8.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1079

“Aşağılık Düzen”e Başkaldırı…”

Etrafınıza şöyle bir bakın ve kendinize “mutlu muyum” sorusunu sorun.   Eğer samimi ve orta akıllı bir insansanız, bu soruya cevabınız olumsuz olacaktır. Neden mutlu olalım ki!

Binlerce yıldır bu topraklarda olduğumuzu ve öncesini saymayalım son bin yıldır da bu topraklar üzerinde Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı – Türk İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerini kurarak egemenliğimizi sürdürdüğümüzü söylüyoruz.  Peki “insanı yaşat ki; devlet yaşasın” prensibini bu kadar süre içinde ne kadar yerine getirebildik diye düşünüyor muyuz?  Ya da insan veya geçmişte teba günümüzde ise vatandaş odaklı bir yaşam oluşturabildik mi?

Bu topraklar üzerinde adalet ne zaman doğru, hızlı ve adil bir şekilde dağıtıldı? Hukuk karşısında eşitlik hiç sağlanabildi mi? Devlet, uyguladığı vergi sistemleri ile halkı ezmekten ne zaman vazgeçti? Üreten bir toplum olmayı başarabildik mi? Emeğin karşılığını hakkaniyetle verebildik mi? Bilimin peşinde koşabildik mi?  Bilimle aydınlığı arayabildik mi? Eğitimli, onurlu, tarihini, kültürünü ve ayakları üzerine durmayı bilen ve yarını emanet edebileceğimiz nesiller yetiştirebildik mi?  İnsanlarımızı can alıcı olaylardan koruyarak huzurlu ve güvenli yaşatabildik mi?  Deprem coğrafyasına uygun planlı şehirler kurup,  alt yapılarını yapabildik mi? Emeklimizi,  köylümüzü,  işçimizi, esnafımızı rahat yaşatabildik mi?  Onlara tatil, seyahat yaptırabildik mi? Vatandaşımızı küresel güçlerin sömürüsünden koruyabildik mi?  İnsan sağlığı bizim için önemli miydi?  Soru listesi bu şekilde uzayıp gider.

Bunların hiç birini yapamadık ve yapamıyoruz. Bu soruların cevaplarını, gelişmiş ülkeleri kıstas alarak verdiğimizde ve sonra dönüp kendi insanımızın yaşadıkları ile kıyas ettiğimizde, hep sınıfta kalıyoruz. Ama kendimizi avutmak için cevabımız da hazır: “büyük zorluklar içeren bir coğrafyanın üzerinde yaşıyoruz”. Yani onun için olmuyor!

Sadece Türkiye’de değil Türk milletinin yaşadığı her coğrafya da Türk insanına zulmetmek için büyük bir kısır döngü içerisinde insan odaklı olmayan “aşağılık bir düzen” yaratılmış durumdadır.

Ancak insanımız bunu görmemekte ve görme imkanı yakalayanlarda “sabır, kanaatkarlık, şükür” gibi kavramların yanlış yorumlanması ile eritilmektedir.

Niçin sabırlı olacağız, niye kanaatkarlık göstereceğiz, neden şükür edeceğiz?  Bunların süratle topluma izah edilmesi gerekmektedir. Haksızlığa, hukuksuzluğa, üretimsizliğe, vergi zulmüne, eğitimsizliğe, sağlığımızın kaybına, emeğin değerlendirilememesine, kader haline gelen teröre, bilgisizliğe vb. ile içten ve dıştan gelen saldırıları çözememeye karşı mı sabırlı, kanaatkar ve şükür içinde olacağız? Asla! sen ne zaman eşeğini sağlam kazığa bağladın da tevekkül rahatlığı içinde oluyorsun.  Eğer bu düşünce içindeysek, bu durum kendi kendimizi enayi yerine koymaktan başka bir şekilde tarif edilemez.

Türk milletinin yaşadığı bütün topraklarda ve bizimde vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’nde, Türk insanına kağıt üzerinde hizmet ettiğini söyleyen ancak uygulamada ona eziyet eden, yaşamından bezdiren ve insanca olmayan bir “aşağılık düzen” vardır. Ve Türk insanı; ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmiş bir şekilde yaşatılmaktadır.

Bu aşağılık düzen, sermaye, medya, bilim, sanat, kültür, bürokrasi ve ilahiyat dünyası başta olmak üzere bir çok etkin çevre tarafından kurgulanarak oluşturulmakta ve yine bu çevrelerce kollanarak hayatiyetini sürdürmektedir. Böylece kısır döngünün sürekliliği de garanti altına  alınmakta ve insanlarımız hiç kendisi için yaşamadan mevcut düzenin kölesi olarak dünya hayatından süratle geçip gitmektedir.

Devletin “ebet müddet”  anlayışı içinde sonsuzluğa kadar sürme ilkesi de, her ne hikmetse izaha çalıştığımız “aşağılık düzen”in sürmesi için vatansever ve milliyetsever insanlar üzerinde sabır, kanaat, şükür örneğinde olduğu gibi yanlış bir şekilde baskı  unsuru olarak kullanılmakta ve insanlarımız kendileri  için yaşamaktansa devletlerini yaşatmayı tercih etmektedirler. Halbuki  bunun tam tersinin yani devletin vatandaşını insanca yaşatması gerekiyor. Bunu başarmak o kadar zor mudur?

Evet bu topraklar üzerinde o kadar kahrolasıca bir düzen vardır ki; insanı mutlu, rahat, huzurlu, güvenli yaşatmak zorluk derecelerinde neredeyse imkansızlığı içermektedir. Ve sanki bundan başka bir şeyin yapılamayacağı da halka güzel bir şekilde izah edilerek, onun başına  gelecek her şey karşısında sessizce itaat etmesi sağlanmaktadır.

“Aşağılık düzen”den başka bir düzeni binlerce yıldır tanımayan Türk insanı; bu sebeple içinde bulunduğu durumu fark ve tarif edemez haldedir. Eğer bütün bunların farkında olsaydı, mutlaka çareler arar ve kendisi için asla kader olmayan bu düzenden kurtulmanın yollarını keşfederdi.

Mutlaka içinde tek tük başımıza gelenleri fark edenler de bulunmakta. Ancak mekanizmanın ağır dişlileri onları da çabucak içine alarak un ufak ediyor. Bu uyanıklık içinde olanların “aşağılık düzen”den kurtulmak için topluma önderlik yapmaları ve toplum içinde bu hassasiyeti taşıyanlarında onlara destek olmaları gerekiyor. Neredeyse kader haline gelen bu durumdan kurtulmanın birinci şartı bunları yapmaktan geçiyor. Bu nedenle sesi gür çıkacakların yankı duvarları olmak zorundayız.

Aristo ders esnasında öğrencilerinden birine bir meseleyi en ince ayrıntısına kadar iyice izah ettikten sonra sorar: “Anladın mı?” öğrencisinin cevabı “evet” olur. Aristo devam ile “Ama sende anladığına dair bir işaret göremiyorum” der. Öğrencisi “nasıl bir işaret” diye sorar. Aristo cevap verir “sevinç evladım sevinç, anlamış olsaydın sevinirdin”. Toplumda bu örnekte olduğu gibi “aşağılık düzeni” anlamadığı ve önüne getirilen reçeteleri bu nedenle elinin tersiyle ittiği için karamsar, bezgin ve somurtuk bir yüz ifadesiyle yaşamaktadır. Ancak muhakkak günümüzde de Aristolar ve onların seslendikleri insanlar vardır. Türk toplumu, kendisini  dumura uğratarak kısırlaştıran ve benim ısrarla dikkat çekmek istediğim için “aşağılık” olarak vurguladığım düzenden mutlaka kurtulmalıdır. Bunun tarihimizde az da olsa örnekleri vardır.

Tarihimizde tarifini yapmaya çalıştığımız bu “aşağılık düzen”e karşı yapılmış olan en büyük başkaldırı Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte milliyetsever ve vatanseverlerin gerçekleştirdikleridir. Ne yazık ki; sürdürülememiştir. Şimdi yeniden bizleri sürü yerine koyan, iliğimizi kemiğimize varıncaya kadar emen ve gerektiğinde canımıza kast eden bu “aşağılık düzen”i fark etmeye ve onu değiştirmek için devrimci/inkilapçı bir üslupla, yıkmadan ve demokratik usullerden ayrılmadan milli karakterli bir başkaldırı hareketine ihtiyaç vardır.

Yoksa iktidarlar değişir, düzen değişmez. Siz seçtim başa getirdim zannedersiniz oysa  ki uçakların piste sırayla inişi gibi ülkeyi yönetecekler çoktan rotası uzaklarda belirlenmiş, koltuğa oturma sırasını bekler vaziyettedir. Yönetenler değişir, siz bu dünyadan akıp gidersiniz ve “aşağılık düzen” değişmeden size nasıl musallat olduysa çocuklarınıza, torunlarınıza musallat olmaya devam eder.

Ben dünyayı gezdikçe bu toprakların üzerinde yaşayan insanların her şeyi ama her şeyden öncesi insanca yaşamayı hak ettiklerini görüyor ve buna göre de düşünüyorum. Bunları onlara anlatmayı da bir vazife olarak addediyorum. Ama onlar buna rağmen “aşağılık düzene”  şükür ediyorsa, Nasreddin Hoca’ya rahmet diliyor, günümüzün Timur’u Obama’ya da “bunlar yetmedi diğer filleri de gönder” diyorum.

 

 

Ben de Yazdım

0

Tarihi olayları tarihçilerin yazacağı,  konuşacağı yerde ne yazık ki onlar susmuş;  meydan ne idüğü belirsiz kendilerine aydın yaftası yapıştıran zevata kalmış.

Genç, ihtiyar, bilgili, bilgisiz her önüne gelen DERSİM konusunda ahkâm kesiyor. Meğerse adam gibi adam yerine ne kadar da hain yetiştirmişiz de haberimiz yokmuş.

Merhum Prof. Dr. Nihat Keklik “İllet olmadan eser meydana gelmez” der.  Sizler,  bulut olmadan yağmurun yağdığını gördünüz mü hiç?  Yaptıkları zaferlerle tarihe isimlerini altın harflerle yazdıran bunca devlet adamı böyle bir katliamı yapar mı veya yapılmasına rıza gösterir mi,  hiç bunları düşünen yok.

Seyit Rıza ve Şeyh Sait, emperyalist devletlerin kışkırtmalarıyla devlete karşı baş kaldırıp ayaklanmışlardır, ayaklanmanın, vatana ihanetin cezası da idamdır, kurşuna dizilmektir başka ne olabilir sizce söyler misiniz?  Sadece o bölgede öldürülen eşkıyadan bahsedilirde katledilen yüzlerce Türk askerinden neden söz edilmez anlaşılır gibi değil.

Sayın Başbakan Recep Tayip Erdoğan,  Dersim olayları vesilesiyle güya özür diledi Dersimlilerden.

Peki şimdi sorarım size devletin bu gün PKK’ya karşı yaptığı mücadele ne oluyor? Erdoğan’dan sonra gelecek başka bir Başbakan da bu günkü yapılanlardan,  Allah korusun PKK’ dan özür dileyecek mi?

Meydanlarda bizler Mendereslerin, Özalların devamıyız diye hamasi nutuklar atan sayın Başbakan, Merhum Celal Bayar’ın o günlerde Başbakan olduğunu, daha sonra Menderes’le birlikte ayrılıp ta DP yi kurduklarını bilmez mi?

Makyavelizm’in  bu kadarına da pes doğrusu.  Devlet, Dersimde eşkıya öldürür adı CHP öldürdü olur; ama devletin görevlileri kendi emriyle PKK lılarla pazarlık yapar devlet yaptı der, tamam da nasıl oluyor bu iş?  Bunu belki oylarını aldığınız % 50 ye yutturursunuz ama geride kalan %50  bunları yutmaz unutmayın bunları sayın Başbakan…

Görüyorsunuz ki gırtlak kırk boğum insan ağzından çıkan söze biraz dikkat etmeli hele bu insan devletin yönetiminde ise daha da dikkatli olmalı aksine bir hareket ne yazık ki bumerang misali döner tekrar sizi vurur.

Hürriyet  gazetesi  yazarı Yılmaz Özdil’in devlet arşivinden elde ettiği bilgilere göre;  Kalan aşireti tarafından katledilen karakol komutanı ve yirmi erin esnaftan yaptıkları mutfak iaşe masrafının ödenmesi için bizzat Reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk,  Başbakan Celal Bayar ve sekiz vekilin imzasıyla esnafın alacağının maliyeden ödenmesi için karara çıkarıyor. Sadece bu belge bile özürcülere kapak olur inşallah.        

Ehl-i Beyt Sevgisi

Yüce Allah, peygamberlik vazifesini yerine getirmekten dolayı herhangi bir talepte bulunmayan Peygamber (s.a.s.) Efendimize, yakınlarına sevgi ve muhabbet gösterilmesini isteyebileceğini bildirmiştir: “… De ki: “Ben yaptığım tebliğ görevine karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”(Şûrâ,42/23)  Bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Ehl-i Beytine candan hürmet ve muhabbet etmek bütün Müslümanlar için bir vazifedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)’i sevmek, aynı zamanda O’nun ailesini ve yakınlarını da sevmeyi gerektirir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde;“İnsanların en hayırlısı benim içinde bulunduğum nesildir…”(Buhârî, Şehadat: 9; Tirmizi, Fiten: 45) buyurarak“Ehl-i Beyt”in insanlar arasındaki değerini belirtmiştir. “Ehl-i Beyt”, “ev halkı” manasına gelmektedir. Terim anlamı olarak da“Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ailesi ve soyu” demektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in nesli kızı Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın oğulları olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile devam etmiş ve onlar vasıtasıyla sonraki devirlere intikal etmiştir. Bu mübarek neslin devam etmesine vesile olan Hz. Hasan soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin soyundan gelenlere ise “Seyyid”denilmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.),“Ey Peygamberin ev halkı (Ehl-i Beyti)! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”(Ahzab, 33/33) ayeti nazil olduğunda Hz. Ali’yi, Hz. Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i (r.anhum) abasının altına alarak,“Allahım! Benim Ehl-i Beytim bunlardır. Bunların kusurlarını gider, kendilerini tertemiz yap!”diye dua etmiştir.(Tirmizi, Tefsir, 4; Müsned, 4, 107)Âlimlerin büyük çoğunluğu Ehl-i Beyt’in kapsamına Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarını, bütün çocuklarını ve torunlarını, amcalarını ve onların çocuklarıyla torunlarını dahil etmektedirler.

Hz. Ali (r.a.), sağlığında Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in övgüsüne mazhar olmuş güzide halifelerinden biridir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar arasında Hz. Ali’ye karşı büyük bir muhabbet oluşmuştur. Onun ilmi, ahlâkı, ibadet hayatı, cesaret ve şecaati, yiğitlik ve cengâverliği özellikle de İslamiyet uğrunda gösterdiği kahramanlıkları Müslümanlar tarafından örnek alınmıştır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), kızı Hz. Fatıma’nın “Cennet hanımlarının üstünü”(Sahih-i Buhâri, Hadis No: 3353)olduğunu bildirmiş; torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında da,“Allahım! Ben, bu ikisini seviyorum. Sen de bunları sev!”(Tirmîzî, Sünen, V, 661)buyurmuştur.

Ehl-i Beyt sevgisi Müslümanların ortak paydası olmakla beraber, tarihte meydana gelen bir takım üzücü hadiseler Müslümanların bağrında onulmaz derin yaralar açmıştır. Fakat bu acılar Müslümanların Ehl-i Beyt sevgisini azaltmak bir yana kat kat arttırmıştır. Peygamber Efendimizin neslinden geldikleri için “Seyyid” şeklinde isimlendirilen insanlar, Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiklerinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sevgili torunları, Hz. Ali (r.a.) ile Fatımatü’z-Zehra’nın evlatları, Kerbela’nın gazileri, Hz. Hüseyin’in yadigârları olarak karşılanmışlardır.

Bütün İslâm ülkelerinde tarih boyunca, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in neslinden gelenlere azamî hürmet ve tazim gösterilmiştir. Özellikle Müslüman ecdadımız, onlara çok büyük sevgi, saygı ve hürmet göstermiş, onları incitecek söz ve davranışlardan kaçınmışlardır. Anadolu insanının çocuklarına en fazla Ahmet, Mehmet, Mustafa, Ali, Ayşe, Fatma, Hasan ve Hüseyin isimlerini vermeleri gönüllerindeki engin Ehl-i Beyt sevgisinin ifadesidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.),Kur’an-ı Kerim ile Ehl-i Beyt’ini bizlere emanet olarak bırakmış, kurtuluşumuza vesile olacak bu emanetlere özel önem vermemizi isteyerek şöyle buyurmuştur:“Ey insanlar! Aranızda iki şey bıraktım ki, onlara tutunduğunuz sürece asla sapkınlığa düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve benim Ehl-i Beytim.”(Tirmizî, Menâkıb, 31)

O halde, Peygamber Efendimizin emanetleri olan ve O’nun sünnet-i seniyyesini devam ettiren, tarih boyunca Müslümanlar arasında karışıklık çıkmasını önleyen, İslam’ın özünün muhafaza edilmesi ve insanların sağlam itikada sahip olmaları için mücadele eden Ehl-i Beyti sevmeli, onlara dua etmeli ve gereken hürmeti göstermeliyiz.

Bağdatlı Şehrazat

0

Amerika’nın 2003′te Irak’a yaptığı saldırının çekimleri, Bağdat’ın en önemli otellerinin başında gelen Er-Reşit Oteli’nin terasında yapılmıştı. Amerika’nın ve müttefiklerinin saldırı kuvvetleri; Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Basra denizinde üslenmişlerdi. Amerikan ittifakının saldırı kuvvetleri, Irak’ın başkenti Bağdat’a buralardan uçaklarla ve güdümlü füzelerle saldırmışlardı. Saddam Hüseyin’in savunma kuvvetleri ise Bağdat’ın resmi binalarının teraslarına yerleştirilen uçaksavarlar ve saldırı füzelerinden oluşuyordu. Saldırıların çekimlerini yapan basın mensupları ise, Er-Reşit otelinde üslenmişlerdi. Saldırıları, patlamaları, yangınları, yıkımları ve ölümleri saati saatine bütün dünya, böylece izleme imkanı bulmuştu. Bundan dolayı Irak’ın işgalinin fotoğraflanması dendiğinde, ilk akla gelen mekan, Er-Reşit otelinin terasıdır. Bu otelin terası işgalin en önemli tanığıdır.

Öte taraftan Er-Reşit otelinin ana girişinde, Binbir gece masallarının ünlü kahramanı Şehrazat’ın, muhteşem bir heykeli durmaktadır. Heykel hacimli kireç taşları ile örülmüş bir kaide üstüne oturtulmuş. Kireç taşlarından yapılma bu kaide ise, bir havuzun içinde yer almaktadır. Kaideyi de, bazıları füzelere benzetilmiş olan anforalar süslemektedir.

Şehrazat iri ve etkili gözlerle muhataplarına bakarken, iki elini yukarı doğru sıçrar vaziyette kaldırmış bir konumda durmaktadır. Heykelin her tarafına başarılı bir şekilde hareket kazandırılmıştır.  Şehrazat’ın hikayelerinin, yani Binbir gece masallarının ibretlik bir çok yönü vardır. Hikayeyi okuyanlar ve duyanlar bunları fazlasıyla bilir.  Biz konumuz açısından sadece genel muhtevayı hatırlatmakla yetinelim: Kadınların ırzına geçtikten sonra onları öldürten Şehriyarı, anlattığı hikayelerle durduran ve kendine aşkla bağlayan ünlü hikaye  kahramanıdır, Şehrazat.

Şehrazat’ın ve Şehriyarın hikayesi bir efsanedir. Ancak bu hikaye, her nedense Amerikan kuvvetleri ve çağdaş despotların başında gelen Saddam’ın kuvvetleri arasında meydana gelen çatışmalardan dolayı işlenen cinayetlerin fotoğraflandığı Er-Reşit otelinin girişinde, yeniden canlandırılmış bulunmaktadır. Yani Irak halkı, kendilerinin kitlesel olarak öldürülmesine dolaylı ve dolaysız olarak neden olan Amerikan kuvvetleri önünde, edilgen bir şekilde yaşama şansını uzatan Şehrazat’ın rolünü, binlerce yıl sonra tekrar üstlenmiş bulunmaktadır. Efsaneye göre Şehrazat; hikayeleri kendine olan ilgiyi ve aşkı daha da canlı tutmak için sürekli uzatır, hikayeden hikaye çıkartır. Böylece planlı cinayetlerin katili Şehriyar, Şehrazat’a aşık olur, O’na bağlanır ve O’nunla mutlu bir yuva kurar.

Irak’ın ve Bağdat’ın durumunu bir otelin önündeki heykele bağlayarak açıklama gereği nerden çıktı, diye, merak edenler olacaktır. Geçtiğimiz hafta Salı, Çarşamba ve Perşembe günlerini Bağdat’ta Er-Reşit otelinde geçirdik. Irak hükümetinin himayesinde “Irak Stratejik Araştırmalar Grubu”, “Irak’ın Demokrasi Seçimi… Geleceğe Bakış” konulu bilimsel bir toplantı düzenledi. Toplantıya bir çok Arap ülkesinden, İran’dan ve Türkiye’den, Arap Baharı ve Irak’ın içinde bulunduğu şartlar konusunda uzman kabul edilen, bilim adamları davet edilmişti. Bende bu bağlamda Türkiye’den davet edildim.

Toplantının Er-Reşit otelinde yapılmış olması, benim açımdan fazlasıyla anlamlıdır. Bundan dolayı otelin ve otelin girişindeki hikaye ile konuya giriş yaptım. Çünkü Irak’ta Saddam yönetiminin devrilmesi sürecine, bu otelin terasındaki kameralar tanıklık etti. Amerikan işgal kuvvetlerinin Bağdat’ı yakıp yıkması, bu otelin terasındaki kameralarla fotoğraflandı. Bu kadar önemli işlevler yerine getiren bu otelin, bir çok kere bombalandığı da oldu. Bazı savaş muhabirleri, Amerikan kuvvetlerinin bazı uzantıları bu otelde öldürüldü. Nerden bakarsanız bakınız, kapısındaki efsanevi heykeliyle, Amerika’nın Bağdat’ı işgal etme sürecine ve hala devam etmekte olan gizli iç savaşa yaptığı tanıklıkla, bu mekan  özel bir anlam kazanmaktadır.

Ulaslararası toplantıyı tertip edenler de muhtemelen Er-Reşit otelini, olup bitenlere nazire olsun diye konferans mekanı olarak seçmişlerdir. Çünkü Irak’ın ve Bağdat’ın yıkımı buradan fotoğraflandı. Bir kaç gün içinde Amerikan kuvvetleri ülkeden ayrılacaklar. Irak’ta yeni bir dönem başlamış olacaktır. Demokrasinin yerleştirilmesi, milli birliğin sağlanması, gizli iç savaşın bitirilmesi ve daha binlerce sorunun bilimsel olarak tartışılıp çözümlenmesi için bu otelden daha uygun bir mekan seçilemezdi.

İşte böyle bir mekanda Irak’ın Demokrasi seçimi meselesini tartıştık. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani toplantıya bizzat katılmamakla birlikte, özel temsilciyle toplantıya fikirleriyle katıldı. Irak’ın Başbakanı Nuri Maliki bizleri resmi konutunda kabul etti, yaklaşık dört saatini bizlerle geçirdi. İşgal sonrası Irak’ın kurucu liderlerinden Irak’ın bilge siyasetçisi İbrahim El-Caferi toplantıda konuştu. Yeni Irak için nelerin yapılabileceğini bilge bir lider olarak anlattı. Kendisiyle ayrıca bir buçuk saatlik bir görüşmeyi konutunda yaptım. Bir çok ünlü televizyon kanalının muhabirleri ordaydı. Bizlerle canlı röportajlar yaptılar, Arap baharı ve Irak’ın demokratikleşme süreci konusunda açık oturumlar düzenlediler, bu oturumlara Tunuslu, Mısırlı ve Lübnanlı mesteklaşlarımızla birlikte katıldık.

Toplantı resmi oturumlarla olduğu kadar gayrı resmi ilişkilerle de oldukça ilgi çekiciydi. Mısır’dan ve Tunus’tan  halk devrimini destekleyen siyaset bilimciler ve stratejistler toplantıya katılmışlardı. İran’dan uzmanlar vardı. Irak’ın sünni, Şii ve Arap milliyetçisi kesimleriyle ilişkili olan sosyal bilimciler ordaydı. Azerbaycan’dan ve Irak Türkmenlerinden milletvekilleri sorunlarının görünürlüğü için yoğun çaba sarf ettiler.

Konu; “Irak’ın Demokrasi Seçimi…” başlığını taşımakla birlikte, Arap baharı, Amerika’nın askeri kuvvetlerini tamamen Irak’tan çekeceği şu günlerde, Amerika sonrası Irak, çok daha fazla konuşuldu. Irak anayasasındaki federalizmin işlemezliği, Irak’lı liderleri ve uzmanları fazlasıyla endişelendiriyordu. Irak Kuveyt ihtilafı bunca çatışmaya, yıkıma ve ölüme rağmen hala canlılığın koruyordu. İşin daha da tuhafı, ekonomik ambargoların altında ezilen, savaşın korkunç yıkımını dehşetle yaşayan, her evinde en az bir savaş kaybı vermiş olan, acımasız ve kontrolsüz iç savaşla baş edilemeyen bir ortamda, insanlar ne gariptir ki Türkiye’nin Suriye politikasını bize soruyorlardı.

Yani anlaşılacağı gibi Bağdat’ın derdi, Şehrazat’ın derdinden daha da beter bir hal almış.  Bu toprakların olaylarının hikayesi her zaman olduğu gibi bu seferde çok uzun sürecek. Gılgamış burada, Kerbela burada, Binbir gece masalları burada.  Nerden bakarsanız bakınız acılarının korkunçluğu ancak destanlarla ifade edilen bu ülke hakkında konuşulacak ve yazılacak çok konu var.

Bağdat liderlerinin PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki varlığı hakkındaki siyasetlerini, Türkiye’nin Arap dünyasındaki liderlik rolünü, Sünni, Şii, Kürt, Arap ve Türkmen ihtilaflarının sosyolojik zeminini, konunun uzmanı meslektaşlarımızla ve Iraklı liderlerle görüştük. Müteakip yazılarla bunları paylaşmaya devam edeceğiz. 

 www.haciduran.com

 

Şehrazat-reşit-otel

Şehrazat-reşit-otel

Yeni Anayasa ve Cemil Çiçek

Sayın Cemil Çiçek ile sohbetin yansımalarını anlatmalı önemine binaen. Konuşmacı TBMM Başkanı olunca Birlik Vakfı’nda yer bulabilene aşk olsun. Zaman zaman kalktım aksakallarımıza yerimi verdim. Bazıları utandı onlar da bana yer gösterdi.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek şahsi hiç bir görüşünü açıklamadı, ancak yeni bir anayasa için başlayan süreci hatırlattı, hatta vebalini de yükledi diyebilirim. Cemil Çiçek’e göre süreçte sorumluluk alma görevi farzı ayn derecesindedir. Zaten bugüne kadar 1982 Anayasası’nın 26 maddesini AK Parti iktidarı değiştirdi. Mevcut anayasamızın yaklaşık 30 yıl içinde 175 maddesinin 111’i ülkeyi yöneten hükümetler tarafında TBMM’nde değiştirildi.
Cemil Çiçek, 1961 ve 1982 Anayasalarının askeri yönetimlerce sipariş verilerek değiştirildiğini, ilkinin ülkeye geniş, ikincisinin de dar geldiğini savunarak artık anayasanın bir yenisiyle değiştirilmesi gereği üzerinde hassasiyetle durdu.
Demokrasi Düğününe Davet
Anayasa inşasının siparişten başka bir usulünün de parlamentolarca yapılacağını belirten TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bu tür anayasaların da uzun ömürlü olması için mutlaka halkın ve sivil toplum kuruluşlarının görüşlerinin alınmasının önemini vurguladı. Gerçek ve halkı için yapılan anayasalar öyle olmalı. Biraz da kısa ve öz, üstelik halkın anlayacağı bir dil kullanılmalı. Doktor reçeteleri gibi olmamalı. Cemil Çiçek bakın ne dedi?
– Toplum devletinden ne bekliyor bunun bilinmesi icabeder. Türkiye’de 60 siyasi partinin görüşünün istedik. İkisi cevap verdi. Sendikalardan bugüne kadar Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK düşüncelerini bildirdi. Herkesi bu demokrasi düğününe davet ediyoruz. 21 bin sivil toplum kuruluşuna, yerel 1300 kadar gazeteden, 700 radyodan ve 190 televizyondan görüşlerini talep ettik. Ulusal medyanın dışında bu rakamlar. Onların da tümünden görüş istedik. Münferid olarak bazı vatandaşlarımız bize görüşlerini bildiriyorlar. Mutlu oluyoruz. Çünkü biz anayasa yazmıyor, anayasa yapıyoruz.
Siyasetin Duayeni Bir Politikacı
– Peki bu görüşler muhatabını buluyor mu, yoksa çöpe mi atılıyor?
– Bize gelen her görüş değerlendiriliyor ve internet sitesinde mümkün olduğu kadar yayınlanıyor. Görüşlerini bildirenler bize kimlik numaralarını yazarlarsa onlara geri dönebiliyor ve bilgi verebiliyoruz. Sizler anayasaya ne girmesini arzu ediyorsanız görüşlerinizi yazılı olarak bildirin. Ayrıca örnek olarak da internet sitemizde 60 ülkenin anayasaları yer alıyor.
Ben Yozgat Belediye Başkanlığından mada 6 hükümette bakan olarak görev yaptım. En uzun ömürlü politikacıyım. Gördüm ki bazı dönemlerde yasama yetkisi gasbedildi. Rahmetli Başbakan Turgut Özal böyle bir dönemi yaşayanlardan. Üstelik devlet protokolünde de seçilmiş olmasına rağmen atanmışların gerisinde 7. sıradaydı! Sorun ülkenin iyi yönetilmesidir.
Hukukçu olmaya gerek yok. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana 61 hukümet kurulmuş, ülkeyi yönetmiş. Bunların içinde 11 gün süren hükümetler de mevcut!. Sadi Irmak hükümeti gibi.
– Yeni anayasa hayat bulunca sorunlarımız azalacak veya ortadan kalkacak mı?
– Böyle bir şey yok. Ben daha da açayım konuyu. Yeni anayasa= sıfır sorunlu Türkiye Cumhuriyeti değildir. Önce hükümetler, siyasi irade vesayetten kurtulacak. Protokolda herkesin yeri belli olacak, yönetimler değişse de veya değişmese de. Devlet insanı içindir, fertler önde olmalıdır. Mevcut anayasa devlet önceliklidir ve insanlarımız daha sonraya alınmıştır.
Politikada Secde-i Sehv Olmaz
– Sonrasında ne olabilir?
– Bu aynı zamanda hepimizin meselesidir. Görev hükümetin veya parlamentonun deyip işin içinden çıkamayız. Herkes bu sorumluğu duymalı. Görüşler bize yılsonuna kadar gelmeli. 2012 sonunda en geç yeni anayasayı hayata geçirmek istiyoruz. Geç kalınırsa vebal bizden gider. Ben dini terkipleri siyasi hayatımda pek kullanmam ama siyasette secde-i sehf olmaz. Yani “hata yaptım, yeniden sil baştan düzeltelim” olmuyor. Bu değişimi hep birlikte yapmamız gerekiyor. 81 ilimizdeki bütün üniversitelerden iki defa ayrı ayrı görüş istedik. Daha önce hukuk fakülteleri temsilcileriyle defalarca toplantı yaptık, düşüncelerinden istifade ettik.
– İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden kimse katılmamış, davet gelmemiş!
– Doğrudur. Ancak İstanbul Hukuk Fakültesi’nden bugün için profesör kalmadı. Tümü özel veya vakıf üniversitelerinde görev aldı. Onları da yeni fakültelerinden  davet ederek, düşüncelerini aldık.
– Kanaat önderlerinin, baskı gruplarının da görüşleri alındı mı?
– Herkese ve her kesime bildirdik, bize yeni anayasa için görüşlerinizi lütfen belirtin, nasıl bir anayasa olmasını arzu ediyorsunuz aktarın dedik. Ayrıca bu baskı grupları ve kanaat önderleri liderleri de etkilemeli, bunun lüzumunu anlatmalılar.
Sayısal mı, Yoksa  Siyasal İstikrar mı?
– Grubu olan dört parti TBMM’nde bir komisyon kurdunuz, genelde uzlaştınız, peki geriye ne kalıyor ki?
– Türkiye gerçeği üzerine orta yolda olan yeni bir anayasa yapmalıyız. Ancak bu kolay değil. Bir dağı yerinden oynatmak kadar zor bir iş. Çünkü önümüzdeki üç yıl içinde ciddi gelişmeler olabildiği gibi yerel, milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Dolayısıyla yeni Anayasanın 2012 yılı içinde tamamlanması gerekir. Zor ama zoru başarmak durumundayız. Daha sonrasına ertelenirse seçim sathı mailine girileceğinden her şey daha da zora girecek.
– Peki ?
– 30 yıl içinde mevcut anayasamız defalarca değiştirildi, ancak dikiş tutmadı. Restore etmek kafi değil, yeniden hazırlamak gerekiyor. Eğer anayasa 2012 içinde değişirse, yenisi hazırlanırsa daha sonraki seçimleri için faydalı olur. Herkes yol haritasını bilir. 1982 anayasası ile sayısal istikrar kazanıldı. Ancak siyasal istikrar hala tartışılıyor. Bu hep böyle oldu sipariş anayasalarla.
– Bunu biraz açar mısınız?
Koalisyon mu, Tek Başına İktidar ı Faydalı?
– Mevcut anayasa ile bir iktidar partisi kapatılmak istendi. Kıl payı kapatılmaktan kurtuldu hükümeti oluşturan siyasi irade. Bu tür tasarruflar hiç bir gelişmiş demokrasilerde olmaz. Ülke 30 yıl içinde sürekli koalisyonlarla idare edildi, siyasi istikrar kazanılamadı. Aykırı önemli örnekler ise Demokrat Parti (1950- 1960), Adalet Partisi (1965-1973), Anavatan Partisi (1983- 1991) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (2002-2011) hükümetleridir. Bunun dışındakiler hep koalisyon olmuştur. Siyasi istikrar sayısal istikrar kadar öneme haizdir.
Bu sırada salona Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş girdi. TBMM Başkanı Cemil Çiçek konuşmasını keserek hemen örnekledi;
– Nevzat Bey şimdi salona girdi. Yeni anayasa için kapsamlı bir çalışma yapmış. Bütün maddeleri gözden geçirmiş, gerekçeli kararlarını yazmış ve bize ulaştırdı. Tebrik ettim kendisini. Bu tür çalışmalara ihtiyacımız var.
Dünyevilik Tartışmaya Açılıyor
Nevzat Yalçıntaş Hoca ayağa kalktı, izleyicileri selamladı ve çok alkış aldı. Gerçekten Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş kamuoyunda yeni anayasanın oluşmasına katkı için bu konudaki çalışmasını kitaplaştırarak da toplumun hizmetine sundu. Bu çalışmada Nevzat Yalçıntaş çok tartışılan “laiklik” yerine de yeni bir kelime bularak “dünyevilik” diyor. Gerçekten öyle. Azerbaycan Anayasası’nda laiklik yerine dünyevilik diye kullanılıyor. Laiklik kelimesinin anayasalarında yer alan batılı ülke sayısı da öyle fazla değil. İngiltere geleneklerle, ABD ise nerdeyse ikiyüzyıllık bir mini anayasa ile yönetiliyor.
Yeni anayasa konusunda bir de MÜSİAD ciddi bir çalışma yaptı benim bildiğim kadarıyla. İnternet sitelerine girerek bunlara ulaşmak da mümkün. Doç. Dr. Abdurrahman Eren başkanlığındaki heyet MÜSİAD’in görüşlerine açıklıyor. Buna göre; kazuistik değil, çerçeve bir anayasa, karmaşık değil basit bir sistematik anayasa, egemenliğin millete ait olduğunun vazgeçilmezliğini ve insan onuruna saygıyı öne çıkaran bir anayasa.
Görüşünü Belirtmeyen Şikayet de Edemez
Bu tür çalışmalar artmalı, görüşü ne olursa olsun herkes ve her kesim yeni anayasada ne görmek istiyorsa belirtmeli, TBMM’ne ulaştırmalı. Yahut görüşünü paylaştığı parti, meslek odası, sivil toplum kuruluşu, sendika ve örgütlere ulaştırmalı. En basiti ile bu anayasa kısa ve öz mü olmalı, yoksa uzun ve detaylı mı?
Sizin görüşünüz ne peki?

Sevgi Eğitimi – 5

Bir insanın mutlu olup olmadığını hem ruhsal hem de bedensel belirtilerden anlayabiliriz. Mutluluk gibi mutsuzluk da gerek bedensel gerekse ruhsal tepkilerle kendini açığa vurur.

Mutluluğun ruhsal belirtileri: Neşe, sevinç, esenlik duygusu, iç huzuru, kişinin kendisiyle, yaşadığı çevreyle, iş ve aile hayatıyla uyum içinde olması, olumlu düşünce, yaşama sevinci, iyimserlik, iyilik hissi.

Mutluluğun bedensel belirtileri: Canlı, zinde ve enerjik olabilme, hastalıklara ve ters giden olaylara rağmen yakınmama.

Mutsuzluğun ruhsal belirtileri: Gergin, sinirli, karamsar olma, sürekli halinden yakınma, başkalarını eleştirme, suçlama, neşesizlik, durgunluk, hiçbir şeyle yetinmeme, doyumsuzluk, suçluluk, eksiklik duygusu.

Mutsuzluğun bedensel belirtileri: Gerginlik, halsizlik, geçici ağrılar, yorgunluk, psikosomatik hastalıklar, unutkanlık, uykusuzluk, ağız kuruluğu, üşüme, titreme, diş gıcırdatma, gürültü, sese duyarlılık, çarpıntı, nefes darlığı hissi…(Tarhan, 2006, s.17).
İnsanoğlu sevme yeteneğini sevile sevile kazanır. Sevmeden önce sevilmeyi öğrenir. Sevilme duygusunu yeterince tatmamış bir insanın, başkalarını sevebilmesi de oldukça zor olmaktadır.

Bundan dolayı başta anne baba olmak üzere bütün büyüklerin ve eğitimcilerin küçüklerle olan münasebetlerinde gözetmeleri gereken temel esas, onlara gösterilecek sevgi ve şefkattir.

Büyüklerde takdir edilme ihtiyacı ne ise, çocuklarda da sevilme ve şefkat görme ihtiyacının aynı şey olduğu söylenebilir. Sevgi, çocuğun duygusal hayatının gelişmesi için gıdadan daha önemli bir faktördür.

Çocuğun ileriki yaşlarda birtakım ruhi bozukluklar göstermesi, ailesinden yeteri kadar sevgi ve ilgi görememesi, kötü muamelelere maruz kalması ile izah edilebilir( Tütüncü, s.270).

Sevgi konusunda başka bir gerçek daha vardır. O da sevilme gereksiniminin yaşam boyu sürdüğüdür. Sevgi, açlık ve susuzluk gibi sürekli doyurulmak isteyen bir duygudur.

Yaşamda sevgi boşluğunu dolduracak, onun yerine geçebilecek başka bir şey gösterilemez. Doğaldır ki, her çağda sevilme gereksinimi bir değildir. İlk yaştan başlayarak, anadan alınan sevgi gelişerek ve çevreye yayılarak zenginleşir; ama sevilme gereksinimi azalmadan, yalnız biçim değiştirerek sürüp gider( Yörükoğlu, 1979).
Nasıl tüm ağaçların güneşe, suya veya çevreden edinecekleri besinlere gereksinimleri varsa, tüm insanlar da kendi çevrelerinden edinecekleri güvenliğe, sevgiye ve statüye gereksinim duyarlar.
Bu nedenle eksikliğe güdülenmiş olan kişi çevresine karşı daha korkak olur, ne de olsa her an başarısız olup hayal kırıklığına uğrayabilecektir. Bu tip kaygılı bir bağımlılığın düşmanlığı da beslediğini biliyoruz. İnsanlık, insanın içine döküldüğü bir kalıp değildir. Çevrenin en büyük rolü, potansiyelini gerçekleştirmede kişiye yardımcı olmak ve onu bu yolda özgür bırakmaktır(Maslov, 2001).
Doğruluğa dayanan sevgi; seven kişiden kendini tümüyle ifade etmesini, seslendiği kişinin yüreğinin de her tür güvensizlikten uzak bir şekilde bunu paylaşmasını bekler (Nalbantoğlu, 2004).

Kefen

0

“…Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra, Peşte ve Belgrad’ta yenilmeseydi, Avusturya / Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.

“…Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş, ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, bir çok zekalar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.

“…Oysa bu güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin, en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir…” – Mustafa Kemal, 6 Mart 1922 – (Attila İlhan, Hangi Atatürk?, IX. Baskı, Mayıs 2011, s: 11-12)

X

Değerli okur! Bu alıntı, çok şeyler ifade ediyor. Osmanlı Devletinin; bin bir hile, desise ve  içimizdeki beyinsizler yüzünden; büyük savaşın hedefi yapılarak sahneden el çektirilmesiyle; Avrupa emperyalist devletleri ne çok şeyler kazandılar.

Enerji deposu Orta Doğu’nun göbeğine oturdular. Asıl amaç ve emellerini; rahatlarını kaçıracak yeni bir Türk Devleti’nin kurulamayacağı üzerine bina ettiler.

Türk’e kefen biçip, Anadolu’da bile hayat hakkı tanımak istemediler. Ve bunun için ellerinden geleni yaptılar. Yurdu dört bir yandan işgale uğrattılar. Anadolu’da sun’i ve yapay devletçiklerin tohum ve temellerini attılar.

Bütün bunlara rağmen Türk Milleti; Türkiye’nin her tarafında baş kaldırdı. İşgale karşı çıktı. “Ya İstiklal Ya Ölüm” dedi.

Bu arada Samsun’a bir vesile ile gönderilen Mustafa Kemal; siyasi dehasıyla, yurdun her tarafında parça parça oluşmuş olan vatan müdafaasını: “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” düşüncesiyle, bir komuta ve idare altında toplamasını bildi. Bu şuurla ve tüm komutanların da desteğiyle Milli Mücadele’nin başına geçti. Dört yıl süren destanımsı bir mücadeleden sonra düşmanları; vatanın harim-i ismetinde boğmayı başardı. Batılı emperyalist devletlerin rağmına; hukuken devam eden Osmanlı Devleti yerine Yeni Türkiye Cumhuriyetini elbirliği ile kurdular.

3567

Tüm hesapları boşa çıkan Batı; sinsi emellerinden tabii ki vazgeçmedi! Meydanda mağlup edemediği Türk Milleti’nin içine fesat tohumları ekerek, isyan kışkırtmalarında bulunarak, bu sefer Anadolu’yu içten fethetmenin arayışları içine girdi! Halen de bu menhus davasından ve iki yüzlü politikasından caymış değil!

Kardeşi kardeşe vurdurarak; İmparatorluktan elimizde kalan bir avuç Anadolu’da hayatı bizlere zehir etmeye devam ediyor!

Fakat ne yapsalar boş ve nafile
Türk Milleti yekvücut bir kafile

Evet, alıntıda belirtildiği gibi Avrupa’nın yükselişi Türkiye’nin alçalışına bağlı. Ama bunu tam manasıyla gerçekleştirecek bir Batılı babayiğit henüz doğmadı. İnşallah doğmayacak da.

Batı topu geri tepmeye başladı nihayet
Zihinleri karışan kardeşler aldı vaziyet

Batı’nın kanlı tuzaklarının varıldı farkına
Dokunmayın artık diyor bu halk feleğin çarkına

Bizler bu vatanda anca beraber kanca beraberiz
Hepimiz bu cennet vatan için birer gönüllü eriz

Evet Cumhuriyet Türkiyesi’nin varlık şifreleri
Alıntıda gösteriyor kendini ve daha neleri

Alıntının özü: Yükselirse şayet kefe’n
Olur sana umulmaz anda, beyaz bir kefen

 

 

Aile İçi Şiddet – 2

0

Yıllar öncesinde babam anlatmıştı

Bu vesile ile O’nu da saygı ve hürmetle yâd edeyim.

Tanıdığı ve sevdiği bir İŞ ADAMI zaman içerisinde iflas eder.

Her şeyini yitirir.

İş adamlığından işçiliğe

Villadan zemin katta kiracılığa düşer.

Bu durum kolay alışılabilecek hemen atlatılabilecek bir durum değil.

Ciddi manada intihar etmeyi düşünür

Bu esnada da kirasını ödeyip ailesini geçindirebilmek için bir başka yerde işçi olarak çalışmaya başlamıştır

Bu kadar bunalım içerisinde onu hayata bağlayan tek teselli kaynağı hanımıdır.

Hanımı her sabah işe giderken, koluna girer;

Üzülme Allah büyüktür

Bu günlerde geçer gibisinden beyini teselli ederek yola koyar.

İş dönüşü evin dışında karşılar koluna girer sohbet edip hal hatır sorarak eve kadar getirir

Günler aylar böyle geçer

Ciddi manada intihar etmeyi düşünen bey

Hanımının bu âlicenap davranışı sayesinde intihar etmekten vazgeçer

Bir müddet sonrada o bunalımdan kurtulur.

Hanımların zor günlerde eşlerine karşı böyle görevleri de olmalıdır.

Yoksa hırs tafra edip surat ekşiterek adamın beyninin etini yerseler

Hanımlar alınmasınlar ama kendilerinin de hangi kategoride olduğunu düşünsünler.

Kadın kısmı akıllı ve uyanık olacak. Her halu şartta erkeğini kendine ve evine bağlamasını bilecek.

HAYAT HER ZAMAN BAHAR OLMAZ.

BAZAN SONBAHAR

BAZANDA KIŞ OLUR

Size Hz Aişe (ranha) dan bir anekdot aktarayım.

Bir gün Hz Aişe peygamberimizle sohbet ederken

Peygamberimize

Ya Resulallah beni seviyor musun diye sorar?

Hz Peygamber Ya Aişe bu ne biçim soru elbette seviyorum cevabını verir.

Hz Aişe tekrar bana olan sevgini nasıl ifade edersin diye sorunca

Peygamberimiz sana olan sevgim ipe atılmış düğüm gibi cevabını verir.

Aradan bir müddet zaman geçer.

Yine bir gün Hz Aişe Peygamberimizle sohbet ederken sorar

Ya Resulallah düğüm ne âlemde düğüm

Peygamberimizde ilk günkü gibi taze ve sağlam cevabını verir

Bu aile elbette huzurlu olacaktır.

Bu aileyi örnek alan ailelerde huzurlu olacaktır

Saatlerce abuk subuk diziler seyredilip

Orada gördüklerini gerçek hayatmış gibi zanneder

Ve onlar gibi olmaya kalkışırsanız olacağı budur

Boşuna dememişler

Kılavuzu karga olanın

Burnu pislikten kurtulmaz

Unutmamak gerekir ki;

Hayat dizilerdeki gibi değil

Haberlerdeki gibidir

GDO’lu yâda çürük tohumlardan sağlıklı nesiller bekliyoruz

Ama görüldüğü gibi olmuyor işte.

Beyler evlerine girdikleri zaman hanımına ve çocuklarına selam verseler.

Hanımlar eve girince beyine ve çocuklarına selam verseler

Çocuklar eve girince anne babasına ve bir birlerine selam verseler

Oturup biraz muhabbet edip hal hatır sorsalar.

Halleşeler dertleşeler.

Yinede şu anki huzursuzluklar olur mu dersiniz?

Hanelerimizin huzur ve bereket dolması temennisiyle…

21. Asrın Başında İnsanların Huzursuzluğu

Yıl 2011 yirmibirinci asrın başındayız. Bu asrın çocukları olmakla övünüyoruz. Maddenin bütün sırlarını keşfettik, her şeyi faydaya, paraya tahvil ettik. Suya, beyaz kömüre siyah elmas dedik. Petrole de damarlarımızdaki kan dedik. Bunları enerjiye, ışığa harekete çevirdik.

Bu gün göklerde uçuyoruz. Aya yıldızlara ulaşmaya çalışıyoruz. Geçmişin mucizeleri hakikat oldu. Zaman ve mekândan kurtulamadıksa da ona hükmettik. Geceleyin gökyüzünde parlayan bize meçhul âlemlerin hayalini veren yıldızlar bile şimdi bilgimiz altındadır. Bu işle uğraşan âlimler bir düğmeye basmakla uzayda harekete geçiyor. Bütün bu teknolojiye rağmen, insanlarda huzur yok. Karanlıklar içindeyiz. Bu buhranlar, bu hüsranlar nereden geliyor bunun tek bir cevabı var her şeyi biliyoruz. Fakat kendimizi bilmiyoruz. İnsan denilen varlık meçhul olmakta devam ediyor.

Yunus Emre:

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin ya nice yaşamaktır.

İnsan denilen meçhulü tanımadan, kendimizi keşfetmeden evvel, bütün bu harici âleme ait bilgilerimiz bize ancak felaket getirmiştir. Çünkü hareket noktası olarak insan, insanlık alınmamıştır.  

“İnsan yeryüzünde Allahın halifesidir” diyen ve böylece bütün kâinatı insana, insanlığa doğru çeken görüşler bir tarafa atılmış hatta bu görüşlerle ortaçağ zihniyeti diye alay edilmiştir. Asrımızın buhranı geçirmekte olduğumuz bütün felaketler yapılan keşiflerin insanın mahiyeti insanlığın saadet ve huzuru düşünülmeden yapılmış olmasından ileri geliyor.

Hele bu keşiflerin menfaatçi insanların elinde ne hale geldiğini nasıl su istimal edildiğini beşeriyetin helakını nasıl hazırladığını biz 21. yüzyıl çocukları gözlerimizle gördük. Harp vasıtalarının tekâmülü atomun icadı ve bu büyük keşfin ilk olarak insanlığın yok edilmesi için nasıl kullanıldığını düşünürsek müspet ilmin gittikçe bir musibet ilim haline geldiğine inanmamak elimizden gelmez. Bu gün bir Atom bombası bir anda insanlığı yok ediyor.

Son zamanlarda Arap baharı diye adlandırılan fakat aslında o ülkeleri zapdetmek ve petrole hükmetmek için AB ve ABD’nin başlattığı bir sömürü savaşıdır. Bu savaşın başında da iktisadi sebepler gelir. Enerjinin enerjiye çevrilmesi için inkişaf eden, gelişen büyük sanayi üretimi artırdı. Avrupalılar ve ABD kolayca bol miktarda ürettikleri mamul eşyanın ham maddesini tedarik ve bu eşyayı satmak için pazarlar aradılar. AB devletleri arasında bu Pazar arama mal satma işi müstemlekeciliğe hız verdi ve binlerce kilometre uzakta Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine demokrasi getirme hevesi işgalleri doğurdu.

Böylece gittikçe dünyaya hükmetme ve dünyayı yönetme hevesleri kabaran büyük sanayileşmiş devletlerin yanında gittikçe enayileşen bir devletler gurubu daha doğrusu Devlet dahi kuramayacak kadar fakirleşen sefil insanlar kalabalığı meydana geldi. Asya’nın, Afrika’nın servetleri işgalciler tarafından AB’ye ve ABD’ye taşındı. İktisadi Kudretlerini kaybeden insanlar siyasi kudretlerini ve istiklallerini de kaybettiler. Birer müstemleke devlet haline geldiler. Dışarıda müstemlekeciliği, emperyalizmi körükleyen büyük endüstri hareketleri içeride amele- patron kavgalarına yol açtı. Şark milletlerini derisine kadar yüzen AB ve ABD bu suretle çaldıklarını yığdığı serveti yiyemedi.

Bu gün kıtalar üzerine çöken zifiri karanlık mağara devirlerinin karanlığından daha müthiştir. Etrafımızda parlayan ışıklar gecelerin gündüze dönüşü bu motor gürültüleri bu sonsuz sürat bu projektörler içimizdeki karanlığı aydınlatmaya yetmedi.

Medeniyet Akif’in dediği gibi “tek dişi kalmış bir canavardan ” farksız her gün Kuzey Afrika ve Orta Doğuda ki işgaller her gün iktisadi buhranlar kendi üye devletlerini de bitirmek üzere hükümetler istifa ile el değiştiriyor. Ekonomik kriz beklenmedik bir şekilde Avrupa’yı da kökünden sallıyor. Kıtalar kıtalara, milletler milletlere, insanlar insanlara girmiş herkes herkese düşman kimse kimseye inanmıyor. Herkes herkesten şikâyetçi. Devletler devletlerden, insanlar insanlardan, idare edilen idare edenlerden, amirler memurlardan, memurlar amirlerden, iktidar muhalefetten, muhalefet iktidardan, karı kocadan, koca karısından, hoca talebesinden, talebesi hocasından, babalar çocuklarından çocuklar babalarından, ev sahibi kiracıdan kiracı ev sahibinden, amele patrondan, patron ameleden şikayetçi.

İşin en feci tarafı yirmibirinci asrın insanı kendinden şikâyetçi kendi kendisiyle bir çıkmazın içinde. Ne kadar zengin olursak olalım, ne kadar yükselmiş bulursak bulunalım hepimiz halimizden şikâyetçiyiz. Şükür yok küfür çok kanaat yok ihanet çok aileler çekilmez bir endişe içinde içerde kızlar koca bekler, dışarıda orospu kovalar erkekler. Evlenme yok, eğlenme çok. Dünyanın hiçbir yerinde huzur kalmadı. Birlemiş Milletler ideali bir cennet hayali oldu. Orada kafa çekilir, nutuk çekilir, veto çekilir. Fakat bu dert çekilmez artık. Bu nutuklar, bu vetolar ancak gazetelerin işine yarar başka bir işe yaramaz.

Buhran! Buhran! Buhran! İçerde buhran dışarıda buhran insanlarda, milletlerde, ailelerde bizzat fertlerle kendi içimizde sonsuz buhran ve hüsran.

Eski bir söz vardır ” her yol Roma’ya çıkarmış” Roma’yı yıkan budur. Şimdi fakir devletlerde bütün yollar ABD’ ye ve Washington’a çıkıyor.

Bütün yollar Allah’a çıkmadıkça bütün insanlar Allah yolunda birleşmedikçe dünya huzura kavuşamaz. Bu sözde birleşmeler, antlaşmalar hep yalan hep boş bizi ve bütün insanları kol kol, yol yol ayıran nedir? İmansızlık, Allahsızlık Allah’a giden yollarımıza kim durdu? Bizi can evimizden kim vurdu?

Allahsızlar, imansızlar, Ahlaksızlar, maddeciler, menfaatçiler, mideciler, sömürgeciler bu mukaddes yolu servetler, şöhretler, apartmanlar bizzat kendimizin varlığı nefsimiz kesiyor tıkıyor. Nefsimizde dahil bütün bu şer kuvvetlerle mücadele etmedikçe Allahın ve Peygamberin dediği yoldan gitmedikçe kurtuluş yoktur, huzur yok, sulh ve selamet yoktur.

Müslüman Kıyafetli Frenk Bozmaları

0

1856 yılında neşredilen Islahat Fermanı ile birlikte Tanzimat hareketi yeni bir devresine girer. Çünkü bu Islahat Fermanı, devletin dayandığı prensipleri ikinci dereceye indirir ve yabancıların müdahalesine yol açar. Bu tarihten sonraki zamanı dolduran siyasî hadiselerin tümü, Islahat Fermanı’nın açık bıraktığı kapılardan girer. Ahmet Cevdet Paşa Tanzimat adı altında ‘yabancıların müdahalesine yol açan bu kararın’ mimarlarını ve taraftarlarını ‘Müslüman Kıyafetli Frenk Bozmaları‘, şeklinde adlandırır. Elbette ki siyasî mülahazaların bir uzantısı ve gereği olarak ben bu ifadeyi kullanmayacağım. Fakat bazı hususlara atıf yaparak tarihî bir uyarıda bulunacağım.

Tarihimizde bir yığın karışıklığı doğuran ve akabinde sert ideolojik ayrışmalara neden olan bu duruma atıf yapmamız boşuna değildir. Siyasî mülahazalarla gündeme taşınan şu sözlere dikkat ediniz: ‘Dersim hadiseleri Alevilik meselesinin bir parçasıdır.’ Bu sözü iktidarın bir siyasî temsilcisi Kerbela yasının tutulduğu günde söylüyor. Bu politik ifadenin çevirisi şudur: Devlet Alevileri katletmiştir. Bu ifade, açık bir tahriktir. Birlikte yaşamanın gereği olan bütün tarihî ve kültürel dokuyu parçalar. Tutunma noktalarını ve toplumsal bağları koparır. Bir politikacı niçin böyle bir ifade kullanıyor? Çünkü ‘Dersim hadiseleri konusunda farklı düşünenleri, iktidara yaslanarak elde ettikleri basın-yayın mahfillerinde haysiyetsizlikle suçlayan sömürgeci aydınlar var. Aşağılama ve hakaret o kadar keskinleşti ki Türkiye’nin Suriye’ye yönelik operasyonda rol kapma macerasını eleştirenleri ‘diktatörlerden yana’ olmakla suçlamaya dönüştü. Bu derin analizlerden esinlenen önemli bir siyasî aktör Almanya’da katıldığı bir törende sözü Suriye meselesine getirerek ‘biz zalimlerle yan yana duramayız’ sloganını patlatıyor. Bu mühim stratejik analizden etkilenen köşe yazarları Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı çıkanları zalim olmakla suçluyorlar. Basiretsizlikle, değişimi ve dönüşümü anlamamakla itham ediyorlar.

Söz konusu tablo karşısında insanın vicdanını sızlatan husus haksızlığı hak, esareti özgürlük kılıfı altında topluma yedirmektir. Şimdi iktidarın gölgesi altında akıllarına geleni vezinsiz-kafiyesiz sallayan zevata sormak gerekiyor. Karşımızda iki tablo var: (a) Irak, Libya, Suriye ve İran, (b) Fransa, ABD ve İtalya. (Bunlar icraatın görünen kısmı, yani en geniş anlamıyla Batı.’ Size göre Türkiye’nin görevi egemen güçlerle ittifak edip, Müslüman ülkelere müdahale etmeyi gerektiriyor. Bu nasıl bir mantık? Böyle bir mantığın ne siyasî tarihte ne kültürel hafızada ne de dinde yeri var. Bunun adı egemen güçlerin ürettiği bir operasyonun gönüllü parçası olmaktır.

Birinci tablodaki ülke liderlerinin diktatör olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Fakat asıl soru şudur: ABD ve AB ülkeleri sizin nazarınızda hangi tarihten itibaren adaletin ve özgürlüğün temsilcisi oldular? Sizler, değiştikten sonra, değil mi? Peki birileri, sizlerin değişmeden önceki sözlerinizi söylüyor diye bu kadar ağır ifadeleri kullanmanızın nedeni nedir? Vicdan azabı mıdır? Yoksa dış güçlerin müdahalesine açtığınız kapıyı insanların giderek fark etmesi midir? Hangisi? İsterseniz daha açık soralım: Sadece Afganistan ve Irak’ta ırzına geçilen ve öldürülen çocukların sayısını biliyor musunuz? Eğer bilmiyorsanız yazık, biliyorsanız ‘bu tabloyu’ sizce hangi kitabın sunduğu esaslar meşrulaştırabilir? Çok sevdiğiniz AB değerleri bu kiri, temizlemeye yeter mi?

Siyasî geçmişimizde AP ve ANAP gibi partileri IMF, NATO ve AB ile olan ilişkileri nedeniyle İslâm’ın düz kâfirler için bile kullanmadığı sözlerle itham edenler sizlerdiniz. Sizin gibi düşünmeyenleri kâfir, münafık ve ‘gâvur âşıkları’ şeklinde damgalama geleneği size aittir. Milletin dini algısını istismar ederek oy devşirip iktidar olan da sizlersiniz. AB’ne karşı İslâm Birliği edebiyatı yaparak bu günlere gelmediniz mi? Dün bu sözleri söyleyenlerin bugün ‘ekonomik çöküntü yaşayan birliğe kim girmek ister. Bizim için önemli olan AB’nin değerleridir’ deme noktasına gelmiş olması üzerinde durulmaya değer bir konu değil midir? Yenişehirli Avni Bey’in “Ol mertebe Leylâsına meftun idi kim / Mevlâ diyecek mahalde Leyla der idi‘ deyişi gereğince ‘Allah diyecek yerde, AB ve ABD’ deme noktasına gelen bir algının siyasî ve kültürel dildeki karşılığı nedir?

Sizin gibi düşünmeyenleri iktidarın diline yaslanarak aşağılama yerine Türkiye’nin bu süreçte nasıl bir operasyonun parçası yapılmak istendiği üzerinde biraz düşünün. İsterseniz düşünmenize kılavuzluk edecek bir açılım yapalım: Batılı güçlerin müttefiki olarak sizce ‘Jeo Biden hangi sebeplere binaen şirinlik yapıyor?’ ‘Suriye’ye egemen emperyalist güçlerle birlikte yapılacak operasyon hangi aşamada’? ‘Jeo Biden ile konuşulan operasyonda Türkiye hangi görevleri yerine getirdi, hangi görevleri üstlendi?’ Şimdilik bu sorular üzerinde düşünün!!! Aklınıza geldiği gibi başkalarını ‘zalim, diktatörlerden yana’ gibi etiketlerle yaftalamayınız. Aksi takdirde birisi kalkar bütün baskıcı politikalarınıza rağmen sizleri ‘Müslüman Kıyafetli Frenk Bozmaları’ şeklinde niteler. Benden söylemesi!!!