23.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1077

Selçuk Arslan’ın Ev Sahipliğinde Mükellef Dost Meclisi

0

Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkan Yardımcısı Eczacı Selçuk Arslan, Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı ile birlikte bazı Kocaeli Aydınlar Ocağı mensuplarını Bahçecik’deki evinde ağırladı.

(Öncelikle kelimenin manasını bilemeyecek olanlar için mükellef kelimesinin “eksiksiz, kusursuz, itina ile hazırlanılmış” anlamında kullanıldığını ifade etmek istiyorum.)       

Bundan bir hafta kadar önce Ocak Genel Sekreteri Hasan Uzunhasanoğlu telefon ederek Musa Ağabey, 11 Aralık 2011 Pazar günü öğleden sonra Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu, Ocak Başkan Yardımcımız Selçuk Arslan Beyin evine geliyor, siz de davetlisiniz dedi. Usulden olduğu üzere, davete başka kimlerin geleceğini sormadım. Zira daha önceki tecrübelerimden bildiğim üzere böylesi daha güzel, daha hoş oluyordu. Yalnız şu hususu iyi biliyordum ki bu davette Ocak Başkanı olarak Ruhittin Sönmez Beyin mutlaka bulunması lazım gelirdi.

Bu itibarla, kimlerin geleceğini bilmeden Pazar gününe kadar bekledim. Öğleden önce Ruhittin Beye telefon ederek Selçuk Beyin davetine ne zaman ve nasıl gidiyoruz diye sorduğumda, saat 14.00 sıralarında orada olmamız icabediyor dedi. Yapılan konuşma neticesinde Bahçecik’te saat 14.00 de olabilmek için İzmit’ten saat 13.35 de hareket etmeye ve tespit edilen bu saatte Ruhittin Beyi ve Eşi Dr. Gülden Hanımı evlerinin önünden alarak Bahçecik’e beraber gitmeye karar verdik. Alınan bu karar gereğince ben, eşim Reyhan ile beraber arabaya binerek saat tam 13.34 te Ruhittin Beyin evlerinin önüne vardığımızda, Ruhittin Beyi Gülden Hanım ile beraber sitenin önünde beklemekte olduğunu gördük. Tabii ki randevu saatine gösterilen bu hassasiyet takdire şayan bir durum arz ediyordu. Arabaya bindikten sonra Ruhittin Beye, “Rahmetli Mehmet Akif Ersoy‘un randevu hassasiyetini iyi biliyorsunuz” deyince, gülümseyerek “hem de çok iyi biliyorum, keşke bütün insanlarımız Mehmet Akif’in randevu hususunda göstermiş olduğu hassasiyeti bilseler ve riayet edebilseler ne güzel olur” diye cevap verdi.  Dr. Gülden Hanım da bu temenniye canı gönülden iştirak ettiğini ifade etti.

Bu minval üzere Bahçecik’e müteveccihen hareket ettik ve tam saat 14.00 de Eczacı Selçuk Arslan Beyin evine vasıl olduk. Eve varınca kapıda Selçuk Bey ve Eşi Gül Hanım bizi gayet samimi bir şekilde karşıladı. Ev sahiplerini selamladıktan sonra içeri girdiğimizde bizden önce sadece Ziraat Müh. Hasan Uzunhasanoğlu ile eşi Emine Hanımın gelmiş olduğunu gördük. Sonradan anladık ki onlar ev sahibine yardımcı olmak gayesi ile erken gelmişler.

Eve girdimizde gördüğümüz manzara, Selçuk Beyin misafirleri için çok esaslı bir hazırlık yaptığını gösteriyordu. Zira masaların üzeri ancak beş yıldızlı otellerde görülebilecek çok güzel yiyecek çeşitleri ile donatılmış, hatta öyle ki içerideki masalara sığmayan, üzerleri fındık, ceviz ve kırmızı nar taneleri ile süslenmiş aşure kâseleri balkondaki masalara sıra sıra dizilmişti.

Bu şekilde biz salonda sohbet edip beklerken bir taraftan da kimlerin geleceğini merakla bekliyorduk. Nitekim biraz sonra Ocak İlim İstişare Kurulu Başkan Vekili Ahsen Okyar ve eşi Nursel Hanım,  Emekli İl Müftüsü Hikmet Kutlu ve eşi Rabia Hanım ile Rabia Hanımın annesi Hatice Güven Hanım teşrif ettiler. Onların arkasından da Endüstri Müh. Mustafa Toka ve Eşi Halime Hanım geldi. Bu arada Rahmetli Dr. Şefik Postalcıoğlu’nun Eşi Zeynep Hanım ile kızı Merve Hanımın da geldiği görüldü.  Böylece salon yavaş yavaş dolmaya başlamıştı ki, Adapazarı’ndan da Sakarya Ocak Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu ve Eşi Emel Hanımın geldiğini haber verdiler. Onları karşılayıp salona aldıktan sonra herhalde gelecek misafirler tamamlanmıştır düşüncesiyle, “başka gelecek var mı” diye sordum. Verilen cevapta sadece Yalova Üniversitesi Öğretim Üyesi Yunus Özen ve ailesinin eksik olduğunu söylediler. Hasan Uzunhasanoğlu’nun yaptığı telefon görüşmeleri neticesinde ise Yunus Özen Beyin biraz geçikebileceği anlaşıldı. Bu arada biz de, Emekli Müftümüz Hikmet Kutlu Beyin imamlığında cemaat halinde ikindi namazını kıldık.

Bundan sonra herhalde yemek için masalara otururuz diye düşünüyordum.  Çünkü geldiğimiz zamandan beri karşılıklı olarak yemekler bize, bizde yemeklere bakıyorduk. Fakat düşündüğüm gibi olmadı. Zira tam bu sırada Sakarya’dan gelen misafirimiz M. Kemal Cerrahoğlu’nun kollarını sıvayıp ellerine eldiven geçirdiğini gördük. “Hayrola Mustafa Bey ne yapıyorsunuz” dediğimizde, “çiğ köfte yapacağım, bunun için leğenimi bile getirdim” deyip hemen işe koyuldu. Çiğ köfte yapımında katkı maddesi olarak kullanılan baharat ve diğer malzemelerin leğene konulmasında Hasan Uzunhasanoğlu yardımcı oldu. Çiğ köfte yapımı aşağı yukarı bir saate yakın sürdü. Mustafa Bey bir hayli yorulmuştu. Sonunda Mustafa Bey işini başarı ile tamamlamış olmanın mutluluğu içinde yapmış olduğu çiğ köfteden hepimize birer parça ikram etti. Hakikaten harika bir şey olmuştu. Hepimiz memnuniyetimizi ifade ettik.  Öyle tahmin ediyorum ki, bizim memnuniyetimizi ifade etmemiz Mustafa Beyin bütün yorgunluğunu gidermeye yetmişti.  Bu arada Yunus Özen Bey de geldi. Fakat Yunus Bey tek olarak gelmişti.

Nihayet saat 16.30 sıralarında yemeğe oturuldu. Birbirinden nefis yemekleri yedikçe bütün arkadaşlar her şeyin çok mükemmel olduğunu ifade ettiler. Yemek esnasında servislerin aksamadan yapılmasında gerek Hasan Uzunhasanoğlu’nun ve gerekse Yunus Özen Beyin takdire şayan hizmetlerinin olduğu görüldü. Hanımlar kısmında da hiçbir şeyin aksamaması için Hasan Beyin eşi Emine Hanımın da canla başla gayret ettiğini müşahede ettik. Yemekten sonra da meyve, tatlı ve çay ikramı başladı. Bu fasılda yapılan ikram ile alakalı olarak şu kadarını ifade edeyim ki, ikram arasında sadece yok yoktu.

Yemeklerin yenilip, diğer ikramların yapılmasından sonra misafirliğin sohbet kısmı başladı. Sohbet esnasında Emekli Müftü Hikmet Kutlu Bey Müftülük yapmış olduğu yerlerde yaşayıp gördüğü bazı enteresan hadiseleri o tatlı üslubuyla bizlere anlattı. Müftü Beyin anlattıklarını hem keyif alarak dinledik hem de bazılarından da kendimize göre ders çıkardık.  Bu arada dini konularda bilmediğimiz veyahut da bildiğimizi zannedip tereddüt ettiğimiz hususlar hakkında emekli Müftümüze birtakım sorular sorduk ve tatmin edici cevaplar aldık. Bu sebeple, öğrenmenin yaşı yoktur prensibi gereğince bazı faydalı yeni bilgiler öğrenme imkanı bulduk. Bir ara söz Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti‘den açıldı. Arkadaşların bir kısmı Rahmetli Serdengeçti ile alakalı bazı hatıralar anlattı. Bu arada herkes tarafından çok sevildiği anlaşılan Serdengeçti’nin “idareten Antalya’ya, ticareten Konya’ya bağlı olan” Akseki’li olduğunu öğrenmiş olduk. Allah Rahmet etsin, mekânı Cennet olsun. Âmin…

Sohbetin sonlarına doğru konu Aydınlar Ocağı Derneklerinin 2012 Mayıs Ayında Kütahya’da yapacağı 38. Şura gündeme geldi. Yapılan konuşmalardan Şuranın yapılacağı yer olarak Kütahya’nın seçilmiş olmasının isabetli olduğu ifade edildi. Bu arada Selçuk Bey, Kütahya da bir akşam ki program bana ait dedi. Bir akşama da Hasan Uzunhasanoğlu sahip çıktı. Arkadaşlar sevinç ifadesi olarak “ah ne güzel” derken,  Mustafa Toka Bey de “hanımları gezdirmek de bana ait” dedi. Mustafa Beyin bu teklifine hep beraber gülüştük. Çünkü Aydınlar Ocağı Derneği olarak yapmış olduğumuz bütün gezilerde hanımları gezdirmenin zaten Mustafa Beyin asli görevi olduğunu hepimiz biliyorduk. Hep beraber gülüşmemizin sebebi bu idi. Bize göre Mustafa Toka Bey bir nevi malumu ilan etmişti.

Bu tatlı sohbet devam ederken saatin 20.00 ye yaklaşmakta olduğunu fark ettik. Ayrıca Ahsen Okyar Bey de daha buradan sonra Kandıra da bir düğün programına iştirak edeceklerini söyleyince hep beraber kalkmaya karar verdik. Kalkmadan önce Emekli Müftümüz Hikmet Bey çok güzel bir kapanış duası yaptı. Yapılan duaya hep beraber canı gönülden âmin dedik. Çıkmadan önce tek tek vedalaşmak suretiyle dış kapıya doğru yürüdük. Kapının önünde bizi bir sürpriz bekliyordu. Çünkü Selçuk Bey kapıdan çıkan herkesin eline içi dolu bir poşet veriyordu. Bunun ne olduğunu sorduğumuzda, bunun eski bir geleneğimize göre “diş kirası” olduğunu söyledi. Poşetin içine baktığımızda ise içinde Cennet Hurmasının olduğunu gördük. Meğer bu nefis iri hurmalar Selçuk Beyin kendi bahçesinde yetişiyormuş. Bu husus hakikaten tam bir sürpriz oldu.

Diş kiralarımızı da aldıktan sonra, Sakarya’dan gelen misafirleri uğurladık. Ardından da bize güzel bir ev sahipliği yapan Selçuk Arslan Bey ve Eşi Gül Hanıma veda etmek suretiyle evlerimize gitmek üzere Bahçecik’den ayrıldık. Böylece Kocaeli Aydınlar ocağı mensuplarının bir ev ziyareti daha tamamlanmış oldu. Darısı bundan sonra yapılacak ziyaretlere temennisiyle bütün okuyucularıma hayırlı günler niyaz ederim.

İslam’da Tevekkül Anlayışı

Tevekkül, sözlükte “vekil kılmak, başkasına havale etmek, dayanmak ve güvenmek” manalarına gelmektedir. Dinî anlamı ise; “her hususta Allah’a güvenmek, dayanmak, O’na teslim olmak ve işlerini Allah’a havale etmek” demektir.

Allah’a tevekkül; Cenab-ı Allah’ın en büyük yardımcı olduğuna, emeklerimizi boşa çıkarmayacağına, sevabımızı, ücretimizi tam vereceğine, duaları kabul edeceğine, âdil olduğuna ve haksızlık etmeyeceğine inanmak ve güvenmektir. Tevekkül, çalışmadan, sebeplere sarılmadan işi Allah’a havale etmek değildir. İnsan her ne iş yapıyorsa yapsın, o işini kurallarına uygun olarak yapacak, çalışacak, sabredecek, Allah’tan başarısı için yardım isteyecek ve Allah’ın kendisini muvaffak kılacağına itimat edecektir. Bu husus, Ankebût sûresinin 58-59. ayetlerinde açıkça ifade edilmiştir. “Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve Rablerine tevekkül ederler.” Buna göre, çalışma, sabır ve tevekkül birlikte olmalıdır. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay. S. 658)

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, Allah’a tevekkülün olgun mü’minin niteliklerinden olduğunu bildirmektedir: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 8/2) Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yetmiş bin kişinin hesap vermeden ve azap görmeden cennete gireceğini haber vermiş,  bunların arasında Rablerine tevekkül edenlerin de bulunduğunu bildirmiştir. (Müslim, İman, 94)

Yüce Allah, “(Ey Muhammed) bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et (O’na dayanıp, güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/159) buyurarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’e her zaman Allah’a dayanıp güvenmesini emretmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) her zaman Allah’a hakkıyla tevekkül etmiştir. Hayatı boyunca birçok sıkıntı ve musibete uğramış, müşriklerin sayısız saldırısına maruz kalmış, ama hiçbir zaman zerre miktarı korkuya, endişe ve ümitsizliğe kapılmamıştır. Hicret esnasında sığındıkları Sevr  Mağarasında, müşriklerin yaklaşması üzerine yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir (r.a.) endişelenir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) büyük bir tevekkül ve teslimiyet örneği göstererek, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) buyurmuştur.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) evinden çıkarken her defasında şöyle dua etmiştir: “Allah’ın ismine sığınıyor ve Allah’a tevekkül ediyorum. Allahım! Doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kaymaktan ve kaydırılmış olmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlığa uğramaktan sana sığınırım.” (Tirmizî, Daavât, 35)

Tevekkül konusu bazen yanlış anlaşılmakta, kendi üzerimize düşen vazifeleri yapmadan ve hiçbir emek sarfetmeden her şeye kolayca sahip olacağımızı sanmaktayız. Halbuki Kur’an-ı Kerim, insanın kendisine düşen görevleri yaptıktan yani önce istişarede bulunup gerekli tedbirleri aldıktan sonra sonucu Allah’a bırakmasını ve O’na inanıp güvenmesini istemektedir. Hiçbir şey yapmadan, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeden işleri Allah’a havale etmek doğru değildir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) tevekkül konusunda kuşları örnek vererek şöyle buyuruyor: “Sizler Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz (sabahleyin yuvasından) aç olarak gidip (akşamleyin) tok olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi Allah sizi de rızıklandırırdı.” (Tirmizî, Zühd, 33)

Allah’a karşı tam bir iman ve güven duygusuna sahip olan bir mü’min başına gelen bela ve musibetlerden dolayı hiç bir zaman endişeye kapılmaz, ümitsizliğe düşmez. Çünkü Müslüman, “De ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler” (Tevbe, 9/51) ayetinde buyrulduğu gibi başına gelenlerden Yüce Allah’ın haberdar olduğuna inanır ve Ona güvenir. Yine o, bir sıkıntıya maruz kaldığında, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmrân 3/173) buyrulduğu gibi Allah’a dayanıp güvenmekle huzur bulur.

Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin Allah’a tevekkül etmeleri emredilmiş ve tevekkül etmenin imanın bir gereği olduğu belirtilmiştir: “Mutlak güç sahibi, çok merhametli olan Allah’a tevekkül et” (Şu’arâ, 26/217), “…Eğer mü’minler iseniz yalnızca Allah’a tevekkül edin.” (Mâide, 5/23) Öyleyse biz Müslümanlar, üzerimize düşen görevlerle ilgili çok çalışmalı; ancak bizi yaratan, yaşatan, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’a güvenmeli, O’na tevekkül etmeliyiz.

Gazete

                                 Gazete deyip de geçmeyin.

                                 Onun yeri bambaşka deyin.

 

                                 Ne Radyo’dur benzeri, ne de Televizyon;

                                 Gazete gibi, veremezler gerçek vizyon.

 

                                 Dünyaya açılan, kapanmaz bir pencere.

                                 Onsuz hayat, inan, çekilmez bir cendere

 

                                 Ekmek su gibi insan ona muhtaç.

                                 Durma, sayfalarını habire aç.

 

                                 Nasıl ki, her sabah yeniden kurulur Dünya.

                                 Açılır önünde daim haberden bir derya

 

                                 Kopar iç sayfalardan derin canhıraş bir vaveyla.

                                 Yedi iklim dört bucak, gezdirir hem şehir hem yayla.

 

                                Eder insanı sanki dertlilerle hem-dert,

                                Olur insan; insana merhametle cömert.

                                

 

                                Ta, kılar dört bir tarafından şu Dünya’nın,

                                Haberin olur, ne halde Güneş’in Ay’ın.

 

                               “İnsanım, insani olan şeye değilim yabancı!”

                                Dünya oldu hep, insanların konup göçtüğü hancı.

 

                                İşte Gazete böyle bir yerde;

                                Sanki derman oluyor her derde.

 

                                Haberdar ederek çok insanı; insandan.

                                Kattıkça katıyor insana ömür, candan.

 

                                Denmiş: “Ekmeksiz yaşarım. Hürriyetsiz asla.”

                                Güzel Gazete: Bilgiç kılar insanı asra.

 

                                Bilgisiz de yaşamaz insan, inanın!

                                Bilgiyle farkına varır insan, aan’ın.

 

                                Gazete usanmaz hizmetkar, insana.

                                Serer Dünya’yı önüne, sunar sana.

 

1490

 

 

                                Oturmuşken koltuğa iyice,

                                Bir bardak çay da varsa elinde.

 

                                İşte o insanın, sakın değmeyin keyfine;

                                Yaşamak için bu duyguyu, koşar evine.

 

                                Der demez, gelelim artık saded denen yola.

                                İstenen örnek bir gazete acep var m’ola?

 

                                Var m’ola Türkiye’de, hiç böyle bir gazete?

                                Varsa, buyurun gidelim onu ziyarete:

 

                                “Önce Vatan” diye olmalı sayfalar dop dolu.

                                 Gidişatı; daima takip etmeli, Hak Yolu.

 

                                 Çok mükemmel, güzel bir gazete;

                                 Etmeli hizmet Cumhuriyet’e.

 

                                 Sahip çıkmalı, Vatan’a Millet’e.

                                 Göz yummasın, yapılan eziyete.

 

                                 Her sayfasında görülmeli ciddiyet.

                                 Sahibinden hediye, güzel bir niyet.

 

                                 İnsanlara göstermeli samimiyet;

                                 Kazandırmalı onlara çok keyfiyet.

 

                                  İnce uzun yolda şiar: “Önce Vatan”

                                  Böyle olur ancak, ömre ömür katan

 

                                  Düşmeli mütevazice Basın’da bir yola.

                                  Emin adımlarla ilerlemeli, kol kola.

 

                                  Önünde, varsa da birçok tehlikeli engel!

                                  Atmak isteyen varsa da, ayağına çengel!

 

                                  Hiç dönmemeli yolundan, diyerek hep: “Önce Vatan”

                                  Atmalı Sahib’in kalbi daima ille de Vatan

Türkman Ekradı – Ekrad Türkmanı

0

Sayın Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü’nde “Arşiv Ayırma Kurulu”ndaki on beş yıllık çalışması sırasında, çeşitli belge ve defterleri titizlikle araştırması ve incelemesi sonunda (Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA OYMAK, AŞİRET VE CEMAATLAR) adlı dev bir eser meydana getirmiştir.

Bu eserde, Orta Asya’dan  Anadolu’ya uzanan ve yüzyıllar boyunca süregelen  İmparatorluk içinde, değişik bölgelere yayılan Türk soyunun binlerce oymak, aşiret ve cemaatlarını ( 7230 kadar…) incelemiştir. (Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA OYMAK, AŞİRET VE CEMAATLAR, Cevdet Türkay, İstanbul – 1979, s.7)

Belgelerde geçen Türkman Ekradı / Türkmen Kürtleri / Konar – Göçer Türkmanı / Türkman Taifesi ve Ekrad Türkmanı / Kürt Türkmeni deyimleri (Hüccet – i zahriyye, D – BŞM – 1144 ve Mühimme Defteri No. 124, Sayfa: 51) dikkatini çeker.

Kanaatine göre, Türkman ve Ekrad deyimleri aynı anlamda kullanılmaktadır. Yani, Türkman da Ekrad da Oğuz Türkleri demek oluyor. Oğuz Türkleri’ne ise “TÜRKMEN” adı verildiği tarihen sabittir, diyor. “KÜRD” kelimesinin de, Türkçe olup, kar yığını demek olan “Çığ” anlamına geldiğini belirtiyor. (a.g.e. s. 7)

Nitekim, “Kürd, Kürdi, Kürdler nam-ı diğer Murtana aşireti veya cemaatı, Çankırı, Adana, Teke (Antalya) ve İçel bölgelerinde yerleşmiş olup, Yörük ve Türkmen Kürdlerindendir. Yine, İçel ve Maraş bölgelerinde yerleşen Kürdcü cemaatı da, Türkmen taifesindendir. Karacakürd, Karakürd adlarıyla geçen cemaat da, Kayseri, Sivas,…Adana ve Saruhan (Manisa) bölgelerinde yerleşmiş olup, Konar – Göçer Bozulus Türkmenlerindendir. Yani, adı Kürd ve Kürmanc olan aşiret veya cemaat bile Türkmen / Oğuz Türklerindendir.” (a.g.e. s. 15-16)

X

Hepimiz insan olarak birbirimizin kardeşiyiz. Bilhassa aynı dinin mensupları olarak yine birbirimizin kardeşi sayılırız. Böyle olmamız hasebiyle, bütün bunlardan anlıyoruz ki, bu devletin, bu milletin nazarında ha Türk ha Kürd veya bir başka ırktan oluş fark etmez. Ve zaten tarih boyunca etmemiş.

Bu fark ediş o kadar manasızdır ki, çok görmüşümdür, mesela adam Türk, kendini Kürd zannediyor. Adam Kürd, kendini Türk sanıyor. Demek her ikisinin de iddiası, ancak Levh – i Mahfuza bakmak suretiyle kesinlik kazanabilir. Kimin ne olduğu, ancak bu şekilde anlaşılır. Öyleyse bu hususlar birlik ve beraberliğimize engel teşkil etmemeli ve zaten etmiyor.

Hakikaten bu vatanda hiç kimse, hayatının hiçbir safhasında, resmi veya gayri resmi münasebetlerinde, ne kendisine ırkını hatırlatacak, ne de başkasının ırkını kendisi bilmesi gerekecek bir durumla asla karşılaşmamaktadır. Hayatının geri kalan kısmında da, karşılaşması mümkün değildir. Zaten doğru olan da budur.

X

Ayrıca, lisanımızda kürdi, kürdi hotoz gibi kelimelerin kullanılması ve Klasik Türk Musikisi’nde kürdi, kürdi-aşiran, kürdili çargah ve kürdili hicazkar makamlarının yer alması da, bu millet ve bu devletin her hangi bir ırk kompleksi içinde olmadığını göstermektedir.

Emekli Olunca Konuşuyorlar

Emekli olunca konuşan, KAMU GÖREVLİLERİNİ kesinlikle hoş karşılamıyorum. Utanmıyorlar da, televizyonda, gazetelerde boy gösteriyorlar ve çalışırken gık çıkaramadıkları konularda ahkam kesiyorlar.

Sadece ayıplamıyorum, komik buluyorum. Kişilik zafiyeti olarak yorumluyorum.

Sen çalışırken, her şeye boyun eğeceksin, hatta gereğinden fazla KRALCI olacaksın, sonra bir gün ipini koparmışçasına bağırıp çağıracaksın.

Hem de bunlar kimler biliyor musunuz,  En Üst Düzeyde Görev Yapmış, çok saygın makamları işgal etmiş insanlar.

Bir  Üst Subay,  şimdi tutmuş,  Asker, Stratejiden, Savunma ve Yönetim Zafiyetinden filan bahsediyor. 

Bir  üst düzey YARGI MENSUBU, nasıl haykırıyor, YARGI BAĞIMSIZ DEĞİL, Önce YARGI BAĞIMSIZ OLMALI.

Peki sormaz mısın, sen de bağımlı mı çalıştın? Verdiğin kararların objektifliğine ben nasıl güveneyim şimdi.  Eee kendin söylüyorsun, BAĞIMSIZ DEĞİLİZ diye… Bu ne demek BAĞIMLIYIZ Demek, Ben de bağımlı olarak, baskı altında karar verdim, demek.

İşte biz bunu yapmadık, gücümüzün yettiği kadar haykırdık, görevden alınma pahasına, Yüksek Emekli Maaşından da mahrum kalma pahasına..

Hem kimlere haykırdık; MİLLETVEKİLİNE BAKAN’a, BAŞBAKAN’a CUMHURBAŞKANI’na haykırdık.

Ve şimdi senden farklı olarak ta, şunu söylüyoruz;

EVET, KAMU YÖNETİMİNDE BİR SÜRÜ AKSAKLIK VARDIR, MENFAAT BEKLENTİSİ VARDIR.  BECERİKSİZLİK VARDIR. VE BİZ BUNLARLA MÜCADELE ETTİK. GÖREVDEYKEN BUNLARA KARŞI ÇIKTIK.  VE AYRILINCA HİÇ KONUŞMADIK.

Büyükelçiler konuşuyor, DEVLET Politikasından, Dünya Stratejilerinden dem vuruyorlar. Büyük Devletlerin Büyük Politikalarını ortaya koyuyor ve onu irdeliyorlar. Karşı Politikalardan dem vuruyorlar.

Siz bunların hangisini Devletinize önerdiniz?  Siz bunların hangisini uyguladınız, Hangi uygulayamadığınız Politikalar için hayıflandınız ve bunun için Devletinize Raporlar yazdınız. 

Haa, bunları yapanlar da vardı. Büyükelçilikte olduğu halde; BURADA YOK Efendim.. Dedirten,  Eş Dost ağırlayan, ama Devlet ve Millet adına hiçbir zahmete katlanmayan, hatta Temsilcilik Binasına BAYRAĞIMIZI ASMAYAN ve gerekçe olarak da Ermeni Terörünü gösterenler vardı.  (1994’te bu durumu  Chikago’da gözlerimle gördüm.)

Ama bunun yanında son derce saygın elçilerimiz de vardı. Rahmetli Metin GÖKER’i saygı ve Rahmetle anıyorum.  Bişkek’te bütün diğer Elçiliklerin Örnek aldığı gıpta ettiği bir babacan Büyükelçiydi o. Sivil resmi, o kapıdan giren herkes sorunlarına çare bulunmadan ayrılmazdı.  (“Aslında ZOR Değil isimli kitabımızda yazdık, bir gün Türk ve Japon İş Adamları ve Yöneticiler Grubu ile Kırgızistan Cumhurbaşkanını ziyaret programımıza bizi götürmek üzere gelen Otobüsün Direksiyonunda Büyükelçi Metin GÖKER’in bizzat kendisini görünce şaşırmıştık. Meğer Otobüs Şoförü gelmemiş gecikmişti ve Metin Göker, bir skandalı önlemek uğruna bizzat kendisi direksiyona geçmiş ve Başkente 20 kilometre uzaktaki konaklama yerine kendisi gelmiş ve aynı şekilde Otobüsle Cumhurbaşkanlığı Binasına Kadar da bizzat O götürmüştü.

Ama o, Emekli olunca hiç konuşmadı, o kadar konuşmadı ki; kimbilir ne duygular içinde hayatını İntiharla noktaladı. Ama şimdi onu saygıyla anıyorum.

Şimdi, Televizyonlarda, bunları;  sizin de bildiğiniz her gün gördüğünüz simaları dinlerken ibret alınacak hallerinden tiksiniyorum. Devletim adına da üzülüyorum.  Siz görev başında sessiz kalın, durumu rahatlıkla kabullenin, gizli gizli konuşun, ya da konuşamıyorsanız kabul etmediğiniz ama uygulamak zorunda kaldığınız şeyler için ezilin, ezilin.. Sessiz kalın ve şimdi konuşun.

Belkide el altından, karanlıklardan konuşarak, Devleti Yıkmak için teşkilatlanmış odaklara da alet olun.  Belki bunun bile farkında değilsiniz. Yazıklar olsun.. 

 

Aile İçi Şiddete Çözüm

0

Sebeplere inmeyip sadece sonuçları konuşmak hiçbir sorunu çözmez.
Bu konuya dönmek üzere bir nokta koyalım.
Dinimizin kadına bakışına bir göz atalım.
Peygamber (sav) bir hadisinde:
“Sizin en hayırlınız hanımına iyi davrananızdır…”
Başka bir hadisinde:
“Cennet annelerin ayaklar altındadır”
Bir başka hadisinde:
Kime iyilik edeyim diye soran bir sahabeye
Annene
Sonra kime iyilik edeyim diye sorunca
Yine annene
Sonra kime iyilik edeyim diye sorunca
Yine annene
Dördüncü sefer aynı soruyu tekrarlayınca
Babana cevabını verir.
Bu anlayış
Cahiliye döneminde hiç bir hakka sahip olmayan kadına İslam’ın bakış açısıdır.
Cennet anaların ayakları altına konulacak kadar kadına değer veriliyor
Ama dikkat ediniz
Kadına bu kadar değer verirken
Allahu Teâlâ Melekleri Âdem’e secde ettiriyor.
Yani bir erkeğe secde etmelerini emrediyor
Havva’ya değil
Yanı kadına hak ettiği değeri verilirken erkekte ihmal edilmiyor.
Aile içerisinde hanıma elbette ki hak ettiği değer verilmeli.
Aynı değeri hatta daha fazlasını kadında erkeğe göstermeli
Âdem’e kim secde etmeyerek saygısızlık etmişti?
Diye sorsam yanlış anlaşılır mı acaba?
İnsanlarda iyi niyetli olsun yanlış anlamasınlar
Elbette şeytan ruhlu erkek ve şeytan ruhlu kadınlar olacaktır
Olmasaydı bu şiddette olmazdı
Fakat bu inancın mensuplarına yakışan
Yukarıda yazılanlara uygun hareket etmektir.
Bir kadın vede erkek
Tek taraflı olmaz.
Çünkü aile iki taraflıdır
Âlemlerin Rabbine hamd etse
Verdiği nimetlere şükretse
Ondan gelen sıkıntı ve musibetlere sabretse
Yani hayatın sefasını da cefasını da beraber omuzlasalar
O ailede değil şiddet huzursuzluk bile olmaz.
Bir hanım en lezzetlisinden her çeşit yemeği yapmasını bilse ve yapsa
Unutmamak gerekir ki
Erkeğin kalbine giden yol birazda midesinden geçer
Temizliğe azami dikkat edip tertipli ve düzenli olsa
Adabı muaşeret kaidelerine uygun harekât etse
O ev neşe kaynağı ve mutluluk yuvası olmaz mı?
Serseri soytarı ayyaş berduş kesimini istisna tutarak yazıyorum.
Bir erkek kirada oturup asgari ücretle de olsa çalışıyor
Eve ekmek getirmenin peşinde koşuyorsa
Elbette ki ekonomik zorluklar olacaktır
Hanımın ve çocukların her isteği
Hatta birçok isteği karşılanamayacaktır
Bu evde bu sebeplerden dolayı huzursuzluk yaşanıyorsa
O annenin ayakları altından cennet kayar gider.
Sosyal meselelerin çözümünde sadece suçlar konuşulup sebeplere göz ardı edilirse bu sıkıntı hiçbir zaman giderilemez.
Ölen öldüğüyle vuran vurduğuyla kalır.
Gerisine de konuşmak düşer.
Anne ve babaların kendilerine verilen değer ve sorumluluklarını bilmeleri
O na uygun hareket etmeleri temennisiyle…
Kalbiniz iman
Cebiniz para 
Eviniz huzur mutluluk ve neşe dolsun. AMİN

Yoksa ümidiniz mi yüreksiz?

Zihnimizi meşgul eden düşüncelerle siperler kazıyoruz köşe başlarına… Göz göze gelemediğimiz her anda cepheler oluşuyor sanki.

Umutlar azaldıkça ihtiyaç duyduğumuz hayallerimiz de bir bir yok oluyor.. ‘ 

Öyle bir hal aldı ki: Karamsarlık, kötümserlik ve olumsuzluk hepimizin zihnine yerleşti.

” Hayatı ucundan yakalamak yerine, yenilgiyi, çökmüşlüğü ve kaybolmuşluğu hissederek kendimizi koyuvermiş ruh halinin girdabındaki bir toplum haline geldik”.

İşte bu ruh hali, bir toplumu yok etmek isteyenlerin yaratmak istedikleri arzu ve hedeflerdir.

Bu yüzden içerden ve dışarıdan koordineli olarak üzerimizde yoğun  asimetrik ve psikolojik yöntemler uygulanmaktadır.

Bu savaştan galip çıkabilmenin yolu ise, moral ve umuttur.

Umudunu yitiren her şeyini yitirir.

Bakın,

Umutsuzluk girdabında olanlara, milli şairimiz Mehmet Akif ne diyor:

”Yeis öyle bir bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun”

Çünkü

Umut, yaşamın vazgeçilmez temel ihtiyacıdır.

Yürekli toplumun umudu tükenmez..

Öyleyse sen de:

Bir düş kur..
Umuda dair…
Dünden sonra yarından önce..

Unutma ki:

”Bize gerilimi kader olarak yazmaya çalışanlar,

İstikrarlı gerilimin imkânsızlığını” unutuyorlar”…

Oysa”Kara gündür gelip geçer” türküsüyle umudunu hiç yitirmemiş bir milletiz.

Şair diyor ki:

Ben sabit şeyleri sevmem ey can
Sen
Eğer beni dinlersen
Çağlayan ırmak ol..
Ve gönül gönderine çekilmiş
Nazlı nazlı dalgalanan
Bayrak ol..

Ben karanlığı hiç sevmem ey can
Vaktin her saatinde
Her zaman
Ağaran şafak ol..
Güneş ışıklarıyla ürperen çiçek
Seher yeliyle ırgalanan
Yaprak ol..

Ben uykuları da sevmem ey can
Uykulardan uzak ol..
Kış günü karları yarıp çıkan
Beyaz bir gül
Mavi bir zambak ol. Fakat..

Hala,

Yitirmişliğimizle umudu, milletçe tepkisiz ve tedirginsek!

”Ya kendimiz, ya da ümidimiz yüreksizdir”.

Saygılarımla 

İnsan Hakları ve Hakkın Suistimali

 

İnsan haklarını incelemeden önce “HAK” kavramını açıklamak istiyoruz.

Hak kişiye ait olan varlık, doğru ve gerçek olan şey. Adalet, insaf, doğruluk bir dava veya iddiaya gerçek uygunluk şeklinde açıklanabileceği gibi insanın insan olarak sahip olduğu ve başkalarının saygı göstermesi gereken maddi veya manevi şeyler şeklinde de açıklanabilir.

Aslında kanun veya törelerin bütününü dile getiren hukuk hakkın çoğuludur. Hakkın çoğulu olarak hukuk insanlar arasındaki ilişkilerde onların karşılıklı olarak birbirlerinin diğerini tanımaktan ibarettir. Hukuk önce, kutsal gücün ve onu temsil eden karizmatik iktidarın zümreye karşı sahip olduğu üstünlük imtiyazıdır. Farklılaşmış toplumlarda bu imtiyaz belirli bazı ailelerin eline geçer ve alttaki tabakalara karşı kullanılır. Üstün tabakaların alttakiler üzerindeki tesir nüfuzu azaldıkça, alttaki tabakalarda nüfuz kazanmaya başlar. Böylece hukuk kavramı bütün topluma doğru genişler.

İnsan nerede ve ne durumda olursa olsun, bilgin, cahil, kuvvetli ve aciz ne şart ve sıfat taşırsa taşısın insanlık bütünün bir parçası olmak itibariyle bazı haklara sahiptir ve bunlar karşılıklıdır. Birimiz için hak olan birimiz için yerine getirilmeye mecbur olduğumuz bir vazife ve borçtur. Bu kaide önünde bütün insanlar eşittir.

Bu tanımlamanın ışığı altında hakları şöyle sınıflandırabiliriz. İnsanların Allah ile ilgili hakları, kul hakları, kamu hakları köleliğin kalkması ile birlikte insan hakları, milletler arası haklar, medeni haklar. İnsan hakları Fransız ihtilalinde ilkeleri ortaya konmuş ve bütün demokrasi hareketleri ile birlikte dünyaya yayılmış olan, çağdaş milletlerin ortak idealleridir. Bunlar kardeşlik, hürriyet, eşitlik ve adalettir.

İnsan hakları kavramımın başlangıcını TEVRAT’ta ve HIRISTİYANLIK’ta olduğunu söyleyenler vardır. İnsan haklarını Fransızlar JJ Rusya’ya ve 1789 ihtilal beyannamesine bağlarlar. Doğrusu odur ki insan hakları anlayışı tarih boyunca yavaş yavaş gelişmiş olmakla birlikte ilk ve gelişmiş şekliyle İslam’da gerçekleşmiştir. Hazreti Peygamberimizin veda hutbesi ilk insan hakları beyannamesi olarak önemlidir.

İnsan hakları ve hürriyetleri 2. Dünya Savaşından sonraki umumi ve kapsamlı teminatını aşağıdaki üç kaynaktan almaktadır. Bunlar Birleşmiş Milletler antlaşması, insan hakları evrensel beyannamesi ve insan hakları Avrupa sözleşmesidir.

İnsan hakları sözleşmesinin asıl ehemmiyetli olan özelliği fert hak ve hürriyetlerini sadece tanıyıcı ve koruyucu ve milli hukuk bakımından müeyyidelendirici teminata bağlanması sözleşmede ki taahhütlere riayeti sağlamak maksadıyla iki organ kurmasıdır. Bu organlardan biri Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, diğeri de Avrupa İnsan Hakları Divanıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti komisyona dilekçe ile müracaat hakkını ve Divanın yargı yetkisini kabul ettiği için Türk Vatandaşları Türk makamlarının bir karar ve tedbir ile hak ve hürriyetlerinin ihlalinden dolayı bu milletler arası mercilere başvurma hakkına sahiptirler.

İnsan haklarının vazgeçilmez olduğu kabul edilen bu haklara sınırlama getirilmeli midir? Bu beyannameler ve antlaşmalar altında imzası bulunan devletler taahhütlerine ve imzalarına bağlı kalmışlar mıdır? Yoksa güçlüler yine güçsüzleri ezmiş ve bu beyannameler ve antlaşmalar kağıt üzerinde mi kalmıştır?

Değişmeyen kural güçlüler kendileri için kullandıkları ve vazgeçilmez saydıkları bu hakları güçsüzler için daima ellerinde bir oyuncak olarak tutmuşlardır. Güçsüzlerin istediği kadar değil kendilerinin menfaatine yaradığı kadar kullanma hakkı vermişlerdir.  

Irak’ın Kuveyt’e girmesini güya insan haklarını korumayı bahane eden ve bütün dünyayı ayağa kaldıran niyet, petrolden pay almak ve körfezi kontrolü altında bulundurmak niyetidir. Aynı dünya devletleri ve beyannamelere ve antlaşmalara imza koymuş devletler Bosna’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, Batı Trakya’da ve diğer insan haklarının çiğnendiği ve katliamların yapıldığı bölgelere ilgi duymuyorlarsa, bunun sebebi bu bölgelerde çıkarlarına uygun petrol ve başka kaynaklar bulunmadığındandır.

Demek ki insan hakları beyannamelerde yazılı olduğu gibi kalmakta uygulamada güçlülerin zayıfları ezdiği bir dünya olmaya devam etmektedir. Hak hakkı olanın değil güçlü olanındır. Fertlere sonsuz hürriyet tanımak hürriyetin sınırlarını tayin etmemek, toplumun huzurunu bozacağı gibi insan haklarını da kavram kargaşasına sürükler.  

İnsan haklarını, milletler veya şahıslar kendi menfaatleri doğrultusunda kullanırsa ve bunu yaparken başka milletlerin ve şahısların haklarına tecavüze yeltenirse insan hakları yerine terör ve anarşi doğar.

Bugün dünya üzerinde terör ve anarşi hala devam ediyorsa bu durum Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin uygulamada ki çifte standartlarından kaynaklanmaktadır.  

 

Zorunlu Siyasî İttifakın Son Durağı: Kimi Cezalandıralım!

0

Siyasetin nefesi daralıyor. Şike yasasının vetosu ve iade sürecinde yaşanan düşük ölçekli gerilim zorunlu ittifakın duvarlarının ne kadar zayıf olduğunu göstermiştir. Çünkü siyasî iktidar seçilmiş ittifakın değil zorunlu bir ittifakın sonucudur. İslâm’ın birleştiremediği dini-siyasi grupları, siyaset birleştirmiştir.

Birbirini ağır ithamlarla suçlayanlar ittifak etmişlerdir. Çünkü jeo-politik düzenleme planının uygulamaya konulduğu dönemde siyaseten İslâm’a atıf yapan kesimlerin iktidar yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Eğer ülkemizde böyle bir iktidar tipi olmasaydı Irak, Libya, Suriye gibi ülkelere yapılan müdahalenin ardından her Cuma namazından sonra yürüyüşler yapılır ve akıtılan Müslüman kanının hesabı sorulurdu. Oysa şimdi akıtılan kanda Türkiye’nin parmağı olmasın diyenlerden hesap sorulmaktadır.

İslâm’ın birleştiremediğini siyaset birleştirmiştir. Çünkü uzun süredir ülkemizde belli çevreler, telaffuz ettikleri İslâm’ı imânın ve salih amelin değil çıkar ve güç elde etmenin işlevsel bir aracı haline getirmişlerdir. İttifakı oluşturan kanatların tek ortak noktaları: Cumhuriyet’e karşı geliştirdikleri ve paylaştıkları anlayıştır. Bu anlayış, tüm tutumları ve beyanatlarıyla açıklık kazanmıştır. Mevcut sistemin yerine ne önerdiklerini somut bir şekilde ortaya koymuyorlar. Fakat bütün hassasiyetleri kirli bir dille kaşıyorlar. Ürettikleri siyasî algının içine çekemediklerini şaibeli gösteriyorlar. Eğer Cübbeli Ahmed Hoca basında yer alan filleri işlediyse durum çok hazin. Yapmadı da, üretilen muharref İslâm anlayışına karşı geliştirdiği tavır nedeniyle bunlar başına geldiyse durum çok vahim.

İktidarın söylemi dağıttığını ve biçimsizleştirdiğini keşfeden ittifakın kanatları fikirlerle değil lidere bağlıdırlar. Veto ve iade süreci bunu açığa çıkartmıştır. Bazıları bir gün önce söylediğini ertesi günü inkâr etmiştir. Bütün kanatlar iktidarın etrafında kenetlenmiştir, çünkü her alanda kökleşmeyi sağlamanın iktidarı elde tutmaktan geçtiğini tecrübe etmiş ve bu konuda başarılı olmuşlardır. İnanç ve fikir iktidarın aracı yapıldığı için her şey iktidar olmanın uğruna feda edilmektedir. Küresel sistemin bir ortağı olarak “içyapıyı düzenlemenin” nasıl yapıldığını gördükleri için iktidarı kaybetmenin getireceği sonuçlardan endişe ederek yeniden kenetlenmişlerdir.

Söz konusu yapı, kendi içinde sorunludur. Varlığını sürdürmesini sağlayan iktidar olmanın sağladığı çıkar ve yakın tarihle hesaplaşmaktır. Bunun için farklı görünmeyi bile göze almışlardır. Nicola Machiavelli’in “dindar görünmek iyidir” sözüne uygun olarak bunlar “hem dindar hem demokrat görünmek iyidir” kuralını siyasî var oluşlarının esası yaparak her şeyle oynamaktadırlar. Öyle ki “demokrat görünme” tutkusu “bugün kimi cezalandıralım politikasına” dönüşmüştür.

Söylem yoluyla ötekine karşı bir zemin üretilmektedir. Tarihte yaşanan olayları kendi bağlamının dışına çıkarıp, “devlet masum insanları öldürdü” çıkarımını zihinlere yerleştirmeleri bu amacın sonucudur. “Her yeni program bir gözlüktür.” Ürettikleri gözlüğün arkasına geçerek olaylara bakmayı tercih ettikleri için kendilerine muhalefet edenlere “sizler böyle yapmıştınız, ona göre hâ” tehdidi yapılmaktadır. Çünkü yürütülen siyasî tatbikata göre siyasi iktidarın kanatlarını oluşturan ittifakın dışında herkes ahlâksız, statokucu ve darbecidir. İktidara mensup olmayan belediye başkanları, iş adamların sahtekâr olduğu izlenimi verilerek “doğru, temiz ve güvenilir sadece biziz” algısı toplumu yedirilmektedir.

Oysa hukukta masumiyet esastır. Cezaları hafif tutmak ve sadece hak edeni cezalandırmak bütün hukuk sistemlerinin ayrılmaz bir unsurudur. Fakat Şike dalgası sürecinde gördük ki iyimser yorumla cezayı hafifletecek bir karara bile tahammül yoktur. İktidarın bir kanadını oluşturan bir dini-politik hareketin resmi gazetesinin yazarı “Aksi takdirde bir başbakan vardı’ diyeceğiz, tehdidini savurmaktadır.

Millete ve hukuka dayanmayan her eylemin eleştirilmesi ve sınırları aşanların cezalandırılması demokratik kültürü, dolayısıyla sistemi geliştirmenin ve korumanın yoludur. Fakat iktidarı elinde tutanların “bugün kimi cezalandıralım” şehvetiyle hareket etmesi her şeyi yukarıdan aşağıya doğru çatlatır. “Biz temiziz, bizden olmayanlar kirlidir” mantığı her türlü hak ve hukuk algısını ortadan kaldırır. Böyle bir mantığın ve siyasî tatbikatın ürettiği kin asırlar boyu sürecek düşmanlık tohumunu eker. “Ses çıkaranı cezalandıralım ve her türlü engeli kaldıralım” siyaseti çok karşı olduğunuzu söylediğiniz elli yıl iktidarı ellerinde tutanların işiyle aynıdır.

Anılan siyasi tutum tarihî ufkunu modern ufukla buluşturan bir millete yakışmaz. Bu siyasî tutum ve uygulama, tarihî ve kültürel değerlerimize aykırı olduğu gibi, her yönüyle entellektüel modernliğe girişin gereği olan siyasî terbiyeye ve hukuk anlayışına da aykırıdır. 

ABD’nin Türkiye’ye Vermek İstediği Rol

Türkiye’ye ABD üst yönetiminden birileri gelince beni soğuk bir terleme sarar. İster Başkan, ister Dışişleri Bakanı, isterse çuvalcı komutanları gelsin biz onları çok iyi misafir eder, ağırlarız. Halka sevimli göstermek için yapılan “algılama, itibar yönetimi” çalışmalarıyla sağlanan bir sempati ortamında uğurlarız. Bu görüşmelerin kokusu sonradan çıkar. “İyi şeyler olacak” beklentilerini canlandıran vaatler ve sırt sıvazlamaların arkasından bizden talepleri gelir.

Tecrübeler göstermektedir ki ABD’nin talepleri Türkiye’nin takip ettiği politikaların ana eksenini belirlemede çok önemli olur. Bu bakımdan ABD üst yönetimi ile Türkiye üst yönetimleri arasındaki görüşmelerde konuşulanları iyi takip etmek gerekir.

Geçen hafta da ABD’nin iki numarası, Başkan Yardımcısı Joe Biden Türkiye’yi ziyaret etti. Konu başlıklarıyla konuşulanları ve değerlendirmelerimizi sunalım:

•1-SURİYE KONUSU: Suriye’de Esad’ın hemen indirilemeyeceği anlaşıldı. İran, Suriye ve Çin, Esad yönetimine destek vermekte. ABD‘de Başkanlık seçimleri de yaklaştı. Bir yandan Irak’tan ve Afganistan’dan askerini çekerken, seçim atmosferinde Suriye’de yeni bir cephe açmak istemez.

AB ekonomik krizde ve ortak Euro uygulamasından doğan sıkıntılar sebebiyle yeniden yapılanma tartışmaları içinde. Bu yüzden Suriye konusunu gündeminin arkalarına atmış durumda.

ABD ve AB Türkiye’yi ön plana itmek, Suriye’ye müdahalesini Türkiye vasıtasıyla yapmak istiyor. Bunun için Türkiye’nin isteklendirilmesi gerekli.

Türkiye’nin “model ülke”, “bölge lideri” olduğuna dair ifadeler… Türkiye üst yönetimi liderliğine düzülen övgüler… Bunlar Türkiye’yi gaza getirmeye yetmezse “stratejik ortaklık”, “PKK ile mücadelede işbirliği”ne dair janjanlı sözler eklenir.

Batılı dostlarımız işbirlikçilerini parlatmayı iyi bilir. Baksanıza Nobel Barış ödülünün verildiği 3 kadından biri Yemen’de devrilmek istenen yönetime karşı, muhalif hareketin ileri gelenlerinden biri. Rejim karşıtı gösterilerin önemli bir siması olarak bilinen Tevekkül Karman. 32 yaşındaki kadın aktivist bu ödüle layık görülen ilk Arap kadın olmasının yanısıra, en genç Nobel Barış Ödülü sahibi oldu.

ABD/AB politikalarına uygun bir şekilde Türkiye Suriye’ye müdahale ederse, Başbakanımızın Cumhurbaşkanı / Başkan olması yolunda iyi destek alacağından ve üstüne de Nobel Barış ödülü vereceklerinden emin olabiliriz.

Suriye konusunda Türkiye’nin herkesten fazla müdahil olma hevesi içinde olduğu görülüyor. Esad yönetimine muhalif olanlara silah dâhil her türlü desteği açıkça veriyor. Suriye’ye uygulanacak yaptırımlar / zorlayıcı tedbirlerde öncü durumda.

Türkiye çok riskli hamleler yapıyor. “Büyük devletlerle politika yürütmek ayı ile yatağa girmek gibidir” diyen İsmet İnönü’yü anarak diyorum ki, bir yandan Türkiye’nin bölgede yalnız kalmasının yaratacağı riskleri düşünürken, gözlerim ayının pençesinde.

•2-IRAK KONUSU: ABD askerini Irak’tan çekince, Kürtlerin Şii nüfus ile Sünni Türklerin öfkesinden korunması için güvenebileceği tek güç Türkiye. PKK’yı tasfiye etmek karşılığında bu koruma görevini Türkiye’nin üstleneceğini öngörüyor. Bugüne kadar PKK’yı semirterek Türkiye’nin enerjisini boşa harcatıp, etkinliğini azaltanların Türkiye’ye yönelik teröre karşı olduğuna inanmak mümkün değil.

•3-İRAN KONUSU: Suriye’den sonra sıranın İran’a geleceği belli. Ancak Suriye meselesi çözülmeden İran biraz arka planda kalacak. İran devlet yapısı çok tecrübeli. ABD müdahalelerine karşı güçlü müttefikler edindi. ABD işgalindeki Irak’ta bile Şii nüfus üzerinde etkinliği sebebiyle söz sahibi. Suriye’den sonra sıranın kendilerine geleceğini bildikleri için Suriye’ye tam destek veriyor.

Türkiye İran’la ilişkilerini bozmadan bu ülkenin batı ile görüşmelerinde bir arabuluculuk görevi yapabiliyordu. Ancak artık saflar belirginleşmekte, Türkiye açıkça ABD yanında yer aldığı için İran ile de aramız bozulmakta. “Füze Kalkanıİran ve Rusya ile ilişkilerimizi sarstı. Biden İran’la karşı saflardaki pozisyonumuzun daha da netleşmesini sağlamaya çalışmış olmalı.

•4-YENİ ANAYASA: Biden Yeni Anayasa konusunda oldukça teşvik edici sözler söyledi. “Yeni Anayasa” ile PKK’yı dağdan inmeye ikna edecek düzenlemelerin yapılması gerektiğini telkin ediyor olmalı. Yoksa bizim Anayasamızdan Biden’e ne?

Böylece hem Irak’taki Kürtlerin hamiliğini Türkiye’ye vermek, hem de Türkiye’nin güneydoğusunda Özerk bir bölge oluşumu ile Ortadoğu’da kalıcı bir güç haline gelmemizi engellemek istiyor.

Böylece ABD Özerk Kürt bölgeleri vasıtasıyla Türkiye, Irak, İran ve Suriye’yi kontrol altında tutabilecek. Bunun için Türkiye’nin Yeni Anayasa yaparken “tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek dil” ilkesinden zerrece taviz vermemesi gerekiyor.

•5-İSRAİL VE ERMENİSTAN’LA İLİŞKİLERİN DÜZELTİLMESİ: Biden ABD’nin genel politikalarına uyumlu bir şekilde Türkiye’nin bu iki devletle ilişkilerini düzeltmesini istedi. ABD seçimlerinde Yahudi ve Ermeniler önemlidir. İsrail, ABD’nin asla vazgeçmeyeceği tek müttefikidir. Türkiye’nin “model ülke” olmasına yardımcı olan “vanminut” sürecinde hedeflere ulaşılmış olmalı ki yeni dönemde ilişkiler düzeltilecektir. Türkiye’nin bundan kazancı ne olacak derseniz, herhalde ABD ile zıtlaşmamanın mükâfatı neyse o.

•6-PATRİKHANE VE RUHBAN OKULU: Biden de (önceki ABD üst yönetici ziyaretçileri gibi) Fener Rum Patriğini ziyaret etti. Patriğe Ekümenik sıfatı kullanarak hitap etti. Türkiye’den Ruhban Okulunu açarak papaz yetiştirmeye destek vermesini istedi.

Çünkü ABD, Ortodoksluğu bölge ve dünya politikasında kullanmak istiyor. Aytunç Altundal’ın ifadesiyle, “bu Papazı da buradaki kiliseyi de büyük Ortadoğu Projesinde koçbaşı olarak Ruslar’a karşı kullanmak istiyorlar, olay budur.”

İstanbul’un içinde bir Vatikan benzeri bir oluşum yaratma riski taşıyan bu taleplere Türkiye’nin olumlu cevap vermemesi gerekir.

•7-EKONOMİK KONULAR: Türkiye’nin en çok mal sattığı AB ülkeleri krizde. Çevremizdeki ülkelerle de ilişkilerimiz bozulmuş durumda. Buna yapısal cari açık meselemizi de eklersek ekonomimiz çok kırılgan. ABD ve uluslararası bankacılık sistemine çok ihtiyacımız olacak. Bu sebeple ABD’nin Türkiye’den taleplerine karşı direnç göstermemiz zor olabilir.

Ne dersiniz, Biden’in ziyareti hayırlara vesile olur mu?