13.6 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1073

Hz. Mevlana Hakkında (4)

0

 

Hz. Mevlana’nın eserlerinin Farsça olması da, bir başka tenkit sebebidir. Gerçekten durum onların söyledikleri gibi midir acaba? Bir bakalım:

Şüphesiz Mevlana Hazretleri, o muhteşem, o görkemli eserlerini; Türkçe olarak yazsaydı, muhakkak ki, Türkçemiz çok şeyler kazanmış olurdu. Türkçemiz çok daha güçlenirdi. Türkçemiz çok daha derinlik elde etmiş olurdu.

Gerçi eserlerinin hemen hepsi Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu bakımdan yine de Türkçemiz, büyük çapta mana zenginliğine kavuşmuştur. Elbette asıllarının Türkçe olmasının keyif ve keyfiyetine diyecek olmayacaktı.

Binaenaleyh Farsça, Mevlana’yla ne kadar övünse azdır. Biz Türkler de aramızdan böyle bir İlahi Aşk şairi ve Mana Dahisi çıktığı için son derece bahtiyarız.

Hemen belirteyim ki, Mevlana’nın kaleme el atması, Farsça’yı ihya için olmadığı gibi, Türkçe’yi ihmal etmek gibi bir düşünceden dolayı da değildir.

Mevlana, manevi bir yangını söndürmek için kaleme sarılmıştır. Çünkü ortam karışıktı. Otorite yok denecek kadar azdı. İnsanlar huzursuzdu. Güvensizlik kamuyu sarmıştı. Halk şaşkındı. Moral zaafı vardı. Maneviyat bozuktu.

Zaman icabı Farsça revaçtaydı. Aydınlar ve yüksek zümre Farsça okuyor, Farsça yazıyordu. Evvel emirde onların yarınlara ümitle bakmalarını sağlamak gerekiyordu. Çünkü insanlar onlara kulak asıyor, onların durumundan; durumlarına pay çıkarıyordu.

İşte bu zorunluluklar, Mevlana’nın onlara yönelmesinde, onlara seslenmesinde baş rolü oynamıştır. Onlara hitap da tabiatıyla yetiştikleri kültürün diliyle olacaktı.

“Peki, diğer geniş halk yığınları ihmal edilmiş olmuyor muydu?” diye sorarsanız, hemen derim ki: “Olmuyordu.”  O zamanki aydınlar  zümresi için, nasıl ki Mevlana manen görevlendirilmişse, halk tabakası için de Yunus Emre yine manen vazifelendirilmiştir. Çünkü ikisi de çağdaştır. Çünkü her ikisi de Anadolu da zuhur etmiş, ortaya çıkmıştır.

Bir bakıma Hz. Mevlana şehirliye hitap etmiş. Yunus Emre ise kırsal kesimde yaşayanlara seslenmiştir. Nitekim İslam’ın özünü, ruhunu anlatan Yunus Emre; bunları ifade eden çok veciz, çok özlü mısra ve dizeler söylemiştir. Bu beyit ve dörtlükler kolayca ezberlenecek, kolayca akıllarda yer tutacak şekildedir.

Zaten halka irşat ve nasihatle yükümlü kılınan bu iki büyük zat, aynı zamanda, ilhama da mazhar idiler. Yani her iki büyük zatın ağzından dökülen, kaleminden çıkan sözler, Allah’ın ilhamından başka bir şey değildi.

Aslında onların ağzından konuşan Hz. Peygamber idi. Mevlana ve Yunus Emre gibi ulu kişiler, Hz. Muhammed’in kendisinden sonra gelen asırlardaki insanlara hitap edip seslendiği mikrofonlardan başka bir şey değildir.

Yoksa mes’ele Türkçe’yi hafife alıp almamak mes’elesi olmadığı gibi, Farsça’ya değer verip vermemek mes’elesi de değildir. Gerçekte zaman ve zeminin gereği neyse, yapılan aslında odur.

Kaldı ki Arapça, Farsça ve Türkçe; İlahi hakikatlerin kendileriyle ilham edildiği dillerdir. Bundan dolayı Arapça, Farsça ve Türkçe ilelebet / süresiz olarak, sonsuza kadar konuşulacak lisanlardır.

 

942

 

Üstelik İlahi gerçekler  -zamanı gelince-  kimine Arapça, kimine Farsça, kimine de Türkçe olarak ilham edilmiş ve edilmektedir. Nitekim son ilhamlar Türkçe’ye nasip olmuştur. Bir de bu sebepten ötürü olsa gerek Hüccetü’l-İslam Gazali’nin (1058 – 1111) eserleri Arapça, İmam – ı Rabbani’nin (1563 1624) kitapları Farsça, Bediüzzaman Said Nursi’nin (1873 – 1960) Risaleleri Türkçe’dir.

Mesela büyük Osmanlı alimi İsmail Hakkı Bursevi’ye (1653 – 1725)  İlahi hakikatler; hem Türkçe, hem Arapça hem de Farsça olarak ilham edilmekteydi.

Nitekim Koca Mevlana’nın, şu anlamda sözleri var: “Bu dünya zindanında işim ne? Kimin malını çalmışım da, buraya tıkılmışım? Fakat anladım ki, buradakiler bana ihtiyaç duyuyorlarmış. Benim nasihat  ve öğütlerime muhtaç imişler. Demek ki, ben görevliyim…”

Evet, sözü toparlarsak, Mevlana’nın eserlerini Farsça kaleme alması, Farsça’yı yükseltmek için olmadığı gibi, Mevlana’nın Türkçe yazmayışı da; Türkçe’yi yetersiz gördüğü için değildir.  Bu nevi şahısların eserleri, netice olarak şüphesiz ki, kullandıkları dile büyük hizmet etmekte ve hatırı sayılır prestij kazandırmaktadır. Fakat, Mevlana ve onun gibilerin yaptığı ve / veya onlara yaptırılan lisan tercihi; zaman – zemin icabı ve hitap edeceği kitlenin niteliği gereğidir.

Hz. Mevlana’ya yapılan bu itham, yani eserlerini niçin Farsça yazmış olduğu mes’elesi;  Bediüzzaman Said Nursi’nin içine doğmuş olacak ki, bir vesile ile sorulan suale şöyle cevap verir:

“Hz. Mevlana benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı. Ben de Hz. Mevlana’nın zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı. Şimdi Risale-i Nur tarzındadır.” (Risale-i Nur Külliyatından Örnek Metinler I, İstanbul – 2002, s.15)

 

Sıffin Savaşı -2

Evet, Şam Valiliği Hz Muaviye için yeterli değildi.

O’nun gözü daha yukarılarda hilafet makamında olsa gerek.

Hz Muaviye aile olarak cahiliye döneminde Mekke’nin yönetiminde bulunmuş,

Yönetmekten anlayan bir isim.

Danışmanı Bizans döneminde Şam Valiliği yapmış,

Bizansın her türlü ayak oyunlarını bilen bir isim.

Bu ikili bir araya geldiği zaman neler olmaz ki,

Ve oluyor da

Hz. Osman (RA) çıkan ya da çıkarılan bir karmaşa ile şehit ediliyor.

Bilemiyoruz çıkarılan bu karmaşada ve Hz. Osman’ın şahadetinde Bizans oyunlarının etkisi var mı?

Bu olay Hz. Muaviye’ye halifelik yolunu açmak için hazırlanmış bir senaryo mudur?

En doğrusunu Allah bilir.

Hz Osman (RA) ın şahadeti üzerine Hz Ali (RA) halife seçilir.

Hz. Muaviye Hz Osman’ın akrabası olması sebebiyle gerçek manada, ya da senaryo gereği

Hz. Ali’den bir an önce katilleri bulmasını ister.

Amaç gerçekten katillerin bulunması mıdır?

Hz. Ali bu karmaşada Hz. Osman’ın evi kuşatıldığında O’na bir zarar gelmesin diye çocukları ile beraber evinin önünde nöbet tutmuştur.

Hz. Muaviye ve adamları o esnada nerede idiler.

Yoksa işin olgunlaşmasını mı bekliyorlardı?

Bu ortamda Hz. Muaviye de akrabası olan Hz. Osman’ı korumak için 3-5 tane muhafız gönderse belki de bu cinayet engellenmiş olacaktı.

Hz. Ali katilleri bulmayı çok istiyordu ama sokaktaki her insana katil muamelesi de yapamazdı.

O ortamda zaten bu da mümkün değildi.

Suçlular işlerini yapmış ortadan kaybolmuşlardı.

Suçsuz insanları cezalandırmak İslam’ın adaletine yakışır mı idi.

Hz. Ali bu senaryolardan haberi olsa bile takvası gereği her yolu mubah göremiyordu

Hz. Ali bu mevzuyla ilgili bir sözünde,

‘Ben sizin en dâhinizim ama takvam beni sınırlandırıyor’ buyurmuştur.

Böylece Hz Muaviye aradığı fırsatı yakalamıştı.

Halkı Hz Ali’nin aleyhine kışkırtarak Müslümanların bölünmesine ve kutuplaşmaya sebep olmuştu.

Bu savaşta Hz Muaviye’nin etrafında cahiliye döneminde yönetmeye alışmış siyaseti bilen beklentileri karşılanmamış elit kesim toplanmıştı.

Hz Ali’nin etrafında ise cahiliye döneminde dışlanmış İslami yönetimle sisteme dâhil edilen hileden hurdadan uzak saf tertemiz herkesi kendileri gibi bilen Müslümanlar toplanmıştı.

Bu olay İslam tarihi açısından bir dönüm ve kırılma noktasıdır.

İlayı kelimetullah için sıyrılan kılıçlar şimdi bir hakkın gaspı ve gasp edilmeye çalışılan hakkın muhafazası için sıyrılıyordu.

Ne kadarda acı

Günümüzdeki olaylara ne kadarda benziyor, değil mi?

Bu yazı dolayısıyla olası hatalardan dolayı Allah(cc) sığınır, affımı talep ederim.

NİFAK ATOMDANDA TESİRLİDİR.

İSLAMİ CEMAATLARIN

MEZHEPLERİN VE DEVLETLERİN

BU OLAYDAN DERS ÇIKARMALARI TEMENNİSİYLE.

75. Yıldönümünde İman ve Mücâdele Adamı MEHMET ÂKİF ERSOY’u Konuştuk

Gerçek büyük, methiye/övgü satırlarında büyüyen değil, hakikat ölçüleri karşısında büyük olan ve kalitesini koruyabilendir.’ Diyen Prof. Dr. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN Hocamızla, Ölümünün 75. Yıldönümünde İman ve Mücâdele Adamı MEHMET ÂKİF ERSOY‘u Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Muhterem Hocam, Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy için; ‘İnançlı bir Müslüman’dı, büyük bir şairdi, değerli bir insandı.’ Diyoruz. Hakkında bu sözlerin söylendiği insan, hangi ölçülerine göre değerlendirildiğinde bu methiyelere/övgülere layık olur?

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: Bize göre, bir Müslüman’ın değeri, büyük hadisçi Süfyân b. Uyeyne’nin (v.197/813) işaret ettiği gibi, yüce Peygamberimize benzerlik durumuyla ölçülür. İbn Uyeyne diyor ki: ‘En büyük ölçü/mizan, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir. Eşyâ/nesneler ve işler onun ahlâk, yaşayış ve yoluna arz edilir. Ona uyanlar haktır/gerçektir; uymayanlar bâtıldır/boştur.’ Biz de bu kurala uygun olarak, iman ve mücadele adamı olan Âkif’in, Peygamber Efendimizin ‘Müslüman‘ tariflerine uygunluk derecesini, şiirlerinden örnekler vermek, hayatından sahneler nakletmek suretiyle araştırmayı, en doğru bir yol ve yöntem olarak benimsemiş bulunmaktayız.

Âkif merhum, 622 senelik Osmanlı yönetiminin temellerinin sarsıldığı, sosyal hayatın tam bir karmaşa halini aldığı, daha kötüsü, dehşetli yenilgilerin devam ettiği bir dönemde yetişmiştir. Buhranlı zamanlar, insanı mânevi değerlere sarılmaya yöneltir. Yani korku, insanı dindar yapar. Acaba, bazılarının zan ve iddia ettikleri gibi, Âkif’in imanı da böyle bir zorlama ve korkunun sonucu mudur? Yoksa yakîne/derin bir bilince dayanan, köklü, içten gelen, olayların, sadece kuvvetini artırdığı bir iman mıdır?

Çetinoğlu: Şüphe edilebilir mi?

Çakan: Âkif’in hayatını kaba-taslak bilen bir kimse bile, bu ‘acaba‘ kelimesine kesinlikle ‘hayır‘ diyecektir. Zira böyle zoraki imanlıların çoğu, tehlikeler atlatılınca, dine, imana hücum etme derekesine düşmekten kurtulamamışlardır. Âkif ise, gittikçe artan bir iman şahlanışıyla her zaman her yerde ‘imanının adamı‘ olmasını ve kalmasını bilmiş ender şahsiyetler arasındaki mümtaz yerini almıştır.

Çetinoğlu: Bunu hangi mısralarından anlıyoruz?

Çakan: Âkif merhum, memleket ufuklarının karardığı, ümit ışıklarının söndüğü o günlerde; ‘İmanım, sînemde müebbed fecr-i sâdıktır.’ diye haykırarak durumunu, özgüvenini ve duruşunu ilan etmiştir.

Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman‘ ‘İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.’ mısralarıyla da millete, ne olmasının, nasıl olmasının ve davranmasının gerektiğini hatırlatmıştır. Zira o, milletin varlık, yaşayış ve mutluluğunda İslâm’ın vazgeçilmezliğine inanıyordu. Çünkü ‘Bir millet kendi öz değerlerini değiştirmedikçe, Allah onlara bozgun vermez.’ âyet-i kerimesi, değerlerine sâhip çıkmak isteyen toplumlara yeterli garantiyi veriyordu.  Bu sebeple, Kur’an-ı Kerîm’e yürekten inanmış bir insan olarak Âkif,  milletin tehlikeleri atlatabilmesi ve kalkınabilmesi için iki büyük kuvvetin, kişilerin ruhunda yer etmesini gerekli görüyordu: Bilinçli ve güçlü bir iman, tükenmez bir mücâdele azmi ve aksiyon.

Çetinoğlu: Ölçünüz/miyarınız İslamiyet olduğuna göre, konu ile ilgili kaynaklardan da söz eder misiniz?

Çakan: Mümini çeşitli yönleriyle tanıtan âyet-i kerime ve hadis-i şerîflerin sayısı bir hayli kabarıktır. Hepsini ayrı ayrı zikretmemizin imkânı yoktur. Bu sebeple, ‘ilâhî vahyin hareket halindeki göstergesi diyebileceğimiz Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem‘in nezih ve temiz hayatından çıkardığımız altı özelliği esas alacağız.. Bu özellikleri şöylece sıralayabiliriz: 1- İman, ma’rifet, yakîn ve ilim ister. 2- İman, Allah ile beraber olma şuuru, rıza, kanaat ve sabır ister. 3- İman, dünya ve dünya nimetlerine tapmama anlamında bir zühd ve sürekli Allah’a kulluk edilmesini ister. 4- İman, yaratıklara karşı sevgi, samimiyet ve dürüstlük ister. 5- İman, mücâdele /cihad ister. 6- İman, ma’şerî bir vicdan, sosyal bir çile, insanî bir düşünce ve hareket (aksiyon) ister.

Çetinoğlu: Hocam bu sözleri açıklamanız mümkün mü?

Çakan: 1- İman, ma’rifet, yakîn ve ilim ister. Ma’rifet, derûnî bilgidir. Yakîn, şüphe ve tereddüt kokusundan uzak olmak demektir. Âkif’te bu iki özelliğin varlığını, Safahat‘ı okurken hissedilen derûni/samîmi zevk ve açık ifadelerden anlamak mümkündür.

Hakkın Sesleri‘ ve diğer bazı şiirlerindeki isyankâr ifadelerde şüphe unsuru olduğu sanılmamalıdır. Aksine bunlar, ma’rifete ve yakîne kavuşmanın verdiği güven duygusunun yansımalarıdır. Zira o sözleri söylemek için, önce o gücü, içinde/yüreğinde duymak gerekir. Ondaki isyan ‘merhametle başlayarak ümit ve iman ile beslenen bir isyandır…Bu isyan, imanın eseridir, mes’uliyet imanının eseri…Ruh dünyasının bütün kahramanları bu isyana sahiptir, Âkif de onlardandı.‘ 

2. İman, Allah ile beraber olma bilinci, rıza, kanaat ve sabır ister: Allah’ı anmak, mümini dînî disipline ve kendini denetleme (murakabe) bilincine sahip kılar. Yani mümine, sonsuz bir ümit ve dipsiz bir korku telkin eder. Allah’ın sürekli denetiminde olduğu bilinci içinde yaşayan Âkif, insanî erdemlerin hepsini Allah korkusuna bağlar ve bu gerçeği şöyle haykırır:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır,

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın,

Ne irfânın kalır te’sîri, kat’iyyen ne vicdânın.

Öte yandan, sınırsız bir ümit ışığını sürekli korumak gerektiğini bilen Âkif, her şeye rağmen ye’se / ümitsizliğe düşmemenin bir borç olduğunu hatırlatır:

Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!

Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.

Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin?

Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin…

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.

Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.

Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

‘İş bitti.. Sebâtın sonu yoktur!’ deme; yılma.

Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma!

3- İman, yaratıklara karşı sevgi, samimiyet ve dürüstlük ister.

Âkif, Yaradan’dan ötürü herkese, her şeye karşı sevgi duymuş ve samimi/dürüst davranmış, her hal ve şartta doğruyu, doğrusunu söylemiştir:

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek!

O, her şeyden önce dinine, imanına karşı samimi idi. Bütün hayatı boyunca aynı imanın sahibi olarak kalmıştır. Bukalemun meşreblierden asla olmamış ve onlardan hiç mi hiç hoşlanmamıştır.  Nitekim Hz. Peygamber de bir hadîs-i şerifte ‘ed-Dînü’n-nasihah / Din dürüstlüktür.’ buyurmuştur.

Âkif, çevresine uyma yerine, çevresini kendisine uydurmaya çalışmıştır. O, çevre kaygısını aşmış bir iman kahramanıdır.

Sıkıntılı/buhranlı günler, mecburiyetler dahi onu inandıklarından vazgeçirememiştir.

Yapılan mukaveleye rağmen, çeşitli bahânelerle, sırf tercümesinin Kur’an-ı Kerîm yerine okutulacağı endişesiyle tercümeyi teslim etmemesi, Yozgatlı İhsan Hoca’ya, yakılmasını vasiyet etmesi, en muhtaç zamanında büyük bir gelirden vazgeçmesi ve çok daha önemlisi yıllarını verdiği bir eserini yok etmeye katlanması, Âkif’in dinine, imanına karşı olan samimiyetinin en büyük delilidir. Evet o, imanın çağlayanı halinde yegâne ‘kendi‘ kalabilmiş ender bir kahramandır. Aslında bu ‘kahraman‘ hükmü de kendisinindir. Çünkü o, ‘hakiki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.’ diyordu. ‘İnandığı gibi yaşamış ve inandığından başka bir şeyi telkin etmemiş.’ olmak onu kahramanlaştıran iki büyük özelliğidir.

Diğer taraftan sevgisi de tam İslâm’ın istediği gibiydi. Tevfik Fikret’i sever sayarken, ‘Târîh-i kadîm”i okuyunca, dine, îmana çattığı için sevgisini saygısını unutuveriyor ve Fikret’i;

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz,  Protestanlara zangoçluk eder!

diye paylıyordu. Zira iman sahiplerinin vicdanlarına vurulan bir fiske, her şeye sabreden bu kuzu insanların vicdanlarında bir volkan patlaması etkisi yapardı. Hem bu hareketiyle Âkif, ‘Ey habibim! Allah’a ve âhirete gerçekten inananları, isterse babaları, oğulları, kardeşleri veya soy-sopları olsun, Allah’ın ve Resûlünün koyduğu sınırları aşanları sever bulamazsın.‘ Âyet-i kerimesi ve ‘En üstün amel/tavır, Allah için sevmek, Allah için nefret etmek/kin tutmaktır.’ hadis-i şerifi ile tam bir uyum içindedir.  Bu hadis-i şerif, sevgi ve kini/nefreti ‘Allah için‘ olmak kaydına bağlı olarak kutsuyordu.  

4-İman, dünya ve dünya nimetlerine tapmama anlamında bir zühd ve Allah’a kulluk edilmesini ister.

Kalabalıklardan uzak kalmak, tefekkür ve ibâdete devam etmek büyük insan olmanın şartlarındandır. Zira ‘ilham perisi, yalnız yaşayan ruhların ziyaretçisidir.’

Âkif, tâ küçük yaştan beri hep yalnızlığı seven bir ruha sahiptir. Hatta onun Çengelköy’de bir-iki dönümlük bir arsa aldığı, oraya bir ev yaptırıp yalnız yaşamaya hazırlandığı, fakat bunun kendisine nasip olmadığı bir gerçektir. Onun hayatını anlatan yazarların hemen hepsi ‘sükûn adamı‘ olduğu noktasında birleşirler. Bir veya iki kişi ile sohbetleri neşeli geçtiği halde, topluluklarda devamlı sustuğu çok görülen hatta göze batan bir özelliği idi. Nurettin Topçu merhum bunun için, ‘Âkif’in inzivası, halk içinde bir idi.’ der. Hele son yıllarını Hilvan’ın bir köşesinde yapayalnız geçirmiştir. Hatta bu dönemde daha çok tasavvufî şiirler yazmıştır

Âkif, bu dönemde yüksek tahsilden sonra yapmış olduğu hâfızlığını kuvvetlendirme imkânını bulmuştur. Kendisi ‘demir hâfız oldum‘ diyordu. Hatimle Terâvih namazı kıldırmayı düşündüğünü, bu sebeple dayanıklı Müslüman aradığını hafızlık hocası Arap Hafız’a bir mektubunda yazmıştır. Ne gariptir ki Âkif hayatının her safhasında ‘dayanıklı Müslüman‘ aramak mecburiyetinde kalmıştır. İşin gerçeği, O’nun mücâdelesi/aksiyonerliği de bu noktadan başlamaktadır.

5-İman, mücâdele /cihad ister: Âkif, yaşadığı müddetçe imanın bu gereğini yerine getirmek için çırpınmıştır. Cihad, aslında iman kelimesinin özünde bulunmaktadır. Âkif, imanın en modern tarifini şöyle yapar:

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum.

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Müslüman’ın şahsiyeti işte bu beyitte en ince anlamına kavuşmuştur. Bir noktaya kadar susan, hoş gören iman, iş imânî gerçekleri ilgilendirince var gücüyle er meydanında, mücâdele sahnesinde aksiyon halindedir.

6-İman, ma’şerî bir vicdan, sosyal bir çile, insanî bir düşünce ve hareket (aksiyon) ister: Esasen her Müslüman, biraz da din kardeşleri hatta insanlık için yaşayan insandır. Peygamber efendimiz, ‘Müslümanların dertlerini dert edinmeyen, onlardan değildir.’ buyurur. Bu bakımdan her Müslüman ister istemez bu manada ümmetçidir.

Tanınmış Edebiyat tarihçimiz Nihat Sami Banarlı; Mehmet Âkif Ersoy için şunları yazdı: ‘Mehmet Âkif inanmış bir insandı. Önce kendisiyle birlikte aynı Allah’a tapan bütün Müslümanları mes’ud görmek istiyordu. Onların ıstırabı Âkif’in de ıstırabıydı. Daha doğrusu, Âkif’in ıstırabı yalnız bu ümmetin ıstırabıydı.’

Çetinoğlu: Mehmet Âkif Ersoy, aynı zamanda bir dâvânın adamı idi. Uğruna mücadele ettiği dâvâsı neydi?

Çakan: Âkif’in arzusu, Müslümanların tevhid dâvâsında birleşmeleri idi. Bu ise, bir siyasî arzu olmaktan çok, imanî bir gerek olarak değerlendirilmeye layıktır. Bu tür düşünüş, Peygamber Efendimizin metoduna da uygun düşmektedir. Zira Peygamber Efendimiz, akide/inançbirliğini temin edecek ve böylece insanların vicdanlarına yerleşecek olan Tevhiddavasıyla işe başlamış, tam on bir buçuk yılını sadece tevhid/Allah’ın birliği inancını yerleştirmeye ayırmıştı.

Bu gerçeği gayet iyi anlayan Âkif de Müslümanların siyasi ittihadından çok, şuurlu bir Müslüman olma keyfiyetinde birleşmelerini arzu ediyor, bunun için çağrıda bulunuyordu:

Kaç hakîkî Müslüman gördümse, hep makberdedir.

Müslümanlık, bilmem amma gâliba göklerdedir.

İstemem, dursun o pâyansız mefâhir bir yana,

Gösterin ecdâda az çok benziyen bir kan bana.

Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfânımız;

Bir taraftan seyfe makrûn adlimiz, ihsanımız

Yükselip akvamı almış fevç fevç ağuşuna,

Hepsi dalmış vahdetin aheng-i cûşâcûşuna.

Çetinoğlu:İslamcılıkkavramı, günümüzde zararlı bir cereyanmış gibi gösteriliyor. Mehmet Âkif Ersoy, ‘İslamcılık’ kavramını nasıl yorumluyordu?

Çakan: Ersoy’a göre İslâmcılık; Müslüman fert ve toplumları, İslâmiyet’in gerçek iman ve amel esaslarına döndürmek, İslâm’ın ruhunu anlamaları ve İslâm ahlakı ile yaşamalarını sağlayacak duygu ve bilgilerle donatmak ve İslâm dünyasında, din kardeşliğinden doğan birliğin gerçekleştirdiği maddî ve manevî yardımlaşmayı sağlamak için çalışmaktır.

Şu halde, ‘panislamist‘, ‘ümmetçi‘, ‘İslâmcı‘ gibi tanımlamalarla Âkif’i tenkide kalkışanlar, aslında O’nu ‘Müslüman‘ olduğu için tenkit ediyorlar demektir. Oysa  iman ve aksiyon şâiri olmak, Mehmed Âkif için aslâ bir nakîsa değil, bir meziyettir. Çünkü iman, Allah’a mutlak teslimiyet ve ma’şerî bir vicdan ister.

Çetinoğlu: Muhterem Hocam, Mehmet Âkif Ersoy ile ilgili olarak lütfedeceğiniz genel bir değerlendirme ile röportajımızı bitirebilir miyiz?

Çakan: Biz Âkif’i imanı tam, imana bilinçli bir heyecan ve aksiyon ruhu katan, dini için çırpınan, doğru sözlü, sağlam özlü bir dâvâ adamı şâir olarak tanıyoruz.

Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ın ‘İdeal ve İdeoloji‘ isimli kitabında yer alan şu sözleri, bize şâhitlik ediyor: ‘Âkif’i asıl unutturmayan, O’nun imanıdır. Ne varlık, ne yokluk, ne makam, ne tehdit, ne gurbet, ne menfaat… Hiçbir şey Âkif’i varlığının hikmeti haline yükselen imanından ayırmamıştır. Bu iman Âkif’teki bütün meziyetlerin bir nevi pınarı ve besleyicisi olmuştur.’

Âkif, ömür boyu İslâmî bir imana gönül vermiş ve bunun gereklerini kendi çapında sürekli bir mücadele/aksiyon ile yerine getirmeye çalışmıştır. Safahat, bu samimi imanın ürünüdür. Okuyana güç kaynağı olması da temelindeki Âkif’e ait bu samimi imandır.

Biz de aynı imanı esas alan güvenle ona kendi mısralarıyla sesleniyoruz:

Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği günler, haktır,

Şarkın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.

Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın,

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

İsmail L. Çakan

İsmail L. Çakan

Oğuz Çetinoğlu, İsmail L.Çakan

Oğuz Çetinoğlu, İsmail L.Çakan

Oğuz Çetinoğlu

Oğuz Çetinoğlu

Seçim Sistemleri

 

“Yöneticilerini rastgele seçen bir millet kaptanı yolcular arasından kurayla seçilen gemiye benzer” En küçüğünden en büyüğüne kadar her insan topluluğunun bir statüye ihtiyacı vardır. O topluluğun gayesi ve iradesi böyle bir statüye göre şekillenir ve gerçekleşir.

Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ama siyasi parti liderleri de ölünceye kadar kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur.

Temsili hükümet sisteminin gerçekleşmesini sağlayan seçim müessesesi vasıtasıyladır. Halk temsilcilerini ve bilhassa yasama organını seçimle tayin eder. Seçim çağımızın demokratik anlayış ve tatbikatı içerisinde önemli bir yere sahiptir. Demokrasinin temel siyasi prensiplerinden biride Milletin devlet iradesine sahip oluşuna ve bu iradenin kullanılışına mümkün olan en geniş ölçüde katılmasıdır. Verilen oyların TBMM’ since nasıl yansıyacağı sorusu seçim sistemlerinin konusu ve nasıl olması gerektiğini ilgilendirir.

Türkiye’de 1961 yılında kabul edilen milletvekili seçim kanununda basit seçim çevre barajı vardır. Bir seçim çevresinde toplam geçerli oyların o çevreden çıkacak milletvekili sayınsına bölünmesi ile elde edilen sayıdan fazla oy alınması zorunlu idi. Bu baraj 1965 yılında kaldırılarak milli bakiye sistemine geçildi. 1980 yılına kadar Türkiye’de D. Hondt sistemi uygulandı. 12 Eylül 1980 yönetiminin danışma meclisi D. Hondt sistemi yanında ülke genelinde % 10 her seçim çevresinde de seçim çevresi barajı koymuştur.

1995 yılında seçim çevresi barajı kaldırılmıştır. Türkiye’de seçim sistemi Anayasa ile değil kanun ile tespit edilmiştir. Bu sebeple de 1983 sonrası iktidar partileri kanunda birçok değişiklikler yapmışlardır.

2839 sayılı milletvekili seçimi kanununun 2. maddesine göre milletvekili seçimi tek derecelidir. Seçim nispi temsil sistemine göre eşit ve gizli oyla hakim denetimi altında yapılır. Aynı kanunun 4. maddesine göre seçim çevrelerinde il, ilçe ve daha küçük birimler olarak tespit edilmiştir. Yapılan tespit sonunda çıkaracağı milletvekili sayısı 18’e kadar olan iller bir seçim çevresi sayılır. Çıkaracağı milletvekili sayısı 18’den 35’e kadar olan iller iki, 36 veya daha fazla olan iller ise üç seçim çevresine bölünür.

Milletvekili kanunun 33. maddesi hükmüne göre genel seçimlerde ülke genelinde geçerli oyların %10’onu geçemeyen partiler milletvekili çıkaramazlar. Ülke barajını hiçbir siyasi parti aşamaması halinde milletvekilleri alınan oylara göre barajsız hesap edilerek seçilirler.

Türkiye’de adil bir seçim sistemi için;

1- Adaletli bir temsil ve istikrar içerecek bir seçim sistemi için bütün partilerin kısa vadeli menfaatlerini ikinci plana itip bu konuda ülke menfaatlerini öne alarak bir uzlaşmaya gitmeleri gerekir.

2- Siyasi partiler kanununun ek-1. maddesi uyarınca partilere yapılan devlet yardımlarının milletvekili sayısına göre değil, aldıkları oy sayısı dikkate alınarak yapılması gerekir.

3- Siyasi partiler tarafında gösterilecek milletvekili adaylarının % 25’inin sağlık, ekonomi, hukuk ve mühendis gibi devletin yönetim kadrolarına ihtiyaç duyduğu dallarda üniversite mezunu uzman olması şartı getirilip adayların % 90’ını seçimle yargı gözetim ve denetiminde partili üyeler tarafından seçilmesi gerekir. Ayrıca daha önce var olan daha sonra kaldırılan tercihli oy sistemi yeniden getirilmelidir.

4- TRT yasasında siyasi partilerle ilgili haberde partiler arasındaki ayırım kaldırılmalı ve seçime katılan her partiye eşit zaman ayrılmalıdır.

5- Partiler arasındaki işbirliği yasağı kaldırılmalı. İki veya daha fazla partinin kimliklerini koruyarak seçimlere birlikte girme imkânı sağlanmalıdır. Böylelikle partilerin muvazaa yoluna başvurmaları da önlenmiş olur.

Siyasi parti liderleri artık vazgeçilmez, ulaşılmaz olduklarına inanmaktan vazgeçmelerini sağlayacak tedbirler alınmalı. Üç dönem genel başkanlık yapmış ve 70 yaşını dolduran genel başkanların bir daha seçilmemeleri için gerekli düzenlemeler acilen yapılmalıdır. Yoksa siyasi parti liderleri ölünceye kadar genel başkan, milletvekilleri de onun kulları, millet de genel başkanın listesini tasdik eden noterlik haline dönüşür.  Her toplum laik olduğu yöneticiler tarafından yönetilir.

Fransa, Türkiye’ye “Bu Ne Ayak?” Derse TBMM Ne Der?

0

Fransa sömürgeciliğinin en somut örneği olan Cezayir, Osmanlı Devleti’nin dağılmasının ardından en fazla acı çeken ülke olmuştur. Yönlendirmenin, aşağılamanın ve tahakkümün her şekli Cezayir halkına uygulanmıştır. Ardından bir halkı yok etmenin etüdü yapılmış ve gerçekleştirilmiştir. Fransa, Cezayir topraklarında soykırımın tarihini yazmıştır.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve Türkiye’nin Tavrı: Cezayir bağımsızlık savaşı 1 Kasım 1954’te bazı bombalama eylemleri ve askerî binalara yapılan saldırılarla başlamıştır. Bağımsızlık mücadelesi başladıktan iki yıl sonra düzenlenen Summan Kongresi’nde, bazı silahlı örgütlerin ve Cezayir Devrimi Ulusal Konseyi (CNRA)’nin kurulmasına karar verilmiştir. Fransa bu direnişi önlemek için yerli halkın mevcut durumunda bazı iyileştirmeler yapma konusunda girişimler başlatmıştır. Halkın Fransız hükümeti yanında yer almasını sağlamaya yönelik bu girişim ve yönlendirme teknikleri tutmamış, 1957 yılında savaş iyice şiddetlenmiştir. Bağımsızlık hareketini önlemek için her türlü yol meşru görülmüş ve büyük bir katliam yapılmıştır. Bu mücadele, 5 Temmuz 1962’ye kadar sürmüştür. Ne yazık ki Türkiye, yaşanan bu acı olay karşısında bulanık bir tavır sergilemiş; daha açıkçası doğrudan ve dolaylı olarak 1960’a kadar Fransa’nın yanında yer almıştır.

Cezayir bağımsızlık hareketini başlatan milliyetçi liderleri açık bir şekilde Mısır Lideri Cemal Abdünnasır desteklemiştir. Türkiye, Mısır ile yaşadığı Bağdat Paktı ve Süveyş Krizi’ni bahane ederek meseleye sıcak bakmamış ve Cezayir direniş hareketini bazı solcu grupların ve bunların arkasındaki devletlerin, yani Rusya’nın ve Çin’in bir tertibi olarak tanımlamıştır. Öte yandan Türkiye’nin dâhil olduğu NATO paktının 6. maddesinde “taraflardan birinin topraklarına saldırı olduğu takdirde diğer üye devletlerinin yardımcı olmasına” ilişkin hükme Cezayir de eklenmiştir. Saldırı herhangi bir ülkeden gelmese bile üye ülkeler Fransa’nın NATO emrindeki güçlerini Cezayir’de kullanmasına izin vermiştir. Zaten Soummam toplantısında Cezayirli milliyetçiler NATO’yu kendilerine düşman pakt ilan etmişlerdir. NATO’ya ait silahları, kullanılan üsleri hesaba katacak olursak Türkiye fiilen olmasa bile şeklî olarak NATO’dan dolayı Cezayir bağımsızlık mücadelesinin karşısında yer almıştır. Cezayir, meseleyi BM’ye taşıdığında da Türkiye aynı tavrı sergilemiştir. 1957’de Cezayir’in geleceğini belirlemesine ilişkin oylamada Batılı devletlerin baskısı altında çekimser oyu vererek bir oy farkla önergenin reddedilmesinde belirleyici olmuştur. Türkiye’nin BM’de takip ettiği oylama stratejisi, Fransa’nın desteklenmesi yönünde olmasına rağmen, ABD ile benzerlik göstermesi bir rastlantının eseri değildir. Türkiye yapılan oylamalarda ABD ile hareket ederek bir anlamda ABD’nin Cezayir konusundaki politikalarını benimsemiştir.

Hükümet yanlısı basın açıkça Fransa’nın söylediklerini tekrar etmiş ve durumu meşrulaştırmaya çalışmıştır. Hükümet yanlısı olmayan bazı basın yayın organları tavır koymuştur. 1957 yılından itibaren Cezayir’i değerlendirme biçimi biraz değişmiştir. Sol ve milliyetçi basın, Cezayir bağımsızlık hareketinin Millî Mücadele’den esinlenerek yapıldığını ifade ederek desteklemiştir. DP taraftarı basın, Batı’nın yaygın olarak benimsediği görüşü tekrar etmiştir. Bugün Irak, Libya ve Suriye konusunda Batılı merkezî devletlerin görüşleri basın yayın aracılığıyla telkin edildiği gibi. Esasen değişen bir şey yoktur.

27 Mayıs 1960’tan sonra iktidarı ele alan askeri yönetimin Cezayir bağımsızlık hareketini destekler mahiyette açıklama yapması üzerine, sessiz kalma siyaseti terk edilerek açık bir politika izlenmiştir. Bütün basın dil değiştirerek yeni bir tavır geliştirmiştir. 1950’li yıllarda meseleyi Fransa’nın iç sorunu şeklinde takdim etmenin karşılığında Türkiye’nin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda sürdürdüğü dış politika çizgisi, beklenen siyasî-iktisadî çıkarları sağlamamıştır. Ayrıca Türkiye, İslam coğrafyasında itibarını kaybetmiştir.

Fransa’nın Tavrına Karşı Cezayir Kartı Ne Anlama Gelmektedir?

Gerekçelere ve dönemin şartlarına atıf yapılarak mazur ve meşru gösterilmek istenen Türkiye’nin Cezayir ile ilgili tutumu, şu an Irak’a, Libya’ya ve Suriye’ye yönelik tutumuyla aynıdır. Siyasî iktidarın fiilî bir durum karşısında Cezayir’de top çevirmesi gerçekçi bir yaklaşım değildir. Türkiye’nin dış politikası açısından ise bu durum, siyasî ve diplomatik temeli olan bir tutum olarak kabul edilemez. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik tavrına karşı Türkiye’nin Cezayir seçeneğini kullanması eski sayfaların açılmasına ve Türkiye’nin Batılı merkezî devletlerin diline eklemlenen politikasını açığa çıkartmasına yarar. Sürdürülebilir ve sağlam diplomatik temellere dayanmayan bu tutum, Türkiye’nin uluslararası güç denkleminde Batılı merkezî devletlerin ürettiği ve telkin ettiği dilin dışına çıkamadığını kanıtlamaktan başka bir işe yaramaz.

Fransa’nın “Ermeni Soykırımını İnkâr Yasası” kararı alma çabasına tepki gösteren TBMM’nin “Öyleyse siz de Cezayir’de soykırım yaptınız!” çıkışı sağlam bir gerekçe değildir. Bu tavrın arkasında açıkça dile getirilmeyen / zımnî ifade şudur: “Bizim, yaptığımızı siz de yaptınız; biz yapınca kötü, siz yapınca iyi mi oluyor?” Keza bu tavır, “meseleye uluslararası / daha çok Batılı merkezî devletlerin ürettiği kavramlar” üzerinden yaklaşmaktır. Türkiye’nin bu yaklaşımı böylesi hassas meselelerde itibar kaybetmesine neden olmaktadır.

Fransa bizzat meclisinde, Türkiye’nin Ermeni soykırımı yaptığını ve bunu inkâr etmenin cezaya müncer olacağı kararını almaktadır. Türkiye ise taraf olmadığı ve tutum geliştiremediği Cezayir meselesine sarılmaktadır. TBMM’nin geliştirdiği bu tutum sadece tarihi gerçekler açısından değil, aynı zamanda hâlâ meselenin etrafında dolanması açısından sıkıntılıdır. Bu olaydan sonra aynı 1957’de olduğu gibi Batılı merkezî devletlerin ürettiği siyasî bakışı telkin eden basın gibi meseleye ifade özgürlüğü açısından yaklaşarak Türkiye’ye yönelik her türlü faaliyetin kapısını açmaya davet etmeye başlamışlardır. Siyasî ve diplomatik esareti üreten, işte bu mantıktır. Çünkü bu meselenin hukukla ve özgürlükle hiçbir alakası yoktur. Bu mesele Batılı merkezî devletlerle yerli ortakların geliştirdiği siyasî-stratejik hamlelerdir.

TBMM’nin yapması gereken şey: Fransa ve benzer ülkelerin telkin ettiği “soykırım masalı”nı dile getirenlere karşı bir yasa çıkartmaktır. Çünkü basında ve yayında yer alan “efsane gazeteciler, bürokratlar ve siyasîler” Fransa’ya ve Sarkozy’e bu konuda taş çıkartmaktadırlar. Bazı ipsizlerin ve ayartılmış, esir edilmiş kişilerin her gün basın-yayın aracılığıyla bu milleti katil ilan etmesini ben eli ve kolu bağlı şekilde dinlemek zorunda mıyım? Bu nasıl bir hukuk? Benim kendimi savunma hakkım bile yoktur. Söz konusu çevrenin telkin ettiği demokrasi, esarettir. Bu esaretin zincirlerini kıracak irade, kendi gerçekliğini ortaya koymak ve bunu bir hukukî karara bağlamaktır.

XX. Yüzyılın başında Anadolu topraklarında Ermeni ve Rum çeteleri tarafından öldürülen, şehit edilen yüz binlerce Türk-Müslüman kanı neden siyasetin ve diplomasinin konusu değildir? Neden bu insanların hukuku aranmıyor? Bu ülkede adam yerine konulmak için bölücü, isyancı, vampir ve egemen güçlerin sözcüsü olmak mı gerekiyor?

Not: Cezayir bağımsızlık hareketi ve soykırım için bakınız: Dr. Şinasi Sönmez, Cezayir Bağımsızlık Hareketi ve Türk Kamuoyu 1954-1862, Hacettepe Üniversitesi ve benzeri çalışmalar, dönemin gazeteleri, zabıt cerideleri.

 

Çalışabilir Nüfusumuz İyi ki Hala Artmakta

2050 yılına kadar, Türkiye dünyada çalışabilir nüfusu artan 9 ülkeden biri olacaktır. Bu Türkiye’nin dünya ekonomileri arasında büyüklük bakımından üst sıralara yükselmesi fırsatını veren en önemli potansiyelidir.”

Bu sözleri Prof. Dr. Kerem Alkin‘den dinledik. Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak misafir ettiğimiz Prof. Alkin, ekonomik kavram ve rakamları ete kemiğe büründürerek, herkesin anlayabileceği ve severek dinleyebileceği bir dille anlatmayı başarabilen bir bilim adamı. Çok önemli konuları dile getirdiği konferansında Türkiye’nin ve Kocaeli Bölgesinin önündeki imkân ve fırsatlara da işaret etti.

Benim en çok dikkatimi çeken hususlardan biri “çalışabilir nüfusumuzun artmakta olmasına” verdiği değer oldu. Bu konu üzerinde biraz araştırınca önemli bilgi ve kanaatler edindim:

NÜFUS YAPISINDA DÖNÜŞÜMLER: “Bütün toplumlar, 100 – 200 yıl arasında değişen aralıklarla demografik dönüşümler geçirir. Nüfus biliminde “demografik geçiş süreci” olarak adlandırılan bu dönüşümler üç safhada gerçekleşir ve her dönemde farklı nüfus özellikleri gözlenir.

Birinci dönemin en temel özelliği; hızlı nüfus artış oranlarıdır. Buna bağlı olarak 0 – 24 yaş grubun, yani eğitim çağı nüfusunun toplam nüfus içindeki oranı yüksektir.

İkinci dönemde, nüfus artış hızı yavaşlama eğilimine girer. Bu aşamada çalışabilir nüfusun (15 – 64 yaş arası) toplam nüfus içindeki payı en yüksek seviyededir.

Üçüncü dönemde ise, nüfus artış hızı sıfırlanır ve gerileme başlar. Bir diğer deyişle nüfus azalmaya ve yaşlanmaya başlar.

Türkiye bir süredir, demografik geçiş sürecinin toplumlar için “Fırsat Penceresi” olarak nitelendirilen ikinci safhasında bulunmaktadır ve bu süreç 2050 yılına kadar sürecektir. Türkiye’de nüfus artış hızı beklenenin üzerinde yavaşlamış durumdadır ve bu sayede eğitimde ilk kez niceliği değil niteliği ön plana çıkartmak ülkemiz için artık mümkün hale gelmektedir.”

Buna karşılık Avrupa Birliği, Rusya ve Japonya gibi ülkeler 3. safhayı yaşamaktalar.  Bu dönemin yüz yıl kadar süreceği öngörülmekte. Bu ülkelerde işgücü kapasitesinin ve üretkenliğinin azalması, ekonomide genel tasarruf miktarının azalması ve sosyal güvenlik sistemlerinin olumsuz etkilenerek kamu harcamalarının artması” gibi ciddi sorunlar başlamıştır.

AB ülkelerinde nüfus yaşlanmıştır. Mesela İtalya’da ortanca yaş 42 iken, Türkiye’de ortanca yaş 29,2‘dir. (Yani nüfusumuzun yarısı 29,2 yaşın altında.)

TÜRKİYE DE YAŞLANIYOR:

  • 2000 yılında ülkemiz nüfusunun % 29,8’i 0-14 yaş grubunda, % 5,7 si 65 ve daha yukarı yaş grubunda idi. 15-64 yaş grubunda bulunan çalışma çağındaki nüfus ise toplam nüfusun % 64,5 u idi.
  • 2010 yılında ise nüfusumuzun % 25,6’sı 0-14 yaş grubunda, % 7,2’si ise 65 ve daha yukarı yaş grubunda bulunmaktadır. 15-64 yaş grubunda bulunan çalışma çağındaki nüfusumuz ise % 67,2 oldu.
  • Türkiye nüfusunun 2000 yılı ve 2010 yılı rakamlarını karşılaştırdığımızda görülen şu: On yıl içinde nüfusumuz toplamda 6 milyon artmış. Ancak 0-14 yaş arasındaki nüfusumuz yaklaşık 1,5 milyon azalırken, çalışma çağı dediğimiz 15-65 yaş arası grup yaklaşık 6 milyon artmış, 65 yaş üstü grup da 1,5 milyon artış olmuş.
  • Nüfus artış hızımız 2000 yılı başında binde 14 iken, 2011’de binde 12 ye düşmesine rağmen nüfusumuz 74 milyona ulaştı.

Türkiye yaşlanarak büyüyor. Türkiye 2025 yılında 12 milyon yaşlı nüfusu olan buna mukabil doğum oranlarının düştüğü bir ülke olacak.

Ancak çalışan nüfusun artmaya devam etmesi sebebiyle yaklaşık 40 sene dünyanın en şanslı 9 ülkesinden biri olacağız. İşte bu dönemi iyi değerlendirebilirsek Türkiye gerçekten dünyada sözü geçen bir devlet olmayı başarabilecek.

Türkiye demografik yapısının önümüzdeki kırk yıl için kendisine sağladığı bu imkânı çok iyi değerlendirmek zorunda.

Her aileye en az üç çocuk: Bu kırk yılı uzatmanın iki yolu var. Birincisi özellikle ülkenin batısında çok düşen doğum oranlarını artırmak. Başbakan Erdoğan’ın “en az üç çocuk” tavsiyesi bu bakımdan çok önemli. Prof. Dr. Kerem Alkin de bu tavsiyeyi haklı bulmakta ve Erdoğan’ın kendi üslubuyla kamuoyuna benimsetmeye çalıştığı üç çocuk meselesinin bir gece ilhamla söylenmiş sözler olmadığını, ciddi çalışmaların eseri olan raporların bir neticesi olduğunu ifade ediyor.

iş gücüne katılma oranı: Kırk yıllık dönemi uzatmanın ikinci yolu ise “iş gücüne katılma oranını” yükseltmek. Çalışma çağındaki nüfus dilimi içinde bulunan ve belirli bir işi olan nüfusa “çalışan nüfus” veya “aktif nüfus” denir. Türkiye’de bu oran gelişmiş ülkelere nazaran düşük. Bunun esas sebebi kadın nüfusun işgücüne katılma oranındaki aşırı düşüklük.

Türkiye’de erkeklerin işgücüne katılımı yüzde 72,9 iken kadınların iş gücüne katılımı ne yazık ki yüzde 29,8 seviyesindedir. (1999‘da da aynı seviyede idi.)

Esasen nüfusumuzun önemli bir kesimi de gizli işsizdir. Bunlar bir işte çalışır gözükmekte, fakat hiçbir iş yapmamaktadır. Tarım kesimi gizli işsizliğin en yaygın olduğu alandır.

Kadının işgücüne katılma oranı Almanya, İngiltere, Hollanda gibi ülkelerde yüzde 70‘in üzerindedir.

Kadınlarımızın işgücüne katılımının düşük olmasının ana sebeplerinden biri eğitim seviyesinin düşüklüğüdür. Ancak araştırmalar işgücüne katılım farklarının büyük kısmının eğitim dışındaki faktörlerden kaynaklandığını söylemekte. Başlıca etken de kurumsal ve kültürel farklardır.

Bir diğer önemli sebep ekonomiktir. Şöyle ki “kadının çalışarak kazanacağı gelir, yaşlı ve çocuk bakımı ile ev hizmetlerini dışarıdan satın almaya kıyasla düşük kalıyorsa, çalışmak cazip olmayacaktır.”

Bütün bu problemleri çözerek kadının işgücüne katılım oranını en azından yüzde elliye çıkarabilmemiz lazım.

Mevcut nüfusumuzu daha iyi eğitip, işgücüne katılım oranını artırırsak ve “daha yüksek katma değerli üretime geçebilirsek Türkiye’yi kimse tutamaz.”

Mehmet Akif Ersoy’u Algılamak veya Safahat Şairini Anlamak

Toplumumuz, Mehmet Akif Ersoy’un kullandığı dili iyi ve gerektiği gibi algıladığı  için 1873’ten bu yana aramızda. Aynı dili konuşuyorduk, aynı  dili kullanıyor ve ifade edebiliyorduk. Üstelik aynı endişeleri taşıyorduk. Mehmet Akif Ersoy hepimiz adına seslendiriyordu, duyuyordu, haykırıyor, hatta çığlık atıyordu. Peki bu çerçevede Mehmet Akif Ersoy için neler söylenebilir?

“Örnek insan..  yüksek fazilet ve seciye sahibi insan.. vatan ve millet sevgisi her şeyin önünde bir sanatçı.. Türk’ün ve toplumun vicdanı.. saf, şeffaf ve billur gibi nazımı ve nesiri.. İslam’ın ruhunu taşıyor..hamasetimiz, feragatemiz ve şehametimiz.. milleti terennüm ediyor.. erkek bir ses.. hayatı daha büyük bir şair.. idealizmin şahikasında olan biri.. insan-ı kamil.. geniş bir dindaşlık taşıyor.. sessiz bir karakter.. inandığını ve hak bildiğini dosdoğru söyleyen, azimli, gösterişsiz ama metanetli, ümitvar, hür fikirli ve müsamahakar.. temiz ve lekesiz.. zamana meydan okuyabilen sağlam bir sanatçı.. yoksulu sevindirmekten keyif alıyordu.. mütehammil ve nüktedandı, aşk adamıydı.. milletin ve dinin yüceliğiyle çerçevelenmişti.”

Asya’nın Tecrübeli Aklı ve Batının Taze Fikirleri Birleşince

Bu taraf madalyonun bir yanı.. öteki yüzüne bakarsak madalyonun: “Mehmet Akif toplumumuza Allah’ın bir lütfu.. cahil dindara hep karşı biri.. dinsiz ahlaka da inanmıyor.. insanların gönlünü doğruluk ve samimiyetle köle eden bir şair.. ilhamını dilinden, dininden ve milletinden alıyor.. muhafazakar ama mutaassıp değil.. statükoyu önemsemiyor, formalitelere aldırış etmiyor, ruhumuzun gıdasını ve ahlakı gaye ediniyor.. noksanlarımızı, zaaflarımızı, ilim, irfan, medeniyet ve ümran sahasındaki gerilememizi, bazı ahlaki çöküntümüzü korkmadan, şiddet ve hiddetle hatırlatıyor.. çünkü ilerleme, gelişme, refah,  ilim ve medeniyet gibi kuramları hep önde tutuyor. Hep aydınlıkta dolaştı!. ziyalıydı.. bir cihan devleti vatandaşıydı bütün görselliğiyle.. aynı zamanda o “çağdaş devlet medeniyeti” içindeydi.. gözlemleme gücü yüksekti, kalıcı ve çözümcüydü önerilerinde.. Asya’nın tecrübeli aklını, batının taze fikirlerini hep masaya koydu.. ihmal etmedi, görmezden gelmedi.. çünkü hem ailesinden ders almıştı, hem ailesine hoca olmuştu.. muhiti de öyleydi. Müzik de, dostluk da olmazsa olmazlarındandı.”

İslam Coğrafyası’nın İstiklal mücadelesi veren ve kazanan ülkesinin ve milletinin şairi Mehmet Akif Ersoy.

İnsanımıza ve Ülkemize Ait Her Değer Safahat’ta

Mehmet Akif Ersoy kendi kendisi oldu özetle. Kimlik ödünç almadı. İhtiyaç da duymadı. İnancıyla ters düşmedi. Vatan ve milletseverliği, dindarlığı samimi, pazarlıksız, ilkeli ve bütüncüldü. İbadethaneyle laboratuvarı uzlaştırdı. Aydını da eleştirdi buna karşılık, halkı da.

İnsanımıza, toplumumuza ve ülkemize ait her güzellik, zenginlik ve değerler O’nun eserlerinde vardır. Dikkat çekmemeler de yok değil eksikliklere. Zaten o’nun için tamamlayıcı oluyor Mehmet Akif.

“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal”den mada; “kök”üne dikkat çekerek:

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz;

Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!

Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin,

Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin..”  (Safahat shf 221)

Derken Türkçüler kadar iddialı bir milliyetçiydi. Mısır’da  bulunduğu süre içinde randevularını hep Kahire’de şube açan Ali Muhittin Hacı Bekir Şekerlemecisi’nde veriyordu. Burada okuyan öğrencilerimizle aynı yurtta her hafta aynı sofrayı paylaşıyordu.

Mehmet Akif’i Okuyabilmek

Şiirlerinde konuşmayı sevdirdi adeta. Sokak ve ev Türkçesini de, Saray Türkçesini de, tekke, medrese, Serveti Fünun ve Tanzimat Türkçesini de en iyi biliyordu. İyi ki Türkçeyle yazıyordu şiirlerini. Türkçeyi yüceleştirdi. Üstelik hem doğu dillerini biliyordu, hem de batı dilini. Sıradan bir insan gibi hayatını idame ettiriyordu ama onlarca kahramana yetecek kadar da ahlak ve seciye sahibiydi. Böyle bir İslamcı ve batıcıydı Mehmet Akif. Esasında hiçbirinden değildi, bütün bunlar zaten Mehmet Akif Ersoy’daydı. Daha değişik bir deyişle bazı yanlışlarına, eksik değerlendirmelerine rağmen Meşrutiyet’te Osmanlıcılık da, Türkçülük de, İslamcılık ve batıcılık akımı da ülkeyi ve insanımızı ayakta ve dik tutmak içindi. Bir arayıştı. Başarılı olan vardı, yanlışlıklar yapan vardı. Bütün bunların tümünde Akif vardır. Mehmet Akif’i sadece bunlardan birine koymak, öyle okumak sadece yanlış değil aynı zamanda haksızlıktır.

Sosyal Bilimci ve Bir Kültür Tarihçisi Gibi

Kur’anla yaşayan, O’nunla vefat eden Mehmet Akif Ersoy, yakın dostlarından, kurucu oldukları Büyük Millet Meclisi Karesi(Balıkesir) Mebusu(Milletvekili) Hasan Basri Çantay Hatıraları’nda bakın ne diyor;

“-Karşısında temerrüd eden  bazı münevverlere (Durun ben size Avrupa Ayetleri okuyayım) der, mevzubahs olan meselede Avrupa Alimlerinin neler dediklerini, hangi memleketlerde o meselenin ne suretle tatbik edildiğini sayar, döker, nihayet muhatabını yola getirirdi. Üstad’ın kafasında “Avrupa Ayetleri o kadar çoktu ki..” (Mehmet Ertuğrul Düzdağ/ Mehmet Akif Ersoy- Kültür Bakanlığı Yayını) Ayet, Kur’an’ın her hangi bir suresi olduğu gibi, alamet ve nişan anlamına da geliyor.

Mehmet Akif bu arayışın içinde bir sosyal bilimci ve bir kültür tarihçisi gibi duyarlıydı. Geri kalmışlığı yanlış din anlayışına bağlıyor. Çağa talip ve çağdaşlığı yakalamaya çalışıyor. Buna karşılık batıyı yani garb’ı arazi, doğuyu, başka bir deyişle şark’ı esastan eleştiriyor.

Zihinsel çözümsüzlük üzerinde duruyor hep. Sorun o’na göre önce beyinlerde çözümlenmeli, inandırıcı  olmalı. Erdemi ve bilimi öneriyor. Müslüman çalışmalı ve araştırmalı, şartlardan yılmamalı. Bunun için “Firavunla Yüzyüze” bile gelebiliyor.

Ragıyf İle Başlayıp Mehmet Akif Ersoy İle Devam Etmek

Bunları gerçekleştirirken şiirlerinde ata sözlerini, halk deyimlerini, kelam-ı kibarları, sokaktaki vatandaşın sözlerini, yakıştırmalarını, kıssaları, menkibeleri kullandı.

Bütün bu hatırlatmalardan sonra, dünya konjonktürüne ve Türkiye gündemine bakıldığında Mehmet Akif Ersoy tarih karşısında haklılık kazanmakta ve dizeleriyle güncellenmektedir.

Doğduğunda babası ona istekli, rağbet edilen, hediye anlamını da çağrıştıran “Ragıyf” adını vermişti ebced hesabıyla. Evde hep öyle çağrıldı. Mehmet adı ise “tekrar tekrar medhü sena edilmiş” anlamında ve ilk defa İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’e verilmiş bir isimdi. Akif adının manası ise, kendi isteğiyle bir yere çekilip ibadet eden anlamı taşıdığı kadar bir şeyde “sebat eden” manasını da içeriyordu. Mehmet Akif Ersoy’un lügat manasını varın hep birlikte masaya yatıralım. Soyu er, sebatlı, istikrarlı, övülmüş bir entelektüel ahlak sahibi sanatçı, milletvekili, şair, iyi bir aile babası, diplomat, yol arkadaşı, akademisyen, bürokrat, aynı zamanda meslek sahibi biri; veteriner, memleketsever bir usta, iyi bir gözlemci, sosyolog ve kültür adamı.

Sanaldan Reele Dönüldüğünde

“Alınlar Terlemeli”, Hala mı Boğuşmak?”, “Azimden Sonra Tevekkül”, “Yeis Yok”, “Uyan”, “Cehalet Denilen Yüz Karası”ndaki duyarlılıklar, öfkeler, asabiyetler, ufuklar bizi bugüne getirdi. Mehmet Akif Ersoy;

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz islamı-Asım 378″ 

diye dikkat çekerken bardağın hem dolu, hem de öteki yanını çok iyi gösteriyordu.

Sanal gibi görünenden, reele döndüğümüzde Safahat (Asım 378) serzenişlerle sıralanmaktadır; 

“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü..

Haydi göster bakiym şimdi de İbnü’r Rüşd’ü?

 İbni Sina niye yok? Nerede Gazali?. görelim,

Hani Seyit gibi, Razi gibi üç-beş alim?..”

Dizelerinde Sanatçıyı Yakalamak 

İman ve ahlak sahibi Mehmet Akif Ersoy devam ediyor; 

“Yediyüz yıllık eserlerle bu dinin hala,

 İhtiyacatını kabil mi telafi? Asla!..” 

Milletin ta kendisi bir insan, toplumun derdini kendisine dert edinmiş bir sanatçı, örnek şahsiyet Mehmet Akif Ersoy; üniversite, bürokrasi, parlamento deneyimlerine de sahip. İyi de bir aile reisi; 

“Asalet ruhu bin fetretle, sarsılmış, harap olmuş,

Yürek çöl kesilmiş, duygular yer yer serap olmuş” (528) 

Döneminin insanını günümüze taşıyor. Sonra da; 

“Geçmişten adam hisse kaparmış, ne masal şey!

Beşbin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (495)

Çağı Yakalamaya Gelince

Müslümanlar neden geri kaldı?

Mehmet Akif Ersoy İslam dünyası neden geri kaldı, niçin hep arkadan geliyor?! Kafası zonklayana kadar düşündü! Ortaya  çıkardığı tespit ve önerdiği husus şöyle: 

“Şehamet dini, gayret dini, ancak müslümanlıktır,

Hakiki müslümanlık, en büyük kahramanlıktır” (323) 

Ne var ki, unutulmaya terkedilmiş  bir hususu esas duruşta haykırdı; 

“Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir,

 Çalış, çalış ki, beka sa’y olursa hak edilir.” (255) 

Ardından bir ölçü sunuyor mert ve sarsılmaz karakterli Mehmet Akif Ersoy: 

“Ne irfandır, veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”  (307) 

İnsana yatırım yapılmaz, insan endeksli program üretilmezse neticesini de hemen görmek mümkün Mehmet Akif Ersoy’a göre; 

“Ötüyor, her taşın üstünde birer dilli düdük,

Dinliyor, kaplamış etrafını  yüzlerce hödük,

Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak!

-Yaşasın

                -Kim yaşasın?

                                          -Ömrü olan!

                                                                 -Şak.. şak.. şak!?” (176)

“İslam’ın Garipliğine, Müslümanların İnhitatına Ağladım..!”

Sadece Mehmet Akif Ersoy’un beyaz camından değil, o günlerde manzaray-ı umumiye de öyleydi malesef!.. her duyarlı entelektüel ahlak sahibi aydını mutazarrır ediyordu bu fotoğraf; Mehmet Akif ile birlikte Sebilürreşad yazı ailesinden Ataullah Bahaeddin şöyle duyuruyordu penceresinden gördüklerini:

-Odama girdim.. kapıyı kapadım.. ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslam’ın garipliğine, müslümanların inhitatına, ağladım, ağladım..”

Mehmet Akif Ersoy da aynı duygularla yüklüydü: 

“İslam’ı, evet, tefrikalar kastı kavurdu,

Kardeş, bilerek bilmeyerek, kardeşi vurdu,

Can gitti, vatan gitti, bıçak gitti dine dayandı!.

Lakin, o zaman, silkinerek, birden uyandı,

Bir gör ki, bugün can da onun, şan da onundur,

Dünyada onun, din de onun, şan da onundur,

Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,

Görsen, ezeli rabıta bir buldu ki kuvvet,

Saldırsa da kırk ehl-i salip ordusu kol kol,

Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz emin ol!..” (Tacettin Dergahı 15. 04.1921)

Kimlik ve Değerlere Duyarlılık 

“Osmanlı’nın son günlerinde iki çeşit adam mühimdi. Saraya söven, dine küfreden!.” (Mehmet Akif adlı eser Mithat Cemal Kuntay 12)

Mehmet Akif Ersoy’un dostlarından Mithat Cemal Kuntay’ın aktardığı bu hakikate, kendisi de bir anekdotla hatırlatıyor:

“Osmanlı’nın müşirlerinden birinin oğluna ders veriyordu Mehmet Akif. Sonra bırakmış. Nedeni de çocuğun peygamber hakkında bir lakırtıyı ağzından kaçırması.

-Mithat Cemal Bey, isteyen güneşe tapar, isteyen ateşe.. ben kimsenin Allah’ına, peygamberine karışmam. Fakat, kimse de benimkine karışmasın. Biri yüzüme karşı babama sövebilir mi? O halde peygamberime nasıl söver?” (age 23)

Bir Hisli Yürek

Mehmet Akif Ersoy sürekli tarassut altındaydı Ankara’dan İstanbul’a döndüğünde. Takip ediliyordu!.. Üstelik işsizdi, borç içindeydi. Eşi İsmet Hanım da astım hastalığına yakalanmıştı. Canı gibi sevdiği vatanından uzaklaştı. Kahire’ye gitti aziz dostu Abbas Halim Paşa’nın davetiyle.

Yazı yazdığı, şiirlerinin yayınlandığı Sebilürreşad dergisi İstiklal Mahkemeleri’ne verildi. (Sebilürrişed’in romanı. Fahrettin Gün. Beyan Yayınları)

“Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem,

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım..” 

diyen bir hisli yürekten kalem ucuna bakın neler damlıyor: 

“Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu,

Medeni Avrupa, bilmem neye görmedi bunu,

………………………………………………………………………………..

Sanıyorlar ki, kafa kesmekle, beyin ezmekle,

Fikr-i hürriyet ölür, hey gidi şaşkın hezele!

Daha kuvvetleniyor, kanla sulanmış toprak,

Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak..”  (Rusya’da 64)

İstipdat ve Hürriyet

Mehmet Akif Ersoy Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Ayrıca doğu ve batıyı ayrı ayrı  günü gününe takip ediyordu. Spencer, Nice, Schopenhover, Zola, Volter, Piyer Loti, Aleksandra Dumas Fils, Sadi, Hafız ve Beydaba’yı okuyordu .

Şarktan ve garptan açılan kapılar O’nu bekliyordu adeta. İstibdat’a pür hiddetti: 

“Gölgesinden bile korkup, bağıran bir ödlek,

33 yıl bizi korkuttu, “şeriat” diyerek!..” 

Ancak Ulu Hakan Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın hizmetlerini bu öfke ile görmezlikten gelemeyiz. O ayrı  bir fasıl. Mehmet Akif Ersoy istipdata dik bir duruş sergiliyor, hemen ardından “hürriyet’e merhaba” diyor. İrtica’ya da sert; 

“Vahdeti muhlisiniz, elde asa çıktı herif!

Bir alay zabiti kestirdi.. sebep şer’i  şerif” 

Mehmet Akif Ersoy meşrutiyete de mesafeli, hatta limoni: 

“Kimse söyletmiyor artık bizi bak sen derde,

Mürteci damgası var şimdi, bütün ellerde..” 

Üstad Mehmet Akif Ersoy rahmetli kendisine de kızmıyor değil. Gelenekler ve örf ile birlikte köke de eğiliyor. Babasına benzemediği için kendini de top ateşine tutuyor;

“İyilerin Tembelliği, Kötülerin Faaliyetidir”

“O ne hiddet, o ne şiddet, çalışıp bezensene,

İlme vakfettiği dirsek, babanın elli sene!..” 

Mehmet Akif Ersoy’un dost ve yakınlarına hatırlattığı ve sıcak bulduğu herkese belirttiği  bir söz vardır. Bu saplama şöyle:

“-İyilerin tembelliği,  kötülerin faaliyetidir. Halkı aydınlar birleştirir.” 

Mehmet Akif Ersoy, fakir fukara ile de öylesine hemhal ki, Seyfi Baba, Küfe, Geçinme Belası, Koca Karı ile Ömer  başlı başına hala günümüz dramalarıdır. Yoksullara, sefalet içindekilere, aç bilinenlere haftalar tertip edenler, bu eserleri ekrana, mikrofona, beyaz perdeye yansıtsalar, yardımlarından, burs ve kredilerinden belki aynı amaca daha fazla hizmet edecekler, kalıcı olacaklar. Balığı tutmayı öğretecekler.

Mehmet Akif Ersoy oğlu Emin’in Edirne’de askerlik görevini yaparken(1935) Kur’an okuduğu gerekçesiyle Divan-ı Harbe verilmesi haberi gurbette can evinden vurdu. Aynı yıllarda Tanin ve İkdam gazetelerinde Başbakan’a yazılan açık mektupların yazarlarının da İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanması Hürriyet Şairi Mehmet Akif Ersoy’u eleme boğdu. 

“Her çocuk bir kocaman bayrak edinmiş, geliyor;

Yaşasın sesleri eflaka kadar yükseliyor,

Görerek yapma değil hem, ne tabii etvar!

 Şu yumurcaklara bak: sanki ezelden ahrar!

-Bağırın haydi çocuklar..

                                               -Yaşasın Hürriyet!

Derken alkış geliyor, sonra da nevbet nevbet,

Ya Vatan Şarkısı, yahud ona benzer bir şey,

Okunup her köşe çın çın ötüyor..hey gidi hey!..” ( 81)

Bir Serzeniş ki Tüyler Ürpertici

Cehalete, eğitimsizliğe, hantallığa, tembelliğe, vurdum duymazlığa, neme lazımcılığa, fukaralığa, sefalete, taassuba, gericiliğe, kolaycılığa, korumacılığa karşı asi bir şair de olmuştur Mehmet Akif Ersoy!.

“Tükürün: Belki bir duygu gelir arımıza!” diyor ve ekliyor;

“Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün! ” (180) 

Sadece bu mu ? Elbette ki hayır. Bir isyanda serzenişi var ki tüyler ürpertici: 

“Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi yoksa biçarelerin felahı!

Nur istiyoruz.. Sen bize yangın veriyorsun!

Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun!..”  (187) 

Mehmet Akif Ersoy hep ümitvar olmuş,  ümidini hiç kaybetmemiş.

Mirasyedilikten Vazgeçip Sanatçı  Üzerine Yatırım Yapmak

İstanbul’da doğduğu semt Fatih Sarıgüzel semti halen bedbaht malesef, Mehmet Akif Ersoy ismini değerlendirmediğinden. Moskova ve Petersburg’da Puşkin Evleri, Fransa’da Boudleur, Balzak Evleri, Almanya’da Geothe Enstitüsü, İngiltere’de Şeksbir, İspanya’da Cervantes Ensititü ve  Evleri, batıdan sonra doğudan  örnekleme yaparsak Özbekistan Taşkent’te Ali Şir Nevai için tur operatörlerinin programına aldığı bağevi, hakeza adına ve eserlerine yatırım yapılan İran’da Sadi, Hindistan’da Beydaba ismi hemen akla gelebilen öteki isimler.

Mehmet Akif Ersoy Türkiye, hatta islam ve bölge coğrafyası için bir şans. Adına Milletvekilliğini yaptığı Burdur’da Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi hizmeti kafi mi? Değil. İstiklal Marşı’mızı yazdığı, bir süre ikamet ettiği Hacettepe Üniversitesi Samanpazarı Kampüsü  içindeki Taceddin Dergahı da cazip bir merkez haline geldi. Yeterli mi? Değil.

Sanatçının hatıralarının olduğu her yerde böylesine anıt hizmetler görebilmeliyiz artık. Çünkü hala o’nun mirasını yiyoruz. Akif’in doğrularının arkasına gizlenip,  sesleniyoruz kendimizi öne çıkartarak.

Özellikle İstanbul’da Akif için gerçekleştirilebilecek o kadar çok hatıra bölgesi var ki saymakla bitiremeyiz. İstanbul Üniversitesi, Fatih, Halkalı, Beyoğlu Mısır Apartmanı, Şişli, Teşvikiye, Beylerbeyi, Alemdağı vs. Kent bazında Ankara, Konya, Antalya, Edirne, Şanlıurfa, Balıkesir, Kastamonu, Biga, Antakya hemen akla gelen.

Kanada’lılar ülkelerinde atadedelerini tanımak için totem ararken, bizim her taşın altında bir tarih olduğu unutulmamalı. Mehmet Akif Ersoy için yurt dışında Berlin, Suudi Arabistan, Suriye, Lübnan, Mısır’a kadar uzanır isek hatıraları Nil ve Tuna kadar coşkulu ve etkilidir.

Kim Demiş Sessiz Yaşadı Diye?

“Toprakta gezen gölgeme, toprak çekilince,

Günler şu heyülayı da er geç silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,

Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?” 

diyen Mehmet Akif Ersoy ve Safahat’tan beslenen “Asımın nesli ” olan kuşakta elbette hem hakkı, hem nasibi vardır. Bu hakkın ödenmesi için düşünmek zamanı  gelmedi mi? O halde nasıl anlamalıyız Mehmet Akif Ersoy’u ve de  Safahat’ı nasıl algılamalıyız? 
 

 

Kitabe

Hastalandım bir ara

Hele bir yat  dediler

Yalvardım doktorlara

Bir şey söylemediler

 

Günler geçti aradan

Gittikçe kötüleştim

Dostlar geldi sonradan

Onlarla helalleştim

 

Odamda bir sükunet

Kur-an okunuyordu

Kelime-i şahadet

Getir deniliyordu

                                       

Ağrılarım yok  oldu

Ne kadar hafifledim

Herkesin gözü doldu

Hayret edip bekledim.

 

Odamdan çıkardılar

Bodruma indirdiler

Elbisemi aldılar

Beyaz bez giydirdiler

 

Koydular bir dolaba

Nedendir bilmiyorum

Bir şeyler oldu bana

Artık düşünmüyorum

 

Ayakta yıkanırken

Şimdi uzanıyorum

Üstüme dökülürken

Suyu hissediyorum

 

Başa gelirse eğer

Ölüm ile tanışmak

Buna denirmiş meğer

El üstünde taşınmak

 

Şimdi mezarlıktayım

Bir kazı yapıyorlar

İnanın meraktayım

Kim için kazıyorlar

 

Bu kazılan dar mekan

Meğer benim içinmiş

Nasılda geçti zaman

Ömür ne çabuk bitmiş

 

Beğenmezdim her yeri

Yüksekteydi gözümüz

Bu kadarcık bir yeri

Bana reva gördünüz

 

Daima hayalimdi

Geniş ev, geniş oda

Kıpırdayamam şimdi

Bu daracık çukurda

 

Sevenler hep burada

Duyan yanıma gelmiş

Merasimin sonunda

Hepsi dağılıp gitmiş

 

Karanlıklar içinde

Arkadaşım yalnızlık

Dünya telaşesinde

Yapmamıştım hazırlık

 

Vermezdim asla hesap

Hesabı  ben  sorardım

Melekler sordu hesap

Ne zor geçti o anım

 

Sıra ile derlerdi

Bana gelmez sanırdım

Bana da sıra geldi

Ah nasılda yanıldım

 

Ölüm yaşlıya gelir

Ben gencim demeyiniz

Bir gün ömür tükenir

Gençken de gelirsiniz

 

Tarlaya ne ekersen

Ancak onu biçersin

Mala tamah edersen

Boşa yaşar göçersin

 

Elin boş gidermiydin

Sen dostunun yanına

Acaba ne getirdin

Mevla nın huzuruna

 

Şimdiden hazırlanın

Gafil avlanmayınız

Rızasını kazanın

Sonra aldanmayınız

 

Başka bir söz söylemem

Sözüm ders olsun derim

Sizden ücret istemem

Bir fatiha beklerim

İmparatoriçe Eugenie ve Abdülaziz Han’ın Hediyesi Kılıç

İktidarımızın, muhalefetimizin, sivil toplum  örgütlerimizin, ekonomik kuruluşlarımızın ve dış ilişkilerimizin, etkili, seçkin önderlerimizin bütün barışçı ve akılcı gayretlerine rağmen başarılı olamadık.

Türkiye’ye karşı her konuda ve her platformda olumsuz ve ön yargılı bir tavır sergileyen, Türkiye’nin gelişmesini ve bölgesinde önemli bir güç olmasını içine sindiremeyen entrikacı bir başkandır Sarkozy.

Yüzyıl önceki olayları, sözde  Ermeni soykırımı konusunu tekrar gündeme getirerek bu olayın aksini söylemeyi yasak eden  kanun tasarısını Fransa Millet Meclisi’ne sevk ettirmiştir. Bu yasa teklifine göre, soykırım olayını reddedenlere, bir yıl hapis ve 45 bin euro para cezası öngörülmektedir.

Tasarı, 577 üyeli Fransız Millet Meclisi’nin 46 milletvekilinin katılımıyla görüşülmüş, 2 boş, 6 red oyuna karşılık 38 evet oyuyla kabul edilmiştir.

Konu  şimdi, 348 üyeli Fransız Senato’suna gidecek ve orada tekrar görüşülerek bir sonuca bağlanacaktır. Şubat 2012 tarihine kadar görüşülmezse, bundan evvelki teklifler gibi kadük olacaktır.

Bütün bu olaylar Türk Fransız toplumlarını huzursuz etmek için tezgâhlanmıştır.  Mösyö Sarkozy’nin amacı kişisel Türk ve müslüman düşmanlığını  öne çıkararak, Fransadaki Ermeni azınlığın ve aşırı sağın oylarını kazanma arzusudur. Neticede Avrupa aydınlanma çağının öncüsü olarak tanımlanan Fransa, populist siyasetçi Sarkozy’nin seçim kazanabilme tahrik ve hilesiyle karşı karşıya bulunmaktadır.

Anlaşılıyor ki Sarkozy, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçiminde aşırı dinci katoliklerin ve Ermeni diasporasının oylarını alabilme ve kaybettiği itibarını ( bütün kamuoyu araştırmaları bunu gösteriyor) onarmak ve yeniden seçimi kazanmak  için her türlü edepsizliği yapmaya kararlıdır. 

Mösyö Sarkozy’nin uykularını kaçıran bir başka gelişme de, Türkiye’nin ekonomik alandaki sürekli gelişimidir. Güçlenen Türkiye, Fransa’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerindeki çıkarlarının giderek zarar görmesi anlamına gelmektedir. Tüm bu bölge ülkelerinde Türkiye model ülke olarak benimsenmekte ve yıldızı sürekli yükselmektedir.

Tarihi akış içerisinde Fransa ile ülkemiz arasında ayrıntılı belgelere ve anılara dayalı tarihsel ve kültürel önemli ilişkiler ve olaylar vardır.

Fransa Cumhurbaşkanlarından François Mitterand (1981-1995)’ın geçenlerde (Kasım 2011) vefat eden eşi madam Daniella Mitterand, Halepçe katliamından kaçıp ülkemize sığınan 120 bin Kuzey Iraklı mülteciyi ziyaret etmiş ve iyi bakılmadıklarını söyleyerek aleyhimize propaganda yapmıştı. Halbuki, yurdumuza sığınmış olan bu insanlara biraz yardım eli uzatsaydı çok daha faydalı bir iş yapmış olurdu.

Gene Mitterandlar iktidarları döneminde Fransızların atom bombası denemelerine karşı çıkan çevre barışçıları  (Greenpeace) yeşillerin Rainbow Warrior isimli gemilerinin Fransız  operasyonu ile batırılmasına (10.07.1985) hiç ses çıkarmamışlardı.

Sultan Abdülaziz Han’ın hediyesi olan kılıcın hikâyesi;

Sultan Abdülaziz Han’ın Avrupa seyahati ve özellikle Fransa bölümü renkli anılarla doludur. Sultan Abdülaziz son derece iyi yetiştirilmiş, askerlik, siyaset, denizcilik, tarih, edebiyat, resim ve musîki alanlarında geniş bilgili ve birikimli bir padişah idi. Heybetli ve düzgün görünümüyle vakârlı, etkili karizmatik  bir kişiliğe sahipti. 

Bu özellikleriyle imparatoriçe Eugenie’yi bir hayli etkilemişti.

1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılış merasiminden sonra İstanbul’a gelen imparatoriçe Eugenie, Sultan Abdülaziz tarafından özenle karşılanmış ve nedimeleriyle beraber Beylerbeyi sarayında konuk edilmiştir. 

Sultan Abdülaziz Han, misafirini her gün ziyaret etmiştir.  Bu ziyaretleri bazen sabahın erken saatlerine kadar sürmüştür. İmparatoriçe, gördüğü hüsn-ü kabul ve İstanbul Boğazı’nın büyülü atmosferinde ziyaretini bir süre de uzatmıştır. 

Bu arada Sultan Abdülaziz Han, Fransa İmparatoru III. Napoleon’a armağan göndermek için değerli taşlarla bezeli san’at eseri bir kılıç hazırlanmasını irâde etmiştir. 

Hediye kılıcın kabzasına yakın bir yere “Pese et Vainque” (okunuşu: Pez e Venk) yazdırmıştır. Pese, “tart” anlamında olmakla beraber “çek” manasında da kullanılır. Vainque ise “yen” anlamındadır. Yani “kılıcını çek ve yen” demektir.  

İmparatoriçe Eugenie, özel yatıyla 1911 yılında yani ilk ziyaretinden 42 yıl sonra tekrar İstanbul’a gelmiştir. Dönemin padişahı Sultan V. Mehmet  Reşat Han’ın izniyle hânedan mensubu olan Sultan Abdülaziz’in oğlu Şehzade  Yusuf İzzettin Bey’le görüşmüştür. 

Bu görüşmenin kapsamı ise hâlâ sırdır.  

Şimdi bayan Sarkozy’den gündeme ilişkin bir özür ziyareti bekliyoruz. Gelsin ki, kendisini en iyi şekilde ağırlayalım ülkelerine dönüşlerinde, sayın Mösyö Sarkozy’e verilmek üzere özenle süslenmiş  bir kılıç daha  hediye edelim.

 

 

Muhayyel Ermeni Soykırım İkonasının Kurbanları

0

Bu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak. İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak, Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması sorunu araştırılacaktır. Ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma – ki Ermeniler bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu -Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir sosyal baskı-ve atasının soykırım suçlusu olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın -Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır – bedeli üstünde durulacaktır.

Türkiye son otuz yıldır Ermeni soykırımı yalanıyla itham edilmekte ve suçlanmaktadır. Bu suçlamayı yapan ülkelerin ve güçlerin sayısı her yıl daha da artmaktadır. Türkiye suçlamaya karşı tarihi belgelere baş vurarak bunun bir yalan olduğunu dünya kamu oyuna anlatmaya çalışmaktadır. Tarihi metinler ve arşiv belgeleri ile masumiyetini isbatlamaya çalışan bir mahkum gibi davranmaktadır.

Öte taraftan soykırım yalanının yürütücüsü konumundaki Ermeni Diasporası,  Türkiye karşıtı güçlerle işbirliği içerisinde, Türklerin soykırım suçlusu olduklarına kesin bir inançla, propaganda yapmaya devam etmektedir. Türkiye’nin soykırım yalanıyla mahkum edilmesi ile yetinmiyor. Aynı zamanda soykırıma inanmayanların yargılanması yolunu da bir çok ülkede açmış bulunmaktadır. Diaspora Ermenileri, Ermeni soykırımı inancını inkar etmenin, bir insanlık suçu olduğunu, bir çok ülkenin mevzuatında yasal bir düzenleme haline getirmeyi başarmıştır. Diaspora Ermenileri bununla da yetinmiyorlar. Türk milletinin yaşayan bu günkü neslini katillerin çocukları, torunları ve işbirlikçileri olarak suçlamaktadır.

Bu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak. İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak, Muhayyel Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması sorunu araştırılacaktır.

Anlaşılacağı gibi, tarihi metinlere inilerek soykırımın işlenip işlenmediğini tartışmayacağım. Bu konudaki tartışmalar için tarihi belgeler yeterince açık olsa bile, sonuçta yapılacak tarihi incelemelerde bilimsel bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bilimsel bir açıklamanın ve bulgunun bir inancı ortadan kaldırmaya yetmeyeceği bilim tarihi,  din tarihi ve sosyolojik kaynakları takip edenlerin bildiği bir husustur.

Bundan dolayı, inanç ve dogma haline getirilen tarihi metaforlar için tarihi belgelerin gerçek içeriklerinin fazla bir anlamı da yoktur. Ermeni diasporasının konu ile ilgili anlatımlarına bakılırsa, tarih onlar için yeniden yaratılan ve anlamlandırılan bir araçtır. Yani tarihi metinler, inancın meşruiyeti ve aklileştirilmesi için araç olarak işlem görmektedir.

Bilindiği gibi, tarihi belgelerin ve metinlerin yaşayan inançlar ve söylemler için yeniden yorumlanması, işlenmesi, metaforlara dönüştürülmesi ve inşa edilmesi ilk defa Ermeni diasporasının baş vurduğu bir yöntem değildir. Aynı tavrı ve tutumu 19. ve 20. yüzyılda inşa edilen ulusal kimliklerin ve halen inşa edilmeye çalışılan çeşitli etnik kimliklerin yapılandırılmasında da görmek mümkündür[1] Çünkü dönemin Avrupası’nda, Ulrich Im Hof’un belirttiğine göre,  “Her ulus efsaneye değil, gerçeğe dayalı olduğunu iddia ettiği kendi geçmişi ile ilgili bir tarihe sahip olduğuna…Ölülerle dirilerin birlikte olduğuna dair”[2] bir inanç geliştirmişti.

Bundan dolayı bu çalışmada doğrudan doğruya olayın tarihte meydana gelip gelmediği ile ilgilenmeyeceğiz. Ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma -ki Ermeniler bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu – Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir sosyal baskı-ve atasının soykırım suçlusu olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın -Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır- bedeli üstünde durulacaktır.

MUHAYYEL MAKTULLERİN İKONASI: SOYKIRIM METAFORU İNANCI

Ermeni Diasporası, soykırıma uğramış bir halk olmayı, bir inanca dönüştürmüştür. Bu inancı pekiştirme yönündeki çalışmalarına devam etmektedir. Muhayyel ölü atalarının intikamını alamadıklarına inanıyorlar, yanıyorlar. Onlar Baudrillard’ın: “Ermeniler yaşadıklarını isbatlamak için öldüklerini ispatlamak zorundalar” şeklindeki ifadesinin, kendi durumlarını ortaya koyduklarına inanıyorlar.

Fransa’daki Diaspora Ermeni hareketlerinin liderlerinden P. Deveciyan atalarının öldürülmelerine inanmanın kendileri için ne kadar hayati bir önem taşıdığını şu şekilde anlatmaktadır: “Ben ne zaman torunuma baksam onun yaşındaki çocukların bir zamanlar sadece Ermeni olduğu için öldüğünü düşünüyorum. Bu her gün yaşanması imkansız bir acıdır. Bu Yahudilerin yaşadığı travma gibi, çok büyük bir travmadır. Ben bir yüzyıl daha halımın altında kadavralarla yaşamak istemiyorum”[3] Asala liderlerinden Avedikyan: “Soykırım demezsem aynada yüzümü göremem”[4] demektedir. Bu anlatı, ölümleri propaganda malzemesi olarak kullanmanın ve bir nefreti tarihi/arkeolojik ikonalarla temellendirmenin, en çarpıcı örneklerinden birisidir. Muhayyel kitlesel kıyımın ikonlaşması olarak tanımlayabileceğimiz bir süreç var ortada. Tıpkı kiliselerde Hz. İsanın çarmıha gerilme sahnesinin sürekli gösterimde tutulması ve ikonlaşması gibi bir durum.

Öldürülme, cinayet, zulüm ve işkence görmüşlük üstüne kurulu bir propagandanın, bir varoluş biçimi olarak algılanması ve Kabul edilmesi gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Bu ifadeler, cinayet mağduriyeti ve soykırım miti, üstüne kurulmuş bir propagandanın Diaspora için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Ermeniler ataları gerçekten öldürüldükleri için mi? Maktul ata metaforlarına sığınıyorlar. Yoksa soykırıma uğramışlık inancı onlar için  başka bir değer mi? Taşımaktadır. Bu konuya açıklık getirmek için soykırıma uğrayan halkız, demekle neyi kast ettiklerine bakmak gerekir.  Soykırıma uğradık demekle birlikte, Türkleri suçladıkları açıktır. O halda soykırıma uğramışlık inancı onlar için aynı zamanda başka bir millete karşı önyargılı olma anlamına gelmektedir. Onlar için soykırıma inanma bir hesaplaşmayı gündeme getirmektedir. Bundan dolayı olsa gerek, Ermenilerin Azeri Türklerine uyguladığı soykırımı Azeri düşünür Cemil Hesenli, Müslüman toplumlardaki Kerbela faciasına, Batı toplumlarında ise 1572’de Paris’te Katolikler tarafından üç bin kişinin bir gecede kıyımdan geçirilmesi olaylarına[5] benzeterek anlatmaktadır.

Bir milleti soykırım yapmakla suçlamanın ne anlama geldiğini daha sonra tartışacağım. Şimdilik soykırıma uğramışlık söyleminin Ermeniler için aynı zamanda Türklere karşı bir kin ve nefret duygusu taşıdığını belirterek asıl konuya dönelim.

Ermenilerin gerçekten soykırıma uğrayıp uğramadıkları tarihi belgelerle açıklığa kavuşacak bir konudur. Bu konuda bir çok tarihi belge soykırımın olmadığını ortaya koysa da Ermeniler yine de soykırıma uğradıklarına inanmak zorunda olduklarını belirtiyorlar. Yukarıda belirtmiştik: Konu gerçekten bir soykırımın gerçekleşmiş olması değildir. Sorun her türlü bilgi ve belgeye rağmen Ermenilerin kendilerini soykırıma uğramış bir halk olarak görmelerinde yatmaktadır.  Bir manada Ermeniler varolmalarını soykırıma inanmaya borçlu olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Durum böyle olunca, ortada bir inancın meşruiyetini ve bir nefretin doğallığını göstermek için etkili propaganda ile kendini var etmeye ve
güçlendirmeye çalışan bir etnik kimlikle karşı karşıya bulunmaktayız. Erol Göka’nın belirttiği gibi, Diaspora Ermenileri, cemaat kimliği ile varoluşlarını devam ettirmek için mazlumiyet ve Türk düşmanlığı inançlarını yeni nesillere öğretmek zorunda hissediyorlar, kendilerini[6].

Bu figürle Ermeniler, farklı siyasi coğrafyalara dağılmış olan ırkdaşlarını  ortak bir inanç etrafında toparlamaya, korumaya ve ayakta tutmaya çalışmaktadır. Osmanlı devleti döneminde mağduriyet ve mazlumiyet figürleri, Türk karşıtı propaganda da kullanılmaktaydı. Ancak soykırım miti bu dönemde, henüz kullanıma sokulmamıştı. Soykırıma uğramışlık inancının oluşturulması ve bunun dolaşıma sokulması yaygın olarak 1970’lerden sonra gerçekleşmiştir. Her iki durumda da -yani soykırımsız mazlumiyet ikonası ve soykırımlı mazlumiyet ikonası- dağınık yaşayan Ermenilerin ortak bir siyasi etnik kimlikte buluşturulması amaçlanmıştı.  Ancak bu etnik kimlik belli bir coğrafyada yaşayan ve kendini ifade eden bir kimlik de değildir. Küresel çapta, küresel bir güç olarak ve küresel yönlendirme, manipülasyon aygıtları ve güçleri ile kendini ifade eden, anlatan bir kimliktir.

Ermenilerin Türk karşıtı propaganda ile kendilerini siyasi ve ideolojik olarak var etmeye, inşaya ve güçlendirmeye çalışmaları çabalarını, iki ayrı dönemi esas alarak tahlil etmek gerekir. Birincisi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna kadarki Osmanlı devleti dönemidir. İkincisi ise 1973’ten sonra Türk diplomatların öldürülmesi ile birlikte Diaspora tarafından ileri sürülen ve kısa bir zaman içinde bütün Ermenilerce benimsendiği anlaşılan soykırıma uğramışlık figürünün yoğun olarak işlendiği dönem.

Osmanlı devleti döneminde siyasi ve ideolojik Ermeni propagandası, mağduriyet, hak gaspı, eşitsiz tutulma ve hürriyetten yoksun bırakılma imajlarını, Batı ülkelerinde propaganda malzemesi olarak kullanıyordu. Batı toplumlarının bilinç altında yatan barbar Türk imajı onların işini kolaylaştırıyordu. Ermeni siyasi ve ideolojik propagandası bilindiği gibi, 1915’ten sonra başlamadı. Bu mağduriyet propagandası çok önceleri vardı. Propaganda bugün iddia edildiği gibi 1915 olaylarını söylemleştirmeden çok önce şekillenmiştir. 1915 olayları Ermeni propagandasına sadece yeni ikonlar ve göstergeler eklemiştir. Soykırım metaforu, 1973 de, Asala tarafından başlatılan terörist saldırılarla birlikte, Ermeni siyasi ve ideolojik  propagandasının en önemli figürü olmaya başlamıştır.

Osmanlı devleti döneminde, Ermeniler Türk karşıtlığı imajı ile bütün Ermenileri ortak bir etnik siyasi kimlikte bütünleştirmeye çalışıyorlardı. Ancak bunun gerçekleşmesi için, siyasallaşmış etnik bir Ermeni kimliğinin bütün Ermeniler tarafından benimsenmesi gerekirdi. Fakat böyle bir kimliğin edinimi için önemli engeller vardı. Ermeni halkında Osmanlı döneminde cemaat kimliği olarak tanımlayabileceğimiz,  bir dini kimliğin mevcut olduğu, bu kimliğin geleneksel ilişkilerle kurumsallaştığı ve yaşandığı bilinmektedir. Bu dini kökenli cemaat kimliği,  bu gün söylenen ve yaygın olarak kullanılan etnik kimlik deyimi anlamını ise tam olarak içermez. Kısaca şöyle belirtelim etnik kimlik özünde bir karşı-kimlik bilinciyle içkindir. Oysa dini cemaat kimliğinde karşı-kimlik olma durumu yoktur.

Ermenilerde bir ideolojik siyasi etnik merkezcilik bilincinin uyandırılması gerekiyordu. Etnik merkezcilik bilinci kendi içinde ayırımcılığı, kendi grubunu diğer gruplardan üstün görmeyi, kendi kimliğini ayrıştıran değer yargılarını, inançları ve yaşam biçimlerini başka gruplarınkinden üstün görmeyi öngörür. Böyle bir önyargı ile etnik kimlik oluşturulmaya çalışılır. Kendini diğer gruplardan üstün görme ve onlar tarafından sömürüldüğüne inanma çoğu kere fiili gerçeklikle alakalı değildir. Öğrenme, yarılma ve propaganda ile etnik bilinç oluşturulur[7].

Siyasi, ideolojik ve etnik Ermeni hareketler, Osmanlı devleti döneminde Ermeni cemaat, fiili olarak mağdur olduğundan dolayı değil, Türk ve Müslüman karşıtı bir propaganda ile etnik kimlik inşa etmenin kolay olacağını varsaydıklarından dolayı, mağduriyet, mazlumiyet metaforlarını propaganda malzemesi olarak ikonlaştırdılar. Çünkü Hıristiyan olarak Müslümanlardan zulüm görmüş olma imajı, dönemin emperyalist Hıristiyan ülkelerin desteği için çok önemli bir slogandır ve Avrupalılar için hayati bir sorundur.

Ermenilerin siyasi programı Osmanlı devletini parçalamak, Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan devleti kurma şeklinde özetlenebilir. Ermenileri bölgede bulunan Türklerden ve Müslümanlardan farklı bir ulus kimliği altında birleştirme çabası, bu siyasi programın başlangıç ilkesi olmuştur.

Ancak bu siyasi program’ın başarıya ulaşma şansı, uluslaşan diğer halkların mevcut varlıklarına bakıldığında, baştan itibaren mevcut değildi. Muhtemelen bu eksikliği telafi etmek için mağduriyete dayalı etkili propaganda yöntemlerini kullandılar. Bundan dolayı, öncelikle Ermenilerin mağduriyet ve ezilmiş bir halk olma imajını sürekli dolaşımda tutma nedenlerini ve bu yönteme niçin başvurduklarını ortaya çıkartmak gerekir.

Çünkü milli ve etnik kimliklerin inşası her zaman ezilmişlik ve mağduriyet temaları ile kurgulanmamıştır. Bazen toplumun gelenekleri, töreleri, yaşam biçimi kendiliğinden örgütlü milli toplumu oluşturur. Bazen de milli toplum kimliği, kahramanlık, yiğitlik ve zafer miti üstüne kurulur[8]. Kimi toplumlarda ise bu üç yöntem birlikte kullanılır. Ancak bunlardan bir tanesi ağırlıklı olarak işlenir.  Milli kimliklerin inşası ile ilgili ayrıntılı tartışmalar bu çalışmanın konusu değildir. Öncelikle biz, mağduriyet, ezilmişlik ve soykırıma uğramışlık temaları ile kurgulanmaya çalışılan Ermeni kimliği üstünde duracağız.

Osmanlı devleti döneminde, Ermeni siyasi ve ideolojik propagandasının amaçlarını gerçekleşmesi için, baştan beri Ermeni halkının sosyal durumu uygun şartlar taşımıyordu. Ermeniler hep dağınık yaşamışlardır. Tarihte güçlü bir siyasi birleşme ve yönetim oluşturma başarısı göstermemişlerdir. Onların bu durumu, muhtemelen onların Türk ve Müslüman karşıtlığına dayalı, ezilmişlik mitleri oluşturmalarına neden olmuştur. Ermenilerin Osmanlı devleti döneminde, sosyal, siyasi ve ekonomik varlıklarıyla değil, yarattıkları mitolojik metaforlara sığınarak kendilerini ifade etme nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz. Bu nedenler aynı zamanda Ermenilerin ezilmişlik ve mağduriyet duyguları ile kendilerini ifade etme ve gösterme alışkanlığı kazanmasına da sebep olmuştur.

Tarih eksikliğinin mağduriyet imajı ile kapatılması.

Siyasi birliktelik ve var oluş Ermeni tarihçiler için her zaman önemli bir sorun olmuştur. Çünkü siyasal manada örgütlenmiş, bürokratik kurumları ile varlığını ortaya koymuş bir Ermeni devleti tarihte hiçbir zaman mevcut olmadı.  Bu eksiklik onların propaganda ile ve mitolojik inançlarla kin ve nefret üstüne kurulu bir tarih bilinci oluşturmalarına neden olmuştur.

Bilindiği gibi, Ermeni tarih kitaplarında, Ermenilere ait bir  siyasi varoluş ve devlet tarihi örneği yoktur[9]. Ermeni tarihleri aşiret, feodal bey ve kilise tarihi ile sınırlı bilgiler içermektedir. Ermeni tarih uzmanları, millet olduklarını ispat edebilmek için, pozitif ilmin kaynağından ziyade, mitolojik söylentilere, varsayımlara, dini hikayelere  köklü bir dine ve dile sahip olduklarını ileri sürerler[10]. Ermeni tarihi abartılar, yüceltmeler ve efsaneler üstüne kuruludur[11].  Ermeni terörü kötü saptırılmış bir tarih anlayışına dayanır. Kötü Türk, İyi Ermeni Efsanesi bu anlayışın temelini oluşturur[12].

Aslında Ermeni tarihi özü itibarıyla Gregoryan Ermeni kilisesi tarihidir. Ermeni kültür geleneğinin varoluş biçimi siyasi varoluşa ve ifadeye dayanmaz, dini ve kişisel başarı inançlarına dayanır. Ermenilerin bağımsız bir siyasi varolma biçimi tarihte mevcut olmayınca, bu varoluşu muhayyel bir inanca dayandırma çabası önemli bir ihtiyaç olarak belirmiş olmalıdır.

Bağımsız devlet kurma ve bağımsız bir toplum olma örneği, tarihte yaşanmadığı ve mevcut olmadığı için, bu varolma biçimini engelleyen bir düşman yaratma ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı Ermeni halkı tarihi, Justin M. Carthy’nin söylediği gibi, zalim Türk imajı üstüne kuruludur. Geçmişte yaşanmayan bir varolmayı veya iktidar gösterisini, muhayyel kurgu ile yaşama, bilindiği gibi bütün fanatik dini ve ideolojik hareketlerde rastlanan bir durumdur. Bir gruba ya da ideolojiye katı bir şekilde bağımlı olma ile tanımlanan fundamentalist aidiyetlerde[13] rastlanan bir durum, Ermeni tarih anlayışında içkin bulunmaktadır. Bu durum fiilen yaşanmamış bir geçmişi, başka şekilde imana dönüştürerek yaşama sevdasıdır. Yani tarih eksikliği, mağduriyet, soykırıma uğramışlık,  ezilmişlik duygusuyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Tamamen sosyo-psişik bir muhayyel kurgu ve inançla  karşı karşıyayız.

Vatan eksikliği, siyasi sınırları ve yeri belli olmayan bir vatanın, söylemle oluşturulması

Ermeni Siyasi doktrinin hedefe ulaşması için gerekli olan en önemli şartlardan ikincisi de vatan denebilecek bir coğrafyadır. Ancak Ermenilerin her yönüyle kendilerine ait olan bir şehirleri, bir coğrafik bölgeleri yoktu. Ermeni vatanı denebilecek bir coğrafya fiilen hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Çünkü, Ermeniler Osmanlı coğrafyasında yaşadıkları bütün bölgelerde, nüfus olarak azınlıkta bulunuyorlardı. 1896 yılında Fransa Dışişleri Bakanı M. Hanotaux, Fransa parlamentosunda yaptığı konuşmada Ermenilerin Osmanlı Ülkesinde  Ermeni vilayetleri olarak ileri sürülen vilayetlerde bile, toplam nüfusun % 13’ünü oluşturduğunu belirtmektedir[14]. Rus kaynaklarında da Ermeni nüfusun bulundukları bütün bölgelerde azınlık olduğu belirtilmektedir.

Coğrafik olarak bir kültürün bir arada yaşanmaması ve kültür aktörleri arasında yeterince paylaşılmaması, metaforlara dayalı bir coğrafik yakınlık fikrini meydana getirme çabalarını ortaya çıkarmış olmalıdır. Gerçekten de Ermeni etnik edebiyatında vatan belirli bir coğrafya ile sınırlı olarak gösterilmez. Bir dağın, nehrin ve sokağın özlemi üstüne kurgulanmış vatan imajı daha çok işlenir. Her ne kadar Anadolu’daki belirli bazı bölgeler, Ermeni hareketlerince siyasi propaganda için Ermeni vatanı olarak gösterilmiş ve haritalandırılmış olsa da, söz konusu coğrafyanın her yönüyle bir Ermeni vatanı olmadığı, Ermeni edebiyatında da fark edilebilir.  Çünkü tarihte her yönüyle, yani kültürü, nüfusu, gündelik yaşamı, sanat eserleri ve üretim faaliyetleriyle tamamen Ermeni olan bir şehir bile mevcut değildir. Muhtemelen bu vatan eksikliği duygusu onları, başkalarına/ hemşehrilerine karşı, karşıtlık duygularını canlandırmaya ve bu karşıtlık duygusuyla üretilen ezilmişlik, öldürülmüşlük ve mağduriyet imajlarını varolma sorununa dönüştürmelerine neden olmuştur.

Ermeni  geleneği ve kültürünün parçalanması ve yapı-bozumuna uğraması

Ermeni siyasi projesinin önüne üçüncü bir engel daha çıkmıştı. Üçüncü engel, bizzat Ermenileri sözü edilen siyasi ve ideolojik proje için, kışkırtan misyonerlerin propagandalarıyla meydana gelmişti. Çünkü misyonerler geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermenileri, bu kiliseden kopartmışlardı. Onların bir kısmını Protestan, bir kısmını ise Katolik yapmışlardı. Mesela Richter J. ‘in belirttiğine göre, Amerikan Board kontrolündeki Protestan Evangelist misyoner örgütler,  Gregoryan Ermenilerin  Protestan mezhebine inanmaları ve geleneksel dini inançlarından kopartılarak özgürleştirilmelisi[15] gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü kolonizatör misyonerler,  Ermenileri geleneksel inançları ile kendilerinden saymıyorlardı.

Osmanlı millet sistemi içinde Ermeniler yüzyıllarca dini geleneklerini olduğu gibi korudular, muhafaza ettiler. Kültürlerin paralel yaşaması Osmanlı millet sisteminin en önemli özelliklerinden birisiydi. Ancak Batı kültürü farklılıkların bir arada varolmaları durumunu hoş görmüyordu. Bundan dolayı farklı kültürleri de, kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı. Bu benzetme çabası Ermenileri geleneksel kültürden ve inançlardan koparmıştı.

Protestan ve Cizvit misyonerlerin/kolonizatörlerin Ermeni cemaatini kendilerine yakın buldukları doğrudur. Muhtemelen duyulan bu yakınlıktan dolayı, Ermenilere bütün sömürge ülkelerindekine benzer biçimde, yoğunlaştırılmış bir kolonizasyon eğitimi uyguladılar. Bilindiği gibi, Ermenilerin yaşadığı şehirlerdeki Osmanlı toprakları, kolonizatör emperyalist batılı ülkelerce işgal edilmemişti. Buna rağmen Ermenilerin kültürel olarak kolonileştirilmeleri  çok erken dönemde başladı.  Çünkü dini inanç yakınlığı Ermenilerin gönüllü olarak misyonerlere ve kolonizasyon eğitimine, kendilerini açmalarına neden olmuştur. Böylece, Ermeniler misyonerlerin vaad ettiği kurtuluş umutlarına inanmakla emperyalist/ oryantalist propagandanın gönüllü nesnesi haline geldiler.

Osmanlı devleti döneminde Ermenilerin emperyalizm karşısındaki duruşu, müstemleke halkların batı propagandası karşısındaki duruşu gibidir. Ancak Osmanlı vatandaşı Hıristiyanların hepsi için bu durum ve değerlendirme doğru değildir. Mesela Lübnan ve Suriye bölgesindeki yerli Arap Hıristiyanlarla  Anadolu’daki Ermeni Hıristiyanların emperyalistler karşısındaki duruşu, bu bakımdan karşılaştırılabilir. Lübnan ve Suriye Hıristiyanları doğulu ve Osmanlı kimliklerini sonuna kadar korumuşlardır. Bundan dolayı olsa gerek, Edvard Sait gibi anti-siyonist ve anti-emperyalist aydınların sayısı Arap Hıristiyanlar arasında hayli fazladır.  Ancak Ermeniler arasında Sait gibi aydınların sayısı yok denecek kadar azdır.

Ermeniler misyoner propagandası etkisiyle kendi aralarında değişik mezheplere bölündüler. Çünkü bütün kolonizatör misyoner faaliyetleri, otantik bir doğu kilisesi mensubu olan Gregoryan Ermenileri, Protestan, Katolik ve bu dinlerin çeşitli tarikatlarına irtidat etmeye odaklanmıştı. Bilindiği gibi bu propaganda başarılı oldu. Ermeniler sonuçta geleneksel inançlarından koptu. Katolik oldular. Protestanlaştılar. Bölgede keşif gezisi yapan İngiliz ajan,  M. Sykes, bu misyoner propagandasını, rüzgar ekip, fırtına biçmeye benzetmiştir[16].

Muhtemelen bu misyoner fırtınaları otantik Ermeni dini geleneğini parçaladı. Etkisiz kaldı. Ermeni siyasi doktrini bundan dolayı üçüncü bir engele takıldı. Bu dinsel parçalanma ve çözülme önemli bir kimlik ve zihniyet bunalımıdır. Daryush Shayegan’ın emperyalist şiddete maruz kalan doğulu Müslüman Milletlerin zihniyet ve kimlik bilinci için kullandığı “Yaralı bilinç”[17] tanımlaması, kolonizatör misyoner propagandasına maruz kalan Ermeniler için de doğrudur. Ermeniler bu yaralı bilinci mağduriyet söylemiyle derinleştirdiler. Ancak suçlu olarak hep Türkleri gösterdiler.  Türk düşmanlığı metaforu, Ermeniler için söylem düzeyinde de olsa misyonerlerin açtığı bu yarayı kapatan bir araçtır.

Misyoner etkisi ile Ermenilerin geleneksel inançları parçalandı. Bu parçalanmanın etkisi ile oluşan yaralı bilinç onları bir günah keçisi aramaya yöneltti. Bu günah keçisini de onları geleneksel kimliklerinden kopartan Protestanlar ve sömürgeciler, onlara gösterdi. Günah keçisi olarak Türkler seçilmişti. Protestan hareketlerin yöntemleri ile oluşturulan bu propaganda figürü ve göstergesinden dolayı, geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermeniler, Protestan müfrit gruplara katılmak zorunda kaldılar. Ve Türkler günah keçisi konumuna indirgenerek Batı kamu oyu tarafından sürekli suçlandılar.

Ermeni masumiyeti ve mağduriyeti imajı, Türklere saldırmayı meşrulaştırıyordu. Onun için misyonerlerin de amacına hizmet ediyordu. Bu durum, Amerikan ırkçı beyazların tarım mahsullerinin kuraklıktan dolayı düşmesinin suçlusu olarak siyahları cezalandırmasına benzemektedir. Türk karşıtlığı imajı, kendini kaybeden bir kültürün kendini bulması için araçsal bir işlev görmektedir.

Değerini gizlilikle arttıran mahrem ilişkiler:Gizli anarşist hareket ve kutsal itaat örneği olarak Ermeni örgütler

Ermeni siyasi projesini akamete uğratan dördüncü faktör ise, Ermeni çetelerini gizli bir şekilde örgütleyen emperyalist devletler olmuştur. Gizlilik bu çetelerin en önemli örgütsel değeriydi. Örgüt emirlerine körü körüne bağlılık bu gizlilikle sağlanıyordu. Kaynaklar 19. yüzyılda Rusya’da ve Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde örgütlenen nihlist-anarşist gruplarla Ermeni çeteleri arasında yoğun bir işbirliğinin ve temasın olduğunu belirtmektedir.  Düzene isyan ve gizli dayanışma bu anarşist grupların en önemli özelliğiydi. Nihlist anarşist tavır nisbeten açık olan geleneksel Ermeni kültürünü ve toplumsal yapısını yapı-bozumuna uğratmıştır.

Ayrıca Ermeni çetelerin bir kısmı, Rusya’nın, bir kısmı Fransa’nın, diğer bir kısmı ise İngiltere’nin kontrolündeydi. Birinci Dünya savaşına kadar bu çeteler hem Osmanlı devleti, hem yerli Müslüman komşularıyla hem de kendi aralarında çatışıyorlardı. Birinci Dünya savaşında her üç emperyalist güç, Osmanlı devletine birden saldırınca, onların direktifi ile Ermeni örgütleri Rusların safında Türklere karşı savaşa katıldılar. Dolayısıyla emperyalist güdüm her ne kadar Ermeni siyasi doktrini projesini gerçekleştirmek için kurgulandıysa da fiili, bürokratik örgüt düzenleri ve iktidar çekişmeleri, Siyasi doktrin projesini fiilen kendi kendini çürüten bir şekle sokmuştur.

Örgütsel gizlilik ve kapalılık aynı zamanda mitolojik kurgulara inanmayı da kolaylaştırır. Onların halk arasında kökleşmesini sağlar. Çünkü yukarıdan gelen emirlerin sorgulanmadan uygulanması, cemaat üyelerinin biri birleriyle gönül rahatlığı ile konuşamaması, efsanelerin kurgulanmasına neden olur. Aynı durum kapalı bir dini örgütle yapılanan ve örgüte inanmayı dini bir rükün olarak gören bütün fundamentalist gruplar için de geçerlidir.  İşte bu gizlilik kurbanlarla ve muhayyel ölü ruhları ile beslenen intikam ve nefret duygularını besler. Bu gizliliğin beslediği Türk karşıtı duyguyu, Hıristiyanların Yahudilerden nefret etmesi duygusunun kökleşmesine neden olan, Hıristiyan inancına benzetebiliriz. Bilindiği gibi ilk Hıristiyanlar gizli olarak örgütlendiler. Kilise gizli kutsal cemaat anlamına gelir. Yahudilerin Hz. İsa’yı Roma’ya ihbar etmesi, bu ihbar üzerine Hz. İsa’nın çarmıha gerilek kurban edilmesi, Hıristiyan inancında her zaman çok önemli bir metafor olmuştur. Bu metafor anti-semitik duyguları beslemiştir. Bundan dolayı Yahudiler Avrupa’da tarihin her döneminde taciz edilmişler, soykırıma uğramışlar, baskı görmüşler. İşte gizli Ermeni örgütlenmesi Ermenilerin Türk karşıtı bir nefret duygusu ile beslenmesine neden olmuştur. Bu nefret böylece inanca dönüşmüştür.

Halk aydın çelişkisinin gayrı resmi bir baskıya dönüşümü, Kötü Türk ve komşu Türk inançlarının diyalektiği

Ermeni siyasi doktrini projesinin etkisiz olmasının beşinci sebebi ise, Ermenilerin halk olarak müslümanlarla, Türklerle birlikte yaşama konusunda çağlara yayılan bir geçmişe sahip olmaları ve çoğu Ermeni’nin Ermenice’yi unutmuş olması, Türkçe ve Kürtçe konuşmasıdır.  Bilindiği gibi, birçok Ermeni Türkçe şiirler ve şarkılar yazmıştır. 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Türkçe söyleyen ve şiirler yazan Ermeni aşık ve yazar sayısı 400 üzerindedir. Ermeniler ve Türkler ortak adetleri yaşamaktaydı. Komşuluk ve dostluk ilişkileri, her iki halk arasında sevgiye ve dayanışmaya bağlı olarak yaşanmaktaydı. Aşağıdaki hikaye Türk ve ermeni halkın karşılıklı iyi ilişkilerini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:

19 (259).SARGİS YETARYAN’IN HİKÂYESİ

(1907, Afyonkarahisar doğumlu)

“MEZARINA NUR İNSİN”

Eskiden Türkiye’de Ermeniler dürüst ve fedakârca çalışmaları sayesinde itibar görürlerdi. Ermeniler Türklerle barışık olarak ve barış içinde yaşarlardı; ama Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin çok sayıda kayıpları oldu.Türkiye’nin birçok bölgesinde Ermeniler Türkçe konuşurdu. Bizim şehrimiz, Afyonkarahisar’dan başlayarak Uşak, Eskişehir, Akşehir, Bursa, Kesarya[Kayseri], Yozgat, Çar, Gemerek, Konya, Adana, Bilecik, Kütahya, Maraş, Antep, Elmalı ve diğer birçok yerde yaşayan Ermeniler Türkçe konuşurlardı ama kiliseye bağlıydılar. Ben küçük bir çocukken, kiliseye gittiğimi, yetişkin erkek ve kadınları diz çöküp dua ederken gördüğümü hatırlıyorum. Ayinden sonra da Türkçe vaaz verilirdi. Vaazında papaz şöyle derdi: “…Ermeni Hristiyanlar, birbirinizi sevin, başka milletleri de
sevin; Osmanlı Hükümeti’ne tam olarak itaat edin; Hükümet’in devamlılığı için elinizden geleni yapın; vatandaşlık görevlerinizi yerine getirmek için hiçbir gayreti esirgemeyin…”

Türk kadınlarının siyah çarşaf giydiklerini, Ermeni kadınlarının ise onlardan ayırdedilebilmeleri için beyaz mahrama giydiklerini hatırlıyorum. Onlar da birbirlerine karşı sevgi dolu ve birbirleriyle uyumluydular. Afyonkarahisar’da büyük bir yangın olduğu anlatılırdı. O sırada annem beni doğurmuş; ama korkusundan ağır bir şekilde hastalanmış; göğsündeki süt kurumuş ve artık beni emziremez olmuş. O dönemde bana verebilecekleri suni besin de yokmuş. Bizimkiler de annemin hastalığıyla meşgul olduklarından beni unutmuşlar; zira şöyle düşünmüşler: tekrar çocuk yapmak mümkün ama anne sahibi olmak mümkün değil. Amcamın karısı Sandukht Türk askeri hastanesinde hemşire olarak görev yapıyormuş. O etkin ve becerikli bir kadındı. O yüzden kendisine “Osmanlı Sandukht” derlerdi. O da yeni doğmuş bebeği, yani beni düşünen olmadığını görür; beni alıp Türk mahallelerine götürür. Bir eve girer; bakar ki, kadının biri çocuğunu emziriyor. Ona şöyle der: “Kızım, çocuğuna bir kardeş getirdim. Bunun anası doğumdan sonra hastalandı; sütü yok. Allah aşkına bunu da emzir ki, ölmesin. Ben senin bu iyiliğini unutmam.”

“Seve seve emziririm anne” der Türk kadın “ne kadar gerekirse emziririm; sütüm çok.” Ve o iyi kalpli Türk kadın beni kucağına alır; başlar emzirmeye, ta ki ben biraz büyüyünceye kadar.Yeterince büyüyüp olgunlaştığımda bütün bunları bana amcamın karısı Sandukht anlattı. O zaman ben hayatımı, görünüşe göre çoktan rahmetli olmuş o Türk sütanneme borçlu olduğumu hissettim. Allah ona cennette bir yer nasip etsin; zira ben onun sayesindedir ki 90 yıldır yaşıyor ve size hayatımı anlatıyorum. Hayatımın o kadar da mutlu geçmediği doğrudur ama, ben hep onun mezarına nur inmesi için dua ediyorum[18]

Ermeni halkı ile Müslüman Türk halkı arasında gündelik hayat dostluk samimiyet ve iyi komşuluk üstüne kurulu idi.  Bu ilişkiyi, Ermeni şair, Aşık Emir  (Öl. 1882) Türkçe yazdığı şu mısralarda belirtmektedir:
Din ayrı, möhkem gardaşıg/ Senin bahtına
benzerik/ Gol bir, el bir eli yek, birlikte dağık (dağız)/ Ayrılıgda, nazik bir
goluk (kuluz
)[19].

Ermenilerin dil sorunu konusunda Mayevsky  şunları belirtmektedir: Öyle Ermeni köyleri vardır ki, Kürtçe’den başka hiçbir lisanla mütekellim değiller[20]. Başpiskopos Vahabetian 1895’te Anadolu’daki ihtilalci Ermeni gruplarına gönderdiği talimatnamede, Ermeni çocukları ile Türk çocukları arasında bir sevgi ve şefkat ortamının tesisinin engellenmesi için önlem alınmasını ve Ermeni çocukların Türk okullarına gönderilmemsini[21], özellikle tembihlemektedir.

Ayrılıkçı Ermeni örgütlerle Ermeni halkı arasında Türkler konusunda anlaşılan çok önemli ve derin farklılıklar ortaya çıkmıştı. Ayrılıkçı Ermeni hareket, modern değerlerle hareket ederek Ermeni varlığını ideolojik tabanlı siyasi bir varoluşa dönüştürmek için çaba sarf ederken ve propaganda yapa