata değer katan ve anlamlandıran eylem biçimini esas alır.

– Her türlü ırkçı söylemi reddeder.

– Geçmişte irtibatı açısından kültürel akıl geçmişten kopuş itibariyle tecdit hareketidir.

– Dayandığı kültürel aklın gereği olarak şimdi de yaşamak ve var olmak istediği için ani dirilişlere ve sıçramalara uygun yenileşme hareketlerine eşlik eder.

– Geçmişin tasavvuru ve geleceğin dilidir. İnsani ve İslami esasların tarihi ve asri sesidir.

– Batı tarzı ve din karşıtı “ulusalcı söylemlerden” ayrılır.

– Tarihi ve kültürel ufku, çağın ufkuyla buluşturan fikri ve siyasi bir harekettir.

– Temel mefkûresi; tarihi ve kültürel imanın ve vecdin hamurunda mayalanmış yüksek bir medeniyet inşa etmektedir.

Özverili çalışkan, Türk Milliyetçisi Hocamızın yayınlanmış eserlerini sizlere takdim ediyorum.

1- Kuran’ın İnsan Biçimi Dili

2- Ehl-i Sünnet Ekolünün İlk Öncüleri ve Görüşleri

3- Dünya Kurmak Eylem ve Değişim

4- Din siyaset İlişkisinin Teolojik Yorumu

5- İslam İnancının Ana Konuları

6- Oruç İbadeti Kuranla Yüzleşmek

7- Küresel Güç Politikaları

8- İmparatorluk Politikalarında Teo Stratejiler ve Türkiye

9- Öteki Din

10- Uzun Savaş Jeopolitik düzenleme ve Türkiye

11- Dünya Dil Sistemi ve Dini Söylem

12- Türk Milliyetçiliği Kültürel Akıl İçtihat ve siyaset

 Değerli hocamız gece gündüz demeden çalışmalarına devam ediyor. Yüce Allah kendisine sağlık, güç ve kuvvet versin.

Hocamızın kitaplarından temin etmek için telefonla bizzat kendisine ulaşabilirsiniz.

Cep: 0533 475 17 56

Örf’i hayat

Mayıs yirmi yedii kaydım nüfusa
Babam asker imiş annem lohusa
Taburlar içtima etmiş Ulus’a
İhtilal derlerdi doğduğum sene
.
Yazı defterine divit damlatır
Parmak uçlarımda cetvel kırk satır
On iki mart size ne hatırlatır
Jetler yine alçak uçtu desene
..
Örf-i idarenin her duyurusu
Sokaklar inzibat cemse dolusu
Radyodan çalınır yassah borusu
Hasan Mutlucan’a kulak versene

Okula giderdik helallik alıp
Her defa farklı bir kavgaya dalıp
Yine mi” ON İKİ” bu nasıl kalıp
Düdüğün tutulsun hakem! desene

Tarihimizdeki kırılma noktaları

54 adet kitaba imza koyan Araştırmacı Yazar SÜLEYMAN KOCABAŞ Tarihimizdeki kırılma noktalarını aydınlatıyor.  
Oğuz Çetinoğlu: Osmanlı’nın ve Türkiye’nin karşılaştığı olumsuzlukların, ülke topraklarının coğrafî konumundan kaynaklandığına dair, genel kabul görmüş bir görüş var. Sayın Kocabaş! Anadolu’nun jeopolitik önemi üzerine genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Süleyman Kocabaş: Milletlerarası jeopolitik uzmanlarına göre, dünya haritasına bakıldığında, Anadolu dünyanın ‘Stratejik adası ve merkezi’dir. Bu tespit boşuna yapılmamıştır. Çünkü Anadolu üç kıtanın; Avrupa, Asya ve Afrika’nın aynı noktada kesiştiği ve düğümlendiği bir alandır. Amerika ve Avustralya keşfedilmeden önce ‘Eski Dünya’ denilen bu üç kıtaya, süper güç olup da dünya hâkimiyeti peşinde koşan bütün büyük millet ve büyük devletlerin bu emellerini gerçekleştirmek için Anadolu’ya hâkim olmayı şart olarak görmüşlerdir.
Geçmişin süper güçleri, Pers, İskender, Roma ve Bizans İmparatorlukları, Moğollar ve Timur; dünya hâkimiyeti için hep Anadolu’ya sâhip olmayı düşünmüşlerdir.
Anadolu daha birçok irili ve ufaklı devletin varlığına sahne olmuştur. Tarihte Anadolu kadar el değiştiren bir başka bölge olmamıştır. ‘Kızıl Elma’ olarak adlandırılan Türk millî mefkûresi (Türk Milletinin dünya hâkimiyeti ideali) ve İslâm’ın İ’layi Kelime-t’ullah dâvâsının (Allah’ın adını yüceltme düşüncesi) hedefleri arasında Anadolu’ya yerleşmek  de yer almıştır. Türkler bu düşünceyi, Müslüman olduktan sonra gerçekleştirmişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti ve onun ardından kurulup üç kıtaya hâkim olan Osmanlı cihan devleti bu büyüklük ve heybetlerini Anadolu’ya sahip olmakla kazanmışlardır.
Çetinoğlu: ‘Osmanlı Devleti, Anadolu’ya sâhip olduktan sonra dünyanın süper gücü oldu.’ Diyorsunuz. Konuyu açar mısınız?
Kocabaş: Fatih Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethedip Bizans İmparatorluğu’na son verdikten sonra Osmanlı Devleti dünyanın süper gücü haline gelmiştir. Süper güç unvanı, 1768 -1774 Osmanlı – Rus Harbinde Osmanlının ağır bir mağlubiyete uğraması sonucu imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile son bulmuştur. Böylece Osmanlı, süper güç unvanını, 1453 yılından 1774 yılına kadar tam 321 yıl korumuştur.
Çetinoğlu: Osmanlı’dan sonra bu sıfat kime geçti?
Kocabaş: 1774’den sonra dünyanın süper gücü İngiltere olmuştur.
Çetinoğlu: Anadolu’ya sâhip olmadan mı?
Kocabaş: Anadolu’ya hâkim olmamış fakat Anadolu’nun sâhibi Osmanlı Devleti üzerinde hâkimiyet kurmuştur.
Çetinoğlu: İngiltere kaç yıl süper güç olarak kaldı?
Kocabaş: 1774 yılından 1945 yılına kadar 171 yıl.
Çetinoğlu: Sonra?
Kocabaş: İngiltere, İkinci Dünya Harbi’nin bitimi ile 1945’den sonra süper güç unvanını Amerika Birleşik Devletlerine kaptırmıştır.
Çetinoğlu: Anadolu’nun jeopolitik konumu, fırsatlar kadar tehlikeler de getiriyor olmalı…
Kocabaş: Evet! Osmanlı’nın yıkılışının en başta gelen sebeplerinden biri, jeopolitik konumdaki Anadolu’ya sâhip oluşudur.
Çetinoğlu: Şu sonuca mı varıyoruz? Jeopolitik konum süper güç olmak için şart fakat sâhip olunan gücü korumak, devam ettirmek için yeterli değil…
Kocabaş: Aynen öyle!  
Çetinoğlu: Süper güç olarak hayatiyetinizi devam ettirebilmek için neler gerekli?
Kocabaş: Güçlü olunacak. Zenginlik, ‘güç’ demektir.
Çetinoğlu: Yalnızca zenginlik yeterli mi?
Kocabaş: Yenilikleri tâkip etmek de gerekiyor. Şimdilerde ‘innovasyon’ diyorlar.  
Çetinoğlu: İngiltere yenilikleri tâkip etti mi?
Kocabaş: Amerika kıtasının keşfi ile İngiltere, Amerika üzerinde nüfuz sâhibi olmuştu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra Amerika’yı kaybedince, Hindistan’a yöneldi. Orası önemini kaybedince Orta Doğu, özellikle Irak üzerinde nüfuz alanı oluşturdu.
Rusya Osmanlı Devleti’nden Kırım’ı koparıp aldı ve Karadeniz devleti oldu. Rusya sıcak denizlere inerek süper güç olmak istiyordu. İngiltere bu niyeti sezdi ve Osmanlı’yı destekleyerek Rusya’nın sıcak denizlere inmesini ve dolayısıyla süper güç olmasını önledi. Bu politika kendisini ilk defa, 1783’de Başbakan olan William Pitt zamanında gösterecektir. Pitt şöyle diyordu: ‘İngiltere için, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalması bir ölüm kalım meselesidir. Bunun aksini söyleyen kişilerle tartışmaya girmem.’
Pitt’le başlayan İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma ve onu Rusya’ya karşı reformlarla güçlendirme politikası, 19. asrın ortalarında Başbakan Lort Palmerston ile zirve yapacak, bu politika, 1880’li yılların başlarında başbakan olan Lord Gladıstone ile son bulacaktır.
Osmanlı Devleti süper güç iken, hiç kimsenin yardımı ve ittifakına ihtiyacı olmadan kendi kendisini savunuyordu. Zayıflayınca, İngiltere ile 5 Ocak 1809’da Türk-İngiliz İttifak Antlaşması’nı imzaladı. Osmanlı Devleti’ne isyan eden Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı kuvvetlerini yenerek 1833’de Kütahya’ya kadar girmesi karşısında, İngiltere buna da müdâhale etti.  Mısır hâkimi Mehmet Ali Paşa’yı ikna etti ve oğlu İbrahim Paşa Kütahya’dan çekilerek Mısır’a döndü. İngiltere, Anadolu’nun, güç sâhibi Mehmet Ali Paşa’nın elinde olmasındansa, zayıf Osmanlı Devleti’nin elinde kalmasını menfaatlerine uygun görmüştü.
Çetinoğlu: İngiltere, Fransa’yı da yanına alarak Kırım Savaşı’nda Osmanlı’yı destekledi.
Kocabaş: Evet! Çünkü İngiltere, 1838 yılında Osmanlı Devleti ile Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi’ni imzalamıştı. Osmanlı Devleti Rusya’ya yenilirse, menfaatleri elden gidecekti. Ayrıca, baskı uygulayarak 1839’da Osmanlı Pâdişahına Tanzimat Fermanı’nı imzalattırmıştı. Osmanlı’daki gayrimüslimlerin güçlenmesi, Osmanlı’nın daha da zayıflaması demekti. Ayrıca Ticaret Sözleşmesi ile de Osmanlı’yı ekonomik açıdan çökertecekti. Tarihçiler Osmanlı’nın çöküşünü, Fransızlara verilen kapitülasyonlardan çok Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi’ne bağlarlar.  
Çetinoğlu: Kırılma noktasına gidiş süreci hakkında bilgi verir misiniz?
Kocabaş: Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi idi. Mason olan Paşa, kolayca İngiltere’nin dümen suyuna girdi ve İngiliz efendisinin baskılarıyla kendisini Osmanlı Devleti’nin sadrazamlığına tâyin ettirdi.  Sadrazam olduktan sonra da hep İngiltere hesabına çalıştı. Tanzimat Fermanı’nı Paşa’ya, İngiltere’nin eski İstanbul Büyükelçisi Stratford Cannıng yazdırtmıştı.
Çetinoğlu: Verdiğiniz bu bilgi belgeye dayandırılabiliyor mu?
Kocabaş: Bu gerçeği, Cannıng’in hatıralarından öğreniyoruz.  Cannıng şöyle yazıyor: “Mustafa Reşit Paşa, bu işin neresinden başlanılması gerektiğini sordu. ‘Taa baştan’ diye cevap verdim. ‘Nasıl baştan?’ diye sorusunu tekrarladı. ‘Tabii mal ve can emniyetinden’ dedim. ‘Şeref ve haysiyetin de emniyet altına alınması gerekmez mi?’ diye sordu. ‘Şüphesiz’ dedim.”
1839’da Londra’dan Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) sıfatı ile İstanbul’a gelen Mustafa Reşit Paşa, 1838’de ölen babası Sultan İkinci Mahmud Han’ın yerine geçen çocuk yaşta ve devlet tecrübesi olmayan Sultan Abdülmecid Han’a, Londra’da hazırlanan Tanzimat Fermanını kabul ettirdi ve 3 Kasım 1939’da ‘uyulması gereken prensipler’ olarak ilan edildi.
Sadrazam tâyin eden ve deviren Cannıng Stratford, Osmanlıdaki rejim değişikliklerine nezâret için 1842’de İstanbul’a ikinci defa büyükelçi olarak tâyin edildi. İktidar değişikliklerinde de önemli roller üstlendi. 28 Eylül 1842’de Sadrazam Rauf Paşa’nın görevinden azli ile yerine Mustafa Reşit Paşa’nın getirilmesi onun isteği ile olacaktır. Cannıng, 1856 yılına kadar görevde kaldı ve azledildikçe Mustafa Reşit Paşa’yı, sadrazamlığa yeniden tâyin ettirdi, O’nu devamlı işbaşında tuttu.  Cannıng’e; İstanbul’daki bu nüfuzu sebebiyle ‘Hükümet içinde hükümet’ ve ‘Taçsız Sultan’ yakıştırması yapıldı.
Çetinoğlu: Boğazlar Rejimi de bu dönemde düzenlendi…
Kocabaş: Evet. Boğazlardan geçiş, Avrupa’nın büyük devletlerinin isteklerine göre tanzim edildi. Buna göre, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, sulh zamanında bütün devletlerin harp gemilerine kapatılacak, Osmanlı Devletinin taraf olduğu savaşlarda ise müttefiklerinin harp gemilerine açılacak, Boğazlar, bütün devletlerin ticaret gemileri için açık tutulacaktı. Osmanlı Devleti, antlaşma ile tarihinde ilk defa olarak bu şartları yerine getireceğini antlaşmaya taraf devletlere taahhüt ediyordu.
1841 Boğazlar Antlaşmasından memnun olmayan tek bir devlet vardı: Rusya. Rusya, Boğazları ‘Kendi evinin kapısı’ olarak görüyor, bunların kendi ticaret gemileri yanında harp gemilerine de açılmasını, Karadeniz’le sınırı olmayan hiçbir devletin harp gemisinin Boğazlardan geçmesini istemiyordu. Bu sebeplerden adı geçen antlaşmayı istemeyerek imzalamış, ardından ilk fırsatta onu değiştirmenin yollarını aramaya başlamıştı.
Rusya’nın anladığı bir husus da şu olmuştu: Büyük Devletlerin rızası olmadan Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bunun için Rusya, 1844 – 1853 zaman diliminde ilkin Osmanlı Devleti’ni Büyük Devletlerle paylaşma pazarlıklarına girişti. Çar I. Nikola, İngiltere bu paylaşım işine ‘evet’ derse diğer devletlerin de evet diyeceği düşüncesiyle önce İngiltere’nin kapısını çaldı. 31 Mayıs 1844’de Londra’yı ziyarete gelerek burada Başbakan Lord Aberdeen ile görüştü. O’na, ‘Türkiye ölüm yatağındadır. Biz O’nun hayatını korumak için gayret sarf edebiliriz. Fakat bu işe muvaffak olamayız. O ölüme mahkûmdur ve muhakkak ölecektir. İşte böyle bir zaman kritik olacaktır.’ diyor, ‘kritik an’ olarak vasıflandırdığı zamanı, Osmanlının mirasından pay almak için büyük devletler arasında savaşın başlaması ile izah ediyor, böyle bir savaş başlamadan, paylaşılması gerektiğini söylüyordu.  Aberdeen verdiği cevapta; ‘Bir santim dahi Osmanlı toprağı istemediğini ve kimsenin de böyle yapmasına müsaade etmeyeceğini’ söylemişti.
İngiltere’den ret cevabı olan 1. Nikola, Osmanlıyı paylaşım görüşmelerini Fransa, Avusturya ve Prusya ile sürdürdü. Bunlardan da olumlu cevap alamadı. İngiltere’ye son defa Ocak 1853’de teklifini iletti. İngiltere’nin Petersburg Büyükelçisi George Seymour’la arasında şu konuşma geçti:
1. Nikola: ‘Türkiye’nin işleri bozuk haldedir. Anlaşmamız lazımdır… Bakınız, kucağımızda ve pek ağır hasta bir adam var; biz hazırlıklı bulunmadan onu elimizden kaçırırsak büyük bir felaket olur.’
Seymour: ‘Zat-ı Haşmetpenahileri o adamın hasta olduğunu söylüyorlar; haysiyetli, cömert ve kuvvetli olana yakışan görev, hasta ve zayıf adama iyi bakmak olduğunu arz edersem beni mazur görmek lütfunda bulunurlar mı?’
1. Nikola, devletlerle pazarlığa otururken onlara parçalama haritaları da sunmuş, bu haritalarda, Boğazlar ve İstanbul’u sürekli sanki babasının malı imiş gibi ‘Evimin kapıları Boğazları ve İstanbul’u kimseye bırakmam.’ Demişti. Osmanlı topraklarının diğer alanlarından isteyen istediği yeri alsındı.
Çetinoğlu: Rusya bu teşebbüslerinden sonuç alamayınca ne yaptı?
Kocabaş: Osmanlı Devleti’ni parçalama pazarlıklarında başarısız olan Rusya, bu sefer de tek başına harekete geçerek O’nu kendi nüfuzuna almak istedi. Buna bir başlangıç olarak 28 Mayıs 1850’de Kudüs’teki Mukaddes Yerler Meselesi’ni ortaya attı. Rusya, buradaki mukaddes yerlerin bir kısmının kendi imtiyazında olduğunu, bunların geri verilmesini istiyordu. Osmanlı Devletinin bunu reddetmesi üzerine Çar 1. Nikola, görüşmelerde bulunmak için General Prens Mencikof’u 28 Şubat 1853’de İstanbul’a gönderdi. İngiltere ve Fransa, Mukaddes yerler meselesinden Osmanlı ile Rusya arasında bir harp çıkmaması için Rusya’nın isteklerini Osmanlı Devletine kabul ettirdiler.
Rusya’nın arzusu yalnızca bu değildi. Mencikof en sonunda ağzındaki baklavayı çıkardı. 4 Mayıs 1853’de Osmanlı Devleti’ne verdiği emir tonundaki bir ifâde; Rumların, Çarın himâyesine verilmesini ve iki devlet arasında daimî bir savunma ittifakı antlaşmasının imzalanmasını istedi. Babıâli, bunları kabul ederse 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması şartlarına geri dönecekti.
Osmanlı devleti, İngiltere ve Fransa’ya danışarak emir tonundaki bu isteği reddetti.
Osmanlı Devleti’nin Rus isteğini reddetmesi üzerine, iki devlet arasında harp kaçınılmaz hâle gelmişti. Rusya, 2 Temmuz 1853’de Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Osmanlı da 8 Ekim 1853’de mukabil harp ilanını duyurdu. Osmanlıya destek için İngiliz ve Fransız donanmaları 4 Ekim 1853’de İstanbul önlerine geldiler.
Çetinoğlu: ‘Kırım Savaşı’ olarak anılan 1853-1855 Osmanlı-Rus Savaşı’nın detayına girmeden; Savaşı, Osmanlı Devleti’nin ve müttefiklerinin kazandığını, buna rağmen savaş sonrasında, Osmanlı Devleti’nin belki de Rusya’dan fazla zararlı çıktığını belirtelim ve bu savaşın sonuçları ile ilgili yorumları sizden dinleyelim. Lütfeder misiniz?
Kocabaş: Osmanlı Devleti’ne Kırım Harbi’nin diyeti ağır oldu. Rusya’nın hâkimiyeti ve nüfuzuna girmeyeyim derken İngiltere ve Avrupa’nın hâkimiyeti ve nüfuzuna girdi. Açıkçası, yağmurdan kaçayım derken doluya tutuldu. 30 Mart 1856’da Paris Antlaşması imzalandı. Anlaşma ile Rusya iyice ezildi. 1841 Boğazlar Antlaşması yeniden teyit edildi, Karadeniz’de sınırı olan devletlere burada harp gemisi yapma yasağı getirilerek bu deniz tarafsızlaştırıldı. Rusya, 1774 Küçük Kaynaca Antlaşması ile elde ettiği Ortodoksları himâye imtiyazını kaybetti. Rusya bunları hazmedemedi. Osmanlı Devletine düşmanlığı daha da arttı.
Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Avrupa Hukuku’na dâhil edilerek bir ‘Avrupa Devleti’ sayıldı. Bununla bir nevi erkenden ‘Avrupa Birliği’ üyeliği doğdu. Adı geçen antlaşmaya ayrıca bir de Islahat Fermanı senedi eklendi. Bu ferman, Tanzimat Fermanı’na göre daha da Avrupalılaşmayı esas alıyor,
Osmanlı Devleti tam anlamıyla İngiltere ve Avrupa’nın nüfuzuna giriyordu. Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdıklarına göre, adı gecen fermanın hazırlayıcısı yine Cannıng olmuş, o söylemiş Mustafa Reşit Paşa yazmıştı.
Çetinoğlu: Islahat Fermanı’nın etkileri ne zaman görülmeye başlandı?
Kocabaş: 1860’lı yıllarda görülmeye başlandı. Fransa’nın bütün kanunları Türkçeye çevrilerek Şeriat kanunları yanında uygulanmaya konuldu. Osmanlının klasik düzeni Şeriat’ı kaldıracaklardı fakat güçleri yetmedi. Halife sıfatıyla Padişah, bunu, iktidarı ve saltanatının son bulacağına yorulmadı. Kadıların yönetimindeki Şeriat mahkemeleri yanında laik mahkemeler olan Nizâmiye Mahkemeleri yer aldı. Bütün bu olup bitenler sonucu 1860’lı yıllarda Türkiye’ye adı konulmamış laiklik prensibi geldi. Ardından Avrupa’dan siyasî rejim taklitçiliği olarak 1876 ve 1908 Meşrutiyetleri geldi. Bütün bu uygulamaların Osmanlı Devleti’ne hiçbir faydası olmadı. Devlet, Birinci Dünya Harbi’nde aldığı yenilgi sonucu tepetaklak gitti. Mirası olan Anadolu topraklan üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.
Çetinoğlu: Cumhuriyet döneminin fırtınalı devirlerine geçelim mi?
Kocabaş: Cumhuriyet döneminin çalkantı devirleri 1938-1950 arasıdır.
Çetinoğlu: Ne oldu bu dönemde?
Kocabaş: Türk tarihinin, 100 yıllık zaman diliminde, yâni 1839-1939 arasında; birbirinin aynı olan fâhiş hatâlar yaşandı. Bu hatâlar, ‘Kuzeyden gelen tehdit’ kavramı karşısındaki isâbetsiz karar ve uygulamalardır.
Çarlık Rusya’sının rolünü Komünizmin temsilcisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) Mustafa Reşit Paşa’nın rolünü ise Mustafa İsmet Paşa (İnönü) üstlenmişti.
SSCB Komünizmi sadece ülkesinde uygulamakla kalmayıp, onu dünyaya ihraç etmeye kalkışınca,  kapitalist Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vb; Rusya’nın karşısına dikildiler. Mücâdelelerini Rusya’nın en yakın komşusu Türkiye üzerinden yürütmeye teşebbüs ettiler.
Komünizm ideolojisi; Türk milletinin yapısına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti felsefesine aykırı olduğu için de batılıların sınırdaki kalesi-tampon bölge görevi üstlenilmesi zor olmadı.
Çetinoğlu: Görev üstlenilince ne oldu?
Kocabaş: 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile Türkiye arasındaki İttifak Antlaşması imzalandı. İttifak Antlaşması, tarihin 100 yıl sonraki tekerrürüdür.
Çetinoğlu: 1839 Tanzimat Fermanı ile aynıdır mı diyorsunuz?
Kocabaş: Benzeri olarak kabul edilebilir.
Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet Paşa, Türkiye’nin ekonomik yönden zayıflığını, modern harp araç ve gereçlerine sahip olmadığını ileri sürerek Türkiye’yi İkinci Dünya Harbi’ne dâhil etmek istemeyecektir. Dâhil olsak ne olacaktık? İnönü’nün damadı Metin Toker’in yazdıklarına göre, ‘Sovyet tanklarının saldırılarını atlar ve öküzlerle çekilen toplarla durduracaktık.’  İnönü ve damadının bu görüşleri, Türkiye’nin fakirliğinin itiraftır ki, Türkiye eğer yeni bir dış tehdit sebebiyle 1839’daki gibi büyük bir devletin himâyesi ve nüfuzuna girerse, ekonomi düzelecek, modern silahlara sâhip olacaktır. Jeopolitik avantajımız da aynen devam edecekti. Bir anlamda Türkiye ‘kurtulacak’tı.
İkinci Dünya Harbi’den sonra Türkiye’de her şeyi yeniden tâyin eden faktör, SSCB’nin 1945 ve 1946’da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından üs ve Doğu Anadolu’dan toprak istemeye yönelik ardı ardına verdiği notalar olmuştur. Bu notaları; tarihin tekerrür açısından, General Mencikof’un 4 Mayıs 1853’de verdiği ültimatoma benzetmek mümkündür.
Sovyet Rusya’nın üs ve toprak isteyen notaları sebebiyle Cumhurbaşkanı İnönü ve Türk Hariciyesi büyük bir telaş ve korku içine düşer. Korku, bunların reddi halinde Sovyet Rusya’nın bize saldıracağı endişesinden doğar. Osmanlı Devleti, Mencikof’un ültimatomunu nasıl ki İngiltere ve Fransa’nın görüşünü alarak reddetti ise, İnönü ve hükümeti de SSCB notalarını Amerika ve İngiltere’nin görüşünü alarak reddetti. Bu iki devletten gelen cevap ‘Reddedin’ olmuştu. Çünkü İkinci Dünya Harbi’nden sonra Komünizm ve SSCB, Türkiye’nin olduğu gibi bu iki devletin de ‘Komünizmin dünyaya yayılması tehlikesi’ sebebiyle düşmanı olmuştu. Üstelik SSCB’nin Boğazlar ve Doğu Anadolu’ya yerleşmesi, Amerika ve İngiltere’nin hâkimiyetindeki Arap petrollerini tehdit ederdi ki, adı geçen iki devlet buna izin vermezdi. Anlaşılan, İngiliz Başbakanı Lord Plamerston’un 19. asrın ortalarında sarfetiği ‘Türkiye bir yangın duvarıdır. Onu her türlü tehlikeden korumaya kararlıyız.’ Sözü, tarihin tekerrürü açısından Amerika, İngiltere ve Batı Avrupa devletleri nezdinde kendisini gösteriyor, bu da tarihin tekerrürü oluyordu.
Amerika Birleşik Devletleri, süper güç unvanını İngiltere’nin elinden alarak kendisi süper güç olmuştu. İngiltere ve Amerika, birbirlerinin menfaatlerini kollamak ve korumak açısından zaten ikiz kardeş gibiydiler. Bu sebepten 2. Dünya Harbi’nden sonra Türkiye, ha Amerika’nın ha İngiltere’nin nüfuzuna girmiş… fark etmezdi.
Çetinoğlu: Türkiye, ABD’nin nüfuzu altına nasıl girdi?
Kocabaş: Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet Paşa, özellikle dünyanın süper gücü Amerika ile ilişkilere özel bir önem veriyordu. Mustafa Reşit Paşa’nın 19. asrın ortalarında dünyanın süper gücü İngiltere’ye büyük önem verdiği gibi…
İngiltere gibi, Amerika’nın da Türkiye’yi ‘kuzey’den gelen tehdit’ten kurtarması tabiî ki karşılıksız olmayacaktı. Amerika da bunun diyeti olarak Türkiye’ye ‘Rejimini değiştir gel’ dedi.
Çetinoğlu: Değiştirdi mi?
Kocabaş: Amerika demokrat, Türkiye ‘Millî Şeflik Yönetimi’ adı altında baskı rejimi anlamında ‘Faşist’ idi. Cumhurbaşkanı ve Millî Şef Mustafa İsmet Paşa, Amerika’nın desteğini almak için demokrat olmak mecburiyetinde kaldı. Amerika’ya bunun teminatını, daha Sovyet notaları gelmeye başladığı zaman vermeye başlamış, 5 Mart 1945’de Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığındaki Türk Heyetini San Francisco Konferansı’na uğurlarken, İnönü, heyette bulunan Feridun Cemal Erkin’e şunları söylemişti: “Amerikalılar, çok partili demokrasiyi ne zaman kuracağımızı size sorabilirler. Bu soruya; ‘Savaş bitince bu amacı gerçekleştirmek cumhurbaşkanımızın en aziz arzusudur.’ Şeklinde cevap verirsiniz.”
Bu teminatın ardından Amerika artık, siyasî rejim anlayışı, kültürel, ekonomik ve askerî düzeni ile Türkiye’ye girmeye başlayacaktı. Mustafa İsmet Paşa’nın 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayramı nutkunda hiç kimsenin haberi ve hazırlığı olmadan ‘pat’ diye, ‘çok kısa bir süre sonra demokrasiye geçileceği’ müjdesini vermesi herkesi şaşırttı. İnönü’nün bu nutku, tarihin tekerrürü açısından 1856 Islahat Fermanı’na benziyordu. Adı geçen fermanla, Osmanlı Devletinde sistem ve kanun değişikliklerine gidilmiş, 1860’de bütün Fransız kanunları Türkçeye çevrilerek uygulanmaya başlanmıştı.
İnönü’nün demokrasiye geçiş müjdesi vermesi, kendi partilerini kurmak için fırsat bekleyenlere imkân verdi ve 6 Ocak 1946’da CHP’den kopan milletvekilleri Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından Demokrat Parti (DP) kuruldu. Bu partinin kuruluşunu biraz da Cumhurbaşkanı İnönü teşvik etti. Çünkü ‘düzene çeki düzen zihniyeti’nin iki partisi CHP ve DP olacak; bunlar, Amerikan ve İngiliz demokrasilerini taklit eden iki büyük partili anlayışa göre, biri iktidar, diğer ana muhalefet partisi olarak ülkeyi yönetecekler, bunların dışındaki partilere ‘komünist ve irticacı partiler’ denilerek hayat hakkı tanınmayacaktı. Bu partiler düzenin Osmanlıdaki bir nevi karşılığı Birinci ve İkinci Meşrutiyet uygulamaları olacaktır.
Çetinoğlu: Ekonomide durum ne oldu?
Kocabaş: Amerika’dan alınan işaretlerle yürürlükteki ‘Devletçi ekonomik düzen’, Amerika’nın ‘Liberal ekonomik düzeni’ne  dönüştürüldü. Bunun için Başbakan Recep Peker hükümeti ‘7 Eylül 1946 Ekonomik Kararları’ adı altında ekonomiye yeni bir yön verdi. Kararların esası, ithalatta liberalizasyona gidilmesi ve ithalata büyük ölçüde döviz tasarrufu idi. 1 dolar 1.30 lira iken, 2. 80 liraya yükseltilerek  % 100’ün üzerinde devalüasyon yapıldı.
7 Eylül Ekonomik Karaları, 1838 Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması’nın benzeri olarak kabul edilebilir. 1838 liberalizasyonu Osmanlı ekonomisini nasıl çökertti ise, 1946’da İnönü -CHP iktidarında başlayan yeni uygulama da Türkiye ekonomisini buhrana yöneltti. Sonuçta, 1954’den itibaren döviz sıkıntısı yaşanmaya başladı.  Diğer sıkıntılar da buna eklenince, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi oldu. Sonraki yıllarda da siyasi sebeplerin yanında ekonomik sebeplerden de yaklaşık 10 senede bir darbeler yaşandı.
Çetinoğlu: Dünya siyasetinde de çalkantılar oldu…
Kocabaş: Evet. İkinci Dünya Harbi’nde Doğu Avrupa ve Balkanlarda Yugoslavya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya’yı işgal eden Almanya’yı buralardan çıkarmak için Sovyet ordusu bu ülkelere girdi. Buralardaki Komünistlere destek vererek bunların iktidar olmalarını sağladı bu ülkelerde kendi nüfuzunu kurdu. Böylece Batı Avrupa için de bir tehdit haline gelen Komünist Rusya’nın yayılmacı ve nüfuz kurma politikası karşısında korkuya kapılan Batı Avrupa devletleri, Amerika’yı da dâhil ederek 4 Nisan 1949’da NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı) isimli savunma paktını kurdular. Sovyet Rusya da bunun karşısına, Doğu Avrupa’da, Doğu Almanya da dâhil olmak üzere nüfuzuna aldığı komünist devletlerle birlikte Varşova Paktı’nı kurarak çıkınca, dünyada adına ‘Soğuk Savaş Dönemi’ denilen ve 1990’lı yılların sonunda, SSCB’nin dağılmasına kadar devam edecek olan bir dönem başladı.
Türkiye; komünizm tehdidi ile karşı karşıya geldiği için NATO’ya üye olmak istediyse de kabul edilmedi.
Buna rağmen ‘Truman Doktrini’ denilen bir uygulama ile Türkiye’ye nakdî ve askerî yardımlar başlatıldı. Yardımların asıl maksadı, Türkiye’yi tam anlamıyla Amerikan nüfuzu altına almaktı.  Proje başarı ile uygulandı.
Avrupa, İkinci Dünya Harbi’nde yanmış ve yıkılmıştı. Amerika onu yeniden tamir için ‘Marshall Planı’nı devreye aldı. Türkiye de bu yardımdan yararlanmak isteğini seslendirince, 1948’de 10 milyon dolarlık kredi açıldı.
Bu Amerikan yardımları ve borçları, tarihin tekerrürü açısından Osmanlı Devletinin askerî ve ekonomik durumunu güçlendirmek için Kırım Harbi yılları ve sonrasında ilk defa Avrupa ülkelerinden dış borç almaya başlamasını hatırlatıyor. Osmanlı Devleti bu borçlarını ödeyemeyince, bunların ödenmesine yönelik 1880’li yıllarda Duyun-u Umumiye Teşkilatı kuruldu. Statüsü ve çalışması itibariye bu kuruluş, ‘Devlet içinde devlet’ görünümünde idi. Duyun-u Umumiye’nin de günümüzdeki karşılığı IMF’dir. IMF’ye de pekâlâ ‘Devlet içinde devlet’ denilebilir. Tarih, üzerimizde bu yönden de tekerrür etmiştir.
Çetinoğlu: Türkiye’yi yönetenlerin hedefi ne idi?
Kocabaş: Türkiye’yi küçük bir Amerika yapmak. DP iktidarının Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 27 Ekim 1957 milletvekili seçimleri sebebiyle yaptığı bir propaganda konuşmasında şunları söylemişti: ‘Biz tıpkı Amerikalıların ilerleyiş seyrini takip ederek memleketimize çalışmaktayız ve öyle ümit ediyorum ki, 30 sene sonra Türkiye denilen bu mübarek memleket 50.000.000 nüfuslu küçük bir Amerika olacaktır.’
Çetinoğlu: Bu söz de bir tarihî tekerrür değil mi?
Kocabaş: Evet! Mustafa Reşit Paşa, Mithat Paşa, Prens Sabahattin de Osmanlı’yı, ‘Küçük bir İngiltere yapmak’ hayalini kurmuşlardı.  
Çetinoğlu: Bir başka röportajda buluşmak üzere bu röportajın son sözleri olarak neler söylemek istersiniz?
Kocabaş: Türkiye’de tarihin olumsuz olarak 100 yıl sonra tekerrürü, coğrafyamızın jeopolitiği ve milletimizin ekonomik yönden zayıflığı, tek kelimeyle fakirliğinden kaynaklanmıştır. Jeopolitiği değiştiremeyeceğimize ve hatta avantajlarından faydalanmaya devam edeceğimize göre, yapmak istediğimiz en büyük değişiklik Türkiye’yi ekonomik yönden kalkındırıp kuvvetlendirerek, başkalarına muhtaç olmadan kendisini kendi imkânlarıyla savunacak hâle getirmek olmalı ve hemen bunun seferberliğine girmelidir. Aksi takdirde dün İngiltere’nin bugün Amerika’nın nüfuzuna girdiğimiz gibi yarın da bir başka süper gücün nüfuzuna girerek olumsuzlukların tekerrürlerine sebep oluruz. Tekrar edelim: Türkiye’nin bütçesi dolu değil, borç almak yerine borç veremiyorsa, kendisini savunacak silahları en modern şekliyle kendisi üretemiyor, dışarıdan silah almak yerine dışarıya silah satamıyorsa ve istihdam problemini halletmemişse, Vatan, Millet, Hürriyet, Bağımsızlık, Bayrak, Sakarya nutukları havada kalmaya mahkûmdur.

SÜLEYMAN KOCABAŞ:
1950 yılında Kayseri ili Develi ilçesi Sindelhöyük Kasabası’nda doğdu: İlkokul tahsilini burada bitirdi. Orta tahsiline, Pazarören Mimarsinan İlköğretmen Okulunda başladı ve bu tahsilini İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Sınıfında tamamladı. 1970’da Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde yüksek tahsiline başlayan Kocabaş, 1975’de bu fakülteden Ziraat Yüksek Mühendisi unvanı ile mezun oldu. Aynı yıl Kayseri Tarım İl Müdürlüğü’nde memuriyete başladı. 2002’de bu müdürlükten emekli oldu. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Tarih ilmine özel bir ilgi duyan Kocabaş; okudukça, yazma ihtiyacı duydu. İlk yazıları, okul dergi ve gazetelerinde yayınlandı. Kocabaş, bilgisini artırmak için İngilizce ve Osmanlıcayı kendi gayretleri ile öğrendi. Çeşitli gazeteler ve dergilerde makaleler ve dizi yazılar yazdı. 1983’de Vatan Yayınları’nı kurarak kitaplarını yayınladı. Kocabaş’ın 2011 yılı itibariyle Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi üzerine yayınlanmış 54 kitabı bulunuyor. Pek çoğu birkaç baskı yapan kitaplarından bazılarının isimleri şöyledir: *Ermeni Meselesi Nedir Ne Değildir? *Tarihte ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi. *Filistin İçin Mücadele Türkiye ve Siyonizm. *Tarihte Türkler ve Almanlar. *Tarihte Tür-Rus Mücadelesi. *Tarihte Türkler ve Fransızlar.  *Sultan Abdülaziz ve Birinci Meşrutiyet Tarihi 1860-1878. *Sultan İkinci Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası 1876-1909. *Kendi İtiraflarıyla Jön Türkler Nerede Yanıldı? *Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı 1589-1913. *Postmodern Darbe 28 Şubat’a Doping Mart-Nisan 1998 Sendromları. * Masonluk ve Masonlar. *Dönmelik ve Dönmeler. *İlginç Olaylar ve Düşüncelerle Kim Kimdir? *Türkiye’nin Canı Boğazlar. *Tarihte Âdil Türk İdaresi. *Tarihimizde Komplolar. *Tarihte ve Günümüzde Türkiye’yi Parçalama ve Paylaşma Planları. *1912-1913 Balkan Harbi. *Sarıkamış Faciası-Aralık 1914. *1944 Türkçülük-Turancılık Olayı. *Türkiye Nereye Gidiyor? Buhranlarımız, Yabancılaşma, Batının İçyüzü.

 

Cumhuriyet Çeşitlemesi (2)

                         250 bin ölü vererek, çekildiler ister istemez

                         Türklerin de kaybı, bir o kadardı, şehit-gazi saymakla bitmez

 

                         Bu, ölmez Çanakkale ruhu; oldu millete, sönmez yeni bir ışık

                         Anlaşıldı ki, bu millet, esaretle değil, hiçbir zaman barışık

 

                         Türk Kurtuluş Savaşı, başladı Çanakkale’de, dense yeridir

                         O günün askeri, Türk İstiklal Harbi’nin de, kahraman eridir

 

                         30 Ekim 1918’de imzalandı, menhus Mondros Mütarekesi

                         7 Kasım 1918’de bastı ayak İstanbul’a, ilk düşman çizmesi

 

                       “Zito Venizelos” bağırtıları, sarınca İstanbul semalarını

                         Müslümanların içi kan ağladı, gördükçe ihanet kokan o anı

 

                        Sözde Meşrutiyet ve Demokrasi yanlısı olan işgalci komutanlar

                        Onu görüyorlardı muhatap, olduğu halde Meşruti bir hükümdar

 

                      “Onları görmekten nefret ediyorum” diyordu, bahtsız Osmanlı Sultanı

                      “Doğrudan doğruya bana müracaat ediyorlar…” geçmiyor ki zamanı

 

                       En kötü muameleyi, Fransız işgalcilerinden gördü İstanbul, nedense

                       Sanki kendilerine, asırlarca zulüm yapanlara, ediyorlardı işkence

 

                       Hazret-i Ali, etmiş asırlarca evvel şu sözü hediye:

                       İyilik yaptığından, her zaman, kemlik / kötülük bekle diye

 

                        Hani, Fransa istemişti, daraldığında yardım Osmanlıdan

                        Kanuni Sultan, çevirmemişti istemi geri, eli kanlıdan

 

                        İşgalci Fransız’ın, İstanbul’daki korkunç muamele ve davranışları

                        Düşündürdü Osmanlı’nın Fransa’ya yardımını, yaptırdı bu anışları

 

                        İşgal, Türk vatandaşlık haklarından yararlanan azınlıkları şımarttı

                        Özellikle İstiklal caddesinde, yabancı bayrakların sayısı arttı

 

                       Fransız General Franchet d’ Esperey, Galata’dan Beyoğlu’na yürüdü

                       Azınlıklar geçip kendilerinden, nümayişler içinde ürdükçe ürdü

 

                       8 Şubat 1919’daki şov, azdırdı Beyoğlu sakinlerini

                       Kustular Türk’e, asırlarca içlerinde sakladıkları, olanca kinlerini       

 

                        Tarih; “Kara Bir Gün” olarak, nakşettirdi olayı, Süleyman Nazif’e

                        Koca işgal şairi, bildi bunu yazmayı üstüne milli vazife

 

2326

                        Tutuklanıp, kurşuna dizilmesine verildiyse de karar

                        Kader vermedi buna imkan, çok istedilerse de ne kadar

 

                        Türk Kadınları’na Fransızlar, zaman zaman oldu musallat

                        Söylemekle bitmezse de Fransız zulmü, sen yine de anlat

 

                         Kapılar çalınarak: “Ayşe, Fatma isteriz!” diyen Fransızlar oldu!

                         Milletin kalbi bu durumlarda, yeminli intikam hisleriyle doldu

 

                         Güzel evlere yerleştiler, atarak sahiplerini sokağa

                         Rast gele adam öldürdükleri yayıldı hep kulaktan kulağa

 

                         İşgalde yapmadıkları herze yoktu; devlet güç durumda kaldı

                         Osmanlı Devleti’nden, asker masrafı diye, haraçlar alındı

 

                         Corcovado vapuruna el koymak isteyip, nelere el atmadılar ki

                         Ya İngiliz Binbaşı Maxwell’in, dolaylı soygunculuğuna ne demeli?

 

                          Milli Mücadele’yi hafife alanların, çınlasın kulakları

                          Anlaşılsın, nasıl bir cendereden sonra, savaşı kazandıkları

 

                          Ama bu zaferin, atıldı düşündürücü gerçek temeli

                          Sebep oldu buna, Batılı azgın düşmanların zalim eli

 

                          Öyleyse, her şeyin var; zahir-batın iki yüzü demeli

                          Biri de Allah’ın, -hikmetinden sual olunmaz- emeli

 

                          İşte Osmanlı’nın; o yürekler parçalayıcı ölüm hali

                          Öyle daim bir vaziyet alacaktı ki, olacaktı aali

 

                          Zaten kainat; kurulu değil mi, hep doğuş üzerine?

                          Doğmuyorlar mı, bin bir yep yeni oluşa, atom ve zerre?

 

                          Tohumun toprağa düşüşü, görünüşte değil mi yenilgisi?

                          Tohumun o batışında, doğuşun saklı değil mi, altın bilgisi?

 

                           Demek her batış; yeni bir doğuşun, görünen ap açık müjdesi

                           Sonraki oluşun; ilk başta, zahiren hikmet dolu pejmürdesi

 

                           Kabuk değiştirmek için, mağlubiyet toprağında ediyordu gurup

                           Çünkü bilirsin ki, ey sevgili Kari! Galiptir bu yolda mağlup

 

                           Osmanlı Devlet Erkanı, görerek pek yakın eliim akıbeti

                           Erzurum ve Kafkasya Orduları’na, “Dağılma!” emri verdi

 

                           Dahası, silah ve cephanelerin; men’ ettiler teslimini

                           Son kal’a Gazi Anadolu; oldu devletin yed-i emini

2327-2329