7.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1082

Papa’nın Aforoz Ettiği Kuyruklu Yıldız

Papa V. Nicholas Quintus 1453 yılında, hem müslüman hem de Türk olarak kabul ettiği  kuyruklu yıldızı (ileride Halley olarak adlandırılacaktır), zındıkların yıldızı diye aforoz etmişti.

Floransa 1397 doğumlu, Dominikan tarikâtı mensubu olan Nicholas, Roma Kilisesi’nde Archevéque (baş piskopos)görevindeyken, 1447 yılında Papa seçilmişti. Bu görevi 1455 yılında sona ermiştir.

Aforoz edilen Halley kuyruklu yıldızı, binlerce yıldır insanlar tarafından çıplak gözle izlenebilen bir yıldızdır.  Belli aralıklarla (75-76 yılda bir) yörüngesi dünyamıza yaklaşmaktadır.

Kuyruklu yıldız, bilim insanı Edmond Halley’in (1656-1742) adını taşımaktadır.  Bilimsel literatürde adı Comet P1/ Halley’dir  . Edmond Halley gökbilimci, matematikçi, fizikçi, meteorolog ve mucittir. 1720 yılında İngiltere Kraliyet Astronomu olarak Greenwich Gözlem Evi direktörlüğüne atanmıştır.

Edmond Halley, yaptığı dikkatli gözlemlerini disiplinli ve anlamlı düzenlemelerle sonuçlandırmış, adını taşıyacak olan kuyruklu yıldızın dünyaya yaklaşma periyodlarını belirlemiş ve yıldızın 1758 yılında geri döneceği tahmininde bulunmuştur. Vardığı sonucun doğruluğunu hayattayken göremese de, bu başarısı kuyruklu yıldıza, kendi adının verilmesine neden olmuştur. 

1453 yılında yıldız dünyamıza gene yaklaşmıştır. Aynı tarihte Sultan II. Mehmet  Han (Fatih) İstanbul’u fethederek 1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son vermiş, “Orta Çağ”‘ı sonlandırarak , “Yeni Çağ”‘ı başlatmıştır. 

Papa V. Nicholas’ın fethi önleme çabaları sonuç vermemiştir. Papa bütün girişimlerinin başarısızlığa uğramasında, kuyruklu yıldızın etkisi olduğunu söylemiş ve ” – Bu yıldız Türk ve müslümanların yıldızıdır” diyerek , kuyruklu yıldızı merasimle aforoz etmiştir. 

Halley kuyruklu yıldızı Balkan harbi sırasında Çatalca savaşında yine görünmüştür (1910-1911).  Kilise adamları Türklerin “uğurlu” yıldızları yine yetişti, bu savaşı kaybederiz diye ayinlerle durumu kurtarmak istemişlerse de sonuç alamamışlardır. Mağlup olan düşman kuvvetleri püskürtülmüş, Edirne kurtarılmış  ve özgürlüğüne kavuşmuştur. 

Halley 1986 yılında (9 Şubat) gene görülmüştür. Bu kez Dünya Sigarayı Bırakma Günü’nde göğümüzü  ziyaret etmiştir. Bundan sonraki dünya randevusunun 28 Temmuz 2061 tarihinde gerçekleşeceği belirtilmektedir. 

Halley kuyruklu yıldızının dünyamıza yaklaşma süreçleri pek çok romancı ve hikayecilerimize de esin kaynağı olmuştur.  Zevkle okunan Halley kuyruklu yıldız hikayeleri, çeşitli mizahi eserlere konu olarak  bu kuyruklu yıldızın halkımız tarafından sempatiyle karşılanmasına ve sevilmesine neden olmuştur.

Aksiyoloji / Toplumsal Formatlanma

Şair – yazar ve siyasetçi Arslan Koyuncu‘nun tabiriydi Aksiyoloji. Rahmet-i Rahman’a kavuştuğu için gayri bizlere vasiyet hükümdedir.

17 Ağustos Depremi sonrasında ve Oktar Babuna‘nın kanser numarasıyla Türk Milleti‘nin kan ve doku örneklerinin ABD laboratuvarına gidişine en kuvvetli tepki eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş‘tan gelmişti.

Akabinde televizyon kanalizasyonlarımızın rating / izlenirlilik oranı ve prime -time / en çok seyredilen zamanlar çokta lâzımmış gibi gâvur aletleriyle ölçüme başlandı. Merkezî Londra mıymış, neymiş?

Fizyonomik ve sosyolojik olarak davranışlarını çözümlediğiniz bir halka istediğiniz zaman (Bkz: 2002 seçimleri) ve istediğiniz yerde (bkz: Tahrir Meydanı) format atabilirsiniz.

Arap Baharı, bilgisayar diliyle Tunus, Mısır, Libya ve Suriye‘nin resetlenmesidir. Yani ‘yeniden başlat‘ komutu.. Ne zamana dek? İkinci bir emre kadar..

Ana bilgisayar nerde? ABD’de; Google, Facebook, Twitter, Netlog ve sair kimin? ABD’nin. Size uysa da uymasa da uydulardan kimler bizi duydular? Amerikanolar..

Yetmedi, pek Millî (!) Bakanlığımız ADEY / Aşamalı Devamsızlık Yönetimi diye bişey daha uydurdu. Çoluk – çocuğa RİDEF / Risk İhtiyaçları Değerlendirmesi Formu diye bir angarya doldurttu.

Hanimiş Sorularımız:

  • Ailede çocuktan başka bir çocuk ihmâl ve istismar mağduru mu?
  • Anne, baba, kardeşler veya akrabaları arasında suç işlediği için cezaevinde kalan kişi var mı?
  • Yakın zamanda aile içinde travmatik bir yaşantı oldu mu?
  • Ortada çok önemli bir neden yokken ne sıklıkla ailelerdekiler birbirlerine kızar, tartışma yaşarlar?
  • Ailede temel gereksinimler karşılanabiliyor mu?

Kimmiş sorgu – sual merkezimiz? UNİCEF. Nerdeymiş? USA.

Efem, başka öğrenmek istediğiniz bişey var mı?

Ha, kalmadı mı; pardon.

Tarih ve Maneviyat Şehri Bursa’da Devr-i Alem..

*23-25 Kasım 2011 tarihlerinde Başbakanlık Basın Yayın genel müdürlüğü, Radyo ve Televizyon üst kurulu RTÜK ve Bursa Valiliği’nin  ortaklaşa düzenlediği seminer dolayası ile  davetli olarak gittiğimiz Bursa’da yaptığımız  araştırmayı sizlerle paylaşıyorum.  

*SEVMEK TANIMAKLA BAŞLAR…

“Gelin tanış olalım…İşi kolay kılalım…Sevelim sevilelim…Dünya kimseye kalmaz…”
Yunus Emre

Devr-i Alem, geçmişi kültür ve medeniyet tarihimiz de  Horasan erenlerinden Yunus Emre’nin dizeleri kadar köklü olan, kültür ve  medeniyet tarihimizin  beşiğine  götürüyor sizleri…
Öyle bir yer ki burası, bin yılları, beş bin yılları devire devire bu günlere gelmiş, kökleri tarihin derinliklerine uzanan koca bir Osmanlı  çınarı. Adım başı tarih. Adım başı  maneviyat ve  adım başı geçmişten izler taşıyor. Doğal güzellik yurdu burası..Her an yeniden keşfedilmeye hazır bir ilimiz burası. 
Devr-i Alem, Yunus Emre gibi sevmek tanımakla başlar diyor Anadolu’nun, binlerce yıllık kültürlerine beşiklik yapmış olan Bursa yı  daha iyi tanımak ve anlamak için yola çıktı. 
 Geçmişten  kopmadan  bugünlere gelen Bursa bir çok   badirelerde atlatır. Ancak atalar der ki “Pırıl pırıl gökkuşağını görmek için önce yağmur ve fırtınaları yaşamak gerek.” Yağmur ve fırtınaları çoktan geride bırakan  Bursa için  artık gökkuşağı zamanıdır.
Bursa  Umutla ve özlemle uzatıyor elini bizlere…
Geçmişi ile bugünü  ile   asırlık bir çınar gibi kucak açmış…
Bir selamımızı almayı, bir çayını içmemizi bekliyor…
Bir de kulak vermemizi istiyor ,yeşil örtülü, başı  gelin gibi  duvaklı , bereketli  Bursa ovası , bizlere bakın  neler söylüyor. neler..

* BEN BURSA YIM….

Ben,  Marmara’ nın beyaz süsü,
Tarih ve maneviyat kaynıyor içim.
Ben,  Uludağ’ın beyaz örtüsü,
Medeniyet olup  aydınlatacağım.

Ben Koca  yaylanın zümrüt yeşili,
Ben, dağlar da kar, ovada bereket
Ben,  Marmara bölgesi’ nin halısı,
İçimden  Osmanlı  medeniyeti akar.

* Ben..  Kültür, tarih ve  Maneviyat  şehri  Bursa yım….

Dalları filizlerle bezeli yaşlı bir  Osmanlı çınarıyım…. Her gün yeniden doğuyorum… Geçmişim tüm Osmanlı tarihini kucaklar… Adım ne olursa olsun yüzlerce yıllık Osmanlı kültür ve Medeniyeti’nin birikimiyim. Ben  dünya tarihine 623 yıl  nizam verem , insanlığı barış ve adaletle idare eden  Osmanlı medeniyetinin kuruluşuna beşiklik etmiş Bursa yım… Ben Marmara bölgesi’ nin Kültür ve maneviyat , başkenti  Osmanlı  medeniyetine mühür vurmuş  , Marka şehir  Bursayım..

Bin yılları, beş bin yılları devire devire bu güne gelmiş bir medeniyetler beşiği  Bursa. Adım başı tarih. Adım başı geçmişten izler taşıyor. Adım başı doğal güzellik yurdu burası. Adım başı kültür  ve tarih . Her an yeniden keşfedilmeye hazır. Duyulmamış sözleri, tam olarak yazılamamış  tarihi ,   hakkı ile  anlaşılamamış  hak aşığı gönül sultanları .. dinlenememiş  halk ozanları, hikayeleri, destanları, masallarıyla bitmez tükenmez bir  erenler ve  evliyalar yurdu  Bursa..
Boy boy tepeler, göz alabildiğine yeşil bağ ve bahçeler… burası Türkiye’nin en önemli  sanayi  bölgelerinden birisi.. Devr-i Alem ile Bursa’nın kültür ve medeniyet tarihine yolculuk başlıyor.

* MARMARA’NIN KÜLTÜR BAŞKENTİ BURSA
Şimdi kısaca  Bursa’nın bulunduğu Marmara bölgesine göz atalım. Adını bütünüyle toprakları içindeki iç denizden alan Marmara Bölgesi, İstanbul ve Çanakkale boğazıyla önemli bir konuma sahip. Bölge Ülke topraklarının %8,5’ni oluşturuyor. Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan Balkan Yarımadası ile Anadolu arasında bir geçiş alanı oluşturan bölge Doğuda İç Anadolu ve Karadeniz, Güneyde Ege Bölgesi, Kuzeybatıda ise Yunanistan ve Bulgaristan ile çevrili. Ege kıyıları açığında bulunan Bozcaada ve Gökçeada  Marmara Bölgesi alanında. Sürekli göç alan Marmara  bölgesi Türkiye de en  yoğun  nüfusun yaşadığı bölge.  Milyonlarca insanımız iş ve aş için Marmara bölgesine göç ederek yurt  yuva kurdu.
Türkiye’nin başlıca sanayi bölgesi olan Marmara’da sanayinin dışında ticaret ve turizm de çok gelişmiştir. Ancak sanayi bölgede çok büyük önem taşıyor. İstanbul, Bursa,  Kocaeli ekseni bölgedeki en gelişmiş sanayi alanları. Bölgede, işlenmiş gıda, dokuma, hazır giyim, çimento, kağıt, petrokimya ürünleri, otomobil, elektrikli eşya ile vagon ve gemi gibi sanayi malları üretiliyor.
Bir çok büyük medeniyetin doğduğu ve gelişip kök saldığı bölge iki kıta arasında geçiş yapan kavimlerin göç yollarını oluşturmuştur Ulaşım yolları üzerinde elverişli bir konumda olan Marmara Bölgesi bugün çeşitli eğitim kurumları, basın ve yayın kuruluşları, sinema sanayisi ve tiyatroları yoğun kültür etkinlikleriyle dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri. Dünyanın en güzel manzaraları, en önemli mimari ve sanat eserleri burada..

*MARMARA BÖLGESİ’NİN MARKA ŞEHRİ BURSA…

Bursa
Yüzölçümü: 10.887 km2
Nüfusu: 2.106.687 
İlçeleri: Nilüfer, Osmangazi, Yıldırım, Büyükorhan, Gemlik, Gürsu, Harmancık, İnegöl, İznik, Karacabey, Keles, Kestel, Mudanya, M.Kemalpaşa, Orhaneli, Orhangazi, Yenişehir.
Bursa’yı anlamak tanımakla olur.  Sevmek tanımakla başlar..Bursa’yı tanımak için  tarih bilincine sahip olmak gerek..  

Osmanlı Devleti’nin kozasını ördüğü ilk şehir. Bir Rüyalar Kenti.. Hüdavendigar Şehri BURSA.. Evliya Çelebi’nin “İpek ve taht şehri” diyerek   rüyasında seyahat Yarasülullah  dedikten sonra  ilk seyahat ettiği şehir..

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “içimizdeki aydınlığın aynası” diye  tasvir edip tarif  ettiği  Bursa.. Bursa’nın doğusunda Bilecik, Kuzeydoğusunda Sakarya, Kuzeyinde Kocaeli, Yalova ve Marmara Denizi, güneyinde Kütahya, güneybatısında Balıkesir bulunuyor.
Bazı tarihçilere göre adını Bithynia Kralı I. Prusias’tan aldığı yazılsa da, Bursa’yı Hz. Süleyman peygamberin kurduğu ve Bursa adının Belkıs’dan geldiği   bilinmekte.  Bursa Roma ve Bizans dönemlerinde, özellikle Çekirge’deki kaplıcaları nedeniyle tanınır ancak  kaplıcalarına vakıf hamamları kurarak tüm insanlığın hizmetine  Osmanlı medeniyeti açmıştır.. bugün Çekirge bölgesini gezdiğinizde küçüklü büyüklü vakıf hamamları Osmanlı medeniyeti’ nin su kültürünü yansıtmakta. İslam Medeniyeti’nin temizliğe verdiği önemi simgelemekte.

*OSMANLI’NIN  KURULUŞ BEŞİĞİ BURSA.

1326 yılında  Bursa, Osmanlı topraklarına katılır ve devletin başkenti olur. Yeniden kurulurcasına imar edilir, büyütülür, bugünkü kimliğini kazanır. Bursa’ya gönül vermiş Osman Gazi, onun fetih rüyalarını görür. Ama o rüyayı gerçekleştirme işi oğlu Orhan Gaziye nasip olur. Söğüt’te vefat ettiği halde vasiyeti üzerine Gümüşlü Kümbete getirilip gömülür. Orhan Gazi’nin türbesi babası Osman Gazi’nin yanındadır. Türbede Orhan Gazi’nin hanımı Nilüfer Hatun ve çocuklarının lahitleri var. Gümüşlü kümbet bu gün birçok ziyaretçinin akınına uğruyor. Bir akşam vakti bizde  Bursa’nın kalbinin attığı  bu bölgeye gelerek Osman ve Orhan Gazileri ziyaret edip Fatiha okuyarak vefa borcumuzu ödüyoruz.

Orhan Gazi’nin yaptırdığı ve külliyesine dahil olan Çifte Hamam, Selçuklu hamamlarından Osmanlı hamamlarına bir geçiş oluşturuyor. Bursa da görülmesi gereken bir tarihi yapı. Farsçada bey ve paşa anlamına gelen ve  Hüdavendigar’dan adını alan, Muradı  Hüdavendigar Camisi ve Külliyesi. Kosova’da Şehit  olan Gazi Sultan  Birinci Murad  burada yatmakta. Şehit Sultanı Murad’ı Han’ın mezarını ziyaret ederken  Kosova Meydan Muharebesini hatırlar ve  milli şair Mehmet Akif’in “Nereye baksam  karşımda bir kanlı ova, sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova ”  Söyle Meşhet öpeyim secde edip toprağını taşını. Yok mudur sende Muradın  üç beş damla kanı ‘  dizelerini mırıldanır  Balkanlardaki ihtişamlı Osmanlı tarihini hatırlarız.. Birinci Murad’ın  türbesinde fatiha okuyarak şimdi de   adını  fatihin babası   İkinci  Murat Han’dan alan, Muradiye  semtine  gidiyoruz.

*VEFA BEKLEYEN MURADİYE’DE SONBAHAR HÜZNÜ

Gözden ve gönülden  biraz ırak  olan Bursa’nın Muradiye semti farklı bir dünyadır. Bu bölgede Fatih’in babası Sultan  2 .Murat.. Şehzade Ahmet.. Cem Sultan ve daha  bir çok bey, paşa, şehzade ve Hanım Sultan’ ın türbeleri var. Bu türbeler,  ağzı dualı fatiha  okuyacak   ziyaretçiler  bekliyor.. Muradiye semtindeki yıkık türbeler,  sararmış yapraklar altındaki ecdada ait kırık  mezar taşları,  biz torunlarından  fatiha bekliyor. Sizler adına  türbeleri bir bir ziyaret ederek fatiha okuyoruz.
Muradiye  bölgesinden  ayrılmak çok zor.. İşte türbeleri, imaretleri, mescitleri, tekkeleri, çeşmeleri ve sebilleri ile ölüm ve fanilik durağı olarak seçilen şu ağaçlık, koruluk Muradiye Bayırı. Bu kümbetlerin, bu kubbelerin sakladığı kaçınılmaz kederler, hazin akibetler, çözülmemiş sırlar, cenk hikayeleri, zaferler, hezimetler ve koca bir tarihten arta kalan macera kırıntıları. İşte ömrü boyunca aralanmış zafer ve seferlerinin yükünü, bir ilim ve sanat muhiti ile yumuşatmış olan, çağ açıp çağ kapayan  peygamberimizin övgüsüne mazhar olmuş fatihler yetiştiren  İkinci Sultan Murad’ın ziynetten, debdebeden, gösterişten uzak türbesine sağanak sağanak rahmet yağıyor. Devr-i alem kameralarını şimdide Muradiye’den Bursa’nın bir başka  semtine çeviriyoruz.

*BURSA’DA NİĞBOLU ZAFERİNİ YAŞAMAK

Bursa’nın doğu yönündeki Yıldırım Beyazıd Külliyesi 1399’da tamamlandı. Bu külliyeye bakarak Osmanlı mimarisinin Selçuklu tarzından kendi özgün kimliğini bulmaya yöneldiğini görüyoruz .. Bir tepe üstündeki Yıldırım Külliyesi ve Beyazid Veli Han türbesinde,  Tuna boylarındaki Osmanlı’ nın balkanlardaki fethinin  sembolü olan  Niğbolu zaferinin ihtişamını yaşarken,  Emir Timur han ile  Çubuk meydanın da yaşanmış  Türk tarihi’ nın acı bir sayfasının  sızısını  duyar gibi olursunuz…
Osmanlıdaki adı “Keşiş Dağı” olan Uludağ’ın eteğinde bir hilal şeklinde uzanan Bursa’nın en önemli eseri hiç şüphesiz ki Ulu Camii’dir. Yıldırım Bayezid Veli Han tarafından 1396-l400 yılları arasında yaptırılan caminin yirmi kubbesi var. Ulu Cami, dünyanın en büyük hat sanatları müzesidir. Minber ve mihrabı  bir sanat harikası ve  gezegenlerin sembolize edildiği  bir  tabloyu andırır. Ulu Cami içinde geziyor, muhteşem hat sanatı karşısında  kendimizden geçiyoruz.
Yolu Bursa’ya düşenin, önce başı döner. Uludağ’ın görkeminden, külliyelerin, camilerin, türbelerin güzelliğinden, özellikle de insanların konukseverliğinden  etkilenir bir gelen bir daha gelmek ister…

*YEŞİL CAMİYE   HARPUT  VEFASI

Bursa’da bir sonbahar  akşamını karşılamak üzere “Yeşil” denilen semte gidiyoruz… Asırlık selvi ve  çınar ağaçları  ile  Yeşil bölgesi bir tabloyu andırıyor.  Çelebi Sultan Mehmet’in yaptırdığı Yeşil Camii, süslemelerinde kullanılan firuze ve yeşil çinilerinden dolayı bu adı almış. Yeşil Camii Sultan I. Mehmet tarafından yaptırılmış. Osmanlı sanatının bir şaheseri. Burada Osmanlı çini sanatının erişilmez güzelliği ve ustalığı görülüyor… Bursa Valisi  Şahabettin  Harput’un özel ilgisi ile  Bursalı bir hayır sever gönül insanı Harput Holding  tarafından  Yeşil Cami tamir edilip gelecek kuşaklara aktarılıyor. Konyalı olan Vali sayın Harputlu ile sadece soyadı benzerliği olan aslen Elazığ’ın Harput ilçesinden  Harput Holding’den  diğer  holdinglerimizin   örnek almasını   istiyor ve  Harput  Holding’e teşekkür ederek Bursa’daki gezimize devem ediyoruz. 

*EMİR SULTAN’DAN SOMUNCU BABAYA

Bursa’nın  manevi kalbi Emir Sultan’da atar. Emir Sultan’ı ziyaret ederken Horasan medeniyetini hatırlar.. Silsileyi aliye büyüklerini  düşünür,   Horasan Erenleri’ nin Anadoluyu  nasıl manen fethettiğini  anlarsınız.   Emir Sultan Camisi’nin avlu revaklarında görülen ahşap kaş kemerler, Bursa Kemeri’nin en güzel örneklerinden. Emir Sultan Camii Bursa’da dini bakımdan büyük önem taşıyan ziyaret yerleridir. Timurtaş Külliyesi de görülmeye değer tarihi yapılardan biri. Üftade hazretleri’ nin türbesini  ziyaret ederken  Aziz Mahmud Hüdai hazretlerini hatırlayıp Evliya’nın  kerameti  ve tasavvuf  ehli’nin manevi gücünü  öğreniriz.
Bursa alimler, evliyalar ve  erenler kentidir. Ulu Cami’nin açılışında okuduğu hutbede Fatiha-i şerife verdiği yedi mana  ve  cami inşatı sırasında pişirdiği somunlarla Bursalı’nın gönlünde taht kuran   Somuncu Baba ‘nın kerameti halen yaşamakta. Makamı Malatya Darende veya  Aksaray’da olan Somuncu Baba’nın ekmeklerini  pişirdiği Bursa’daki fırına gidiyoruz. Bizi  yaşlı bir teyze karşılıyor  Somuncu Baba’ nın fırını ve çile hanesini bize gösterip  ekmek pişirdiği  kürekleri ilk kez görüyoruz.

*BURSADA 7 ŞEHİTLİK VAR

Bursa’ya gelmişken şehitlerimizi  de unutmuyoruz. Bursa’da yedi şehitlik var. İznik Şehitliği, Orhangazi Şehitliği, Mudanya Şükrü Çavuş Anıtı, İnegöl Askeri Şehitliği, Pınarbaşı Şehitliği, Şehit Yüzbaşı Cemal’in Mezarı ve İstiklal Savaşı Anıtı. Buradaki şehitlerimizin ruhlarına bir fatiha okuyarak yolumuza devam ediyoruz. Ruhları şad olsun.
Bursa’ya gelmişken, elbette Büyük Kapalıçarşı’yı gezip görmeli. Birçok han ve bedestenin birleşmesiyle oluşan bu çarşı hiç kuşkusuz Bursa’nın en renkli yerlerinden biri.
Bursa denince, sözü edilmeden geçilir mi? Geleneksel Türk gölge oyununun iki baş kişisi Karagöz ile Hacivat’ın Bursa’da yaşadığı ileri sürülür. Bugün mezarları   tarihi Çekirge  Mezarlığında asırlık selvi ağaçları altındadır. Bazı tarihi  belgelerde  Hacivat ve karagöz’ün    Nakşibendi tarikatına  mensup iki   gönül ehli insan olduğu   bugün yanlış olarak tanıtıldığı yazılmakta.
Tarihi Çekirge Mezarlığı’nda  Mevlit yazarı   Süleyman Çelebi’nin mezarını da ziyaret ederek fatiha okuyoruz. Süleyman Çelebi islam dünyası ve Osmanlı coğrafyasında peygamber sevgisini  yayan  mevlidi yazarak İslam medeniyetini elden ele gönülden gönüle   yayılmasına vesile olmuş bir Allah dostudur. Bugün tarihi Çekirge Mezarlığı üzerine yapılan parklarda gezenler ve çay bahçelerinde  çay içip keyif yapanlar  alimler ve evliyaların yattığı   tarihi  Çekirge Mezarlığında  bulunduğunu  acaba biliyorlar mı ? Çekirge’den gelip geçenleri  yıkılıp yok olan tarihi çekirge mezarlığın da metfun bulunan  ehli iman için Fatiha okumaya  davet ediyoruz. El fatiha…

• ULUDAĞA GELENLER  MANEVİ TARİHİ DE  HATIRLAMALI.

Uludağ, Bursa’nın sembolüdür. Bursa’nın 36 km güneyinde. Uludağ Karatepe’de 2543 metreye ulaşan doruğu ile Batı Anadolu’nun en yüksek dağı. Olağanüstü doğal yapısı, Flora ve Faunasının zenginliği ile 1961 yılında Milli Park ilan edilmiş. Türkiye’nin en önemli kış sporları ve turizmi merkezi. Kayak tesislerinin yeterliliği ve konaklama olanaklarıyla Uludağ, çok cazip bir tatil yöresi. Uludağ’da tatil bir başkadır. Burası Türkiye’nin en önemli kış sporları merkezi.  Hafta sonu  tatili için  Uludağ’a  gelenler , Bursa’nın milli ve manevi tarihimizdeki yerini de  hatırlamalı .. 

*ŞİİR TADINDA BURSA’YA VEDA..

Bursa gezimizin son  durağı Bursa Valisi  Şahabettin Harput’un makamı oluyor. Vali Sayın  Harbut’ dan  Bursa ya yapılan hizmetlerle   ilgili bilgiler alıyoruz. Bursa’da   devlet- millet işbirliği ile  milli ve manevi tarihimizi kurtarma seferberliği başlatılmış. Bursa  Valisi Şahabettin Harbut’dan  Bursa’ ile ilgili  aldığımız bilgiler bizde  ilkbahar havası estiriyor. Vali Şahabettin Harbut’dan  Bursa’ya yapılan hizmetleri ve Bursayı dinliyoruz. 
Bursa’ya veda  etme vakti geldi..  Bu güzel şehirden ayrılmak çok zor. Bir çok valiye örnek olacak bir sürprizle  karşılaşıyoruz.. Vali Bey’in Bursa ile ilgili bir şiir yazdığını  öğreniyoruz..Vali bey bizleri kırmayarak  şiirin bir bölümünü okuyor..
Bursa Valisi Şahabettin Harput’un kaleme aldığı   Bursa şiirindeki  o güzel dizeler eşliğinde  Bursa ya veda ediyoruz..Elveda sultanlar, alimler, erenler , ve  evliyalar   şehri  güzel Bursa elveda…

 PADİŞAHLAR ŞEHRİ BURSA..

Tarihimde ilk başkent dünyamızda bir cennet
Asırlara sığmayan en büyük medeniyet
Dilim dilim zamana sığmayan ebediyet
Medarı iftiharım devletim ebed müddet

Orhan Osman Gaziler sende yatar yan yana
Devletimin adını onlar yayar cihana
Anlı şanlı Yıldırım yine senin bağrında
Kim istemez ölmeyi bayrak vatan uğruna

Yeşil Türbende yatar hünkar Mehmet Çelebi
Övmüştü bu milleti o yüce kutlu nebi
İstanbul fatihinin babası Murat sende
Kosova zaferinin fatihi Murat sende

Yıldırım’ın damadı mübarek Emir Sultan
Dualarla beslenir mübarek kabri her an
Fatih’i Fatih yapan Molla Gürani sende
Alleme Fenari’nin ışığı var ensende

Kutupların şahı hazreti büyük Üftade
Herkes gıpta ederken bil ki o da sende
Yaşıyor dipdiri bil sende Somuncu Baba
Ulucami üstünden alemlere merhaba!

Bir tarafta dizilmiş tarihi şanlı hanlar
Gözler kamaştırıyor o zarif şadırvanlar
Mevlidin Müellifi yine sende yatıyor
Şefaat-i Nebi’yi aramıza katıyor

Heybetli surlarıyla sanki billur gerdanlık
Satvetli günlerini hatırlıyor insanlık
Bir tarih yazılıdır her bir mezar taşında
Nice şehitler yatar kim bilir kaç yaşında

Kimliğini arayan hemen gelsin buraya
Görünce aşık olur girmiş gibi saraya
Gül bahçesinde güller, evliyalar erenler
Bu ulu hayali rüya gibi görenler

Çeşmelerinden içer hem kuşlar hem çocuklar
Neşeyle oynaşırlar küçük yavrucaklar
Sen ışıksın sen Ümid sen vatansın sen bayrak
Rahmet yüklü bulutlar geliyor sağnak sağnak

İniyor üstümüze damla damla her daim
Nimetler fışkırıyor sanki Cennet-i Naim
Sana selam duruyor gökte kutsal melekler
Hemen kabul olunur seherlerde dilekler

Nice sırlar saklıyor o muhteşem çınarlar
Volkan gibi coşarken gürül gürül pınarlar
Suları şırıl şırıl ne muhteşem bir şehir
Sanat ve edebiyat dertlilere panzehir

Bereket saçıyorsun insanlığa herkese
Koşuyor görmek için herkes nefes nefese
Sen tarihsin sen kültür hem termalsin hem deniz
Sen devletsin sen millet, sen biz ve sen hepimiz

Uludağda karsın sen ve tüm gönüllerde yar
Sen en güzel iklimsin mevsimlerden ilkbahar
Nadide çiçeklerin en güzel meyvelerin
Dünyada yoktur bil ki, ne dengin ne benzerin

Cihanı hayran eder İznik’te çinilerin
Milletmin gönlüdür senin en güzel yerin
Karacabey ve Keles Yenisehir Mudanya
Her biri ayrı güzel her biri ayrı dünya

Ovaların yemyeşil denizlerin masmavi
Çekirge’de konaklar her biri bir Türk evi
Öyle efsunkarsın ki aşık oldum ben sana
Öpeyim toprağını izin ver kana kana
           
       Yazan: Şahabettin  Harput  (Ekim 2008 Bursa)

 

Nasıl Bir Milletiz ? (2)

0

İbn – i Fadlan (10. asır) Seyahatnamesi’nde, Türklerin Müslüman oluşlarına dair çok şayan-ı hayret malumat verir. Türklerin İslam’a nasıl içten bir coşku ve sevinçle koşuştuklarını, bütün kalpleriyle ve bütün samimiyetleriyle İslam’a can u gönülden nasıl katıldıklarını, bir görgü şahidi olarak bizlere, çok canlı tasvirlerle anlatır.

Türkler, kendilerini ruhen ve manen hiç yabancı hissetmedikleri İslam’a öyle sıcak bir sarılışla sarıldılar ki, arkalarına bir daha dönüp bakmadılar. Bilinçli bir şekilde, kendilerini İslam potasında erittiler. Adeta fena fi’l-İslam olup, İslam’da  yok oldular.

Öyle ki, vatanlarına Memalik-i İslam / İslam Memleketi, ordusuna Asakir-i İslam / İslam Askeri, hükümdarına Padişah-ı İslam / İslam Padişahı, Diyanet Başkanı’na / Şeyhu’l-İslam dediler.

Kısaca, İslam her şeyleri oldu. Artık İslam’ca oturdular, İslam’ca kalktılar, İslam’ca yazdılar, İslam’ca yaşadılar, İslam’ca bayram yaptılar, İslam’ca hareket ettiler. Bir an geldi ki, İslam deyince Türk; Türk deyince İslam anlaşılır oldu.

Nitekim, 19. asrın başlarında Atina’da yaşayan Müslüman Arnavutların, kendilerine Türk demeleri gibi. Kaldı ki, Batı, dün olduğu gibi, bugün de Müslüman olan bir Avrupalıya, Türk oldu diyor. Geçenlerde Avustralya’da kızın biri Müslüman olunca, ailesi “Niçin Türk oldun?” der.

Demek ki, “Türk” kelimesinde “Irk” mefhumu aramak doğru değil. Bu yüzden bu kelimeye karşı kompleks duymak yanlış. Çünkü “Türk” kelimesi, Osmanlı’da olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de, bütün Müslümanları çevreler, içine alır. Menşei ne olursa olsun, asla ayırım yapmadan, onlara şemsiyelik yapar. “Türk” lafzı -tarih boyunca- “Devlet Baba” vasfıyla aynileşmiş, tüm vatandaşlarını kucaklayan bir isim olmaktan çıkmış, bir terim niteliği kazanmıştır.

Bu millet, içlerinden Hz. Peygamber çıktığı için, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir.” muktezasınca, Arapları sevmiş ve hatta onlara, “Es-sebebü ke’l-fail” / “Sebep olan yapan gibidir.” hükmünce ve ilk önce Dünya’ya her hususta “Üstad-ı Küll” / “Her şeyde Üstad” oldukları için “Kavm-i Necib” demiş. Asırlarca Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye Sürre Alayları tertip etmiş. Mekke ve Medine halkını ihsan-ı şahaneden mahrum bırakmamıştır.

Türkler, Kur’an-ı Kerim; Arapça olduğu için hiç tereddüt etmeden Arap yani İslam alfabesini kullanmaya başlamışlar. Kur’an’da geçtiği için, Arapça kelimeleri duraksamadan alıp, Türkçeye mal etmişler. İki Cihan Güneşi Peygamber’in ve Ehl-i Beyti’nin ve O’nun büyük Sahabeleri’nin isimlerini çocuklarına iftiharla takmışlar. Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyu olan Seyyit ve Şerifleri, baş tacı yapmış, onlara hususi muamelede bulunmuş, hak ve hukuklarını korumak için Nakibü’l-Eşraf’lık Müessesesi’ni kurmuşlar. Bütün bunları yaparken, asla -Araplara karşı- bir kompleks içine girmemişlerdir.

Türkler’in bu kadar içten İslam’a gelişleri ve candan İslam’a hizmetleri, onları, Hz. Peygamber’in “Ne güzel kumandan, ne güzel asker” mealindeki övgüsüne mazhar etmiş, Allah’ın sitayişle bahsettiği bir millet mertebesine yükselmelerini sağlamıştır.

Türkler’in İslam’a, O’nun yüce Peygamberine ve O’nun pak aaline son derece samimane bağlanmaları, İla’yı Kelimetullah / Allah’ın adını yüceltmek, Fi-sebili’l-lah / Allah yolunda, on asırdır canlarını bu derece feda edip, kanlarını bu kadar akıtmaları. Velhasıl, Allah’a tam bir kul olmaları, onların yeryüzünde, insanlara asırlarca sultan olmalarını, dillerde efsaneleşmelerini, gönüllerde taht kurmalarını, dünyada en geniş ve en uzun zaman yurt tutmalarını sağlamıştır.

306

Öyle ki, o yüce soyun asrımızdaki ahfadı olan Büyük İslam Alimi Seyyid Abdülhakim Efendi (kuddise sirruh), Osmanlı’yı şöyle vasfeder: “Osmanlı’nın İslam’a hizmeti Eshab-ı Kiram’dan sonra, dereceleri ise Tabiin’den sonra gelir.” (M. Necati Özfatura, Osmanlı Sultanlarına Neden Düşmandırlar (1), 1. III. 1996 Türkiye Gazetesi)

Tarihi gerçekler, bu merkezdeyken ve son Türk Devleti aynı misyon için tarihi bir seyir takip etmeye, yine mazlum milletlerin ümidi olarak görünmeye başlamışken, “Türk” kelimesine ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin varlığına karşı, kendisini hissettiren, yersiz tahammülsüzlüğe ne demeli?

“Niye ben değil de Türkler; İslam’la yücelip, İslam’ı yücelttiler? Madem ki bu iş, benimle gerçekleşmedi, öyleyse, keşke Türkler de, böyle bir hizmette bulunmasaydılar!” demek, haset etmektir ve bunun İslam’da yeri yoktur.

Halbuki makbul davranış: “Türkler İslam’a büyük hizmetler ettiler. Ben de etmeliyim, Allah onlara nasip ettiği gibi, bana da, bu kutsal hizmeti müyesser kılsın.” diye gıpta etmektir ki, zaten İslam da bunu amirdir.

 

Türk Dünyasında Ortak Dil – Ortak Alfabe

Türk dünyası bir bütündür. Başta ebed müddet devletimiz Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan cumhuriyetleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan Cumhuriyetleri, Rusya Federasyonu’na bağlı olan ve farklı oranlarda Türk nüfusuna sâhip olan muhtar cumhuriyetler ile bulundukları ülkede, azınlık konumunda yaşayan; Afganistan, Irak ve Suriye Türkmenleri, Ahıska, Balkan, Batı Trakya ve Doğu Türkistan, İran ve Kırım Türkleri… Türk dünyasını oluşturur.
Çok geniş bir alana yayılan Türkler arasında; dil, din ve ırk özelliklerinden oluşan ve tarihten gelen kültürel bağlar vardır.
Türk dünyası çok geniştir. Batıda Balkan Yarımadası’ndan başlar, doğuda Çin’in batı kısmına kadar uzanır. Kuzeyde Kuzey Buz Denizi kıyılarından güney’de Tibet’e kadar uzanır. Türk toplulukları Avrasya’nın ortasında, kuzeyden güneye genişliği 3.000 kilometre, batıdan doğuya uzunluğu 8.000 kilometreyi bulur. Bu alanın yüzölçümü yaklaşık 22.000.000 kilometrekaredir. Dünyanın yüzölçümü 500.000.000 kilometrekare olduğuna göre, dünyanın % 4,5’u Türk yurdudur. Bu oran çok az görülüyor olmakla birlikte, dünya üzerinde 500’den fazla etnik grup olduğu düşünülürse, Türklerin yapının çok önemli bir rakam olduğu ortaya çıkar. Bu geniş alanda yaklaşık 300.000.000 Türk yaşamaktadır. Dünya nüfusunun % 5,5’u Türk’tür.  
Türkiye ile 22.000.000 kilometrekarelik alana yayılmış Türk Cumhuriyetleri, aynı dilin çeşitli lehçelerini konuşuyorlar. Gelenekleri, kültürleri, destanları, masalları, atasözleri, mânileri, bilmeceleri, tekerlemeleri aynı.  Türkiye ve Türk Dünyası, 300.000.000 nüfusluk bir bütünü oluşturuyorlar.  Ne var ki bu bütünün parçaları ortak dil konusunda birleşemiyorlar.
Dünya ülkeleri ekonomik ilişkiler bazında bütünleşirken ortak iletişim dili olarak İngilizceyi kullanıyorlar. Böylece haberleşme hız kazanıyor, ticaret gelişiyor.  Türk Dünyası’nda da ortak dil oluşturulabilirse, ticârî ilişkilerle birlikte, esasen aynı temele dayalı olan kültürel ilişkiler de gelişecek. Bu gelişmeye Türk Dünyası’nın ihtiyacı var. Makro düzeyde baktığımızda, gerekli gelişmenin yeterli hızda olmadığını üzülerek görüyoruz.
130 yıl önce Gaspıralı İsmail Bey’in yayınladığı Tercüman Gazetesi; Baltık ve Adriyatik denizlerinden Çin Seddi’ne,  Yakutistan’dan Mısır, Suriye ve Irak’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada yaşayan Türkler tarafından okunuyor ve anlaşılıyordu. Çünkü İsmail Bey, gazetesinde ortak dil – ortak alfabe kullanıyordu.
Rusya’daki komünist rejim, bir bütün olan ve Uluğ Türkistan dediğimiz Türk Dünyası’nı Çin ile anlaşarak önce Doğu Türkistan – Batı Türkistan olarak ikiye ayırdı. Sonra Batı Türkistan’ı beş parçaya böldü.  Her parçada yaşayan Türklere coğrafî bölgelere göre milliyetler belirledi: Azerî, Türkmen, Kırgız, Özbek, Kazak, Tacik…  gibi. Bununla da yetinmedi. Misyoner İlminsky’ye Türk Cumhuriyetleri’nin her biri için ayrı ayrı alfabeler hazırlattırdı. Bu alfabelerin kullanılmasını mecburî kıldı. Konuştukları dili, biri birlerini anlayamaz hâle getiren kalıplar oluşturdu.  Uygulama, 74 yıl devam etti. Sonunda çok hazin bir manzara ortaya çıktı. Türkiye’den giden bir Türk, Azerî ve Özbek soydaşı ile Türkçe konuşarak anlaşabiliyor, fakat Azerî ile Özbek, kendi aralarında ana dilleriyle konuşamıyorlardı. Onların ortak dili Rusça olmuştu. Türk Dünyası’nın ortak toplantılarında katılımcılar – konuşmacılar da ortak dil olarak Rusçayı tercih ediyorlar.  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin dağılmasından, bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nde hür bayrakların dalgalanmaya başlamasından bu yana, 20 yıla yakın bir zaman geçti. Hâlâ ortak dil, ortak alfabe oluşturulabilmiş değil. Bu olumsuzluğu, “74 yılın tahribâtını, 20 yılda silmek mümkün değil.” Bahanesinin ardına koyamayız. Koymamalıyız.
Ortak dil – ortak alfabe oluşturmak için teşebbüsler olmadı değil. Orta seviyeli olsa bile başarıya ulaşılamamış olmasının sebebini,  tek bir alfabe dayatmak gibi isâbetsiz bir çözüm formülüne bağlanabilir. Ortak dil konusundaki başarısızlığın sebebini ise mevcut durumu korumak şeklinde açıklamak mümkün. Alışılagelmiş rahatlık da denilebilir. Başka etkenler de söz konusudur:
* Kimi dilciler, Türk lehçelerinden ortak kelimeler alarak Türk Esperantosu denilebilecek, yamalı bohça benzeri bir dil oluşturmaya çalıştılar. Dünya esperantosunun 100 yıllık çalışmalara rağmen uğradığı başarısızlık göz önünde bulundurularak bu yola hiç sapılmamalıydı.    
* Türk Dünyası’nda dil alanında uzman kişiler bir araya geldiğinde her biri kendi millî dilinin ortak dil olarak tercih edilmesini ister. Bir grup ise, Örgenç (Urgenç) şehrinde konuşulan Türkçeyi ortak dil olarak tavsiye eder. Gerçekte, orada konuşulan Türkçede, bütün Türk Dünyası’nda bilinen kelimeler çok fazladır. Fakat bu projeyi kabul edecek çoğunluğu bulma ihtimali yoktur.  
* Bir kesim ise, Türkiye Türkçesi’nin ortak dil olarak kullanılması gerektiğini söylüyor. İleri sürülen gerekçeler şöyle: 1- En kalabalık nüfus Türkiye’de. 2- Türk Dünyası’nın tam bağımsız ve ekonomi açısından en güçlü ülkesi Türkiye’dir. 3- İsmail Gaspıralı ve Ziya Gökalp de bu tezi benimsiyorlardı. Günümüzde Azerbaycanlı ünlü şair Bahtiyar Vahapzâde bu tezi destekliyor. Milletler arası şöhrete sahip olan ve 10 Haziran 2008 tarihirnde Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız dünyaca tanınmış Kırgızistanlı Türk yazar Cengiz Aytmatov da aynı görüşte idi.  
Türkiye Türkçesi tezinin karşısında olanlar ise: Türkçenin problemlerinin bulunduğunu, önce bu problemlerden arındırılması gerektiğini söylüyorlar. Bu iddia da doğrudur. Fakat konunun, Türkçenin problemlerinden arındırılmasına kadar beklemeye tahammülü yoktur.
ÇÖZÜM
Dil, bir sosyal olgudur. Bütün sosyal olaylardaki gibi, tek bir çıkış yolu ile çözüme ulaşılmaz. Uygun çözümlerin bir kısmı esasen uygulamaya konulmuştur. Türk Cumhuriyetleri’ndeki önemli eğitim ocaklarımız faaliyettedir. Bu çalışmaların olumlu sonuçları mutlaka alınacaktır. Yeni tedbirlere de ihtiyaç var:
* Türk Cumhuriyetleri’nde Kültür Merkezleri ve bunlara bağlı olarak dil kursları açılabilir.                                    
* Türk soylu topluluklar, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim ve öğrenimlerini kendi ana dillerinde yapmalıdırlar.
* Türk Topluluklarının katılımıyla yapılan milletler arası toplantılarda, konuşmacılar, kâğıttan okumak suretiyle de olsa, bildirilerini kendi ana dillerinde sunmalılar. Nasıl olsa Rusça konuşmalar, ânında tercüme ile diğer dillere aktarılıyor. Aktarma işlemine aynen devam edilir.
* Dil konusu dilcilerle değil, bu gayeye inanmış eğitimcilere bırakılmalı.
* Türk Ocakları, Aydınlar Ocağı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Yesevî Vakfı, Türk Dil Kurumu, Ahmet Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyeti… ve benzeri kurum ve yöneticilerince belirlenecek bir kadro,  Türk Dünyası üzerine fikir üretmeli. Devletin bu kadrolarla ilgisi mâlî destek çerçevesini aşmamalı. Türk Dünyası ile ilgili uygun çözümler ancak millî ülkülerle yetişmiş bilgili insanların gayreti ile bulunabilir.
* Türk Dünyası’ndaki film senaristleri ve yapımcıları aracılığı ile müşterek filmler çevrilebilir.
* Ticârî, sınâî ve sosyal işbirlikleri; ortak bir dil oluşumu için en mükemmel araçlardır.
Evet, bunlar yapılmalı. Yapılırken de geçmiş yıllar sorgulanmalı. Sorgulanmalı ki, gelecek yıllarda iyi değerlendirilebilsin.
Bu güne kadar neden ilerleme sağlanamadı? Hatta biraz kötümser yaklaşımla, ilk günlere nazaran neden daha gerilere gidildi?  Sorgulamadan kaçınılmamalı. Önce şunu sorabiliriz: Gelecek yıllarda sağlanacak olumlu gelişmeler için gerekli alt yapı oluşturuldu mu?  Türk Dünyası’nın tamamına yayın yapabilecek televizyon kanallarımız var mı? Ve onların beklentilerine uygun programlarımız nerede?  Ortak ders programlarımız hazır mı?   Gaspıralı İsmail Bey’in Tercüman’ına benzer bir gazete çıkarmak için hazırlığımız var mı?  Bu işler için kaynak ayırabiliyor muyuz? Bir basımevi sâhibi, “Türk Dünyası’na yönelik eserler basmak istiyorum.” Dese,  basacağı eserlerin listesini verebiliyor muyuz?
İLETİŞİM DİLİ
İki husus çok önemlidir: 1- Ortak dilden ziyade ortak iletişim dili üzerinde durulmalıdır. 2- Bütün Türk Cumhuriyetleri, Lâtin alfabesine geçmeli. Çünkü bilgisayar ve iletişim teknolojileri, Lâtin alfabesine göre gelişiyor. Alfabedeki harf sayısının mutlaka 29 olmasında ısrar edilmemeli.
Neden ortak Türkçe değil de ortak iletişim dili?
Ortak konuşma dili; geçmişi, duygusu, hatırâsı, edebiyatı, türküleri, bilmeceleri, tekerlemeleri… özetle zenginliği olmayan kuru ve hatta ucube bir dil olur. Milletleri şahsiyetsizleştirir, millî kimliklerinden uzaklaştırır. Bu sebeple, varılmak istenilen hedef; ortak iletişim dili olmalı. Ortak iletişim dili, zaman içerisinde ortak yazı dili hâline gelir.  Türk lehçelerindeki ortak unsurlar üzerinde yapılacak çalışmalar, daha kısa zamanda sonuca ulaşılmasına yardımcı olur. Türk soylu toplulukların dillerinde kelimelerin çoğunun ortak olduğu görülüyor. Yazılış; bir-iki harf değişikliği ile farklı, söyleniş (telaffuz) ve ekler itibâriyle değişik olabilir. Fakat kök kelime ortaktır. Türk toplulukları arasındaki ortak iletişim dili, bu ortak söz varlığına dayalı olarak geliştirilebilir.  
Ekonomi, siyâsî ve askerî alanda güçlü bir Türkiye, batı etkisinden arındırılmış Türkçe ile Türk Dünyası’nda, bu günkünden çok daha etkili olur.
TÜRK DÜNYASINI AYDINLATANLAR:
CENGİZ DAĞCI
Kırım Türklerinden yazar Cengiz Dağcı, 22 Eylül 2011 tarihinde Londradeki evinde, 91 yaşında vefat etti. Doğumu: Kırım’da Yatla Şehri’nin Gurzuf Kasabası, 1920.
Çocukluğu kıtlık, fakirlik, Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskılar altında geçti. Babası köyün berberi Emir Hüseyin Efendi, Annesi Fatma Hanım’dır. Ailenin 8 çocuğundan dördüncüsüdür.
İlk ve orta öğrenimini köyünde ve günümüzde Kırım’ın başşehri olan Akmescit’te yaptı. 1938’de ortaokulu bitirdi. İlk şiiri 1936 yılında Gençlik Mecmusı’nda yayınlandı. 1938 yılında Akmescit’teki  Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne kaydoldu. Hem okuyor hem de bir gazetede çalışıyordu. 1939 yılında çocukluğunun geçtiği Kızıltaş Köyü son defa ziyâret etti. Enstitünün İkinci sınıfında iken İkinci Dünya Savaşı çıktı, askere alındı ve cepheye gönderildi. 1941’de Ukrayna cephesinde Almanlara esir düştü. Savaşın sonuna kadar esir kampında kaldı. Almanların yenilmesi üzerine esir kampından kurtularak müttefik devletler safına sığındı. 1945 yılında Polonya’da Regina ile tanışarak evlendi ve 1946’da Londra’da Wimbledon yakınlarına yerleşti. Burada lokanta işletirken roman yazmaya başladı. Yurdunu Kaybeden Adam isimli ilk romanını; ‘Türkçe bana anamın konuştuğu dildir.’ diyerek Kırım Türkçesi ile yazıp, mektuplaşmak suretiyle irtibat kurduğu Yaşar Nâbi Nayır’ın Varlık Yayınevi’ne posta ile gönderdi. Roman, Ziya Osman Saba tarafından Türkiye Türkçesine çevrildi ve yayınlandı. Cengiz Dağcı, yayınlanan kitabını okuyarak Türkiye Türkçesini öğrendi ve sonraki romanlarının tamamını Türkiye Türkçesi ile yazdı. Türkiye’de yayınlanan eserleri ile Türkiye’de birçok insan Kırım’ı ve Kırım Türklerinin hayatlarını öğrendi ve soydaşlarını sevdi.  
Roman ve hikâyelerinde Kırım Türklerinin 1928’den sonra Sovyet komünist emperyalizminin boyunduruğu altında çektiği acıları dile getirir. İlk romanında bir yurdun gasp edilişini anlatır. Aslında konularında büyük sömürü savaşlarında, savaşan mantığın boşluğunu dolduran sosyal çılgınlığın içinde insanın kendini arayışı, zulme başkaldırma haysiyetinin kazanılması gibi beynelmilel boyutlar vardır. Bunun yanında anlatılan olayların gerçekten yaşanmış olması da eserlerine ayrı bir kuvvet katmaktadır. Türk edebiyatının en güçlü yazarlarındandır.  Hüzünlü bir üslûbu vardır.
İlk eserleri Varlık Yayınları arasında çıktı. Soğuk savaş şartlarının siyasî etkilerinin hissedilmesi, Sovyetler Birliği’nin sol entelijansiya ile kurduğu ilişkiler ve fikir hayatımızdaki çatlamalar üzerine Ötüken Yayınevi ile tanıştı. Ötüken Yayınevi vasıtasıyla yirmiden fazla kitabı Türk okuyucusuyla buluştu.
Romanlarında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları hüzünlü ama berrak bir üslupla aksettirdi. 1940 yılında ayrıldıktan sonra Kırım’a  gitmemiş olmakla birlirte, Kırım ile olan ilgisini hiçbir zaman koparmadı. Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşlerini anlatmayı ihmal etmez. Hatıralarında; ‘Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim.’ Diyor. Hayatının son yıllarında içerisinde bulunduğu muhitteki karakterleri ele alan hikâyeler de yazdı.  
En büyük destekçisi savaş sırasında Polonya’da tanıştığı ve 1998 yılında kaybettiği kıymetli eşi Regina Hanım oldu. Aralarında Yazarlar Birliği’nin ve İlesam’ın yılın yazarı, Türk Ocakları’nın üstün hizmet ödülü de olmak üzere sayısız ödüller aldı. Halen Güneybatı Londra’nın yeşilliği ve tenis turnuvalarıyla ünlü Wimbledon bölgesinde yaşıyor.
Belli-başlı eserleri ve kısaca konuları:
Yurdunu Kaybeden Adam (Roman, 1956)  Esirlikten kurtulan ama hürriyetin tadına varamayan Cengiz Dağcı; ‘Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir mânâsı kalmadığını şimdi anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor artık….’ Diyerek kendisini anlatıyor.
Onlar Da İnsandı (Roman, 1957)
Bâkir Kırım köylerine kapılanan ve ilk fırsatta sığınmacı olduklarını unutarak talan ve yağmaya yönelen davetsiz misafirleri anlatıyor. Yazarın çocukluğunun geçtiği köylerin destanıdır. Topraklarından kopmak istemeyenler dövüşürler; fakat sonunda mağlup edilirler.  
Korkunç Yıllar (Roman, 1958) Henüz öğrenci iken, askere alınan ve ikinci Dünya Savaşı’nda cepheye gönderilen Kırımlı bir gencin, Teğmen Sadık Turan’ın acıklı hikâyesi.  Roman, Teğmen Sadık Turan’ın hatıraları olarak anlatılmaktadır. Sadık Turan, Rusların zulmünden kaçarken Almanlara esir düşer.
O Topraklar Bizimdi (Roman, 1966) Her bölümü gerçek olaylar üzerine kurulan, köy hayatı ve toprak sevgisinden başlayarak, gitgide savaşlara ve ölüme uzanan zincirin her halkasında hayatın ve yaşamanın sıcak soluğu hissediliyor.
Ölüm ve Korku Günleri (Roman, 1970) Polonya’daki esir kampı günlerinde şahit olunanlar ve tutulan notlar… İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgali altındaki Polonya… Millî ayaklanma ve bunun kanla bastırılışı… Dağcı, bu şartlar altında Varşova’da yaşanmış bir insanlık dramını gözler önüne seriyor.  
Badem Dalına Asılı Bebekler (Roman,1972) Kırım’daki çocukluk günlerinin saf ve canlı yansımaları… Cengiz Dağcı o günleri; ‘Uzak ve ıssız yerlerden geliyordu Kızıltaşlılar’ın ve Gurzuflular’ın boğuk ve derinden derine acı çığlıkları kulaklarıma.’ Diyerek anlatıyor.  
Yoldaşlar (Roman, 1992) İkinci Dünya Savaşı’nda sınır hattına yakın bir bölgede başlarındaki teğmenle hareket eden bir Rus bölüğünün mâcerâları içerisinde Materyalizme tapınan insanların hikâyesi anlatılıyor.  Gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılan eser bu teğmenin tevkifiyle son buluyor.
Ben ve İçimdeki Ben (Hatıralar, 1994) Huzurlu ve mütevazı evinin çalışma odasındaki masasına oturan yazarın serbest çağrışımlarla zenginleşip ilerleyen duygulanmalarının kâğıda bire bir yansıması. Hayatından, günlük tahassüs ve notlarından, geçmişine ve Kırım’a duyduğu özlemi anlatıyor.
Biz Beraber Geçtik Bu Yolu (Roman, 1996) Yazarının, ‘Son ciddî eserim’ olarak nitelediği romanıdır.
Hatıralarda Cengiz Dağcı (Hatıralar,  1998) Yazarın kendi kaleminden hatıraları… Bir bakıma roman kahramanlarıyla kendisi arasında kurulan ilişkiye açıklık getiriyor. Çocukluğunu, savaşa gidişini, esir düşüşünü, iltica edişini ve yazarlığının merhalelerini anlatıyor.  
Bay Markus’un Köpeği (Hikâye, 1998) Yazarın içerisinde yaşadığı İngiliz toplumu ve çevresinde yaşayan sıradan insanlar hakkında yazdığı hikâyelerden birincisi. Hikâyelerin hepsi aynı dar çevrede ve birkaç aile çerçevesinde gelişiyor. Eşini kaybeden Markus Burto’nun duygularını anlatıyor.  
Bay John Marple’in Son Yolculuğu (Hikâye, 1998) Dorothy hanım John Marple’ın gidişiyle yalnız kalmıştır. John Marple’ın gittikten Dorothy hanım kayığın kenarına eğilip, şapkanın içindeki külleri yavaşça denize döktü. Uzunca bir süre denizin derinliklerine baktı.
Oy, Markus, Oy! (Hikâye,  2000) İngiliz hikâyeleri serisinin son kitabıdır. İlk kitaplardaki kahramanların yerini torunları almıştır.
Regina (Hatıralar, 2000) Dağcı’da en çok dikkat çeken hususiyetlerden biri karısı Regina’ya olan bağlılığıdır. Eserlerinin Regina ile alakalı bölümleri yazılırken ikisi de torun sahibi olmuş sevimli ihtiyarlardır. Ömürlerinin kırk veya kırk beş yılını birlikte yaşamışlardır.
Dönüş (Roman, 2000) Sürgündeki Kırım Türklerinin vatana dünüşleri anlatılır.
Ana ve Küçük Alimcan (Kikâye, 2001) Biri anne diğeri çocuk hakkında iki güzel hikâye. Birisi daha çok dokunaklı, diğeri daha çok neşeli. Anne adlı hikâye; ‘Ana mı? Yoktu ana. Yok, vardı ana. Bir vardı, bir yoktu; türkülerimizde kaldı ana’ kelimeleri ile bitiyor.  
Genç Temuçin (Roman, 2005) Gök Moğolların kökü sayılan Bozkurtla Alageyik’in Tibet dağından kalkıp, göl ve ırmakları yüzerek Burhan dağının yamaçlarına gelip yerleştikleri zamanlar ve sonrasının romanı.
İhtiyar Savaşçı (Roman, 2006) Köyüne döndüğü gün uğruna düşmanlarla savaştığı devletin düşmanlığıyla yüzleşen bir savaşçının romanı.  
Diğer eserlerinden bâzılarının isimleri:
Anneme Mektuplar (1988), Yansılar (4 cilt halinde hâtırâlar 1990-1993), Üşüyen Sokak (Roman,1997), Bay John Marple’ın Son Yolculuğu (1998),  Benim Gibi Biri (Roman, 2005).
YESEVÎ’NİN KAPISINDA
Atam deyip bardım men
Görmek için cırları
Kaytıp gelip tapsırdım
Gözümdeki yırları

Toyda açtım gözümü
Estimdeki düşümdü
Baylaşu sardı özümü
Yâri ilk görüşümdü

Sebep ne ayrılığa
Bu tarihi kim yazdı
Kim bolgan sayrılığa
İçinde o da yandı

Yesevi’ye bardım men
Kara yerge girdim men
Ruhu ruha kardım men
Yüz sürdüm divânına

Haber verdim Yunus’dan
Giz görmedim Yanus’dan
Damlaydım okyanustan
Katsın beni yanına

Buharlandım gök boldum
Şangrakda bir koldum
Bütün üylere doldum
Nefes verdim canına

Katnaşuben ünlendim
Bir kez daha “kün”lendim
Bir olup bütünlendim
Alperen irfanına

Yesevi’ye borcum var
Kal’asında burcum var
Seferinde hurcum var
Katsın beni kanına

Gelsin erenler çağı
Güle bahşası bağı
Gel kuralım otağı
Dergâhının yanına

Ayttı dervişin biri
Gitsin nefsinin kiri
Girip toprağa diri
Şol sayın hatırına

Yaban verdi arakı
Yitti gözümün akı
Oldu kılıcım çakı
Düştüm nefsin ağına

Estinde deli rüzgâr
Gönlünde depreniş var
Ah bugün zamanın dar
Dön diriliş çağına

Peşimde gölge gibi
Gezer uğrunun biri
Durduğum kaya dibi
Döner Tanrı Dağına

Ömrüm geçti kafeste
Sandım büyük hâdise
Bende sabır yok ise
Atsınlar zindanına

Görüp ata göğrünü
Yele açıp böğrünü
Atıp atın eğrini
Çık erenler katına

İbrahim sofrası bu
Sofraların hası bu
Yesevî çorbası bu
Düşür er kaşığına

Aşka düşen dolaşır
Hak rengine bulaşır
Gönlü Hakka ulaşır
Döner Hak aşığına

Rehberini doğru seç
Anadan ve yardan geç
Tasasız, vakur, güleç
Gir altmış üç yaşına

Koy zamanın çengini
Herkes bulsun dengini
Soyunun çelengini
Geçir kurdun boynuna

Geçti ömür hay huyla
Oynaştık suyla buyla
Ab-ı hayat suyuyla
Ulaş özge sayına

Nevaî’den söz ayıt
Abay yoluna kayıt
Muhtar ol, özün ayırt
İt ürsün merdânına

Bürgüt kanatlı atın
Devşirsin saltanatın
Dokuz doğur bir batın
Dağıt dokuz boyuna

Toprak deniz dalgalı
Yiğit ulu kavgalı
Öndeki ak tolgalı
Kayıtsın otağına

Yel apardı obadan
Ayrı düştük atadan
Yarlıgasın yaradan
Alsın ulu katına

LÜTFÜ ŞEHSUVAROĞLU

(KARDEŞ KALEMLER DERGİSİ’NİN OCAK 2007’DE YAYINLANAN 1. SAYISINDAN ALINTIDIR.)

Hicret ve Hicri Yılbaşı

26 Kasım Cumartesi (1 Muharrem) günü Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicretlerinin 1433. yıldönümüdür. 

Hicret olayı Müslümanlar için çok büyük öneme sahiptir. Bu kutlu yolculuk hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkar edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe,  9/40)

Şu iyi bilinmelidir ki, hicret asla bir kaçış değildir; bilakis bir arayıştır. Hicret; baskı, şiddet ve her türlü insanlık dışı muamelelerle tamamen yok edilmek istenen dinin, tehdit ve tehlikelerden korunması; inançlarını en iyi şekilde yaşamak isteyen Müslümanlar için uygun ortamın aranmasıdır. Çünkü mü’minler, dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de Allahu Teâlâ’dan aldığı izinle İslam’ı yaymak ve yaşatmak için uygun bulduğu Medine’ye (Yesrib’e) hicret etmeye karar verdi. Zorlu ve meşakkatli yolculukların ardından önce Mekkeli Müslümanlar, daha sonra da Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.) hicret ederek Medine’ye ulaşmışlardır.

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve ashabının bu büyük yolculuğundan sonra Yesrib şehri, “Peygamber Şehri” manasına gelen “Medinetü’n Nebî” olarak anılmış, daha sonra da kısalarak “Medine” ismini almıştır.

Medineli Müslümanlar; evini, yurdunu, malını, mülkünü neyi varsa Mekke’de bırakıp gelen din kardeşlerine kucak açmışlar, sahip oldukları bütün imkanlarını onların hizmetine sunmuşlardır. Kısa süre içerisinde Medine’de tarihte eşine benzerine rastlanmayan muhteşem bir kardeşlik tesis edildi. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s.)’in önderliğinde Medine’de, büyük İslam Medeniyetinin temelleri atılmış oldu.

Kur’an-ı Kerim o günlerden şöyle bahseder: “O vakti hatırlayın ki siz yeryüzünde güçsüz ve zayıf idiniz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Derken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı ki şükredesiniz.” (Enfâl, 8/26) 

Hülasa hicret; gerek İslam tarihi, gerekse dünya tarihi açısından büyük bir hadisedir. Müslümanların güçlenmesinin ve İslam’ın hızla yayılmasının en önemli sebeplerinden biri olan hicret, İslam tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.

İlk Müslümanlar, imanın küfre, hakkın batıla galip gelmesinin dönüm noktası sayılan bu olaya çok önem verdikleri için Hz. Ömer (r.a.)’in halifeliği döneminde tarih başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Hicret, ilk Müslümanların sıkıntılarından kurtulmalarına, sevgi ve kardeşlik temeline dayalı bir toplum oluşturmalarına vesile olduğu gibi; bu kutlu hadisenin milletimizin ve tüm İslam âleminin birlik ve beraberliğine, huzur ve mutluluğuna vesile olacağını ümit ediyorum.

Bu vesileyle 1433. hicrî yılının ilimiz, ülkemiz ve tüm İslam âlemi ve insanlık için hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Nasıl Bir Milletiz ?

0

Edirne’li on erkek vatandaşımıza, isimlerini sorsak; Ahmet, Mehmet, Mustafa vb. diyecekler. Hakkari’li on erkek vatandaşımıza adlarını sual etsek; Hüseyin, Reşit, Kadir vb. diyecekler. Aynı şekilde Edirne’li on kadın vatandaşımızın isimlerini merak etsek; Hüsniye, Kadriye, Makbule vb. diye cevaplandıracaklar. Hakkari’li on kadın vatandaşımızdan isimlerini söylemelerini istesek; yine Hayriye, Cemile, Fadime gibi olan adlarını telaffuz edecekler.

Şüphesiz, menşei ne olursa olsun, kullana geldiğimiz her kelime Türkçe’dir. Fakat, mes’ele anlaşılsın diye yazıyorum: Ne Edirne, ne de Hakkari’deki kadın ve erkek vatandaşlarımızın isimleri, köken bakımından ne Türkçe, ne de Kürtçe’dir. Öyleyse neyin kavgası yapılıyor?

Hemen belirtmek isterim ki, bizler Kürt asıllı vatandaşlarımızı -tarihin verilerine dayanarak- ayrı bir millet olarak değil, bu milletin öz kardeşleri ve bu milletin bir parçası olarak biliyor ve o gözle bakıyoruz. Fakat mes’ele, iyice anlaşılsın diye böyle bir üslup kullandık.

Türk’ün de, Kürt’ün de adları, İslami isimler. Bu ise, oluştaki birlik ve beraberliğimizi gösteriyor. O halde neyin mücadelesi yapılıyor? Edirne’li de, Hakkari’li de Müslüman. Aldıkları isimler de, doğuşlarından değil, oluşlarından ötürü. Oluşları ise İslamiyet’tir. Nitekim: “Mü’minler / İnananlar kardeştir.” diyor, müşterek kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim.

Türkler, İslam’a geldikten sonra, alfabelerini bırakıp, İslam alfabesini kullanmaya başladılar. Bugün de, Latin alfabesini kullanıyorlar. Kürtler de kullanacaksa, ya İslam veya Latin alfabesini kullanmak zorundalar. Dikkat! Ne Türk’ün alfabesi Türk alfabesi, -farz-ı muhal- ne de -olacaksa- Kürt’ün alfabesi Kürt alfabesi. Öyleyse neyin mücadelesi yapılıyor?  Bir kısım Kürt kardeşlerimiz; maalesef kör bir dövüş içindeler!

Gelelim bayrağımıza; motifi Hilal olup, İslam’ın sembolüdür. Rengi ise, şehit kanlarının rengi. Yani Müslüman Türkiye’nin keyfiyetine göredir. Türkiye’deki her Müslüman’ın kucaklayıp benimseyerek kabullendikleri cinsten. Kaldı ki bu bayrağa; Bosnalı da sarılıyor, başka Müslüman kardeşlerimiz de. “Bakıp Türk’ün bayrağına” hasret gideriyor, ona hasret duyuyorlar.  

 Türkiye Cumhuriyeti Milli Marşı’na gelince; minareden Ezan’ı susmayan ve susmayacak; gönderden bayrağı inmeyen ve inmeyecek bir ülke olduğumuzu ve öyle de kalmak istediğimizi:

“Bu Ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”

Mısralarıyla Dünya’ya haykıran bir marş.
Var olma ve yaşama hakkımızı da:

“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklal.”

Diyerek terennüm eden bir Marş, bizim Marşımız.

“Arab’dan sonra, İslam’ın kıvamı (müdafii ve devam ettiricisi) olan Etrak (Türkler).” Tespit ve hükmünde veciz bir şekilde ifade edilen, ulvi bir ruh ve gayeyle on asırdır; İslam’ın savunucusu olmakta başı çeken; lider konumundaki Türklere kalkacak olan el; ancak dış düşmanlarımızı sevindirecek. İç’de ve dıştaki Müslümanların ise vicdanlarında derin yaralar açacaktır.

304

 Alem-i İslam’ın infial ve bedduasından ise çekinmeli. Hakk’ın sillesine müstahak olmaktan kaçınmalı. Çünkü, Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir.

 Şanlı Ordu’muzun keyfiyet, amaç ve gayesine gelince; bunu en veciz, en özlü ve en güzel şekilde büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı dile getirmiş ve şu mısralarla, tarihin altın sayfalarına perçinlemiştir:

“Şu kopan fırtına, Türk Ordusu’dur Ya Rabbi!
Senin uğrunda ölen Ordu, budur Ya rabbi!

Ta ki yükselsin Ezanlarla müeyyed namın.
Galip et, çünkü bu son Ordusu’dur İslam’ın.”

Netice olarak, dokunmayın ve dokundurtmayın bu Kutsal Vatan’a, bu Asil Millet’e ve bu İslam Devleti’ne diyor. Bütün vatan evladını; son vatan parçasında, Ay-Yıldızlı bayrağın gölgesinde, Ezan-ı Muhammedi’nin eşliğinde bir ve bütün olmanın şuuruna halel getirmemeye çağırıyor. Hepimizi Allah’a emanet ediyor. O’nun emanında olduğumuza:                   

“Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez.”

Mısraını şahit tutuyor. Ondan aldığım inanç ve güvenle, bütün kalbimle buna inanıyor. Herkesin de buna inanmasını istiyor ve bekliyorum.

Sıla-i Rahimin Önemi (1) (Akrabalarla İlgilenmek)

İslam Dini’nin temel hedeflerinden birisi de Müslümanları güçlü ve sağlam bir toplum olarak bir arada bulundurmak, aralarında sevgi ve saygıya dayalı kardeşlik tesis etmektir.

Allahu Teâlâ böyle bir toplumun oluşturulmasında Müslümanlara bir takım görevler yüklemiş, başta ana-baba, akraba ve komşular olmak üzere toplumun bütün fertleri ile iyi ilişkiler kurulmasını istemiştir.Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.”(Nisâ, 4/36)

İşte fertleri arasında sevgi ve güvenin hâkim olduğu huzurlu bir toplum meydana getirmenin yollarından biri de “sıla-i rahim”dir. Sıla kelimesi, ulaşmak, kavuşmak, bağ gibi anlamlara gelir. Rahim ise, acıma, koruma, şefkat manalarına gelmektedir. (İbnü’l-Esir, II, 210)

En geniş şekliyle akrabalık hak ve hukukunun yerine getirilmesi şeklinde ifade edilen sıla-i rahim, kişinin anne, baba, dede, nine, kardeşler, amcalar, halalar, kardeş çocukları, dayılar, teyzeler sonra da yakınlık derecesine göre nesep bağı olan akrabalarına karşı, imkan nispetinde maddi ve manevi anlamda faydalı olmak, hizmet etmek, ilgi ve alaka göstermek, yerine göre iletişim araçlarıyla da olsa onlarla irtibatı devamlı hale getirmek gibi anlamlara gelmektedir. (Sa’dîEbûCeyb, s, 145, Pakalın, III, 205)

Akrabalık farklı şekillerde meydana gelir. Bu ilişki kan bağıyla meydana geldiği gibi, sıhrî dediğimiz, evlilik sebebiyle de gerçekleşebilir (kayınvalide, kayınpeder ve kayınbirader gibi). Bu yönüyle akrabalık bağları daha bir geniş boyut kazanmaktadır.

En yakındaki anne-babadan başlayıp uzak akrabalara kadar uzanan bir ilişki olan sıla-i rahim, daha çok ahlâkî bir kural gibi görünmekle birlikte, kişilere hukukî anlamda mükellefiyetler de yüklemektedir.Çünkü Kur’an ve sünnette akrabaya karşı iyilik etmek sadece ahlâkî bir görev olarak değil, aynı zamanda hukukî bir sorumluluk olarak da ele alınmıştır.

Sıla-i rahim, akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımız zaman selamlaşmak, hal ve hatırlarını sormak; daima onların iyiliklerini istemek ve fırsat buldukça ziyaretlerine gitmektir.Özellikle yaşlı ve hasta olanları sık sık ziyaret ederek işlerine yardımcı olmak gerekir.En önemlisi de fakir akrabalara maddî yardımda bulunmak, ihtiyaç durumunda yardımlarına koşmaktır.

Son zamanlarda gerek akrabalarımız, gerekse diğer insanlarla ilişkilerimizin zayıfladığını üzülerek müşahede etmekteyiz. Özellikle yeni yetişen nesiller artık en yakın akrabalarını bile tanıyamaz hale gelmiştir. Halbuki dinimiz İslam, akrabalarımızla olan ilişkilerimizi kuvvetlendirmemizi, zayıf, güçsüz ve muhtaç durumda olanları koruyup kollamamızı emretmektedir.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de;“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor”(Nahl, 16/90)ve “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver…” (İsrâ, 17/26) buyurarak akrabalara iyilik edilmesini emretmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de sıla-i rahimin önemini şöyle ifade buyurmuşlardır: “Yoksula bir şey vermek sadakadır. Akrabaya bir şey vermenin ise iki sevabı vardır. Biri sadaka sevabı, diğeri de akrabayı görüp gözetme sevabıdır.”(Tirmizî, Zekât, 26, III, 46)

Sıla-i rahim, tam olarak yerine getirildiğinde hem ferdî hem de toplumsal olarak birçok fayda sağlamaktadır. Sıla-i rahim sayesinde toplumdaki insanî ilişkiler canlanır, insanlar sahip oldukları maddî-manevî değerleri ve ahlâkî güzellikleri birbirleriyle paylaşırlar. Böylece toplumda huzur, güven ve mutluluk hâkim olur.

(Haftaya Devam Edecek)

Milliyetçilik, Kültür ve Medeniyet

Türkocağı İstanbul Şubesi Reisi Dr. Cezmi Bayram’a göre,  günümüzde bir kişi veya ülkenin milliyetçiliğini ortaya koyacak olan medeniyet kavramıdır. Batının yaptıkları ve yaşattıklarıyla artık bu konuda söyleyecek sözü bitmiştir. Bütün dünyayı içine alabilecek, kucaklayabilecek böyle bir mesaja ihtiyaç vardır. Ecnebi bilim adamları da böyle düşünüyor. Ve diyorlar ki “Türkiye günümüzde, yeni bir söz söyleyebilecek ülkedir.” Dolayısıyla Türkiye yeni bir “kızıl elma” hedefi ortaya koymalıdır. Bu da “medeniyet tasavvuru”muzun üzerinde daha fazla durmamız gerektiğini ortaya koyuyor.

Dr. Cezmi Bayram dolayısıyla tarihimizi yeniden keşfetmemizin, küresel güç olmamızın ve bu özelliklerle bütün insanlığı kuşatmamızın lüzumu üzerinde durarak bunun da siyasi tartışmalarla değil, fikri gelişmelerle olabileceğini vurguluyor.

İdeoloji mi, Düşünce mi Önde Olmalı?

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Cemil Çiçek de aynı duygu ve endişeler içinde. Türk Ocakları İstanbul Şubesi’nin 100. Yılı dolayısıyla tertip ettiği “Büyük Türkiye’ye Doğru; Ziya Gökalp’ten Erol Güngör’e Sempozyumu’nda Cemil Çiçek “Büyük Türkiye ideali artık farz-ı ayn mesabesindedir.”dedi.

Cemil Çiçek bakın neler söyledi; “Herkesin bir görevi vardır.  Herşeyi de doğru bilgilerle tartışalım. Üç kıtada kültürleri, dinleri, gelenekleri ayrı olan bir toplumda devlet kuran bir milletiz. Bunlardan etkilendik ve etkiledik. Sürekli hareket halinde olduk. Sebebi de varlığımızı devam ettirmek endişesiydi. Osmanlı’nın inkıraz dönemi aynı zamanda bir yenilik dönemidir.”

Bu heyecanlı ve etkileyici konuşmadaki notlarıma bakıyorum, burada Cemil Çiçek diyor ki ” Geç aydınlandık. Ziya Gökalp toplumumuzun fikri müdiridir. Biliniz ki aydınlar yaşadıkları dönemin tercümanlarıdır. Erol Güngör de aydın yabancılaşmasına çözüm aradı. Sosyal bir restoratördü.  Kemali değerlendirirken beslendi.  Bu silsileyi hep sürdürdü ve ideolojiyi değil fikri paylaştı.”

“Hayat Siyasi Tartışmalardan İbaret Değildir”

TBMM Başkanı Çiçek sonra genelledi konuşmasını; ” Bugünün sorunlarına eğilecek , çözüm getirecek aydınlara ihtiyacımız var. Şartları ve noktalarını batı koyuyor gelişmelerin!. Biz maalesef, nerede durulacak onu arıyoruz.  Artık gelecek öngörmeliyiz, ileriyi görebilmeliyiz. Geleceği inşa etmek için kafa yormalıyız. Kaygımız toplumun yarınıdır. Bilinmeli ki ikinci aydınlanma dönemine girdik.”

Cemil Çiçek her dönemki siyasi mücadelesinde iplerin kopma noktasındaki açıklamalarına herkes imza atar. Çünkü yaşayan biriydi gerçeği.  Bu açıklamaları da bana öyle geldi. Açılış konuşmasının devamında da şunları söyle Cemil Çiçek:

“-İnsanlar ve toplumlar ulus ötesi bir etkileşim içindedir. Hayat siyasi tartışmalardan da ibaret değildir. Maalesef günümüzde artık yeni Ziya Gökalp ve Erol Güngör’ler de yok. Bugünü yaşamak için sorgulamalı ve çözümler önermeliyiz. Bu aydınlara ihtiyacımız her geçen gün artıyor. Mesela toplumsal eşitliği yeniden düşünmeliyiz. Dikkat edin dünyada sömürge dili bile değişti!. Bittabi kültürel sömürge dili de değişiyor.”

Siyasete Yön Veren Toplum Olmak mı?

TBMM Başkanı Cemil Çiçek parlamentodaki yeni anayasa çalışmalarına da değindi. 6500’ün üzerinde sivil toplum kuruluşu ve aydına mektup yazılarak görüş istenmiş. “İş işten geçtikten sonra, şurası daha iyi olabilirdi, şu yanlış olmuş, falan denmesin diye herkesin ve her kesimin görüşlerini, tekliflerini ve düşüncelerini bekliyoruz dedi hukukçu ve siyaset duayeni Cemil Bey.

Cemil Çiçek yurt dışına gidecek, yolcu ederken ayak üstü sohbet de ettik, benim İstanbul’a taşındığımdan da habere yokmuş, anlattım. Topluma öyle bir mesaj verdi ki giderayak yumruk gibi oldu ” Siyasal değil, düşünce hayatımız önemlidir. Siyasete yön veren bir toplum olmalıyız.”

Kimse buna itiraz edemez.

Boşnak Rektör “Sırplar Bizi Türk Olduğumuz İçin Öldürüyorlar”

Toplantı bütün gün sürdü. TBMM Başkanı’nı yolcu ettik ama, fikir jimnastiğimiz sürdü. Maltepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. S. Seyfi Öğün “etnomanya” çılgınlığını anlattı. Biz ne dersek diyelim dışarda adımızın “Türk ” olduğunu hatırlattı. Ancak Türk kavramının fakirleştirilerek tutunmak mecburiyetinde bırakıldığımıza da dikkat çekti. Dedi ki “Osmanlı’da yaşayan Türk, Kürt, Çerkez, Abaza, Boşnak, Arap, Arnavut kim olursa olsun dışarda adı Türk’tü. Bugün bölücülüğe vardırılmak istenen bir ayrışım yapılıyor. Dolayısıyla yeniden kompleksiz bir kavramla Türk’ü tarif etmeliyiz. Hesaplaşmalıyız.”

Seyfi Öğün Hocanın anlattığı batı da ibret alınması gereken tespitlerdi; “Avrupa kan, soy, soptur. Medeniyetleri bile böyledir. Kendileri içindir. Biz de kompleksten kurtulmalıyız. Bir akademisyen arkadaşımız yayınladığı kitabın arkasına bildiği yabancı dilleri sayarken “Osmanlıca”yı da zikredince dehşete düşmüştüm. Osmanlıca ecnebi dili değil, çünkü Türkçedir!”

Prof. Dr. S. Seyfi Öğün’ü ilk kez dinledim, keyif aldım görüşlerinden. Novipazar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mevlid Dudiç bana “Mehmet Bey Sırplar bizi Türk olduğumuz için öldürüyorlar!” demişti. Ancak kendisi Boşnaktı fakat Türk olarak hissediyordu. Prof. Öğün’ü doğrulayacak ikinci yaşadığım olay da rahmetli Turizm ve Tanıtma Bakanı Mustafa Rüştü Taşar ile birlikte gittiğim Londra’da oldu. İngilizler ülkelerine sığınan ecnebilerle ilgili bir toplantı yapmışlardı. Sıra terör örgütü marksist PKK militanı birine geldiğinde “Ben Kürdüm, Türkiye’de halkımıza yapılanları anlatacağım” deyince toplantıyı yöneten başkan “Sen Türksün, ismin de öyle, soyadın da ” diyerek konuşmasına müsaade etmemişti.

Dünyaya Terim Üretebilir miyiz?

Akdeniz Üniversitesi’nden Prof. Dr. İsmail Yakıt da milliyetçiliğin idrak meselesi olduğunu, kültür ve tarih milliyetçiliğine de islam dininin cevaz verdiğini anlattı.

Konya Selçuk Üniversitesi’nden Doç. Dr. İsmail Taş çağı kaybetmemek için milliyetçiliğin anlamının yitirilmemesi gerektiği üzerinde durdu ve dünyaya terim üretilmesi gerektiğini hatırlattı.

Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden Yıldız Akpolat ise milliyetçiliğin geleneksel bir ekleme olduğunu, dinden sonra gruplar içinde dayanışmayı sağladığını, emperyalizme direndiğini ve bununla bir motivasyon olduğunu belirtti. Radikal oldukça da milliyetçiliğin farkındalığının arttığını sözlerine ekledi.

Yarınki Türkiye, Yarınki Dünya Demektir

Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’ndeki toplantıda izleyiciler salondan taşmamıştı. Cemil Çiçek bunu ilk farkedendi ve hiç de önemli olmadığının altını çizdi. Çünkü böylesi bir toplantıya gelenler insanı ve ülkesini önde gören, sorunlarına çözüm arayan, dünyadaki gelişmeleri takip eden aydınlardı, çoğu genç de olsa.

Üstelik dinleyicilere yüzlerce kitap hediye edilmiyor, promosyon dağıtılmıyor, yemek verilmiyordu. Gelen her konuk bir şeyler öğrenmek, sorumluluğunu hatırlamak ve katkı vermek için Ali Emiri’deydi. Toplantıda hamaset yoktu, akıl ve idrak vardı. Çay ve kuru pasta yetti de artı bile sempozyum arasında.

 Türk Ocaklarının milliyetçilik, kültür ve medeniyet sempozyumunun misafirleri “Yaşama zevkini bırakıp, yaşama aşkına gönül veren, sabırlı, azimli, gösterişsiz ve numayişsiz çalışan sulh cephesinin maden işçileri” olarak sadece Yarınki Türkiye’nin değil, “Anadolu toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan bir emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh “ile Yarınki Dünya’nın da temellerini atacak aydınlardı. Nurettin Topçu Hocamızın ruhu şad olsun bu vesileyle.

Biraz Daha Zahmet ve Düşünmek

Son oturumda ise Türkiye’de toplum ve siyaset (Prof. Dr. Tahsin Görgün), 21. asırda değişen milliyetçilik anlayışları (Yrd. Doç. Dr. Uğur Dolgun), tarih şuuru ve gelecek (Prof. Dr. Mehmet Bayraktar) ile medeniyet tasavvurumuz (Dr. Yusuf Kaplan) tartışıldı. İyi de oldu.

Mehmet Akif Ersoy görevli olarak gittiği Berlin’de bir süre kaldı. Yakın dostlarından Yazar ve Şair Mithat Cemal Kuntay’ın anlattığına göre, İstanbul’a döndüğünde kendisine sormuşlar “Almanlar nasıl?” diye. İstiklal Marşı şairimizin cevabı müthiş ” İşleri bizim dinimize benziyor, dinleri de bizim işlerimize benziyor!.” Galiba gün de bugündür artık.

Kendimize gelmenin ve dünyaya mesaj vermenin tam sırası. Üstelik dünyayı ilk defa kucaklamayacağız ki? Ne dersiniz. Biraz daha zahmet ve düşünmeye var mısınız?

İhanetten Özür Dilemek

Türk devletlerinin geleneğinde ihanete karşı her nedense bir hoşgörü var. “Timur’un Prensipleri” isimli bir kitap okuyorum. Orada bile, koskoca Timur, devlete yani imparatora yanlış yapanlara karşı anlayışlı olmuş. Ancak hırsıza aynı müsamahayı göstermeyerek kafasını kopartmış.  Aynı durum Osmanlı  – Türk İmparatorluğunda da söz konusu. Hele son dönem bu durum tavan yapmış. Hoş gerçi şimdi devleti Türkler yönetmiyor ama devlet yine de “Türk Devleti”.

Uzun zamandır ihanet edenlerden, bırakın affetmeyi, bir de üzerine özür dilemek adet oldu.  Bazen düşünüyorum;  ya özür dilenenler ihanet etmediler ya da tarih bize yanlış anlatıldı. O zaman devlet çıkıp elindeki belgelerle doğruyu anlatmalıdır. Benim gibi devletine ve milletine bağlı sadık insanları böyle davranışlarla üzmemelidir. Aksi halde vatan ve milliyet severlik içi boş kavramlar olarak karşımıza geliverir.

Mesela Ali Kemal üzerinden yürütülen tartışmalar çok ilginçtir. Ve ailesi İsmet İnönü döneminde affedilmiş, çocukları da Türk Dışişlerinde büyükelçilik yapmıştır. Şimdi Ali Kemal hain midir yoksa değil midir?  Bu konuda süratle karar vermek lazımdır.

Aynı şeyleri Cumhuriyet döneminde çıkartılan isyanların elebaşları ve özellikle Şeyh Sait içinde tekrarlamak istiyorum. Şeyh Sait ve şürekası hain midir değil midir?

Ali Kemaller, Damat Feritler, Vahdettinler; benim özgürlüğümü, namusumu, şerefimi, her türlü mal varlığımı ve yaşamımı tehlikeye atmış mıdır, atmamış mıdır?

Şeyh Sait isyanı, Musul ve Kerkük üzerindeki haklarımızı iddia etmekten bizi alıkoymuş mudur alıkoymamış mıdır?  Musul ve Kerkük’ün kaybı hem Irak Türkmenlerine hem de vatandaşlık bağı ile kendisini Türk kabul ettiğimiz herkese zarar vermiştir. Bu zarara karşılık şimdi “Devlet adına sizden özür diliyorum” mu diyelim? Ya da herhangi bir kimsenin makamı ne olursa olsun devlet adına özür dilemeye yetkisi ve hakkı var mıdır? Türkiye demokratik bir Cumhuriyet değil midir? Yoksa Türkiye bir tek adam yönetimine geçti de biz mi duymadık? Sorularına cevap mı arayalım?

Tarihe “Dersim İsyanı” olarak geçen kalkışmada, devlete ve bu devletin sadık vatandaşlarına karşı bir ihanet var mıdır? Bu kalkışma; devletin kolluk kuvvetlerine ve sıradan vatandaşlarına yönelik bir kıyıma dönüşmüş müdür,  dönüşmemiş midir?  Bu kalkışma ve  diğer kalkışmaların İngiltere ve Fransa başta olmak üzere bazı devletlerle irtibatı var mıdır?  Dersim İsyanın, Musul, Kerkük örneğinde olduğu gibi Hatay’ın anavatana bağlanmasındaki süreçte ilgisi nedir?

İhanet ederek kalkışan, devletin askerine, polisine, hakimine, savcısı ile masum vatandaşına kurşun atan ve can alan hainlerden, Türkiye Cumhuriyeti devletinin “biz ihanet ettik, Türkiye Cumhuriyeti ve vatandaşlarımız bizi affetsin” diye bir özür beklemek hakkı değil midir?  Yoksa bu hak hainlere mi aittir ve hep devlet mi özür dileyecektir?

Türk tarihinde sadece Ali Kemal, Şeyh Sait ve Dersim yoktur. Bunlar gibi yüzlerce kişi ve isyan, ihanet örneği olarak gösterilebilir.

Bu gün Dersim’deki ihaneti görmezden gelip özür dileme noktasına gelmiş olan anlayışın yarın PKK ve Öcalan’dan da özür dilemeyeceğini kim söyleyebilir…

Bu ihanetten özür dilemek veya hoş görmek mantığının tarihimizde çok uzun bir geçmişinin olduğunu görüyoruz. Ancak ihanetin affı konusunda bir vatandaş olarak isteğim, ömrü hayatımda bana ve aileme maddi ve manevi olarak zarar vermiş her türlü ihanetin misli ile cezalandırılmasıdır. Devlet olmanın gereği budur. Terazisi düzgün tartmayan devlet, tarih sahnesinde devletler mezarlığındaki yerini süratle alır.

1900’lü yılların başında Avrupa’da basılan haritalarda, bugün üzerinde 10 farklı ülkenin hükümran olduğu Balkan toprakları “Türkiye” olarak gösteriliyordu. Bugün ne Balkanları, ne de Balkanların Türkiye olduğunu hatırlayan kaldı. O zamanda ihaneti affetmek ve ihanetten özür dilemek modaydı. Hatta Sultan Reşat Osmanlı Makedonya’sına yaptığı meşhur geziyi de ihanetin gönlünü almak için yapmıştı. Ama netice değişmedi.

Bir adım daha ileri gidilerek ihanet özür dilemek, sizi uğrayacağınız akıbetten kurtarmaz. Mazlumun ahı da kimsede kalmaz.

Meraklısına not; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre, ben bir Türk vatandaşıyım. Ülkemde yapılan bütün ihanetlerin bana direkt ve dolaylı olarak zararı vardır. Ben bu ihanetleri affetmiyorum ve ihanetten özür dilemiyorum. Devletime de böyle bir yetkiyi asla vermiş değilim.