21.6 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1075

Irak’ta Güvenlik Duvarlarının Gölgesinde Demokrasi Arayışı

0

Irak, İşgal sonrası gizli iç savaşı, siyasi takımlar arası çekişmeleri ve bu iki önemli etki altında gerçekleşen yürütme faaliyetlerindeki başıbozuk uygulamaları, acı bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Sürecin nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek, şimdilik çok zor görünmektedir. Devlet görevlilerinin her biri kanunlara göre davranmak yerine, bağlı olduğu grubun çıkarlarına göre davranmaktadır. Devlet kurumları, gruplar arasında paylaşılmıştır.  Bundan dolayı Irak’ta yönetim insicamından bahsetmek çok zordur. 

Bu insicamsızlık dış politikaya bile açık bir şekilde yansımış bulunmaktadır. Devlet yöneticilerinin de en önemli şikayeti bu kaos ortamıdır.  İdari kaos sadece yönetimle sınırlı değildir, Bağdat’ın sokaklarının dokusunda da bu güvensizliği görmek olağan bir hal almıştır.

İşgal sonrası gizli iç savaşta ölenlerin sayısı işgal sürecinde ölenlerin sayısını aşmış bulunmaktadır. Bu savaşa, neden “gizli iç savaş” dediğimi öncelikle açıklamak gerekir.  Bilindiği gibi. iç savaşta,  savaş mahalleler arasında, sokakta, pazarda ve açık alanlarda savaşan halk grupları arasında açıkça yapılır. Savaşan tarafların silahlı güçleri açıkça meydanlara inmeseler de onların temsilcileri meydanlarda ne istediklerini açıkça söylerler. Yapılan saldırıların arkasında olduklarını dolaylı da olsa diplomatik bir dille ifade ederler. İspanya iç savaşı böyleydi. Vietnam iç savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanmasıyla başlayan iç savaşlar bu şekildeydi

Irak’ta 2003′ten bu yana yaşanan çirkin savaşa bakıldığında, durum biraz farklı görünmektedir. Büyük saldırılar yapılmaktadır. Camiler, türbeler,  mezarlıklar, çarşılar ve halk pazarları hedef alınmaktadır. Buralarda bombalar patlamaktadır. Sayıları bazen yüzleri aşan kurbanlar, bu tür saldırılarla öldürülmektedir, sakat bırakılmaktadır.  Ancak eylemin failleri ve saldırganların kim oldukları kapalı kalmaktadır. Kimse bu saldırıların nerden ve kimler tarafından planlandığını bilmiyor. İşgalci Amerikan kuvvetlerine yapılan saldırıları üstlenen gruplar var, ancak halkın bulunduğu mekânlara yapılan saldırıları üstlenen gruplar yok. Bundan dolayı Irak’ta devam eden iç savaş, çoğu kere tarafları belli olmayan bir savaş görünümü vermektedir.

Bağdat’ın yeşil bölgesi denilen güvenli bölgede, ana yolların ve resmi binaların çevreleri iki üç metre yüksekliğindeki beton bariyerlerle kapatılmış. Ünlü otellerin bahçe duvarları yüksek beton bariyerlerle koruma altına alınmış. Bazı alanlarda, beton bariyerlerin üstlerine ve yakın çevrelerine karmaşık ve düzensiz bir şekilde dikenli teller ve metal atıklar yerleştirilmiş. Özellikle tali yol geçişlerinde ve bina girişlerinde, bu manzara ile her zaman karşılaşmak mümkündür. Bu durum yeşil  bölgeye; Amerikan gangester filmlerinde örneklerine rastlanılan korkutucu bir gecekondu, sokak ve mahalle görünüm havası vermiş bulunmaktadır. Bağdat’ın yeşil bölgesi bu karmaşık güvenlik bariyerleriyle konuklarını ürkütmektedir. Yeşil bölgenin coğrafyası ve mekanları, İnsanlar üzerinde kendiliğinde bir korku ve tehlike duygusu uyandırmaktadır.

Böyle bir ortamda uzmanlar ve Irak siyasetinin ileri gelenleri Irak’ın Demokrasi Seçimi ve Irak’ın Geleceğini tartıştılar. Irak’ın liderleri demokrasiye ve kanun hâkimiyetine sürekli vurgu yaptılar. Bu durum Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Başbakan Nuri Maliki ve eski başbakanlardan Irak’ın bilge lideri olarak Kabul edilen İbrahim Caferi’nin konuşmasında da açıkça belli oluyordu. Irak’ın milli birliğine Celal Talabani dâhil her kes vurgu yaptı. Kanun devleti olma arzusu bu liderlerin konuşmalarında çok fazla öne çıktı. İnsan haklarının sağlanması ve sivil toplumun güçlendirilmesi en çok istenen ve vurgulan konular arasında yer aldı. Kardeşliği, adaleti ve iyiliği telkin eden Kur’an-ı Kerim ayetleri bu liderlerin konuşmalarında yer aldı. Böylece görüşlerini İslami bir temele oturtmak istediler.

Liderlerin konuşmalarındaki bu görüntüler ve imajlar ikna edici olmakla birlikte, fiili durum ve konunun arka planında olup bitenler, resmi söylemle gerçeklerin çelişkisini yan yana getiriyordu. İnsan bu liderleri dinlerken şaşkınlık içinde kalmaktadır. Kanun hâkimiyetine, demokrasiye, sivil topluma, adalete ve dürüstlüğü inanmış bu kadar lider varken neden şehrin her tarafına ürkütücü bir imaj verilmiş, yollar ve binalar beton bariyerlerle koruma altına alınmış, kavşakların her bir köşesinde sırtlarında 60 kiloluk askeri teçhizatla bekleyen askerler ve güvenlikçiler yerleştirilmiş?

Konferansa katılanlarla ve Iraklı yetkililerle bire bir yaptığımız görüşmelerde göstergelerle gerçekler arasında çok büyük farklar olduğunu anladık. Amerikan kuvvetlerinin çekilmesi, mevcut liderlerin bir kısmını ndişelendirmektedir. Muhalefeti ve bazı liderleri ise sevindirmektedir. Ciddi bir güç ve kuvvet boşluğunun oluşacağını söylüyorlar. Kaosun ve iç çatışmaların daha da artacağından endişe ediyorlar.  Talabani, aynı günlerde El-Irakiyye televizyonuna verdiği bir röportajda açıkça Amerikan kuvvetlerinin Irak’ta kalmaya devam etmelerini ve Irak ordusunu yetiştirmelerini savundu.

Bir taraftan sivil toplum, demokrasi, kanun hâkimiyeti, diğer taraftan işgal kuvvetlerinin ülkede kalmasını savunmak, Türkiye’de yetişmiş bir kimsenin aklının almayacağı bir çelişkidir. Ama Irak’lılar, anlaşılan bu çelişkilerle ve yapay söylemlerle birlikte yaşamayı öğrenmiş olmalılar.  Hepsi de ölümle birlikte yaşamayı öğrenmiş, yalan söylemeyi yadırgamıyorlar. Liderlerin söylediklerine aldırış etmiyorlar, tıpkı her gün bir bombalı saldırıda öldürülen bir yakınlarının durumuna alıştıkları gibi.

Amerikalılar,Irak’ı özgürleştirme siyasetiyle, insanların açık mücadeleye alışacaklarını, gizli kapaklı işlere karşı gelmeyi öğreneceklerini varsaydılar. Liberalizmdeki özgürlüğün arka planında kişiliğin gelişimi ve onurlu duruş sergileme inancı yatar. Onun için açık mücadele, rekabet ve bu amaçla inşa edilen hizipler demokrasinin bir gereği olarak kabul edilir.

 Ancak yöneticilerinin, beton bariyerlerle korunan bir yolda seyahat edebildikleri bir ülkede, insanların nasıl özgür olacaklarını hesaplayamadılar? Bundan dolayı da Irak’lılar yaşadıkları sürece hikaye anlatmak zorundadırlar. Çünkü nerden bombaların geleceği, artık belli değil. Amerika’nın resmi işgal güçleri ayrılıyor. Ancak Amerika’nın gayrı resmi işgal gücünü oluşturan özel güvenlik teşkilatları Irak’ta kalmaya devam ediyor. Güvenlik için görev yapan bu teşkilatlar, Iraklıları biri birlerine karşı tamamen güvensiz bir duruma getirmiştir. Liderlerin demokrasi söylemi de bundan dolayı anlamsız kalmaktadır.

Irak’ta kimin, kimi, niçin öldürdüğü belirsizleşmiştir. Görünmez eller her tarafta kol geziyor. Şiddet; şehirlerin, caddelerin ve yığınların her zerresine hakim olmuş. Bu şartlarda demokrasi arayışı içine giren, bir siyasi elit tarafından yönetilmektedir. Üstelik bu elitlerin güvenliği dahi mevcut değil. Otobanları beton bariyerlerle korunan bir ülkeye demokrasi getirmek, belkide insanlığın tanık olmadığı en cesur girişimlerden birisi olarak tarihe geçecektir. Saddam Hüseyinin hayaleti her tarafı sarmış bulunmaktadır. O hayaletin saçtığı korkudan olsa gerek beton bariyerleri yapmaya devam ediyorlar.

Kardelenler İçin Karla Karışık Düşler

Tek tekbirde

Onsekiz tomurcuk devrildi dağlardan

Zemheride

Onsekizbin âlemin şanı için

İleride

Ödensin diyeti vakit kalbe dayandığı an

Ve haczedilsin yaşamak

Seksensekizbin civanın canı için

 

Bir kardelen gülümsemesi gibi

Çekildik doruklardan denizlere

Ipıssız mermiler yaktı ağıdımızı

Karlı – mayınlı sevgiler döküldü benizlere

 

Ben Urfa’nın Halfeti köyünden Viran Osman

Mavzer sırtımda pas

Ben ninnisiz doğdum anam

Ölüm hüznümü saramaz

 

Karla karışık hasret dokunamaz göğsümüze

Ki biz Hızır’ın boz güvercinleriyiz

Siz günü yaşarsınız güneş değer içinize

Bizimse gecemiz yok kıyamet habercisiyiz

Çorum Osmancık’tan Halil oğlu İsmail

Rütbesi er, kınalanmış asker

Emret kurbanınım

Kumandanım bunu bil

 

Ağıdımız henüz bestelenmedi

Destanımız kaldı yarım

Kafiyelerin zincirine sığmaz ki

Benim bu beyaz mahkûmiyetim

 

Sarıkamış’tayım ağam sararmış bir yaştayım

Yüreciğim üşüyor kumandanım

Bir garip telaştayım

 

Bilinmese de kıymeti sevdamız dağlarcadır

Ki beyaz bir örtüden başka süsümüz yok

Konuşursak karışmayın lisanımız karcadır

Kabir aramayız, kefen lüksümüz yok

 

Kardelenlerin açmaya korktuğu rakımlarda

Zemherinin avuçları bir titreme nöbetiydi

Bir dağ gölgesi gibi beliren bir damla kanda

Çığ düşüren bir şehidin heybetiydi

 

Aydın’ın Çine kazasından Sarı Cemil

Konuşamam kumandanım

Beni gözyaşlarıma bağışla

 

Ben sana ne diyeyim güzelliği gölgeleyen er

Gel ey bizim heyecanımıza da bir top kar düşür

Ey merhamete kumandan ey sonsuz nefer

Kardelenler üşür ama bu bir diriliş düşüdür

 

Ayaklarımı hissetmiyorum dizime kadar

Dürbünün demirleri gözüme yapıştı ağlayamam

Gece üç-beş nöbetçisi Keşanlı Satılmış

Kumandanım görev tamam

 

Allahuekber Dağlarında her kış

Tüter hüzünsoylu kardelenler

Gün susar ağaçlar alkış tutarmış

Kalktıkça karlar altından ölenler

 

Ve takvimler onsekizbin âlemin sırrında

Ve saatler akrebin zehirli kollarında baygın

 

Karın alnı tomurcuk tomurcuk ter

Yiğidim bana sessiz teslimiyetini göster

 

Enver, Enver nedir bilir misin?

Enver demek eksi kırk demek

Genizde donmuş hıçkırık demek

 

Bizi anlatacak tablo boydan boya ak olacaktır

Bozulmamış destanımıza asırlar sonra bakılacaktır

 

Dağlar ayağa kalksın, denizler göğe aksın

Dalgalar sussun, toprak bu yana baksın

Dur bre Mevlana’nın müridi dünya!

Kar şehitlerine fatihalarla selâma duracaksın

 

 

Sıffin Savaşı

Riyaset hırsı bir insanın başarabilirse en son terk edebileceği hırstır,

Bu mevzuuyla ilgili olası yanlış yorumlardan dolayı Allah’a sığınıyorum.

Bu konuda yanlış yazmak insanlara dünyada olmasa bile ahrette büyük sorumluluklar yükler.

Çünkü iki tarafın önde gelenleri sahabedir.

Peygamberimiz sahabeler hakkında,

‘Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir.’ Buyurmuştur

İnsaf ölçülerini elden bırakmadan düşüncelerimi tarihin akışı içerisinde ele almaya çalışacağım.

Sıffın nedir?

Neden böyle bir acı olay Müslümanlar arasında yaşanmıştır?

Önce Sıffın nedir sorusunun cevabını arayalım

Sıffın yönetmeye alışan elit kesimin yönetilmeyi hazmedemeyişidir.

En üst noktada yönetimi ele geçirmek için her yolu mubah görmeleridir.

Biraz haddini aşmış gibi görünecek ama

Belki de geçmişle bir hesaplaşma yâda Mekke’nin fethinin rövanşıdır.

Bu ifadeler sadece tahmindir.

Tahminlerde hata payı olabilir.

Amacım asla bir tarafı incitmek değildir.

Bunun bizlere bir getiriside olmaz.

Tarih ibret almak gelecekte aynı hataları yapmamak için önemlidir.

İbret alındığı müddetçe tarih tekerrür etmez.

Yoksa sosyal olaylarda aynı sebepler aynı yâda benzer sonuçları doğurur.

Bu girişten sonra dönelim esas mevzuya.

Hz Maviye(ra)’nın babası Ebu Sufyan(ra)

Ümmeyye Oğulları kabilesine mensuptur.

Zengin, kabile reisi aynı zamanda Mekke’nin yöneticilerindendir.

Halk arasında Haşimoğulları kadar sevilmese de yönetmeyi ve yönetmenin tüm ayak oyunlarını bilen ve yönetmeye alışmış bir ailenin mensupları.

Hz Osman ile aynı kabileye mensup ve yakın akraba

Bu sülale tarihte Emeviler olarak bilinmektedir.

Hz Ali(ra) ise Haşimoğulları kabilesinden

Tertemiz takva sahibi bir insan

Takvası Onu engelliyor

Hz Maviye gibi çok rahat hareket edemiyor.

Bu sülalede tarihe peygamberimizin amcası Hz Abbas’ın ismine izafeten Abbasiler olarak geçmiştir.

Ebu Sufyan Bedir’de Uhut’ta, Hendek’te Müslümanlara karşı savaşmış.

Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmuş

Mekke fethedildiği için yönetimi kaybetmiş

Yönetilmeye mecbur kalmış bir Müslüman

Tabi bu durum oğlu Maviye ve torunları içinde geçerlidir

Mekke düştü yönetim gitti bari canımızı kurtaralım.

İlerde bir çaresine bakarız düşüncesi yabana atılamaz.

Yermük savaşının başlangıcındaki Müslümanların bozguna uğramasında

‘Büyü bozuldu bu bozgunun sonu denizde biter.’

İfadesi de bu anlayışın bir tezahürü değimlidir

Bu sözü de söyleyenler yeni Müslüman olmuş sahabelerdi.

Savaşa ganimet elde etmek için katılan insanlarla

Allah(cc) rızası için katılan insanların düşünce ve davranışları aynı olabilir mi?

Hz Osman Hz Muaviye ile akraba Hz Ali ile bacanak

Hz Osman halife olunca Hz Muaviye’yı Şam Valiliğine atar.

Hz Muaviye Şam Valisi olunca fetihten önceki Bizans valisini danışman olarak alır.

Şam Valiliği Hz Muaviye için yeterli değildir.

                                                                                     Devam edecek

Türkiye Bir Kısım Ülkelere Yardım Elini Uzatıyor

0

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ve Başbakanlığa bağlı “TİKA” (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi) arasında bazı konularda ortak çalışmak üzere karşılıklı imzalanan protokol gereği Pakistan ve Karadağ’da içmesuyu, kanalizasyon arıtma tesislerinin, depolarının ve hatlarının projelerini yapıyoruz. Bunların inşaatlarına da yakında Türkiye tarafından başlanacak, bizler de yine uzman kuruluş olarak uzman teknik elemanlarımızı göndererek inşaatlarını takip edeceğiz. Böylece işlerin salimen bitmesini ve hizmete girmesini sağlayacağız.

TİKA kurumunun organizesiyle Karadağ Cumhuriyetine giderek orada 3 adet yerleşimin içmesuyu ve kanalizasyon projelerini 8 günlük yorucu bir arazi çalışmasıyla yaptık. Bu vesileyle pek de tanınmayan “TİKA” yı anlatmak istedim.

Rus lider Gorbaçov zamanında Sovyetler Birliği’nin dağılması sebebiyle  Türk Cumhuriyetleri için boşluk doğdu. “TİKA” bu süreçte Türkiye’nin nüfuzunu artırmak, ilişkileri geliştirmek ve kalkınmasında yardımcı olmak gayesiyle 1992 yılında uluslararası teknik yardım kuruluşu olarak kuruldu. Ancak ilk yıllar aktif çalışamadı. Türkiye, devlet olarak Türki cumhuriyetlerin beklentilerine cevap veremedi ve gerekli çalışmaları yapamadı. Ancak 2002 yılından sonra  dış politikadaki değişiklik, Türkiye’nin dış dünyaya gittikçe artan ilgisi sebebiyle çalışmalarını hızlandırmış, Türk ve Müslüman dünyasına yardımları artırmış. Projelerinde ilgili ve uzman kuruluşlarla beraber çalışmış. Tika’nın çeşitli ülkelerde yaptığı çalışmalar “Türkiye büyük ülke” dedirtmeye başlamış, “kendine hayrı olmayan Türkiye” algısını değiştirmeye başlamış.

Kurum hakkında geniş bilgi almak için www.tika.gov.tr adresine bakılabilir. Burada Türkiye tarafından fakir Türk ve müslüman ülkelere yapılan; sağlıktan eğitime, inşaattan ulaşıma, içme suyundan tarım sulama sistemlerine kadar geniş bir yelpazedeki projeler ve yatırımlar detaylı olarak anlatılıyor. Bu zamana kadar dış hizmetlere 5 milyar dolar para harcanması, bir zamanlar birkaç yüz milyon dolar borç para bulmak için ülke ülke gezdiğimiz yıllarla bu gün arasındaki önemli farkı ortaya koyuyor. Ve bugünlerimize şükrediyor, gurur duyuyoruz. Üstelik yardım için gittiğiniz ülkelerde size minnettar bakışları, sahip çıkılma hissi, hiçbir menfaat gözetilmeden yapılması değer biçilemez bir duygu. Türkiye’nin büyük bir ülke olduğunu hissediyorsunuz.

Bir Afrika atasözü ” Batılılar geldiğinde bizim elimizde madenlerimiz ve kaynaklarımız vardı, onların elinde İncil. Gözümüzü kapayıp dua etmemizi istediler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde inciller, onların elinde madenlerimiz ve kaynaklarımız vardı” der. Türkiye’nin tarihi boyunca yaptığı gibi karşılıksız yardımı gözlerini yaşartıyor. Bunu da size belli ediyorlar.

Gelişememiş olan fakir ülkelerde zaten yönetim problemleri, diktatörlükler, aşırı dengesiz gelir  dağılımı, ufuksuzluk, halkı düşünmeyen bencil idareciler, eğitimsizlik gibi pek çok sıkıntılı durum bulunmaktadır. Bütün bu dertler,  en temel ihtiyaçlar olan yeme, içme, giyinme, eğitim, sağlık gibi  konuların çözümünü engellemektedir. BM raporlarına göre dünyada başta çocuklar olmak üzere senede 2 milyon kişi, susuzluk ve su kirliliği sebebiyle hayatını kaybetmektedir ki bu kayıplar hiç şüphesiz gelişememiş fakir ülkelerde oluyor.

TİKA, başta Afrika olmak üzere dünyanın farklı bölgelerde yaşanan ve insan hayatının en önemli maddesi olan su konusunda sıkıntıyı gidermek için de gayret ediyor. Fazlaca su kaynağı bulunmayan kurak iklime sahip ülkelerde, kuyular vasıtasıyla sağlıklı içme suyunu temin ediyor ve bu suyu evlere ulaştıracak şebekeleri inşa ediyor. 

Yardımlar Kırgızistan’dan Somali’ye, Bosna Hersek’ten Pakistan’a kadar pek çok ülkeye yapılıyor. Nakit para olarak değil, projeler yapma ve tesis kurma şeklindedir. Hastaneler, okullar, ibadet yerleri, sosyal binalar, su ve kanalizasyon tesisleri gibi pek çok yeni inşaatın yanı sıra Osmanlı eseri köprülerin, camilerin, kalelerin restorasyonunu da yapıyor.

Bu yardımları Türkiye’deki yardım kuruluşları da yapıyor. Geçen yıl Kocaeli’den 19 kişilik bir gönüllü doktor grubu Kara Afrika’nın sömürülmüş, kara talihli ülkesi Çad’a gitmişti. Gruptaki genel cerrah arkadaşım yüzlerce ameliyat yaptıklarını söyledi. Buradan birkaç ton tıbbi ilaç, malzeme, ameliyat malzemeleri vs. götürdüklerini, yeme içme gibi en önemli ihtiyaçlardan birinin sağlık olduğunu ifade etti. Tabii ki su sıkıntısı çektikleri için en çok su kuyusu açılmasına ihtiyaç olduğunu gördüklerini anlattı. Çok çeşitli grupların bilhassa fakir afrika ülkelerine yardımlar için gittiğini sizler de basından takip ediyorsunuzdur. Su kuyusu açmak, kurbanları ulaştırmak, ameliyatlar ve sağlık muayeneleri yapmak gibi sebeplerle milletimiz, insanlığını son yıllarda daha fazla göstermeye başladı. Bunu memnuniyetle takip ediyoruz ve daha güzel hizmetler için ümitliyiz.

Bu vesile ile sağlımızın şükrü, çoluk çocuğumuzun sadakası olarak ülkemizdeki ve dış dünyadaki fakirlere yardımı esirgemeyelim. Gerek kurban bayramlarındaki kampanyalara, gerekse yıl boyu süren su kuyusu açma kampanyalarına katkıda bulunabilirsek vicdanen rahatlar, geriye de eserler bırakmış oluruz.  

 

Avrupa Birliği Çökerken

Başta ekonomik problemlerimiz olmak üzere bütün dertlerimizin çaresi olarak gösterilen ” Avrupa Birliği ” üyeliğimiz etrafında o kadar çok söz söylendi ki yazılıp konuşulanların meseleyi çözmek yerine tamamen içinden çıkılmaz bir hale getirdi.

O kadar ki birliğe üye olmamıza taraftar olanların bile zaman zaman kafalarının karıştığına şahit olduk. Mesela rahmetli Ecevit 24 Aralık 1995 tarihinde Kadıköy meydanında yaptığı seçim konuşmasında Gümrük Birliği antlaşmasının ulusumuz için yeni bir Sevr Antlaşması olduğunu iktidara geldiklerinde bu antlaşmayı aynen Sevr Antlaşması gibi yırtıp atacaklarını ilan eden rahmetli Ecevit Başbakan olduğunda AB’ye tam üyelik, Türk Ulusunun tarihten ve coğrafyadan uluslararası antlaşmalardan gelen bir haktır. Bu hakkı istemekten hiçbir kuruluş ve devlet bizi engelleyemez. Bazı Avrupalı kesimler bizi Avrupalı saymazsalar da biz Avrupalıyız diyebilmiştir. Siyasilerimiz aynı konuda muhalefetteyken başka iktidardayken başka ifadelerine o kadar çok rastlıyoruz ki öfkelenmek yerine tebessüm etmekten başka bir tepki gösteremiyoruz.

Ecevit dönemi Adalet Bakanımız Hikmet Sami Türk Konrad Adenauer Vakfı ile Türk Demokrasi Vakfının da katıldığı TBMM çatısı altında düzenlenen “Türkiye’de Anayasa Reformu” adı verilen toplantıda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hükmünü düzenleyen Anayasanın 6. Maddesi yeniden düzenlenmelidir. Bu düzenlemede Egemenlik kavramı adaylık sürecide dahil olmak üzere Avrupa Birliğini de içine alacak şekilde genişletilmelidir. Bu maddeye Türkiye’nin diğer uluslararası kuruluşlara ve kurumlara üyelik halinde eşit şartlar altında olmak kaydıyla, o kurum ve kuruluşların organlarıyla egemenliğin birlikte kullanılacağı eklemesi yapılmalıdır” diyebilmiştir.

Dikkatinizi çekmiş olmalı konuşan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin o dönem  Adalet Bakanıdır. Ve TBMM çatısı altında konuşmuştur.

İçeride bunlar olurken kapısından girmek için çırpındığımız AB’nin Katolik kilisesine bağlı İtalyan piskoposları kendi yayın organları olan Lavvaniere gazetesinde “Müslüman Türkiye’nin AB’ye girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu üyelik yan yana büyüyen Hıristiyan gelenekleriyle şekillenen Avrupa Medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar unutulmamalı ki Avrupa fikri başlı başına düşman Türklere ve Türkiye’nin başını çektiği İslam Dünyasına karşı gelişmiştir.

Dönemin AB Dışişleri Komitesi Başkanı Tom Spencer 1999 yılında yaptığı bir açıklamada şöyle diyor, “aslında AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etme yolunda hiçbir zaman niyeti olmadı. Türklere ileride bir gün AB’nin parçası olacakları yolunda otuz yıldır söz vererek hiç dürüst davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Ankara ile ilişkilerde çıkarlarımıza zarar gelmemesi için gerçeği gizlediler. Bu durumda en iyi seçenek Türkiye ile tam üyelik dışında çok yakın ilişkiler kurulmalıdır.” Daha birkaç gün öncede Fransa Cumhurbaşkanı SARKOZY şöyle diyor, “Türkiye ne eski nede yeni Avrupa Birliğine üye olamaz bunu böyle bilsinler” dedi.

Avrupalılar böyle düşünürken bizim yöneticilerimiz işi biraz daha ileri götürdüler ve AB bakanlığı kurdular. Hiçbir Avrupa ülkesinde böyle bir bakanlık yoktur. Bizim sayın Bakanımıza sorsak acaba nasıl bir çalışma içerisindedirler. Avrupa Birliği bir iki seneye kalmaz çökecektir. Korkarım bu çöküntü altında kalmaz inşallah.

Anlatmaya çalıştığımız şu AB sevdalıları bütün dünyayı, Türk Devletini, Türk Milletini mukaddesatı unutmuş, Anayasayı unutmuş canhıraş feryatlarla ” aç kapıyı Avrupa Birliği” diye yalvarıyorlar. Avrupa Birliği soruyor kapı hakkı ne verirsin yöneticilerimiz diyor ki bizi Avrupalı saymayıp kapıdan kovsanız da, biz gene geleceğiz itibarımızı verelim, Hakimiyet kayıtlı şartlı AB’nin olsun Anayasamızın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 6. maddesini verelim.

Bizde diyoruz ki ;

21. yüzyılda Türkiye Avrupa Birliğinin bizi bekleme odasında oyaladığını fark edip, yönünü Türk Cumhuriyetlerine çevirerek Ortadoğu ya ve dünyaya kendi kimliğini korumak suretiyle “dilde, fikirde işte birlik” tezini hayata geçirerek 21. yüzyılın gelişmiş büyük Türkiye’sini kurarak, çağa damgasını vuran büyük devlet olmanın gururunu yaşamalıdır. Ve Türk Birliğini kurmalıdır. 

Bizim sevdamız Tanrı Dağlarının zirvesi gibi KUTSAL Orta Asya bozkırları gibi sınırsız ve Anadolu gibi vazgeçilmezdir.

Biz yeminimizi tekrarlayalım

“Dönersek kahpeyiz millet yolunda azimetten”

Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.  

 

 

Hayatımız Yalan

0

Giderek yalanla kuşatılıyoruz. Her şey biçimsiz ve hayalî. Sanki tufan yüklü bulutların zifiri karanlığında yaşıyoruz. Ufkumuzu gölgeler kapatmış ve birileri aklımızla ve tutkularımızla fena halde oynuyor. Hayatımızı kuşatan her şeyin endazesi bozulmuş. Her şey yalan. Maç sonuçları yalan. İzlenme oranı (reyting) ölçümleri yalan. Sınav sonuçları yalan. Elektrik faturası yalan. Eğitim sisteminin vaat ettikleri yalan. Cep telefonu (GSM) operatörlerinin performanslarıyla ilgili göstergeleri yalan.

İdeolojilere tutunamayan fakat kendilerini bağlandıkları takımlarla ifade eden ve bu yolla sosyal hayata katılan insanlar, maç sonuçlarının yalan olduğunu anlıyor. Tutundukları ve uğruna sokağa döküldükleri, bir başka deyişle önemli saydıkları maç skorları yalanla çöküyor. Zevkli bir mücadelenin taraftarı olan insan, aklının aşağılandığını ve tutkularıyla dalga geçildiğini görüp olanı-biteni hayretle izliyor. Günlerce propagandası yapılan diziler vasıtasıyla kültür ve duygu bağlamında yer alan insanlar birdenbire izledikleri dizilerin izlenme oranlarının yalan olduğunu işitiyor. Nasıl istismar edildiğini ve hangi hesabın kirli telkinlerine alet edildiğini görüyor. Çünkü uydurma izlenme oranlarının izleyicileri yönlendirmesi, iki yönlü istismara kapı açar: (a) Diziler yoluyla kültür ve duygu diline katılan insanlar aldatılır. (b) Uydurma yollarla şirketler reklam alma gücünü artırır. Her iki kapı da istismar ve sömürü düzeneğine açılır.

Hayatımızı yalan öyle kuşatmış ki mesele maç ve dizileri aşıp, dış politikaya kadar uzanıyor. Dış politikamız stratejik yalan üzerinden sürdürülüyor. Diplomatik bakış açımıza göre “Füze kalkanı, barış kalkanıdır ve asla İran’a karşı konulmamıştır.” “Arap Baharı demokratik sürecin ve özgürlüğün teminatıdır.”, “Kardeşimiz Esat, en büyük düşmanımızdır”, “Halkını öldüren zalimlerle yan yana duramayız.” Fakat Irak ve Libya’yı işgal eden güçlerle ittifak ederiz.

İster kültürel ister siyasî alanda herhangi bir faaliyete ilgi duyan herkes aldatılıyor. Bir milletin en temel sosyal bağlamı eğitimdir, o da yalan. Nitekim üniversiteyi KPSS’ye girmek için okursun. Yani üniversiteyi okumamız başka bir işe yaramıyor. Puanla atanmak için KPSS’ye girersin. Fakat uydurma yan gerekçeler yoluyla birileri puansız olarak çeşitli kadrolara atanır. İmam Hatip Lisesi’ni ve ardından İlahiyat Fakültesi’ni bitiren, bir kadroya atanmak için bütün resmî formaliteleri tamamlar, kadro bekler. Fakat hiçbir eğitim sisteminden geçmemiş “mellelerin” din görevlisi olarak atanması gündeme gelir. Öğretmen olmak için Eğitim Fakültesi bitirirsin, KPSS’ye girersin, kadro olmadığı için atanmazsın. Millî Eğitim Bakanı “Hepinizi atayacak kadromuz yok. Kadro dışı kalanlar yeteneklerini keşfetsinler, başka iş sahalarında şanslarını denesinler.” şeklinde telkinde bulunur. Demek ki doğrudan meslekî nitelik taşıyan ve belli amaç için kurulan bir fakülte bitirmek de yalan.

Yüksek mühendislik okursun, ardından Yüksek Lisans yaparsın. Doktora yapmak için Akademik Personel sınavına girersen her defasında karşına havuz problemi çıkar. Ülkemizde herhangi bir şeye verilen emek havuzda birikmez fakat her yerde karşına havuz problemi çıkar. Yıllarca emek vererek havuzu doldurmaya çalışırsın. İster devlet ister özel sektör olsun birileri şike yapar. Menfaati için havuzu boşaltır. Defalarca işitiriz. “Filan kurumun içi boşaltıldı.” Her siyasî iktidar kendi ahbaplarını kurumlara doldurur. Ötekilerini boşaltır. Etkisizleştirir. Her iktidar değişiminde üniversiteler dalgalanır. Rektör’ün siyasî iktidarın kafasından olması “olmazsa olmaz” bir gerçekliktir. İşte bu yüzden her sınavda havuz problemi karşımıza çıkıyor. Havuzu doldurmak ve boşaltmak birinci derecede öneme haizdir. Çünkü havuz problemini çözemeyen, kadro doldurma ve boşaltma denklemini kuramaz.

Siyasî ve bürokratik alanda kendi dünyasını tezyin eden ve rahat yaşayan seçkinler başkalarının çocukları üzerinden siyaset yapmayı, onları bazı işlerin parçası yapmayı çok severler. Kendi çocuklarını gelişmiş ülkelerin hijyenik sokaklarında yetiştirirler. Aynı adamlar “Sokaklara dökülmek bizim işimiz değil, bizim işimiz hayatın her safhasında değer üretmek” diyeni eleştirirler. Keza “Fakir-fukaranın çocuğu askere, seçkinlerin çocuklarına 30 bin karşılığında tezkere” aynı mantığın ürünüdür. Demek ki “Vatan herkesin vatanıdır.” sözü yalan. Doğrusu şöyledir: “Vatan herkesin vatanıdır fakat vatan için fakirler ölür, zenginler vatan sathında Afrika dansı yapar.”

Ülkemizde çocuk olmak da yalandır. Çocuk ilköğretime gittiği günden itibaren yarış atına dönüştürülür. Hayata bir yarış atı olarak sürülür. Bu yarışı kazanmak ve göreve geldiğinde operasyon yapmak için sürekli olarak havuz problemi çözer. Okula gitmesi yetmez. Çünkü yarışı kazanmak için okul yalandır. Okula gitmek, “dershaneye gitmek” ifadesiyle birlikte anlam kazanır. Bu da tam olarak doğru değildir. Çünkü parası olan dershaneye gider. Parası olmayan genetik kodlarına muhtaçtır. Daha işin başında yarışı kaybetmiştir. Bu engeli aşmak için çocuk, çareyi dershane sistemini örgütleyen bir yapının müridi olmakta bulur. Yaşamak için hayatı boyunca “havuz denklemi” kurar. Çünkü onun için hayata tutunmanın başka bir yolu kalmamıştır. Sorular hep çoktan seçmelidir fakat onun fazla bir seçeneği yoktur. Sistemde ya sıfır ya da birsin. Gerisi yalan. Resmî belgelerde yer alan fırsat eşitliği ve benzeri tekerlemeler bu tiyatro sahnesini süslemek için üretilen araçlardır.

Eşit vatandaş olmak da yalan. Bir yuva kurarsın, aldığın sınırlı bir parayla geçinmeye çalışırsın. Sana bir elektrik faturası gelir. Bir bakarsın ki ödediğin para harcadığın elektriğin karşılığı değil. Fatura da yalan. Çünkü ödediğin paranın bir kısmı, elektrik harcayıp ödemeyen için, bir kısmı da TRT ve benzeri yerler için. Ödemeyen niçin ödememiş belli değil. Bu mantığa göre faturasını ödeyen keriz. Elektrik faturasına göre herkes “siyasî iktidara ve bazı cemaatlere para ödemek” zorundadır. Çünkü TRT, siyasi iktidarın ve bazı cemaatlerin dışında kimseyi kapısına açmaz. Demek ki “Her vatandaş eşittir.” sözü de yalan.

Yalanla kuşatılan bir toplumun gerçeği şudur: “Yalanlar içinde herkes yavaş yavaş delirir, kimse fark etmez.” Fakat bilmemiz gerekir ki aklı ve tutkuları aşağılanan insanlar da hayatları boyunca binlerce havuz problemi çözdüler. Denklemin yanlış kurulduğunu anlar ve delice haykırmaya başlarlar! Kendilerini akıllı görenler, başkalarını her zaman aldatabileceğini sanırlar. Fakat geri dönülmez biçimde aldandıklarını görürler!

 

Hz. Mevlana Hakkında (1)

0

27 Nisan ve 4 Mayıs 2002 tarihlerinde olacak, bir televizyon kanalında, Hz. Mevlana hakkında bir hafta arayla iki program yapıldı. Hz. Mevlana birinci programda, ne yazık ki, yerde yere vuruldu!

Duyulanlar karşısında irkilmemek, dehşete düşmemek mümkün değildi! Ben şahsen duyduklarım karşısında dona kaldım! O ne biçim ipe sapa gelmez sözlerdi! O ne biçim haksız ithamlardı! O ne biçim yersiz suçlamalardı! O ne biçim yakışıksız konuşmalardı! O ne biçim saçma sapan iftiralardı!

Aman Yarabbi dedim ve Allaha sığındım. Koca Mevlana’nın -haşa- söylenmedik ne casusluğu kaldı, ne de denmedik ahlaksızlığı!

Gerçi ikinci programa çağrılanlar  – biri hariç- güzel konuştular sayılır. Bir bakıma Hz. Mevlana’yı layık olduğu yere oturtmaya çalıştılarsa da, birinci program, dimağlarda öyle derin yaralar açmıştı ki, kolay kolay zihinlerden silineceğe benzemiyordu.

Bu durum karşısında, karınca kararınca, Hz. Mevlana hakkında bir iki hususa açıklık getirmek istiyorum.

Mesela, Hz. Mevlana’nın eserlerinde geçen hikayelerin, çeşitli kitaplardan -haşa- devşirme, aşırma ve yürütme olduğu söylenerek; Hz. Mevlana töhmet altında tutulup suçlanmak isteniyor.

Halbuki her türlü inkişaf ve gelişme; bir evvelkinin gelişerek devamından başka nedir ki? Hani derler ya, güneş altında yeni bir şey yok. Sadece yeni bir sunuş tarzı vardır. Yeni bir ambalajla takdim şekli söz konusudur. Yeni bir surette, farklı bir biçimde, ortaya konuş hali bahis mevzuudur.

Önceki damlalar olmasaydı, son damla, taşan damla olur muydu? Oysa her yeninin temelinde bir önceki yeni vardır. O da bir önceki  – şimdi eski olan- yeninin temeli üstünde yükselmiştir. Kendisi üstünde yükselecek olana  – şimdiki yeni de- temel olacaktır. Bu böyle günümüze kadar devam ede gelir.

Öyleyse bugün yeni olarak gördüğümüz, yarına göre eski; düne göre yenidir. Demek ki, her şey bir sonrakine göre eski, bir öncekine göre yenidir.

Hz. Mevlana da önceki eserlerde geçen hikayelerden söz etmiş, onlardan tabii ki yararlanmıştır. Fakat bu hikayeleri ham madde olarak kullanmış, değişikliğe uğratarak, kendi fikirlerini onlara taşıtmıştır. Söylemek istediklerini onlar aracılığıyla söylemiştir. Bu üslubuyla naklettiği hikayeler; eskilerin aynısı değildir. Tabii ki, gayrısı da.

Bunu aynen şuna benzetebiliriz: Meşhur Süleymaniye Camisi, binlerce taşın kullanılmasıyla yapılmıştır. Tarihi yapıda onlarca mermer sütuna yer verilmiştir. Bu muhteşem eseri seyreden kimseye, taşların ustaca kullanıldıkları söylendiğinde, ha o taşlar mı falan dağın eteğinden getirilmiş dese!

Sütunların belli yerlerde, çok isabetli bir şekilde konuşlandırıldığından bahsedildiğinde ise, ha o sütunlar mı, filanca dağdan taşınmış dese! Bu şekilde muhteşem anıt caminin nesi nazara verilse, o kimse, canım alt tarafı dört duvardan oluşan bir yapı değil mi dese! Sırf Süleymaniye’nin taşını toprağını övse de, Mimar Sinan’ın mimarlığına, sanatkarlığına hiç değinmese, manen nasıl bir körlük içinde olduğu malumdur.

Nasıl ki, her resmin malzemesi aynıdır. Ama sonuçta tamamen kendi ressamının damgasını taşır. Onun adıyla anılır. Çünkü resim, o boyalar kullanılarak yapılmıştır. Fakat artık o boyalardan ibaret değildir. Zira tablonun her şeyi aslında Ressamı anlatmakta, onun bu şekilde içini dışa vurduğunu hatırlatmaktadır.

Evet doğru, Süleymaniye; taşlardan, sütunlardan ibaret. O taşlar ve sütunlar ise oradan buradan getirilme. Fakat o maddelerin bir san’at şaheseri olarak karşımızda yer alması, Mimar Sinan’ın mimarlık dehasının eseridir. Mimar Sinan’ın zevki seliminin somutlaşmış, taştan bir ifadesidir.

Herkes aynı yapı malzemelerini kullanır ama ortaya koydukları eserler birbirinden farklıdır. Aynı malzeme, farklı mimarlar elinde, başka başka görüntüler oluşturur. Maharet, taşların ve malzemelerin değil, onları kullanan ellerindir. Yani maharet malzemeden değil, onu kullanandan kaynaklanmaktadır.

Öyleyse esere bakıp, ham maddesini değil, onu kullananı övmek, beğenmek gerekir. Bir bakıma nakışta nakkaşı, resimde ressamı, eserde ustayı görmek lazımdır. Çünkü eseri görmek bakışsa, manen yapanı görmek de seziştir. Kısaca yapılanda yapanı görmek gerek.     Unutmayalım ki, koyun da bakar, ama insan görür. Unutmayalım ki, koyun da işitir, ama anlamaz. İnsan ise hem işitir, hem de anlar. İşte fark burada aziz okur. Zaten boşuna denmemiş: “İnsan fark edendir.” diye. Bütün yapılar aynı maddeler kullanılarak yapılır. Ama, beğendiğimizde; binayı değil, binayı yapanı över, takdir ederiz. Gözlerimiz eserde yoğunlaşırken, zihinlerimiz mimarlarına odaklanır.

İşte Hz.Mevlana da klasik eserlerden, tıpkı yapı malzemelerini kullanmak gibi, içinde geçen anekdot ve hikayelerden istifade edip, yararlanmayı bilmiş. Ama onlara yepyeni fikirler, yepyeni bakışlar ve yepyeni düşünceler yüklemiştir. Bu yeni, bambaşka anlam yükleriyle eser orijinal ve yeni sayılır. Mevlana’ya özgü kabul edilir.

Artık son şekliyle anlatılanlar, Hz. Mevlana’ya bağlanır. O şekilde takdir ve tahsin edilir. Beğenilir. Bundan dolayı şekle bakıp, Hz. Mevlana’ya -haşa- dil uzatmaktan kaçınmalıdır.

Atatürk, Doğu İsyanları ve PKK

Bugün size bir ev toplantısında edilen sohbetten bir kesit sunacağım. Konuşulanlar, toplumumuzdaki farklı görüşlerin bir aynası.  A, B, C… şahıslarının dilinden ifade edilen fikirler çeşitli vesilelerle karşımıza çıkıyor. Terör meselesi, Kürt meselesi ve hatta Kürt isyan hareketi gibi adlandırmaların arkasında bu bakış farkları yer alıyor.

•A-Atatürk’ün tepeden inmeci reformları ve toplumu dönüştürme hareketi Kürt isyan hareketlerinin ana sebebiydi. Yapılanlar gerekli olsa da toplumun kendi talepleri olmadan ve hatta toplum taleplerine aykırı olarak aydın kesimin zorlamasıyla yapıldığı için belli kesimlerden tepki görmesi kaçınılmazdı. O günün şartlarında “Kürt halkının temsilcisi” sıfatıyla ayaklanan Şeyh Said ve diğerleri “din elden gidiyor” sloganıyla bir kitleyi harekete geçirebilmişti.

Toplumsal dinamiklerden doğmayan, bir “diktatörün” toplumu dönüştürme planının uygulanması ve dayatmalarının izlerini bugünkü sıkıntılarda da bulmak mümkün. Atatürk döneminde Şeyh Said ve Dersim direnişlerinde devletin orantısız güç kullanımı ile 12 Eylül İhtilalinde Kenan Evren’in Diyarbakır cezaevinde uygulattığı işkenceler bugünün Kürt Meselesinin kaynağıdır.

•B-Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda önder konumunda olan ve Milli Mücadeleyi kazanan komutanın hedefinin diktatörlük olmadığı açıktır. Mustafa Kemal hem milli mücadele esnasında ve hem de Cumhurbaşkanı olduğu dönemde hep halkın temsilcilerinden oluşan Meclis’ten yetki alarak devleti yönetti.

O dönemde elbette ki Atatürk’ün iradesine aykırı karar çıkması beklenemezdi. Çünkü O hem Kurtuluş Savaşının kahraman lideri ve hem de gerçekten üstün liderlik özellikleriyle temayüz etmiş bir kişilikti. Bugün, Onunla kıyaslanması mümkün olmayan fakat karizmatik olduğunda şüphe etmediğimiz, Başbakan Erdoğan’ın iradesinin dışında Meclis’ten bir karar çıkabiliyor mu?

Atatürk’ü değerlendirirken çağının gerçekleriyle birlikte değerlendirmek gerekir. O dönemde Avrupa’da kaç devlet demokrasi ile yönetiliyordu ki? Atatürk de Hitler gibi diktatörlük yapsaydı engel olabilecek bir güç var mıydı?

•C-Tarihte “Kürt isyanları” dediğiniz kalkışma hareketleri de, bugünkü PKK hareketi de Kürt halkının “kendisine baskı yapan” rejime isyanı veya “kimliğine sahip çıkma” hareketleri değildir.

Dış güçler Osmanlı Devleti ve Türkiye’nin ayağına bazı engellerin takılmasını istediği zamanlarda içeriden bazı işbirlikçiler ayarlayıp, tarihten gelen bazı yaraları da kaşımak suretiyle emellerine kavuşmak isterler. Fotoğrafın bütününe baktığımızda, bütün kalkışma hareketlerinin küresel hesapların bir parçası olarak kullanılan araçlar olduğunu görürüz.

PKK’nın çıkış noktasında Marksist Leninist bir örgüt olduğunu hatırlayalım. Şimdi ise örgüt tamamen etnik kimlik üzerinden siyaset yapmakta, Kürtçe namaz kıldıran imamlar dahi kullanmakta.

PKK‘nın dünyada 60’a yakın ülkede bir STK gibi serbestçe faaliyette bulunması, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yapmasına göz yumulması ve de bir milyondan fazla Irak’lının öldürüldüğü Irak’ta bir tek PKK militanının burnunun dahi kanamaması bu desteğin açık işaretleri değil midir?

•D-Kenan Evren‘in Diyarbakır cezaevinde uygulattığı işkencelerin PKK‘yı doğurduğu iddiasına katılmıyorum. 1980 öncesinde de bölgede terör hareketleri vardı. Diyarbakır, teröristler tarafından kurulması hedeflenen Kürdistan’ın Başkenti olarak nitelendiriliyordu. Diyarbakır ve ilçelerinde çok sayıda “başkent” ismi verilmiş işyeri vardı. Bölgeye seyahat edecek otobüsler jandarma konvoyları eşliğinde gidebiliyordu.

Ayrıca diyelim ki işkenceler isyan hareketine sebep oluyor, başta Ankara Mamak‘taki olmak üzere diğer cezaevlerinde Ülkücülere uygulanan işkence en az Diyarbakır’daki seviyedeydi. Ülkücüler niye isyan etmedi. Mesela en ağır işkencelerden geçen Muhsin Yazıcıoğlu devlete karşı silahlı bir harekete geçmek yerine siyasi mücadele yolunu seçti? Diyarbakır’dakiler neden ülkücüler gibi meşru yolu seçmediler? Çünkü ülkücüler dış güçlerin kontrolüne girmediler. Hatta her şeye rağmen Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgedeki vatandaşlarımızın çoğunluğu da (isyancı damardan gelen kesim hariç) teröre destek vermediler.

•E-“Atatürk tepeden inmeci dönüşüm yaptı” dediniz. Atatürk olmasaydı bırak diğer kesimleri biz kadınların hali nice olurdu? Avrupa’da demokrasi tecrübesi çok eski olan ülkelerde bile kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmezken Atatürk kadınlara bu hakları verdi. Yüzyıllar boyu tebaa olmuş bir halkın böyle bir talepte bulunması söz konusu bile değilken, adına ister “aydın baskısı” isterseniz “otoriter bir liderin toplumu dönüştürme tutkusu” deyin yapılan doğruydu ve minnet duymamız gereken reformlardı.

Atatürk’ün, Türkiye’nin 200 senedir süren modernleşme macerasının hedefe varmasının toplumsal dinamiklerle çok uzun bir süre alacağını görerek, bu süreci hızlandıran katkısını tenkit etmek yerine, O’nu bize lütfeden Allah’a şükür etmeliyiz.

•F-Atatürk’ün temel tercihleri doğruydu. Bir devlet adamından beklenen stratejik hedeflerin tespiti ve bu hedefe varmada kullanacağı araçların seçimindeki isabetidir. Bu yönüyle Atatürk bir dahiydi ve Türk Milletinin şansı, böyle bir kritik dönemde O’nun gibi bir lider çıkarabilmesiydi.

Elbette Atatürk bir beşer olarak hatalar da yapmıştır. O’nu hata yapmaz ilahi bir varlık olarak görmek doğru değildir. Fakat O, mesela Türk Müziğini radyolardan yasaklayan kararının yanlışlığını görüp kararını geri almıştı. Dilde arılaşma hareketinin aşırı kaçtığını gördüğünde de “Güneş Dil Teorisi” hamlesiyle durdurmasını bilmişti.

Atatürk’ün temel tercihlerinin doğruluğunu anlamak için komşu ülkeler ile diğer Müslüman ülkelerin durumunu görmek ve Türkiye ile mukayese etmek yeter.

•G-Dersim sebebiyle Atatürk’e saldıran ve isyancılardan özür dileyenlerin, ülkenin kurtuluşunun yanında birlik ve beraberliğini sağlayan büyük liderin ruhundan özür dilemesi gerekir. O’nu anlamak için Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Makedonya gezisinde söylediği sözleri okumaları kâfidir:

Atatürk gibi muharebe meydanlarında efsanevi bir komutan, modern bir cumhuriyet kurmayı başaran, başarılı bir devrimci lidere dünya siyasetinde kolayca rastlamak mümkün değil. Atatürk’ü kendi çağdaşlarından ayırt eden yanı, değişime ve yeniliklere açık olmasıdır. O düşünceyi ve eylemi kendi kişiliğinde birleştirmeyi başarmış, hem değişim ve dönüşümü öncelikle kendi düşüncelerinde yaşatmış, hem de bunu toplumda gerçekleştirebilmiştir.”

 

Tarihte Bu Vatan

0

Tarihte bu vatan kadar, tarihte bu millet kadar, tarihte bu devlet kadar düşmanı olmuş bir millet, bir vatan ve bir devlet olmamıştır ve olmayacaktır da! Hiç rahat bırakılmadık! Ya dıştan ya içten; hep meşgul edildik! Hep ayakta kalmak, hep istiklal ve hürriyetlerimizi müdafaa etmek ve savunmak zorunda kaldık!

Fatih’in 17 devletle aynı anda savaşması ve üstün gelmesi. Kanuni’nin saltanatının üçte biri at sırtında geçmesi. XIV. asırdan beri değil yalnız Rumeli’den; Anadolu’dan da atılmak istenmemiz! Bugün bile varlığımıza tahammül edemeyip; parçala böl taktiği ile içimize fitne fesat tohumları saçılması!

“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.” hükmünden ders almamız; bin bir gayret sarf ederek, daima pür-dikkat ve uyanık olmamızı gerektirmektedir. Çünkü, ancak bu şekilde   hüsrana uğrayacaklar. Çünkü ancak bu şekilde “Toplu vurdukça yürekler” ektikleri nifak tohumları İnşaallah geri tepecektir.. Zira şairin dediği gibi:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
Bu yol ki Hakk yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.”

Evet, Batı ve Kuzey’in bütün şer kuvvetlerine karşın; bu devlet, bu millet ve bu vatan, diğer kardeş devletlerle birlikte, Garb’ın bütün çirkin, iğrenç ve rezil engellemelerine rağmen, istikbal ufuklarında, bir güneş gibi doğacak ve dünyadaki bütün pislikleri, dünyadan silip süpürecektir.

Çünkü felaket ve helaket  asrı geride kalmaktadır. Çünkü Hakk’ın şafağı sökmüştür. Güneşi doğdurmamak nasıl mümkün değilse, Doğu Yıldızı’nın doğuşunu engellemek de artık çirkin, mülevves, azgın ve emperyalist Batı’nın haddi değildir.

Kuzeyimizdeki Kızıl Dev siyaset arenasından çekilmiş, kalan Kızıl Ordu ise, içten parçalanmanın eşiğinde, Batı ise, çöküşün arifesindedir. Doğu’nun önündeki manialar kalkıyor ve kalkmak üzeredir.

İnanıyoruz ki bu vatan, bu millet ve bu devleti söndürmek isteyen bedbahtların bizzat kendi istikbal yıldızları sönecek. Bu vatan, bu millet ve bu devletin değil, onların izzet, ikbal, şan ve şerefleri tersine dönecektir.

Yazıma vatan, millet ve devletin parlak istikbalinden haber veren, gönüllerimize muştular sunan, samimi bir kalbin içten yakarış ve feryatlarıyla son veriyorum:

“Gazilerin, fatihlerin konağı
Seyyitlerin, serverlerin otağı
Bu vatandır şehitlerin yatağı

O şehitlerin ala dönmüş kefeni
Miskler kokar güle benzer bedeni
Öper melekler de nurlu naşını

Armağansın çünkü asil millete
Düşmeyelim bir gün bile zillete
Götür bizi şanlı büyük devlete

Zaferlerle şanlar bulur bu millet
Şarka Garba ziya salsın bu devlet
(Çünkü) nurdan kanadın, hem sağlam kolun var
(Çünkü) nurdan senin Hakk’a giden yolun var”   .

                                                 318 – 319

Anadolu’dan Güney Amerika’ya

Tarihçi Heredot’ a göre günümüzden dört bin yıl önce, Ordu ile Sinop illerimizin arasında yaşamış olan Amazonlar, kadınların baskın ve etkin oldukları savaşçı bir kavimdi. Bizim  Dede Korkut hikayelerinde de bu kavim  alp kızları olarak geçmektedir.

Amazon isminin nereden geldiği sorusuna iki cevap vardır. Birincisi ha-mazan kelimesi Farsça’da savaşçı anlamındadır. İkincisi ise a-mazos kelimesi Yunanca memesiz anlamındadır. Amazonlar iyi ok atabilmek ve korunmak için tunçtan yapılmış zırh giyerlerdi. Bu nedenle göğüsleri zırh altında kaldığından belli olmazdı.

Amazonlar aralarında erkekleri barındırmıyorlardı. Az sayıda ve sakat olmaları koşuluyla, bazı erkekleri hizmet etmeleri için kullanıyorlardı. Yılda bir kez, barış içerisinde oldukları komşu bir ülkeyi ziyaret ediyorlardı. Hamilelik sürelerinden sonra doğan erkek çocuklarını, ziyaret ettikleri komşu ülkeye iade ediyorlardı. Kabul edilmemeleri halinde bu çocukların yaşamlarına son veriyorlardı.

Amazonlar, kız çocuklarını erken yaşlardan itibaren çok disiplinli bir eğitimle, savaşçılar olarak yetiştiriyor ve at binmeyi öğretiyorlardı. Yunan ve Roma mitolojilerine göre bu savaşçı kavim Ege ve Akdeniz kıyılarına kadar Güney ve Batı Anadolu ile Karadeniz’in kuzeyine kadar tüm bölgelerde etkinlikleriyle ün salmışlardı. 

Amazonlar, aydınlık çağında, Renaissance (Rönesans) döneminde pek çok sanatçının  yapıtına esin kaynağı olmuştur. XVI. yüzyıl Avrupasında bu efsane kavim tekrar tekrar anılmış ve ölümsüz eserlere konu olmuştur. 

Kristof Kolomb (Christopher Colombus)’un keşfinden sonra Avrupalı denizci ülkelerin Yeni Dünya’nın zenginliklerinden pay alma hırsları dizginlenemez bir tutku haline dönüşmüştür.

 

Conquistadores ( konkistadorlar) gerçekte yağmacılar, istilacılar, mûstevliler özellikle eski İnka medeniyetinin Altın Kenti’nin  yani El Dorado’nun, Güney Amerika kıtasının Büyük Su nehrinin derinliklerinde gizlendiğine inanmışlardır. Bölgeye bu fantastik kent uğruna, peş peşe gidip ancak türlü nedenlerle yaşamlarını yitirip geri dönemeyen yağmacı ekipler başarılı olamamışlardır.  

Efsane kent El Dorado’nun, bütün evlerinin içi ve dışının som altından, en fakir halkın bile oturduğu evlerin som gümüşten olduğuna herkesin inanır hale gelmesine neden olan söylentiler giderek güçlenmiştir. 

İspanya 1511 doğumlu Fransisco  de Orellana, daha önce katıldığı araştırmalarda önemli bulgular elde ettiğini ve iyi bir ekiple, tekrar Güney Amerika kıtasına giderse, El Dorado’ya ulaşabileceğine V. Karl (Şarlkent)’ı ikna etmişti. Bunun üzerine kendisine dört gemi çok sayıda mürettebat ve donanım verilerek yeni dünyaya gönderilmiştir (1540). 

Okyanusun zorlu koşulları nedeniyle gemilerden biri yolda batar. Diğer üç gemi ise enkaza döner. Ekip güç bela Brezilya’ya varır. Büyük Su nehrinin deltasından içeriye hareket ederler. Burada kendilerini yerliler karşılar. Sürekli savaşmak zorunda kalan İspanyollara en büyük zaiyatı atlı kadın savaşçılar verir. İspanyollar geri çekilmek zorunda kalırlar. Olumsuz sağlık koşulları da yıpranmalarına ve önemli kayıplar vermelerine neden olur. 

Fransisco de Orellana kendilerine büyük zaiyatlar verdiren bu uzun saçlı savaşçılara mitolojiden bildiği ( amazonların) etkisiyle Amazonlar ismini verir. Devam eden daha sonraki savaşlarda da başarılı olamazlar ve idealleri felaketle sona erer. Ağır hastalanan Fransisco de Orellana notlarında, yazışmalarında ve çizdiği krokilerde bölgeye Amazon  adını verir. 1542 yılında nehir kenarında ölüsünü bulurlar. 

Bugün bu bölge ve nehir işte bu nedenle Amazon ismini taşırlar. Anadolu savaşçıları Amazonların nâmı, okyanusları aşmış ve yeni dünyanın en önemli  bölgesine, yağmur ormanlarının bulunduğu ve dünyamızın akciğerleri olarak anılan ormanlara ve yöreye hayat veren dev nehre isim olmuştur.