7.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1083

Tübitak

0

 

 Milletçe erişmek istediğimiz bir hedefimiz var: Çağdaş medeniyet seviyesi…Yıllarca bunun için çırpındık durduk. Hala da çalışıyoruz. Yine de henüz gerçekleştiremedik! Şüphesiz ümitsiz değil, fakat milletçe üzgünüz.

Bunun önce kendimiz olmak üzere çok sebepleri var. Biri ve en önemlisi de, dış dünyaca engellenmek istenmemiz ve bir türlü, kendi başımıza bırakılmayışımızdır.

Evet Türkiye, baş mes’elesi ile uğraşacak zaman ve zeminden hep uzak tutulmaya çalışılmış ve halen de çalışılmaktadır. Bunun son örneğini, dünyaca ünlü medar-ı iftihar ve milli övüncümüz; meşhur Türk Profesör Oktay Sinanoğlu, 25. XI. 1995 günü, saat 8.00’de TGRT’de yayınlanan bir programda yaptığı konuşmada, gözler önüne serdi.

17 Temmuz 1963 gün ve 278 sayılı yasa’yla kurulmuş, Başbakanlık’a bağlı özerk bir devlet kurumu olan Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu olan TÜBİTAK’ın kuruluşunda öncülük yaptığını söyleyen değerli Prof. Oktay Sinanoğlu, TÜBİTAK’la ilgili tüzüğün başına, hedeflerini gösteren bir madde koydurur.

İşte, ne olduysa ondan sonra olur! Ortada henüz fol yok yumurta yokken, daha bir şey ortaya konmamış, bir ilerleme ve buluş için bir adım bile atılmamışken; sırf bir hedef tayin edilmiş olması dahi, ABD’ni harekete geçirmeye yetiyor!

Yetkili bir Amerikalı, TÜBİTAK’la alakalı profesörlerle hemen temasa geçip, onları sık sık evine davet etmeye başlıyor. Davetliler arasında Prof. Sinanoğlu da vardır.

Sohbetlerden birinde Amerikalı yetkili, TÜBİTAK’ın kuruluşuna sözü getiriyor ve “hedeften” bahseden maddenin yersiz ve gereksiz olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Prof. Sinanoğlu, hedef belirtmenin zaruret ve ihtiyacını dile getirerek bu görüşe karşı çıkıyor. Tabii bir daha da böyle toplantılara çağrılmaz oluyor.

Devam eden bu çeşit toplantılarda, Amerikalı yetkili, ne yapıp ediyor, Profesörlerimizin kafasına girip, sonuçta TÜBİTAK’a hedef tayin eden maddenin yersizliğine onları inandırıyor ve o maddenin tüzükten çıkarılmasını -maalesef- sağlıyor.

Halbuki, aynı konuşmada sayın Prof. Sinanoğlu’nun da belirttiği gibi ABD’nde, zaman zaman ilim adamları çağrılır ve onlara hedef gösterilerek, projeler hazırlattırılır. Daha sonra, bu hedefler el altından basına sızdırılarak, yayınlar yoluyla kamuoyu oluşturulur. Böylece Devlet’in bu istenen hedefler doğrultusunda çalışması gerektiği yazılıp çizilir.

Zaten halkın yararına ve halkla işbirliği içinde çalışan üniversiteler -aslında devletin göstermiş olduğu- bu hedefleri gerçekleştirmek için, her dalda her türlü yoğun bir araştırmaya girişir.

Böylece, araştırmaya büyük önem veren ve bunun için, her milletten bilim adamını kendi ülkesinde toplamasını bilen Amerika; ilimde öncülüğü sayesinde süper güç olmayı başarmakta ve bu vasfını -şimdilik- sürdürmektedir. Bunu yaparken de, hiçbir İslam ülkesi, özellikle Türkiye’nin bu yolda masumane bir adım atmasına bile tahammül edememektedir!

İşin daha başında onu söndürmekte; başaramazsa; bu sefer girişimi hedefsiz kılmakta; teşebbüsü kısır döngü haline koymakta; dostlar alış verişte görsün kabilinden, kör bir meşgale durumu almasını temin etmektedir.

Fakat nafile, hiçbir güç bu milletin ve bu devletin gelişmesini önleyemeyecek; belki biraz geciktirecek o kadar. Bunun asıl sebebi görüldüğü gibi, hep dış kaynaklı.

Buna rağmen teknikte, çağdaş devletler seviyesine erişmek üzereyiz. Endişeye mahal yok. Ümitsizliğe ise asla. Çünkü:  

320

                        Gölge etseler de,
                        Yükselecek Türkiye.
                        Ağyarın rağmına,
                        Kanatlanacak yarınlara.
                        Oldukça teslimiyet içre;
                        Ebedi Yar’ına.

 

Bize Soruyorlar: Cevap Veriyoruz

Particilik hastalığına tutulmuş bir adan bize soruyor: 
-Siz hangi partidensiniz? Cevap veriyoruz. Biz hiçbir partiden değiliz. Hiçbir yerin kulu, kölesi, yeminlisi değiliz. Hak ve hakikat yolunda yürüyen hür kişiyiz. 
Gayet açıkgöz, feleğin çemberinden geçmiş bir iş adamı bize güya ders veriyor. 
Sen elin etlisine, sütlüsüne karışma; neme lazım altta kalanın canı çıksın. Zaten bu dünya namussuz. Gemisini kurtaran kaptan, köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler. Biraz sabretsen köşeyi dönsen olmaz mı?
-Hayır, efendim ayı ayıdır, dayı da dayı. Sizin tavsiye ettiğiniz şey kahpelikten başka bir şey değil. Suya da dokunacağız, sabunada dokunmadan temizlik olmaz.
Bir hoca efendi vaaz veriyor:
İnşallah muvaffak olursunuz. Amma tedbiri, temkini elden bırakmamak lazım. ” Acele işe şeytan karışır” Cenabı Hak Kur-an’ı Keriminde sabrediniz buyuruyor. 
-Hayır hoca efendi, Cenabı Hak Kur-an’ı Keriminde sabrediniz diyor ama sizin anladığınız manada değil. Sizin sabrınız ölülerin sabrı gibi tedbir ve temkin dediğiniz şeyde korkaklıktan başka bir şey değildir. Oturduğumuz yerde şunu bunu çekiştirmek, bol bol, rahat rahat kahramanlık taslamak bir şey ifade etmez. Olup bitenlerden sizde sorumlusunuz. Size Hz. Ali’nin bir sözünü hatırlatayım. Hz. Ali diyor ki: Namuslu insanın korkaklığından, namussuzun cüretinden Allaha sığınırım.
Hak sever bir vatandaş diyor ki; 
Kardeşim çok doğru söylüyorsunuz. Çok doğru amma bu memlekette doğru söyleyene itibar edilmez. 
-Doğru söylüyorsunuz un fakatı hakikatin aması olmaz. Hakikat hakikattir. 
Korkunç şey bu memleket de hakkın hakikatin yaşanmayacağına, yaşatılmayacağına adeta iman etmişler. Biz bunun aksini ispat edeceğiz. Son nefesimize kadar hakkı, hakikati, hürriyeti savunmaya devam edeceğiz. 
 

İslâm Kardeşliğine Karşı ‘Biraderler’ İttifakı

0

Komşularına karşı sıfır sorun politikası izlediğini söyleyen siyasî iktidar, birdenbire bu iddiasından vazgeçti. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki direniş hareketlerini destekleme adına baskı politikasına öncülük etmeye başladı. Başlangıçta Libya’ya müdahaleye karşı çıktı. ‘Biraderler’ ile yaptığı görüşmenin ardından Libya’ya müdahalenin ortağı oldu. Hatta oradaki muhaliflere çantalarla para taşıdı. Şimdi de Suriye’deki iç gerilime ve iktidarın tutumuna atıf yaparak Suriye yönetimini açıkça tehdit etmekte, müdahalenin yapılacağını söylemekte ve hatta biraderlerine çağrı yaparak ‘Niçin suskunsunuz, gelin birlikte Suriye’ye vuralım’ anlamına gelecek açıklamalar yapmaktadır.

Her gün iletişim araçları vasıtasıyla bize sunulan tablonun dışına çıkarak meseleye bakarsak Libya’da iç çatışmanın devam ettiğini, Mısır’da Yüksek Askerî Konsey’e karşı insanların Tahrir Meydanı’na döküldüğünü ve Suriye’de resmen iç savaşın yaşandığını görürüz. Demokrasi numarası ve yeni kontrol sistemi geliştirme adına bölgeyi çatışmaya ve muhtemel bir savaşın eşiğini getiren biraderlerin daha insanî değerlere sahip oldukları söylenemez. Bu çerçevede Türkiye’nin tavrını ‘çelişki’ kelimesi izah edemez. Çünkü Türkiye, Kuzey Irak’taki biraderlerin ve büyük biraderin sahnelediği oyunlar karşısında sessiz kalmıştır. Askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde nota verecek misiniz, sorusuna ‘Ne notası müzik notası mı’ cevabı verilmiştir. Bu da yetmemiş gibi, ‘Büyük devletler özür dilemezler’ açıklamasıyla büyük devlete olan tutkumuzun ruhumuzu nasıl kuşattığı ifşa edilmiştir. Belirtilen ahvâl ve şerâit karşısında sessiz kalanların Suriye konusunda bu kadar hassas olmaları dikkat çekicidir. Bu tablo çelişki kelimesiyle değil çelişkinin arkasında saklanan politik-stratejik nedenler ve amaçlarla açıklanabilir.

Dış basının “Suriye tarafında mülteciler için bir tampon bölge oluşturuluyor’ haberi ve “1991’de Saddam Hüseyin’den kaçan Kürtlere oluşturulan tampon bölge’ ve ardından olup-bitenler birlikte düşünülünce mesele açıklık kazanıyor. Batı’nın ekonomik ve jeo-politik hedeflerini gerçekleştirmek için İslâmî algıyı istismar üzerine kurduğu ve geliştirdiği politika iki temel nedene dayanmaktadır: (a) Yeni bir kontrol sistemini yerleştirmek için seküler-otoriter iktidarların yerine toplumsal algıya uygun Sünnî-Selefi iktidarları ikame etmek, (b) Suriye tarafında mülteciler için tampon bölge oluşturmaktır. Oluşturulan bu tampon bölge ilk aşamada dokunulmaz ilan edilip korunacaktır. İkinci aşamada demografik niteliğine bağlı olarak bu bölge Kuzey Irak’la birleştirilecektir. Batı’nın uzun süredir arzuladığı zemin bu şekilde oluşturulacaktır. Yani Kürdistan Devleti’nin önü açılacaktır. Böyle bir jeo-politik düzenleme yoluyla söz konusu devletin dış dünyaya açılımı sağlanacaktır. Türkiye’nin terör belasından kurtulacağı vaadinin arkasında bu düşünce yatmaktadır. Daha doğrusu belirtilen siyasî duruş ve açıklamalar böyle bir planın uygulandığı izlenimini vermektedir. Kaydetmemiz gerekir ki bu plan İslâm kardeşliğine karşı biraderlerin geliştirdiği planın ve ittifakın ürünüdür.

Demokratikleşme projesi olarak sunulan bu plan, bütün dengeleri yerinden oynatacak nitelikte olup, kanlı bir iç savaşın habercisidir. Uluslararası baskının öncüsü olmaya soyunan Türkiye’nin böyle bir zeminin oluşmasına öncülük etmesi her açıdan sorunludur. Oluşturulan tampon bölgesinin ne işe yarayacağını ve hangi amacı derinleştireceğini biliyoruz. Uzun süredir Batılı güçlerin planladığı ve şimdi uygulamaya koyduğu Kürdistan politikası Türkiye’de güzel günlerin değil, kara günlerin yaşanmasına yol açar. Bütün siyasetinizi üzerine ikame ettiğiniz ve onun üzerinden uluslararası güç denklemine dâhil olduğunuz İslâm’a da aykırıdır. Batılı güçlerle ittifak ederek Müslümanların yaşadığı coğrafyaya müdahale etmek kardeşkanı akıtmaktır. Batılı biraderlerle ittifak ederek onların ekonomik ve jeo-politik hedeflerine alan açmanın insanî hassasiyetle hiçbir alakası yoktur. Suriye’deki olayları göstererek kınadığınız şeyin yüz katını büyük biraderiniz Irak’ta yıllarca yapmaktadır. ‘Demokratikleştirdiğiniz ülkelerde’ aynı şeyi özgürlük sloganıyla gelenler yapmaktadır. Ekonomik ve politik krize giderek yuvarlanan Batı’nın çıkış yolu bulmak için ürettiği bu kanlı yolun parçası olmak sıkça telaffuz ettiğiniz İslâmî ve insanî değerlere aykırıdır.

İslâm kardeşliğinin Kur’ânî temelini şu ayet oluşturur: “Müminlerden iki zümre çarpışırlarsa onların aralarında hemen barışı kurun! Eğer onlardan biri öteki aleyhine sınır tanımazlık edip saldırırsa, azgınlık edenle Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Eğer vazgeçerse yine ikisi arasını adalet ve dürüstlükle sulh edin. Kuşkusuz Allah adalette titiz davrananları sever. Şu bir gerçek ki müminler sadece kardeştirler. O halde kardeşleriniz arasında barışı sağlayın. Allah’ın bu emrini yerine getirmekte sorumlu ve duyarlı davranın ki Allah’ın rahmetine nail olasınız.” (Hucûrât 105: 9-10) Referansımız İslâm’dır diyenlerin İslâm’ın emrettiği kardeşliğe uygun hareket etmeleri beklenir. Eğer Müslüman toplumlar arasında bir çatışma varsa, sınır tanımayan ve azgınlık edene karşı tavır almak İslâmî duyarlılığın gereğidir. Böyle bir çatışma durumunda batılı güçlere çağrı yapmak İslâm kardeşliğine karşı ‘birader’ ittifakı kurmak olur. Kaldı ki Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan çatışmanın asıl tarafı batılı egemen güçlerdir. Amaçları da bellidir. Bu gerçeğin üzerini örterek belirtilen topraklara Haçlılarla müdahale etmek hiçbir İslâmî ve insanî esasla bağdaşmaz. Libya ve Suriye yöneticilerinin eylemlerini eleştirmek ve buna tavır almak başka bir şey, biraderlerle ittifak etmek başka bir şeydir. Gerçekleştirilen müdahalenin ardından yapılan petrol antlaşmalarına (Irak ve Libya) bakılırsa “Gelin, Suriye’ye vuralım” anlamına gelen çağrı İslâm kardeşliğinin değil başka şeylerin dikkate alındığını gösterir. Referansın yer değiştirdiği anlamı çıkar. Bilmem anlatabildim mi?

 

Paris Paris Dedikleri

Burada bulunduğum süre içerisinde 4-5 defa Paris’e gelip gezme şansını buldum. Paris içerisinde 20 tane Paris varmış. 1.Paris 2.Paris ve 20.Paris seklinde söyleniyor. Güzel cadde ve sokakları yeraltına tamamen metro döşenmiş ve genel olarak binalar aynı yükseklik ve aynı malzemelerden yapılmış şehrin ortasından Sen nehri geçiyor. Şehrin görüntüsünü bozmamak için kesinlikle binalarda izinsiz herhangidir değişiklik yapılmıyor, bina boyasını bile izinle yapabiliyorsunuz.

Şehrin parkları, sokakları çeşitli orman ağaçlarıyla kaplı şehri karşıdan karşıya bağlayan muhtelif aralıklarla en az 15 adet köprü mevcut bir köprünün üzerinden geçerken dikkatimizi çekiyor sevgililer değişik kilit çeşitleri üzerine isimlerini yazıp kilitlemişler anahtarları üzerinde yok bu şekilde belki on bin tane değişik kilit çeşidi mevcut. Gezimize devam ederken Sarkozy’nin sarayının etrafını da geziniyoruz. İçeride toplantı olduğu söyleniyor, Sarkozy’nin sarayı çok geniş bir alana kurulu etrafı çevrili belki çıkıp arabasıyla geçer diyoruz ama göremiyoruz.

Gezimize devam ediyoruz; birçok ülkenin lokantasının olduğu yere geliyoruz. Burada Yunanistan, Bulgaristan, Çin, Türkiye ve birçok ülkeye ait lokantalar var. Buralarda yemek yemek istemiyorum.

Paris’te bir kaç tane cami olduğunu öğrendim.  Gezerken Faslıların büyük mescit şeklindeki camisine gidiyoruz. Ziyaretçi bölümüne gittik kapalı imiş namaz kılmak istedik ancak kapısını bulamadık ve ayrıldık. Arabamızla şehir turu atıp eve dönüyoruz.

Diğer bir gün Paris’in hafızalarda yer eden Eiffel kulesinin bulunduğu yere geliyoruz. İnsanlar Eyfel kulesine çıkmak için kuyruklar oluşturmuş buraya çıkmak için en az iki veya üç saat kuyrukta beklemek gerekiyormuş. Bundan dolayı bugün Eyfel’e çıkmıyoruz; Eyfel’in yanı başında büyük bir park mevcut bu parkta piknik yapıyoruz ve dinleniyoruz. Buralarda gezmemiz bittikten sonra La louvres müzesine geliyoruz. Gerçekten çok büyük bir müze burasını gezmek bir günü alırmış. O yüzden içeriye girmiyoruz. Dışarıdan inceleme yapıyoruz. 14.Louis’in sarayı Versaille’a taşıyana kadar ki dönemde saray olarak kullanılmış.  1793 yılında devrimciler burayı müze haline dönüştürmüştür. M.Ö-6000 li yıllardan M.S, 19.yy’a  kadarki dönemde 35.000 civarında esere ev sahipliği yapan müzede Yunan ve İslam eserleri, resim, Antik Mısır objeleri, Yakın Doğu parçaları bir çok ünlülerin eserleri burada sergileniyormuş. Oradan  Notrdamel Kilisesi’ne gidiyoruz. Çok büyük kalabalık turist kafileleri mevcut içeriye girmiyoruz. Paris’in sokaklarında kiralık bisikletler mevcut, bisikleti alıp gezinti yaptıktan sonra herhangi bir park yerine bırakabiliyorsun. Yine burada 2 katlı otobüsler var bu otobüsler şehrin belli tarihi ve turistik yerlerini gezdiriyor. Bu otobüsler çok yaygın bir şekilde çalışıyorlar.

Diğer bir gün Aşır Öztürk’le Fransa’da çalışmış öğretmen arkadaşının oğlu gezmeye geliyormuş. Oğlu ve iki arkadaşını havaalanından alıp gezmeye başlıyoruz. İlk önce ressamlar tepesi olarak ta anılan Sacre Cour Kilisesi’ni geziyoruz.  İçeride fotoğraf çektirmiyorlar nedenini bilmiyorum. Bu eserin sahibi Müslüman olduğu söyleniyor burası yüksekte bir yerde olduğu için Paris çok güzel  görünüyor. Arabamızla sırasıyla Moulin Rouge’i gezip Saint-Michel meydanına ve Sorbon Üniversitesi’nin yanından geçtikten sonra Penthahonde geliyoruz. Burada ünlü isimler gömülü imiş.  Victor Hugo, Emile Zola, Marie Curie gibi. Daha sonra Concorde Meydanı’na geçiyoruz. Bu meydan Paris’in hatta Fransa’nın en önemli simgelerinden biriymiş. Tarihi önemi de, Fransız İhtilali sırasında giyotinler  bu meydanda kurulmuş ve Marie Antoinette 16. Luis Maximillien Robes Pierre, Donton gibi Fransız isimlerin önemli simaları bu meydanda idam edilmiş. Buradan Champ Eysee’e (sanzeliza Bulvarina) geçiyoruz. Burada bir dikilitaş var. Buradaki dikilitaşın bir eşi daha varmış o da Mısırda imiş. Meydanda bulunan Ara de Triomphe I.Napolyon tarafından zafer anıtı olarak yaptırılmış ve üzerinde 4 heykel var. Napolyon kazandığı zaferler generallerin isimlerinin yazılı olduğu bu zafer anıtının tepe noktasına asansör ile çıkılıyor. Tam dönmek üzere iken Aşır beyin arabaya arkadan büyük turist otobüsü vuruyor. Şoför Afrikalı bayan gelip özür diliyor bir tutanak tutuluyor  ve iş bitiyor. Aşır bey burada kavga falan olmaz diyor. İşimiz bittikten sonra büyük bir yorgunluktan sonra evimize dönüyoruz. Paris gezimiz böyle sonlanıyor.

Aslan Koyuncu da Hakka Yürüdü

Bir telefon mesajıyla gelen sarsıcı haber: ” Gönüldaşımız ve Kocaeli Gazetesi yazarı Aslan Koyuncu ağır bir ameliyat geçirmiş olup dualarınızı beklemektedir.”

Ertesi gün hastanede yoğun bakımın kapısında eşi Nurten Hanım’ın endişeli, yorgun ve üzgün hali… Moral verme gayretlerimiz… Yarım saat sonra, doktoruyla görüşmemizde aldığımız bilgilerle artan endişemiz… “Allah’tan ümit kesilmez” tesellisiyle Aslan Bey’i göremeden ayrılış…

Hastane ziyaretimizden birkaç gün sonra bu defa vefat haberini aldığımız Aslan Bey, çok kalabalık bir sevenler topluluğu tarafından Fevziye Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Körfez Kabristanında toprağa verildi. Dualarla, gönülden helallikler verilerek ebediyete uğurlandı. Mekânı Cennet olsun.

****

Demokrat Kocaeli Gazetesinden Mevlüt Soysal, “Aslan Koyuncu’nun Ardından” yazdığı yazıda anlattıkları ile duygularıma tercüman olmuş:

Aslan Koyuncu, vatanı-milleti gününün 24 saatinde içselleştirmiş ve de yaşanan güzellikler gözlerini parlatacak, yaşanan sıkıntılar da boynunu eğdirecek derecede farklı algılardı… Saygı duyardım…”

“Ve de Aslan Koyuncu ile özdeşleşen bir isim vardı Kocaeli’de… O da Nihat Gürer

Gürer için şunları yazmıştım geçtiğimiz aylarda:

İster sağdan, isterse de soldan olsun; 80 öncesinin siyaset ortamının belirleyicileri arasında olup, bugün hala davasından kopmamış insanlara sevgi, saygı ve hayranlıkla bakarım.

Yozlaşan kentte, yozlaşan ülkede ve yozlaşan dünyada, ideolojilerin ve davaların ikinci plana atılıp bireysel gelecek savaşlarının ön sıraya oturtulduğu bu yıllarda, Gürer gibilerinin o ‘saf dava tutkusu’ hoşuma gider benim…

Anlatmasına gerek yoktur Gürer gibilerin birçok şeyi…

Konuşmadan durduğunda dahi, inandığı değerlere olan sadakatini anlarsınız.”

Ve de şimdi, “Bu pasajdaki Nihat Gürer ismini çıkartıp, yerine Aslan Koyuncu’yu yerleştirin” diyorum.

Çünkü aynıydı ikisi de… İnançları, davaları aynıydı.

MHP ve ülkücü hareket için çok özel isimdi ikisi de…”

****

Bazı insanlar doğuştan liderlik özellikleri taşır. Bulundukları imkânlar ve sosyal şartların üstünde bir etki alanı yaratırlar. Belki yüksek tahsil yapmamıştır yani bir konuda uzmanlık bilgilerine sahip değildirler. Ancak çeşitli kaynaklardan okumak, tecrübeleri ışığında okuduklarından analiz ve sentezler yapmak suretiyle kendi kendilerini yetiştirmişlerdir.

Böyle kendi kendilerini geliştirip “aydın” olan kişilere “otodidakt” denilmekte.

Onlar bilgilerini ve tecrübelerini kendine saklamaz. Söyler, anlatır, tartışır, yazar ve çevresine sadece bilgi vermekle kalmaz yepyeni ufuklar açılmasına sebep olur.

Aslan Koyuncu işte bu türden bir adamdı. Bulunduğu bir mecliste hangi kültür seviyesinden, hangi makam ve mevkiden insanlar olursa olsun herkese söyleyecek sözü olan, sözünü dinleten ve sohbetin seyrini etkileyen, yönlendiren kişi olurdu. Ses tonu ve konuşmasında kelimelere yaptığı vurgular karizmatik havasını pekiştirir, O’nun sözünü kesemez, dikkatle dinleme mecburiyetinde kalırdınız.

Büyük tecrübe birikimi, çok geniş kesimlerden insanlar tanımış olması ve okumaya, düşünmeye ve yazmaya olan hevesi ile hem kendini ve hem de çevresini aydınlattı. Olaylara herkesin baktığının dışında farklı pencerelerden bakabilen geniş bir görüş perspektifi vardı.

Aslan Koyuncu ve Nihat Gürer‘in her ikisini de tanıyan, dostluklarından şeref duyduğum, ağabeyim bildiğim bu iki değerli insan arasındaki benzeşme sadece dava adamlığı ve inançlarından ibaret değildir. Onlar farklı iki mizaç, farklı iki karakterde insan olmalarına rağmen liderlik vasıfları, otodidakt aydın olmaları, karizmaları ve yarattıkları etki alanı itibariyle çok benzeşen iki isimdir.

Şahsıma gösterdikleri saygı ve sevgiden mutlu olduğum bu iki dava ve gönül adamının hem kişiliklerine ve hem de yarattıkları etki alanına saygı duymamak imkânsızdır. Aslan Koyuncu‘dan “toplumların formatlanması / aksiyoloji” konusunu dinlerken de; Nihat Gürer’den S. Huntington, Z. Brzezinski’nin görüşlerini de içine alan stratejik analizleri dinlerken de onların geniş ufuklarına, öğrenme, anlama ve anlatma heyecan ve şevklerine gıpta ile bakarsınız.

Her ikisi de konuşmayı ve anlatmayı çok sevdikleri halde Aslan Bey köşe yazısı ve şiir yazmaktan da hoşlanırken, Nihat Bey yazmak konusunda nedense isteksizdir.

Bir ortak noktaları da maalesef her ikisinin de sigara bağımlılığıdır. Azim ve iradelerine hayran olduğum bu ikilinin bu zaaflarını bir türlü onlara yakıştıramadım. Kapalı toplantılarda sigara içmelerine karşı çıkabilen tek kişi genellikle ben olabilirim. Bu güne kadar hep samimiyetimize sığınarak yaptığım, “lütfen sigara içmeyin ya da dışarıda için” tarzı, müdahalelerimi her ikisi de hoşgörü ile karşıladılar.

*****

Aslan Bey’le tanışmamız çok eskilere dayanmakla beraber en yakın olduğumuz dönem Kocaeli TV‘de Yönetim Kurulu Başkanı olduğu sırada oldu.

2001 yılında bana bir program yapmam ve sunmam konusunda yaptığı teklifini de, programın adının “Geniş Açı” olmasına dair düşüncesini de olumlu karşılamıştım. On ay boyunca her hafta ortalama 2 saat süren programımda çok değerli ilim, fikir, siyaset ve iş adamıyla Kocaelilileri buluşturmuştuk.

Programların öncesinde ve sonrasında, misafirler ile birlikte Aslan Bey’in de katıldığı uzun sohbetlerimiz olurdu. Mesela merhum mütefekkir Durmuş Hocaoğlu ve Aslan Bey’le yaptığımız ve yemekte de devam eden sohbetin lezzetini ve bereketini unutamam.

*****

O, “baki kalan kubbede bir hoş sadâ bırakarak” Hakk’a yürüdü. O’nun gülümseyen gözlerle kucaklamasını ve sohbetlerini hep özleyeceğim.

Aslan Bey’e Allah’tan rahmet; yakınlarına, sevenlerine sabır ve başsağlığı diliyorum.

Hasta sağlık içinde ölüyor

Hiç düşündünüz mü; bu ülkede “yarın ne olacak?” kaygısı yaşamadan huzur içinde yaşamını sürdüren kaç insan var?
Hani, “işi tıkırında” olan insan, diyorum.
Bu ülkenin işsiz insanlarını düşünüyorum.
Halen üniversitelerde güç bela okuyup mezun olmaya çalışan ve iş bulma umudu bir türlü yeşermeyen milyonlarca genci düşünüyorum!
Her geçen gün fakirleşen emekliler içinde, “ölsem de kurtulsam şu dünyanın çilesinden” diyen çaresiz insanları düşünüyorum.
Birilerinin doymak bilmeyen ihtirasları ve para hırsları yüzünden çürük yapılarda can veren deprem kurbanları geliyor gözlerimin önüne!
Sonra, birkaç gündür gazetelerde yer alan haberler geliyor aklıma;
·        ” Üniversite hastanelerinde hizmetler durma noktasına geldi!”
·        “Enerji sektörü durma noktasına geldi. Enerjide dışa bağımlılık yüzde 83’e ulaştı. Üstelik, dünyanın en pahalı enerjisini kullanıyoruz!”
·        “Cari açıkta yıllık rekor kırıldı: 77.5 milyar dolar!”
·        “Döviz açığı fren tutmuyor. İstihdamda iyileşme durdu!”
·        ” Dünya cep vergisi liginde şampiyon Türkiye. Cep telefonunda vergi yükü yüzde 48.2. Ve; 65 milyon cep abonesi var!”
·        “Vergilere yeni deprem payı geliyor!”
·        “Depremzedeye cop dünya basınında!”
·        “TBMM tarihinde ilk kez kürsüdeki bir vekile fiili müdahale!”
·        “Örtbas edilen skandal; Başbakan, 3 Kasım 2011’deki G-20 zirvesinde Obama’ya, gönderileceği sözü verdiği iki Predator’u sordu. Oysa, Predatorlerin 16 Ekim’den bu yana İncirlik Üssü’nde olduğu ortaya çıktı!”
Bu haberleri, bu ülkedeki pek çok insan okudu ya da duydu.
Peki, kaç kişi kaygıya kapıldı?
Ülkemizin içinde bulunduğu koşulların kaç kişi farkında?
Yoksa, sizler de haber yerine dizileri mi takip ediyorsunuz?
Ya da; “Yetenek siz misiniz!?”
Yoksa; yarışma ve magazin programları tutkunu musunuz?
Ne diyor şair?
“Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda/ Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında!”
İyi uykular Türkiye’m!
 

Cumhuriyet Çeşitlemesi (6)

11 Ekim 1922: İmzalandı, Mudanya Mütarekesi

                          Yunan yenilgisi karşısında, aldı bir telaş, Türkiye’den başka herkesi

 

                          Böylece, kutlu zaferle sonuçlandı, Türk İstiklal Savaşı

                          Sona erdi tüm acılar, sevindi vatanın toprağı taşı

                         

                          İstanbul minareleri, bayraklarla donandı

                          Şehir tamamen sanki kırmızı renge boyandı

 

                          Anlatırdı ağlayarak, o günleri rahmetli babam

                          İşgalcilerle vardı diyerek, hiç dinmeyecek kavgam

 

                          Kadıköy Kaymakamlığı gönderine, Türk Bayrağı’nın çekilişi

                          Görülmeye değerdi babamın, sevinçten ağlayarak iç çekişi

 

                          Mehmet Muhsin Paşa’nın, kara yaslı konağında

                          Değil de İstanbul’da, sanki yalnızlık dağında

 

                          Zenginiyle, Fakiriyle; öyle kıtlık günler yaşadı ki İstanbul

                          Çeyrek ekmeğe köstekli saatler verilirdi, yeter ki ekmek bul

 

                          Veremiyordu Devlet, Paşasına emekli aylığını bile

                          Giderdi satışa her gün bir kap, ekmek parası için habire

 

                          Dedelerimiz değil, babalarımız yaşadı, o kara günleri

                          Onlar için bu günler, vatana vuslatın, sonu gelmez düğünleri

 

                          Re’fet Paşa, 19 Ekim’de, İstanbul’da gemiden indi

                          İstanbul’un İstanbul olalı, şahit olduğu şehr-ayindi

 

                          Fetih sembolü olarak, camiye çevrilen Ayasofya

                          Halkla doldu, yeni fethe şahit olsun diye, tıka basa

 

                         “Hakimiyet – i Milliye…(ve) Allah’a imandan doğmuştur bu zafer.”

                           Re’fet Paşa, Müezzin mahfilinden halka hitaben, işte böyle der.

 

                           İşgal senelerinde Ayasofya, ne kadar olmuştu mükedder

                           Sabırla, huşu içinde, beklemiş durmuştu bu anı derbeder

 

                           Bugün de, ibadete açılış için beklemede

                           İstiyor ki, kullar etsin içinde, durmadan secde

 

                           Ayasofya’nın, bu mahzun-hüzünlü, cemaate müştak hali

                           Bu duruma çare arıyor halk, çok üzülüyor ahali

 

                           Birbirini kovalarken Türkiye’de, çeşit çeşit Manevi Fetihler

                           Çıkar elbet her hususta birer birer, enerjik-dinamik Genç Fatihler

 

                           Büyük Millet Meclisi Hükümeti, yurtta idareyi ele aldı

                           İstanbul Hükümeti’ne aradan, ister istemez çekilmek kaldı

 

                           30 Ekim 1922: Meclise önerge sunuldu altı maddelik

                           Biri de Hilafeti, ecnebi elinden kurtarmak olacaktı, olsa da sembolik

 

                           O kadar ki, İzmir’den sonra, İstanbul’a yönelince Ordu

                           İstanbul ve Halife’yi kurtarmayı, kafalarında kurdu

 

                           Gerçi sonradan, işin politik seyri, çok değişti esastan

                           Siyaset rüzgarı, başka türlü esti, ibret alın kıssadan

 

                           1 Kasım 1922: Meclis tarihi kararını verdi

                            Hilafet ve Saltanatı, birbirinden ayırmak gerekti deyiverdi

 

                            4 Kasım 1922: Takvim-i Vekayinin son yayınıydı

                            Osmanlı yıkılışını ilan etti, çünkü son resmi yayın organıydı

 

                            Sadece Halife sıfatı kalan Vahideddin, ayrıldı vatandan üzgün

                            Sanki Osmanlı Devleti, miadı dolmuş, fiilen sona ermişti o gün

 

 

                                                                             2344

                            Gelmişti artık sıra, kurtuluşuna Yeşil Trakya’nın

                            Barışa ihtiyaç duydular, söz idi, galib-i Asya’nın

 

                            24 Temmuz 1923: Lozan Antlaşması imzalandı

                            Yeni Türk Devleti’nin Dünya’da, şerefle yerini aldığı zamandı

 

                           25 Ağustos – 1 Ekim 1923:

                           Arındı Türkiye askerden, kalmadı yabancı güç

 

                           2 Ekim 1923: Yabancı Generaller

                           Selama durdular, Bayrak ve Askerimize birer birer

 

                          29 Ekim 1923: İlan edildi Cumhuriyet

                          Yaşayacak İnşallah Türkiye Cumhuriyeti, şerefle ilelebet

 

                           Karınca ve Arılar bile, Cumhuriyetçi iken, var oluşlarından beri

                           Türk Milleti, kalmalı mıydı, Cumhuriyet idaresi için, onlardan geri

 

                           Millet kalbi yerinde olan Meclis; var Cumhuriyet’te

                           Millet fikri Şura’da, alınır karar Cumhuriyet’te

 

                           Medeniyet kuvveti Fikr-i Hürriyet’e, sahip Cumhuriyet

                           Ancak bunlar gibi faziletlere, olur talip Cumhuriyet

 

                                                                

 

                                                                 2345 – 2346 

 

Milletvekilleri de Ölür; Ancak!

Ayeti Kerime’de diyorki Cenabı Allah “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir -Ali İmran Suresi 185.” Bu surenin sonunda “Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir” diye de Rabbim hatırlatıyor.

Sabahın erken saatiydi Ankara’dan emekli MEB Müfettişi gerçek dost Ökkeş Önemli aradı ve Bahri Zengin’in kanser tedavisi gördüğü hastanede vefat ettiği haberini verdi. Hayata gözlerini kapamasının üzerinden henüz birkaç saat bile geçmemişti, birlikte dua okuduk ve Bahri Ağabey’in ruhuna fatihalar gönderdik.

Bahri Zengin yaklaşık 10 yıl kadar İstanbul Milletvekili olarak görev yaptı. Vekil iken çocuğunu evlendirip veya sünnet ettirip hediye toplamadı, şehir suyuna zemzem karıştırmadı, akrabasına kamu şirketi temsilciliği vermedi, politikada iken gelir getiren başka bir iş yapmadı, aynı soyismi taşıyan insanları delege yazmadı, tam tersi şahsi menfaatlerini elinin tersiyle iterek ömrünü milletine ve ülkesine adadı, süresi dolunca da vefat etti, rabbine kavuştu. Mekanı cennet olsun.

Bir Örnek Aydın

O’nun için de Hacıbayram Camii’ndeki cenaze namazının ardından tabutunu iki kadim genç dostu; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile HAS Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş birlikte taşıdı. Onlarca bakan, çeşitli partilere mensup milletvekilleri, bürokratlar, aydınlar, vatandaşlar ve yazarlar ile sivil toplum kuruluşu temsilcileri cenaze törenine katıldı.

Bahri Zengin(1942-2011) Kilis’in Tılhabeş(Yavuzlu) beldesinde doğdu. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mercidabık Zaferini kazandığı ovada kurulan Tılhabeş Köyü’nde Hüseyin-Emine Zengin Ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Orta mektep bitince gurbet hayatı başladı ister istemez. Çünkü Kilis’te henüz lise açılmamıştı, ta ki 1959 yılına kadar.

Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın da hocalık yaptığı Gümüşsuyu yokuşundaki İstanbul Teknik Üniversitesi makina mühendisliğini bitirdi. İngiltere’de Delft Teknik Üniversitesi’nde sanayi yönetimi ve bölgesel kalkınma alanında ihtisas yaptı. İTÜ’nde master programını başarı ile bitirdi.

Söyle Dostunu Söyleyeyim Kim Olduğunu

Bahri Zengin ve aynı üniversiteyi bitiren aralarında Recai Kutan(bakan), Kahraman Emmioğlu, Ertan Yülek ve Temal Karamollaoğlu(milletvekilleri) ile Cevat Ayhan’ın(bakan) da bulunduğu bir nesil Necmettin Erbakan’ın daha sonraki milli görüş hareketi içinde hep birlikte sorumluluk aldılar.

Öğrenciliği sırasında Bahri Zengin Türk akademisyen, sanatçı, yazar, kanaat önderi ve aydınlarının sohbet merkezi olan Beyazıd Küllük ve Marmara Kıraathanesi’ne gitmeye başladı, yepyeni ve üretken bir muhit ile tanıştı. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Mehmet Genç(Prof), Mehmet Şevket Eygi, Ali Haydar Öztürk, Erol Güngör(Prof), Ahmet Yücel(Zaptiye Ahmet), Ziya Nur Aksun, Nihat Armağan, Cahit Zarifoğlu, Ahmet Kutlay, Alaattin ve Rasim Özdenören kardeşler, Ali İhsan Yurt, Niyazi Özdemir, Teşkilat Refik, Avukat Lömont Hasan, Filozof Cemal o dönemin ünlü marmaratörleriydi. Derin sohbetler olurdu gecenin geç saatlerine kadar, çaylar içilirdi. Bu döneme ben de yetiştim. O günlerde Vefa Lisesi’nde öğrenci idim.

Kayserili işadamı Refik Büründüz sahibi olduğu Beyazıt Gedikpaşa’daki bir işhanının büyük dairesini Necip Fazıl Kısakürek’e Büyük Doğu Fikir Kulübü için vermişti. Buraya iki hemşehrim Bahri Zengin ve Büyük Doğu Yazıişleri Müdürü Avukat Hüseyin Rahmi Yananlı dolayısıyla hep gidip gidiyordum. Hatta 147 nolu üye olarak Büyük Doğu Fikir Külübü’ne kayıt da yaptırmıştım. Bahri Zengin ile böylece Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde tanıştım(1964) ve görüşmeyi hep sürdürdüm.

Bahri Zengin, Mannan ve İslam Ekonomisi

Benim gibi Fatih’te oturuyordu Bahri Zengin. Üstad Necip Fazıl bir yazısından dolayı hakkında açılan dava dolayısıyla sıkıntıdaydı. Bahri Zengin’in Fatih’teki evinde olduğunu öğrendik, ama kimseye söylenmeyecekti. Bahri Zengin iyi bir satranç ustasıydı. Necip Fazıl ile satranç oynuyor ve hep mat oluyordu! Sonra yine bir başka Büyük Doğucu Ali Haydar Öztürk’ten öğrendim ki Necip Fazıl yenilmeye alışık değilmiş. Dolayısıyla Bahri Zengin Üstad’a hep yenilmek durumundaydı.

Nihat Armağan Fikir Yayınlarının sahibiydi. Önemli eserler yayınlıyordu. Cağaloğlu Türbedar Sokak, Aydınlar Han’daki ofisinde sürekli görüşürdüm. Hele Tercüman’da çalışırken aynı sokakta olduğumuzdan neredeyse her öğle beraberdik. Nihat Armağan rahmetli de Fatih’te oturuyordu. Zaman zaman yürüyerek birlikte eve gittiğimiz de olurdu.

Fikir Yayınevi’nde otururken Nihat Armağan matbaadan henüz mürekkebi kurumamış bir kitap verdi bana: İslam Ekonomisi. Belki de ilk alan ve okuyandım. Pakistanlı alim Prof. Dr. Mannan’ın bir eseriydi. İngilizce aslından tercüme eden ise Bahri Zengin’di. Çok sevindim. Çünkü o yıllarda bu tür tercümeler azdı ve Pakistan’ın resmi dili Urduca olduğundan, bu dili Prof. Dr. Ali Genceli ve Dr. Ahmet Asrar’dan başka da bilen kimse yoktu.  Mannan’ın İslam Ekonomisi’ni İngilizce telif etmesi islam coğrafyasındaki okurlar için bir şans olmuştu.

Zoru Başaran Bürokrat

Bahri Zengin Şebnem Saadet Hanım ile evlendi. Ki o yıllarda yurt dışına gidenler hep ecnebi hanımlarla evleniyordu. Pervin, Ayşegül, Esma Nur ve Kamil Erkam adında dört çocuğu, Ecegül, Mustafa Deniz ve Emre Kaan adında üç de torunu oldu.

Sözkonusu dönemde çok zor girilen, şartları ağırlaştırılmış ve kısa adı DPT olan Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak kamu hizmetine başladı. Sanayi Bakanlığı’nda genel müdür oldu. Makina Kimya Endüstrisi Kurumu’nda yönetim Kurulu üyeliği ve umum müdür yardımcılığı görevine getirildi. İtalya’da bir müddet kalarak formülü hiç kimseye verilmeyen barut için MKEK’da projeler üretti.

Bu görevler icra edilirken Bahri Zengin Başkent Ankara’da da bir edebiyat-sanat hareketi içinde buldu kendini. Edebiyat Dergisi yazar ve sahibi Nuri Pakdil ile aynı apartmanda oturmaktan mada, Erdem Beyazıt, Mustafa Yazgan ve Saatçi Musa (Çağıl), Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu hemen akla gelen bu halkanın aydınlarıydı, gönüldaşlarıydı..

Fikri ve Siyasi Çalışmalardaki Aydın Prototipi

Bir Ankara ziyaretimde bana randevu için Kızılay Demirtepe’de Gazi Mustafa Kemal Bulvarında bir adres verdi. Gittim.  Halıcı Orhan’ın üstüydü. Kapıda Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi yazıyordu. Yeni kurulmuş ve başkanlığını üstlenmişti. Akşamki bir sohbet programına katıldım, çok istifade ettim.

Şair Erdem Beyazıd’ın sahip ve sorumlusu olduğu Mavera Dergisi’yle de alakadar oluyordu. Okumamı salık verdi. Gerçi ben takip ediyordum ama, sesimi çıkarmadım. Hatta yazıyordum Mavera’da. İstanbul’a taşınarak özel sektörde de görev alan Bahri Zengin daha sonra Mavera Dergisi’nin de genel yayınını ve sahipliğini üslendi. TRT’de çalışan şair Cahit Zarifoğlu’nu rahatlattı.

Bahri Zengin’in siyasi hayatı ise Erbakan ile birlikte başladı. Milli Nizam Partisi’nin kuruluşunda fiili görev almış, programın bazı bölümlerini yazmıştı. MNP kapatılınca MSP kuruldu. Bu partinin de Anayasa Mahkemesi’nce siyasi yaşamı sonlandırıldı. Yerine Refah Partisi kuruldu. İşte Refah Partisi’nin fikri çalışmalarında yine Bahri Zengin’i görüyoruz.

Dünyada Yeni Söz Yazmak

Hatırlar mısınız RP’nin seçim afişlerinde değişik mesleklere mensup insanların fotoğrafları vardı ve işçi, köylü, öğrenci, esnaf, memur, müteşebbis resimlerinin altında ise “Sen varsın” yazılıydı.(1995). Refah Partisi’nin sloganları ise “Yeni Bir Dünya” ile “Adil Düzenle İktidara” biçimindeydi. Her iki slogan da Bahri Zengin’e aitti. Refah Partisi ilk seçimde birinci parti olarak DYP ile koalisyon kurdu, Necmettin Erbakan başbakan oldu. Bahri Zengin de İstanbul Milletvekili seçildi.

Olacak bu ya, akacak kan damarda durmuyordu Refah Partisi de kapatıldı. Fazilet Partisi hayata geçti. Bahri Zengin yine İstanbul’dan 21. Dönem milletvekili olarak parlamentoya girdi. Fazilet’in de siyasi yaşamına son verdi demokratik olmayan yasalar ve düzen. Saadet Partisi siyasi yelpazede yerini aldı.

Milli Görüş partilerinin sürekli kapatılması rahatsızlık veriyordu yönetimde ve tabanda. İlk önce Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları ayrıldı, AK Parti’yi kurdu. Ardından genel Başkan Prof. Dr. Numan Kurtulmuş da ayrılarak kısa adı HAS Parti olan Halkın Sesi Partisi’ni hayata geçirdi. Bahri Zengin de HAS Parti’de Genel İdare Kurulu üyesi olarak sorumluluk aldı.

Ardından günlük bir İstanbul gazetesi olan “Dünya’da Yeni Söz”de yazmaya başladı. Ancak yakalandığı kanser hastalığına yenik düştü ve rahmet-i rahmana kavuştu.

“Özgürleşerek Birlikte Yaşamak” adlı yayınlanmış eseri bize yadigar kaldı. Allah rahmet etsin, mekanı nur olsun.

Sağlık – Sağlıklı Yaşamada Doğru ve Yeterli Beslenme

Bir önceki sağlık yazımızda sağlığın tarifini yapmış ve bunu etkileyen faktörlerden olanları uygun hale getirerek daha sağlıklı yaşayabileceğimizi belirtmiştik. Önceki makalemde yaşam tarzımızdaki uygun ve yeterli hareketlilik konusunu işlemiştik.

Bu yazımda da yaşam tarzımızda etkiliği olabileceğimiz diğer bir hususu, beslenme konusunu işleyeceğim. Konu, 14 Kasım Diyabet haftası sebebi ile ayrıca güncellikte taşımaktadır. Çünkü yanlış beslenmenin önemli bir sonucu Diyabet hastalığıdır.

Yeterli ve doğru bir beslenme sağlığımızın sürdürülmesinde ve sağlıklı yaşlanmada ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Bu konuda doğru bilgi ve uygun alışkanlıklar edinmeliyiz.

Doğru beslenme, bilgi yanında alışkanlıklarında etkili olduğu bir husustur. Bu bakımdan çocukluk çağında anne-baba ve büyüklerin doğru davranışlar göstererek çocuklara örnek olması gerekmektedir.

Okul öncesi dönemlerde kazanılan uygun beslenme alışkanlıkları, okul süresinde öğrenilen doğru bilgiler ve bunların etkisiyle oluşan yetişkin dönemlerdeki beslenme tarzımız sağlığımızın oluşması ve sürdürülmesinde önemli etkenlerdir.

Bu konudaki yanlış alışkanlıklarımız ise bedenimize sağlıksızlık olarak yansıyacaktır. Yağ-protein-karbonhidrat- sebze- meyve çeşitliliği gözetilmeyen bir beslenme sağlığımızda bozucu bir etki yapmaktadır. Özellikle şekerli içeceklerin kolay ulaşımı  ve şekerleme türü, cips türü, hamburger türü gıdaların çabuk ve kolay temini bunların tüketimini artırmış ve fast food  tipi bir yemek yeme alışkanlığına dönüşmüştür. Bu durum sağlıksız ve dengesiz beslenme olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece obezite ve peşinden diyabet hastalığı daha çok ve daha erken ortaya çıkmaktadır. Böyle bir beslenmede ayrıca kalp ve damar hastalıklarından artış ile kalp enfarktüsü ve beyin enfarktüsü oranları artarak daha genç yaşta ölümlere veya sağlıksız bir yaşama ortamına geçmemize sebep olmaktadır.

Doğru ve yeterli bir yemek alışkanlığında sabahları mutlaka kahvaltı yapılmalıdır. Kahvaltımızda zeytinimiz- peynirimiz-bal veya pekmezimizden ikisi üçü bulunmalıdır. Buna süt, yumurta veya çorba eklenebilir.

Öğle yemeğimizi zamanında yemeliyiz. Aşırı hızlı yememeliyiz. Yemeğimizde imkan dahilinde kırmızı veya beyaz eti, sebze yemeğimizi, salatamızı veya yoğurdumuzu bulundurmalıyız. Baklagiller ucuzluğu sebebiyle proteinleriyle pahalı olan et yemeklerinde ki eksikliği telafi ederler.

Akşam yemeğimiz daha hafif olmalıdır. Çorba ve sebze yemeğine ekleyeceğimiz meyvemizi de yiyerek gıdalarımızı çeşitlendirebiliriz. Bunların günlük aktivite tarzımıza uygun bir şekilde ölçülü miktarda olmasına da dikkat etmeliyiz. Böylece beslenmemizi üç ana öğüne bölmüş, hem de çeşitlendirmiş oluruz. Ara öğünlerde meyve takviyesi (çok olmamak şartıyla), şekeri çok olmayan içecekler, yiyeceğimiz fazla olmayan kuruyemişlerle beslenmemizi yeterli ve dengeli hale getirebiliriz.

Türk mutfağı yemek çeşitleri yönünden dengeli beslenme için oldukça uygundur. Çorbalarımızda ki yoğurt-yumurta-kıyma bunları zenginleştirmektedir. Aynı şekilde sebze yemeklerimizde ki ilave edilen kıyma-et,et yemeklerimizi eklenen  sebzeler bu yemeklerimizi hem lezzet hem de gıda yönünden daha yeterli ve uygun hale getirmektedir. Yağlı hamur işi yemeklerimiz ve fazla yeme alışkanlığımızdaki ekmek Türk mutfağının olumsuz yönleridir. Birde tuzu gereğinden fazla kullanmaktayız. Araştırmalar yediğimiz ekmekteki tuzun vücudumuzun tuz ihtiyacı için yeterli olduğunu bildirmektedir. Ayrıca günlük hayatımızda içtiğimiz çay ve kahveye eklediğimiz şeker de beslenmede dikkat edeceğimiz diğer bir önemli husustur.

Sağlıklı ve mutlu günler dileğiyle……

Bedelli Askerlik

Dünyanın neresinde olursa olsun, her egemen ve özgür ülkenin silahlı güçleri vardır. Savunma bakanlığı vardır. Çünkü, üzerinde yaşanılan toprağın ve ülke çıkarlarının korunması şarttır.

Her devletin kanunları ve kuralları gereği, belli bir yaşa gelenler (kimi ülkelerde kadınlar da) belirli süreler içerisinde bu görevi yerine getirirler. Bu zorunlu bir görev ve uygulamadır. 

Ancak zaman zaman devlet bazı koşulların yerine getirilmesi şartıyla, asker adaylarının arzu edenlerinden, askerlik görevi yerine naktî bedel de alabilir. Bu uygulamaların geçmişten günümüze çok  örnekleri vardır. 

Osmanlı İmparatorluğu’nda da gerektiği hal ve zamanlarda askerlik görevi yerine bedel alınırdı. 

Bedellerin kendilerine özgü isimleri vardı, örneğin;

-Bedeli Cizye.

-Bedeli Şahsi.

-Bedeli Nakdî.

-Bedeli Manda ve sair gibi. 

Cizye vergisi müslüman olmayanlardan alınırdı. Kadınlar ve 0-15 yaş gurubu çocuklar vergi dışında tutulurlardı. Vergi ödemede, üst yaş sınırı ise 75 yaştı. 

Bu vergi zorunlu değildi. Ancak bazı kuralları vardı. Cizye vergisi, hıristiyan tebaaya önerilen üç seçenekten biriydi;

a- Müslüman ol.

b- Savaşa katıl.

c-Cizye öde.      

Reâyanın kabulüne göre işlem yapılırdı. 

Bedeli şahsi vergisi, askerlik yükümlüsünün kendi yerine, yetkililerce kabul edilen bir vekil göndermesi şeklinde uygulanırdı. 

Bedeli nakdî ise, devletin öngördüğü para karşılığında gerçekleştirilirdi. 

Bedelli bahriye mandaları konusuna gelince, Osmanlı İmparatorluğu tersanelerine gemi alındığında, havuzlarda yükselen sular, büyük bostan kuyularıyla boşaltılırdı. Çevirme işlemini de, mandalar gerçekleştirirdi. 

Bu işi gerçekleştirmek için, tersanelerde “Manda Bölüğü” ve buna komuta eden  “Manda Bölük Ağası”  bulunurdu. 

Bedelli mandalar ise, kuraları Kasımpaşa Tersanesi’ne çıkan bahriye askerleri için geçerliydi. Asker adayları isterlerse, askerlik sürelerince tersaneye manda teslim ederlerdi. 

Süre sonunda mandalar terhis edilirdi. Terhis belgeleri, mandaların yaldızlanan boynuzlarına, süslü kordonlarla asılırdı. 

Mandalar köylerinde çoşkulu törenlerle karşılanırlar ve onurlarına eğlenceler düzenlenirdi. 

Ülkemizin en önemli konularından biri olan ve gündemimizde devamlı ve sürekli yer alan, bedelli askerlik için yoğun çalışmaların yapıldığı bilinmektedir. 

Bu arada bankaların, olası bedel miktarlarını göz önünde tutarak isteklilere kredi teklifleri hazırladıkları gözlenmektedir. 

1987 yılında uygulanan bedelli askerlik, 198.000 kişiyi kapsadığı halde, yasadan 18.000 kişi faydalanmıştır. 1992 yılındaki uygulamada ise, 243.000 kişiden sadece 35.000 kişi yararlanmış nihayet 1999 yılındaki son uygulama 344.000 kişiden 74.000 kişi tarafından gerçekleştirilmiştir. 

Öngörülenle, gerçekleşen bedelli işlemindeki büyük farkın maddî imkânsızlıktan kaynaklandığı kuvvetle muhtemel görüldüğünden, bankalardaki kredi hazırlığını normal karşılamak gerekmektedir.

Bu defaki bedelli askerlik kapsamının yaklaşık iki yüz bin  kişiyi  ilgilendirdiği tahmin edilmektedir. Uygulamanın tüm boyutlarıyla ülkemize faydalı olması hepimizin beklentisidir.