12.2 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1069

Türklüğün Perişan Hali

Bundan 63 yıl önce 1949 yılında merhum Türkçü yazarlarımızdan Osman Yüksel Serdengeçti “Türklüğün Perişan Hali ” diye bir yazı yazmıştır. Bu yazının yazıldığı tarih ile bu günkü tarih arasında ne değişmiştir. Bunu takdirini siz okuyucularıma bırakıyorum.

Ben bir Türküm! Perişanım çünkü Türklük perişan o ağlarken ben gülemem. O ölürken ben kalamam. Ben kıtalara iklimlere sığmayan, milletlere hükmeden bir ırkın çocuğuyum. Damarlarımda üç kıtanın ırmakları dolaşır. Denizlerde hür dalgalar beni anar beni söyler.   

Hangi seferden, hangi zaferden bahsedeyim? Altaylardan dünyanın bucağına akın edenlerden mi? Çin’i, Viyana’yı soranlardan mı? Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da camiler, minareler, kubbeler inşa ederek gökleri ve gönülleri fethedip medeniyet kuranlardan mı? Taç Mahal, Şah Cihan, Gazneliler, Farabiler, İbni Sinalar, Mevlanalar, Horasan erleri, Kırımlar, Kazanlar, Semertkanlar, Taşkentler, Buharalar şimdi kimin memleketi, kimin yerleri.  

Ey Sibirya koskoca bir millete mezar olan soğuk donmuş arazi, sinende kimleri saklıyorsun? Dökülen bunca göz yaşları, gömülen bunca sıcak vücutlar, seni ısıtmadı mı? Buzlarını çözmedi mi? Sibirya ses vermiyor, bu uçsuz bucaksız arazi korkunç bir ölüm sükutu içinde.

Kızıl cellatların elindeki Türk elleri ses vermiyor. Türklük ölmüş, öldürülmüş Türklük. Buhara yok, Taşkent yok, Kırım yok, Kazan yok yerlerinde soğuk yeller esiyor. Kızıl Kafir ne bulursa kesiyor.             

Sadece yok olan bunlar mı? Dalgası Viyana Surlarına kadar uzanan kahraman ecdat nerde?  Hani? Niğbolu, Kosova, Mohaç, Tuna Vadileri, Makedonya dağlarından akan genç sular Vardarlar, Tunalar bu gönül acısını dinlemeden nereye akıyorsunuz?. Şimdi bizde bir zerresi bile kalmayan imparatorluk denizlerinden hangisine? Bu sular ses vermiyor, Tuna ses vermiyor. Geçmiş günler birer hayal olmuşlar.

Kanlı Balkanlar Türklük için bir mezar olmuş bu sular bu ırmaklar kardeşlerimizin cesetlerini denizlere taşımakla meşgul Yugoslavya da, Sırp Milliyetçisi Cani Mihaloviç Türk kesti. Sosyalist Tito Türk kesti  Faşist Bulgaristan Türk kesti Komünist Bulgaristan yüz binlerce Müslüman Türk’ü imha etmekle meşgul.            

Yunanistan’da kızıl çete Türk düşmanı, Türk köyleri basılır, yağma edilir. Hükümet dış politikada Türk dostu, içeride koyu kanlı bir Türk düşmanlığı devam ediyor. Biz burada Ayasofya’yı müze haline sokarken onlar camileri yıkarak taşlarını hela yapmak için kullanıyor.            

Her yerde ve her şeyde bir Türk Düşmanlığı var. Yeni bir ehlisalip karşısındayız. Balkanlardan kovuluyoruz. Balkanlarda boğuluyoruz. Duyan yok biz iş stadyuma maça, topa intikal edince heyecanlanırız. Miting yaparız, bağırıp çağırırız. Bir millet eserleriyle mahvediliyor, insanlar asılıyor. Kan gövdeyi götürüyor, bizde ses yok. Ne hükümetimizde, ne gençliğimizde asılanlar kesilenler bizdendir. Bizim gibi Türktürler, müslümandırlar ve yegane hamileri kurtarıcıları biziz Türkiye dir. Türkiye’de iş yok, bizde iş yok Balkanlardan İran’a geç İran bile şu haliyle Türk düşmanlığı yapıyor. İran’da Türkçe konuşmak Türkçe neşriyat yapmak yasak. İran’ın yarısı Türk’tür. Acemin mübalağa çarkı burada tersine işlemektedir. Altı milyon Türk’ü üçyüzbin’e kadar indiriyor. Türk münevverleri kamplarda inim inim inliyor, devletimiz İran’a bile söz geçiremiyor. İdarede o şuur, Türklük şuuru iradesi yok ki. Aman bana bir şey olmasında ne olursa olsun, idareci olarak da, fert olarak da takip ettiğimiz parola bu.

Yalnız kendini düşünen insan yalnız nefsini düşünen hodbin bir telakki yalnız kendini düşünen idare yalnız kendini düşünen insan o kadar düşünme yarın aynı felaket senin başına da gelecek sen de ağlayacaksın, sende feryat edeceksin fakat duyan olmayacak. En duygusuzluğun ne demek olduğunu o zaman anlayacaksın. Fakat iş işten geçecek sen etrafında ağlayanlara senden medet umanlara senden olan bu insanlara kulaklarını tıkadın. Kör oldun, sağır oldun çek cezanı bunu sana tarih söyleyecek.

Ey kimsesiz insanlar kanlı Makedonya dağlarından Pamir Yaylasına, Altay Dağlarından İdil-Oral Vadilerine kadar uzanan ülkelerde kızıl zorbaların zulmü altında can veren can çekişen kardeşler. 

Ey Sibirya’nın uçsuz bucaksız donmuş topraklarındaki yatan genç sıcak vücutlar size sesleniyoruz bir gün gelip intikamınızı alacağız.
Ey
Elleri kan içinde esir vatan içinde dolaşan kızıl cellat.
Ey
Madde ilahtır diyen et çiğneyen leş yiyen 400 yılık musallat ve ey! ..ve ey!…                         TÜRKLÜĞÜN İLAHİSİ

Allah aşkı Yunusun nefesinde
Millet aşkı Ziya Gökalp’ın sesinden ilham alarak

Sol Asya’nın ırmakları
Akar Türklük deyu deyu
Ol mübarek toprakları
Kokar Türklük deyu deyu

Burçlarında al sancaklar
Hür göklerini kucaklar
Daima tüter ocaklar
Tüter Türklük deyu deyu

Şahin yuvası belleri
Şehit kanından gülleri
Cüşa gelmiş bülbülleri
Öter Türklük deyu deyu

Kırılsın artık halkalar
Vurulsun leşte kargalar
Bahri hazarda dalgalar
Atar Türklük deyu deyu

Yabancılarda yurdumuz
Devasız kaldı derdimiz
Altaylarda bozkurdumuz
Gezer Türklük deyu deyu           

Bu vesileyle büyük insan büyük Türk düşünürü Osman Yüksel Serdengeçti’yi rahmetle anıyoruz. Mekânı Cennet olsun.

 

 

Üçüncü Dalga: Liberal-Kapitalist Sistemin Dinle İzdivacı

0

Batı emperyalizminin evrelerini üç dalga başlığı altında açıklayabiliriz;

Birinci Dalga: Kuzey Afrika’dan Fars Körfezi’ne, Anur’dan Çin Seddi’ne ve Endonezya’ya kadar uzanan, bu medeniyet içinde özel bir yeri ve rolü olan Osmanlı Devleti’ni parçalamak şeklinde gerçekleşmiştir.

Batı’nın yayılmacı politikalarını engelleyen Osmanlı’nın gücü / kılıncı ortadan kaldırılmış ve Osmanlı toprakları küçük parçalara taksim edilmiştir.

İkinci Dalga: Parçalanan coğrafyayı yapay ve iç istikrarsızlığa gebe unsurlarla beslemek olmuştur. Diğer bir deyişle anılan coğrafya muharebe meydanı haline uygun hale getirilmiştir. Cetvelle sınırları çizilen ülkeler oluşturulmuştur. Milletleşme sürecini engelleyecek aşiret, kabile, mezhep çatışmalarını diri tutacak unsurlara karşı kültürel, hukukî ve içtimaî düzlemde milletleşme fikrini ve siyasetini izleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu aklı bu tuzağa düşmemek için felsefî ve içtimaî esaslar geliştirmiştir. Ne var ki İslâm coğrafyası dinî-etnik gerilimlerin içinde sürekli olarak enerjisini tüketmiş ve yer yer Türkiye de aynı girdabın içine sokulmuştur.

İki güç yörüngesi (NATO-Varşova Paktı) tarafından dünyanın parsellendiği Soğuk Savaş döneminde bu ülkeler, sınır-kenar kuşak teorisinin sömürülen parçaları olarak yerlerini almışlardır. Bu devletlerin büyük bir çoğunluğu iktisadî sömürü ve istibdadın zayıf düşürdüğü bir yapıya dönüş(türül)müştür. Batı, belirtilen coğrafyadaki bütün müstebit sistemlerin ve iktidarların hem kurucusu hem de muhafızı olmuştur. Batı hiçbir zaman bu coğrafyada demokratik kültürden ve sistemden taraf olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Batı’ya rağmen laik, demokratik ve sosyal hukuk devletine geçmiştir. İslâm düşünürü Muhammed İkbal Türkiye’nin bu iradesini, “Türkler, dogmatik uykusundan uyanmış, yeni yeni değerler üretmeye başlamıştır.” şeklinde tanımlar. Ve bunu milliyetçilerin bir başarısı olarak değerlendirir.

Üçüncü Dalga: Hedef toplumların değerlerini kullanarak demokratikleşme çağrısı üzerinden müdahale etme veya egemen güçleri davet etme siyasetine dayanmaktadır. Bu nedenle üçüncü dalga, “Liberal-Kapitalist Sistemin Dinle İzdivacı” şeklinde tanımlanan neo-liberal-muhafazakâr karışımı bir durumu ifade eder. 1990 sonrası dünyada kendini gösteren neo-muhafazakârlık-din izdivacından neşet eden sosyo-politik söylemin tezahür biçimi klasik siyasî anlayışı yansıtan unsurlar içermektedir. Ağa-Irgat, Ruhanî Otorite-Mürit ilişkisini besleyen bu yapıyı demokratikleşme süreci olarak tanımlamak gerçeğe aykırıdır. Bu durum, demokratik kültür ve sistemle çatışan, farklı otoriter yapıların öne çıkan bir otoriteye bağlılığını ifade eden milletler sistemine zemin oluşturan içeriğe sahiptir.

Otoriter /Karizmatik yönetim biçimi olarak adlandırdığımız yeni siyasî düzenin zihnî ve amelî tutumunu şu esaslar oluşturmaktadır: (a) Tanımlanmış yargı geçerliliğini hukukî kurallardan değil, değer yargılarını benimsediğini söyleyen kesimin politik söylemine uygunluktan alır. (b) Resmî olmayan karizmatik önderlerin resmiyet kazanarak devlet-içinde devlet olmasının önü açılır. (c) Eğitim ve sınav, devletin tarafsızlığından ve fırsat eşitliğinden çıkarak karizmatik önderlerin üstünlüğünü ve etkinliğini sağlamanın aracı olarak işlev görür. (d) Bürokrat / memur, resmî kurumun esaslarından daha çok karizmatik önderlerin taleplerini tam zamanlı olarak yerine getirmekle görevlidirler. (e) Allah inancı bir ahlâkî tutuma değil, keyfiliğe açık olduğu için içeriksiz ancak verimliliğe dönük bir inanç haline getirilerek her alanda din, verimliliğe ve işlevselliğe araç yapılır.

Liberal-kapitalist sistemin dinle izdivacından ortaya çıkan bu durumun görüntüleri, ülkelere göre farklılık arz etmektedir. Fakat bu farklılık, bir mahiyet farkı değil, derece farkıdır. Belirtilen izdivaçtan mütevellit söylem, halkın somut algısına hitap ederek din yoluyla toplumu / toplumları kontrol etmek şeklinde özetlenebilir. Soğuk Savaş döneminin ardından daha açık bir şekilde vurgulanan din-siyaset merkezli görüşlerin küresel siyasî otorite tarafından seslendirilmesi bir tesadüfün eseri değildir. ABD devletinin ideologları, ülkelerinin İncil’deki seçkin millet olduğunu ve dünyaya iyiyi kabul ettirecek imâna muktedir olduklarını sıkça beyan etmektedirler. Hıristiyanlığın eskatolojik unsurlarını küresel güç mücadelesinin parçası yapan neo-muhafazakâr politikaların hem toplumsal hem de kurumsal düzlemde bu kadar yaygınlaşması, 1990 sonrası dünyanın yönünü somut bir şekilde ortaya koymaktadır.

Önleyici savaş modeli üzerinden sürdürülen politika, Irak’ın işgalini beraberinde getirmiştir. Irak’a müdahale etmek için ileri sürülen ve algı kalıbı haline getirilen bütün gerekçeler boş çıkmıştır. Bu durum dünyada tepkiye neden olunca Başkan Barack Obama, önleyici savaş çerçevesinde yapılan müdahalelerle oluşan tepkiyi düşürmek ancak dönüşümü sağlamak için değerler diplomasisi modelini uygulamaya koymuştur. Belirtilen amaca bağlı olarak iletişim ağları yoluyla sivil güç oluşturma ve dini-kültürel unsurları ve sembolleri kullanma politikası hızla sürdürülmektedir. Tunus’ta başlayan ve Suriye’ye kadar uzanan, önümüzdeki süreçte yayılma alanı giderek genişleyecek olan “sivil isyan”ın unsurları ve parçaları, sadece yeni insan ve iktidar tipini anlatmıyor, aynı zamanda muhafazakâr düzenin yapısı hakkında bilgi veriyor. Demokratikleşme projesi olarak takdim edilen bu proje, hedef coğrafyayı yeniden biçimlendirmek için üretilen ahmaklaştırma projesidir.

Liberal-kapitalist sistemin dinle izdivacından üretilen bu model, 21. yüzyılın başında sosyo-politik bir ikame aracı olarak işlev görmektedir. Aynı anda hem yerel hem de küresel düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir tarihî sistemin üretilmesini amaçlamaktadır. Neo-muhafazakâr sosyo-politik dilin geniş kitlelerin ihtiyaçlarına yeterli cevap verdiği algısının üretilmesi ve kabul görmesi, “bir taraftan çağdaş muhafazakârların liberal demokrat eğilimleri bünyelerine taşımalarına, diğer taraftan geleneksel değerleri benimseyen dindar kesimi dönüştürmeye, hatta iktidarın dönüştürücü özelliği sayesinde muhalifleri yanlarına almalarına” ortam sağlamıştır. Arap Baharı adı altında işgali, özgürlükler adı altında terörü meşrulaştıran bu model, fikrî ve ahlakî anlamda toplumu ahmaklaştırma politikasının yeni adıdır.

Açık bir işgali “bahar”, terör örgütünün yaptığı eylemleri “özgürlük arayışı” olarak takdim etmenin iki anlamı vardır: (a) Bunu söyleyenler şahsî menfaat ve konumları için belirtilen projenin parçası olmuşlardır. (b) Otoriter sistemlere karşı muhalefet etmenin yolunu (Mısır, Libya, Tunus, Suriye) İslâm üzerinden sürdüren hareketler, çareyi egemen güçlere eklemlenme de görmüşlerdir. Türkiye bu kalıba sığmadığı için neo-liberal-muhafazakâr gibi zorunlu bir ittifakı üretmiş ve bu ittifakın üzerinden jeo-politik düzenlemeye zemin oluşturulmak istenmiştir. Her olay operasyonel mahiyete taşınarak dönüşümün fitili yakılmıştır.

Üçüncü dalganın aktörleri her ne kadar şu an itibariyle fazla bağırsalar da bilinmelidir ki bu, Batı’nın son seferidir. Bu kartopu, bahsi geçen coğrafyanın sıcağında eriyip kendinden geçecektir. Buna öncülük edecekler millî, insanî ve İslâmî esaslar üzerine kurulan isyan ahlâkının temsilcileri olacaktır. Çünkü Batıcılık ve İslâmcılık, üç dalganın siyasî hamleleri içinde çürümüş ve anlamını yitirmiştir. 21. Yüzyılın ışığında gelecek tasavvuru, emperyalizmin üçüncü dalgası olan siyasî-stratejik hamleyi yapı-sökümüne uğratmak olmalıdır.

 

T a v i z

“…Bugüne kadar uygulamalardan,… 19. Asırdan bu yana yapılanlardan netice alabildik mi?” diye soruluyor.

Netice alamayışımız, AB ve ABD resmiyetinin netice alamayışından…Onlar dıştan, kimileri içten, bütün güçleriyle çalışmalarına, avuç dolusu para akıtmalarına, tonla silah yardımı yapmalarına rağmen netice alamadıkları için, Türkiye teröre karşı sonuç alamıyor…Terörü  durdurmasına rağmen; söndüremiyor!

Çünkü dışardan üfleniyor, Türkiye’de oynanıyor. Ama AB ve ABD resmiyeti ve içteki uzantıları; tüm uğraşmalarına ve didinmelerine karşın; netice alamadıklarından dolayı; menhus  / uğursuz emellerini gerçekleştirmek için, kışkırtıcılığa devam ediyor. Kaşımayı sürdürüyor. Her fırsatta destek vermekten asla el çekmiyor, kat’a geri durmuyorlar.

Elbette, bu vaziyet karşısında; denildiği gibi, Türkiye netice alamıyor! Alamamasından daha tabii ne var a dostlar? Sen istediğin kadar söndüre dur…Adamlar yangına körükle gidiyor! Yangına benzin sıkmaktan vazgeçmiyorlar! Vazgeçmedikçe de terörde canlanış, sebep olduğu  canhıraş feryatlarla tabii olarak  sürecek! Dumanı tütecek! Varlığı; kör topal yürüyecek!

Aslında AB, ABD ve içteki işbirlikçi sapkınların; Türkiye Cumhuriyeti Devleti kalesinde gedik açsalar da; kapıları kıramayışları, surları aşamayışlarının kendilerini uğrattığı hayal kırıklığı söz konusu.

Bu durumda netice alamayan onlar…Netice alan ise meşru bir müdafaa / savunma içinde olan Türkiye’dir.

Terör tamamen durmuyorsa, bu; aczimizden değil; AB ve ABD’nin dinmek bilmeyen, bitmez tükenmez hırslarının zebunu oluşlarından; Türk Devlet duvarına toslamaktan bir türlü vazgeçmeyişlerinden.

Elbette bu ahval ve şerait altında  “Galiptir bu yolda mağlup!”  sırrınca, Türkiye Cumhuriyeti Devleti galiptir. Ve dimdik ayaktadır ve inşallah ayakta kalmaya da devam edecektir.

Bu durumda  “19. Asırdan beri netice alamıyoruz!”  demenin ne alemi var?

Ne yani var oluştan, dik duruştan, taviz ve ödün vermezlikten cayalım mı?

İsteyenin keyfi için bol keseden verelim mi?

Vatan toprağını, dolaylı yollardan isteyene peşkeş mi çekelim?

Onların talepleri  – kendi açılarından –  ne kadar yerindeyse; Türkiye’nin de kendini koruması, gereken tedbirleri alması, nefis müdafaası yapması, o derece elzem ve gerekli bir husustur.      Tarih boyunca bu devletin hasımları ve düşmanları olmuş; ama her defasında bu taarruz ve saldırıların üstesinden bu devlet, milletiyle yek-vücut olarak gelmesini bilmiştir. Yine bilecektir.

X

Aslında olmasını istemediğimiz bu yıprandırılmamız; aynı zamanda bizi geleceğe hazırlıyor. Milletçe birbirimize kenetlenmemizi sağlıyor. Bizleri uyanık tutuyor. Gevşeklikten koruyor.
Atmacanın Serçe’ye tasallutu  / musallat olması; onun üzerine akın üstüne akın etmesi, onun kabiliyetini arttırdığı gibi, Türkiye’ye karşı içten dıştan yapılan bu tasallutlar, bu musallat oluşlar; bu yıkmaya, bölmeye, parçalamaya yönelişler; aslında Türkiye Cumhuriyeti

2215

Devleti’nin daha da bilenmesine, daha da kendine gelmesine yol açıyor. Geleceğe daha emin adımlarla ilerlememizi sağlıyor. Basacağımız yerin daha sağlam olması gerektiği şeklinde bizi uyarıyor. Aynı zamanda, yabancıların istismar ettikleri zaaf ve eksiklerimizin farkına vardırıyor.
Böylece onları belirlememiz, onlarca sağlanmış oluyor. Daha sıhhatli şekilde üzerlerine gitmemiz gerçekleşiyor. Sonuçta şer’e kaynaklık eden bataklıkları; bir bir kurutmuş oluyoruz.

X

Netice alınmıyor diye, vatandan verelim mi taviz?
Bu takdirde, bir süre sonra, Türkiye’den hiç kalır mı iz? 

Kuzunun İpini Gevşeten Belli de…

Gerçekten tarihi olaylar yaşıyoruz. Sadece Türkiye değil Genişletilmiş veya Büyük Ortadoğu olarak adlandırılan bölgede önemli dönüşümler yaşanmakta. Diğer taraftan Avrupa Birliği ülkeleri yaşanan ekonomik kriz sonrası “yapılanmanın gözden geçirilmesini” tartışmakta.

Son dönemde yaşananlardan bazılarını kısaca hatırlayalım:

  • Terör örgütü yandaşları ve uzantıları artık “fiilen bölündüğümüzü” ifade etmekte, siyasi ayrılık emellerini uluslararası mahfillere taşımaya gayret etmekteler.
  • “Başkanlığını Osman Baydemir’in yaptığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi Belediyeler Birliği, Meclis’e yasa teklifi göndererek, bölge yönetimlerine isim, merkez ve sembol belirleme hakkı istedi. Teklifte anayasal güvence ve yurttaşlık tanımı da istendi.
  • Leyla Zana, Kürtlerin kendi geleceklerine referandumla karar vermesi gerektiğini savundu ve Kanada’nın Quebec bölgesini örnek gösterdi. “Kürtler referanduma gitmeli ve tüm dünya bu referandumun sonucunu kabul etmeli” dedi.
  • Yargıtay 8. Ceza Dairesi, çok sayıda kişinin ceza almasına yol açan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası hükümlüsü Öcalan’dan “sayın” diye söz edilmesine ceza verilmesi yönündeki içtihadını değiştirdi. “Sanığın, suçluluğu sabit olan Abdullah Öcalan’a ‘sayın’ olarak hitap etmesi mevcut pozitif hukuk kuralları karşısında herhangi bir suç teşkil etmez” denildi.
  • “Dünya gündemi bir süredir Ortadoğu bölgesinde yükselmekte olan Sünni-Şii çatışmasına kilitlendi. Dün Irak’ta Şiilere yönelik bir dizi saldırı daha yapıldı ve gelen bilgilere göre 100’e yakın insan hayatını kaybetti. Durum gerçekten çok vahim. Artık mesele yerel değil. Bölgedeki tüm Şiiler savaş moduna girmiş durumda. Herhangi bir yerde başlayacak olan lokal bir çatışma, uluslararası bir savaşa doğru dönecek gibi görünüyor.” (Deniz Ülke Arıboğan)
  • “Ortada çok büyük, tehlikeli ve 100 yıllık pis bir oyun var. Bu oyun tam olarak oynanmaya başlandığında bu coğrafyada hiç kimse kazanmayacaktır. Amerikalılar Taliban‘a ‘Seninle dost olur ve Afganistan’da iktidara getiririz ama senin militanların da Lübnan, Suriye, Irak ve İran‘da bize yardım edecek’ demiş. Gelen haberlere bakılırsa yüzlerce Taliban militanı, bu ülkelere sokuldu. ‘Büyük Oyun‘un belki de en tehlikeli halkası bu olacaktır. Irak’ta Şiileri hedef alan kanlı eylemler… İran’da Belucistan bölgesindeki kıpırdanmalar… Lübnan’da her an patlamaya hazır iç savaş potansiyeli olan tehlikeli gelişmeler… Suriye’de ise iç ve dış kışkırtmalı provokasyonlar. Ordudan kaçanların oluşturduğu ‘Özgür Suriye Ordusu’nun komutanı olarak takdim edilen ve Antakya’da özel kampta barınan Riyad El-Asaad ”Yakında Esad yönetimine büyük sürprizlerimiz olacak ve tüm Suriye’yi kana bulayacağız” diyor…” (Hüsnü Mahalli)
  • Balyoz davası ve İnternet Andıcı soruşturmasında tutuklanan yüzlerce subaydan sonra nihayet tutuklamalar halkasına eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da eklendi. İlker Başbuğ’a isnat edilen suç, “terör örgütü kurmak ve yönetmek.” Herkes 700 bin kişilik bir orduya komuta eden kişinin, neden internet sitesi yoluyla darbe yapmaya çalıştığını ve bir terör örgütü kurma ihtiyacını duymuş olabileceğini tartışıyor.
  • Terörle mücadele eden TSK, aldığı istihbaratı ve insansız hava araçlarından sağlanan görüntüleri değerlendirerek kaçakçılık yapan vatandaşlarımızı bombaladı. MİT bu istihbaratı kendisinin vermediğini açıkladı. Devletimizin yanında olan Kürt kökenli Encü ailesinden 35 vatandaşımız öldü. “Bu noktada PKK-BDP’nin inisiyatifi ele alarak, senelerden bu yana düşman olarak belledikleri Encü ailesine “Kürtlük” adına sahip çıkarak, siyasal istismar sürecini başlatmışlardır.” Cenazeler PKK bayraklarıyla kaldırıldı ve olay “devlet Kürt katliamı yaptı” ambalajı ile uluslararası hale getirilmeye çalışıldı.
  • “Yabancılara gayrimenkul edinme hakkı veren Doğrudan Yabancı Yatırımlar Yasası ve hepsi de birer istihbarat kuruluşu olan yabancı vakıfların faaliyetlerini ve bölücülük propagandasını serbest bırakan uyum yasaları” da yetmemiş olmalı ki, bu hafta yabancıların mülk edinmesini kolaylaştıran yeni bir kanun çıktı.
  • Türkiye’nin önemli gündem maddelerinden biri de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi ile ilgili. İktidar 7 yıl, muhalefet 5 yıl olduğunu iddia etmekte. AKP bir kanun çıkararak 7 yılı garantilemeye çalışıyor.
  • Yeni Anayasa yaparak terör örgütünün istediklerinden bir kısmını verelim ve bu meseleyi bitirelim” görüşünde olanlar, PKK temsilcileri ile müzakerelerin devam ettirilmesi gerektiğini savunmakta. Hükümet ise (Bülent Arınç) bir yandan “Kürtlere her türlü haklarını vereceğiz” diyerek kolektif haklar verilmesine kapı aralamakta. Diğer taraftan Yeni Anayasa’dan önce terör örgütü ve yan kuruluşlarına karşı mücadeleyi artırmakta.

Bu olayları düşününce ve olabilecekleri tahayyül edince endişelenmemek mümkün değil.

Bütün bunlara sebep ne ola ki?” diye sorunca aklıma meşhur şeytan fıkrası geldi: Bu fıkrada şeytan, bağlı olan bir kuzunun ipini gevşetir ve kuzu değerli bir aynayı kırar, bu sebeple başlayan tartışmalar, kavgalar, itişip kakışmalar sebebiyle kuzu ve üçü cinayet biri intihar sonucu dört insan ölür. Kenarda olanları seyreden şeytanın sözü şu olur: “Ben bir şey yapmadım ki, sadece kuzunun ipini gevşettim.”

Kuzunun boynundaki ipi gevşetenin kim olduğu belli. Irak’a müdahale ederken de, Libya, Mısır, Tunus, Sudan, Yemen’de de aynı şeyi yaptı. “Ülkenizde bir Kürt Meselesi var” diyerek açılım ve müzakere yapılmasını teşvik ederken de; çok sayıda ünlü kişinin tutuklu yargılanmasına yol açan davalar için çuvallarla veya bavullarla belge verirken de yaptığı aynı. O sadece bir şeylerin ipini gevşetti. Gerisi içimizdeki duyguları açığa çıkaran ip gevşeticisine uyanların işi.

Bütün bu olanların tehlikeli bir mecraya sürüklenmemesi için en önemli beklentimiz Hükümetten olacak.  Bunun sebebini Savunma Bakanı İsmet Yılmaz güzel açıklamış, Hz. Ömer zamanında yaşanan bir hırsızlık olayından örnek vererek şöyle demiş: ”Hz. Ömer sorar ev sahibine, hırsız girdi hiç uyanmadınız mı? Cevap, “biz Ömer’in uyanık olduğunu biliyorduk.”

“Dolayısıyla bu kültürden gelen bir millet devletimizden bunu bekler.

Sedaş’a Kızmaya Hakkımız Yok!

Bir yıldır Büyük Derbent’te oturuyorum.
Sık sık yaşadığımız elektrik kesintilerinden yıldık!
7 Ocak Cumartesi günü öğleden sonra, Büyük Derbent’te yine elektrikler kesildi.
Saat 19.05’te elektrik geldi, çok kalmadı yine gitti!
Yaklaşık 10-15 dakika içinde 7 kez elektrik geldi, gitti!
Bu arada evdeki televizyona, buzdolabına neler oldu bilemiyorum!
Ama, bilgisayarım aptallaştı!
Ama ben SEDAŞ’a hiç kızmıyorum!
Vali, belediye başkanları gibi Bakan’a  şikayet etmiyorum!
Kimi vatandaşlar gibi “SEDAŞ bize mum yollasın” da demiyorum!
Elimde fener, SEDAŞ’ı özelleştiren “Yurtsever siyasetçilerimizi!” arıyorum!
“Kamunun malını özel sektöre peşkeş çekip, halka işkence çektirenleri” saygıyla anıyorum!
SEDAŞ ve yurdumun öteki bölgelerindeki elektrik dağıtım ve tahsilat kurumları özelleşti;  mahalle ve sokaklardaki aydınlatma armatürleri sönmeye başladı!
Önce mahalle muhtarları yakındılar.
Okulların, otoyolların, gümrük kapılarının, hatta kimi kentlerde emniyet müdürlüklerinin  elektrikleri kesildi!  
AKP İl eski başkanı, şimdi milletvekilimiz Zeki Aygün; “SEDAŞ’ı sattığımıza pişmanız” diye günah çıkardı!..( 23.10.2010/ yerel gazeteler)
Bütün bir ulusun vergileriyle üretilen elektriğin dağıtım ve tahsilat işini neden özelleştirdiler?
– Özel sektör daha iyi yatırım yapar, daha iyi hizmet verir, diye!
Hizmeti görüyorsunuz!
Parayı kuruşuna kadar tahsil ediyorlar!
Başkalarının “kaçak” kullandığı, ya da hatlardaki eskiliklerden kaynaklanan “kayıpları” biz abonelerden bir güzel tahsil ediyorlar!
Yatırım yapmıyor, biz tüketicileri yatırıyorlar!
SEDAŞ’a kızmaya hakkımız var mı?
SEDAŞ’ı özel sektöre altın tepsi içinde sunup, “özelleştirme paraları” ile bütçe açıklarını kapatmaya çalışan siyasetçilerimizden hesap sormuyorsak, 21. yüzyılda ortaçağ koşullarında yaşamayı hak ediyoruz! Zırt pırt elektrik kesilmelerinden dolayı buzdolaplarımız, televizyonlarımız, bilgisayarlarımız bozulacak, BEDELİ BİZ ÖDEYECEĞİZ!
Biz “kuzu” olup sürüye katılırsak, elbette “siyasal çobanlarımız” da keyifle güdecekler bizi!.
Ha, İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan da; “İZGAZ işini iyi yapmıyor” diye yakınıyor!
Fransız şirketini halka şikayet ediyor!
Mustafa Kemal’in bu ülkeden kovaladığı küresel sermayeyi tekrar bu ülkenin başına musallat eden; Borsa’dan – bankalara, sigorta şirketlerinden Telekom’a, Reji’den kurtardığımız Yaprak-Tütün ve Müskirat İşletmelerimiz – TEKEL‘den limanlarımıza  kadar bu ülkenin ulusal kaynaklarını yabancılara dağıtanların; ülke esnafını yok etmek pahasına yabancı sermayeli dev alışveriş merkezlerini ülke ölçeğinde yaygınlaştıranların şimdi yakınmaya hakları olabilir mi?
Ya bizler?
Bu gaflet uykusundan uyanıp, bu akıllardaki karanlıktan kurtulabilecek ve “küresel sömürünün” farkına varabilecek miyiz?
Yoksa, birkaç mum verirlerse “mum gibi” mi olacağız?  

Katibim Türküsü ve Donsuz Asker Alayı

Sultan İkinci Mahmut’un başlattığı yenileşme hareketi başarılı olunca, ordu mensupları batılı kıyafetlerini giymişti. Ancak  sivillerin giyimi serbest bırakılmıştı.

Fakat Kırım Savaşı’nın hazırlıkları nedeniyle müttefiklerimizin İstanbul’a gelmeleri kesinleşince, yeni padişah Sultan Abdülmecit en büyüğünden en küçük rütbelisine kadar tüm memurların da batılılar gibi kolalı gömlekler, pantolon ve ceket giymelerini irade etmiş.

Halk bu uygulamayı bir hayli yadırgar ve özellikle genç katiplerin giyimlerini tebessümle karşılar. İstanbul’un entellektüel gır gır takımının ve külhanilerinin bu durumla ilgili fıkra ve dizeleri giderek yaygınlaşır ve bazıları halk tarafından çok beğenilir.

Üsküdar’a gider iken adlıda bir yağmur
Katibimin setresi uzun, eteği çamur
Katip uykudan uyanmış, gözleri mahmur
Katip benim, ben katibin el ne karışır
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yakışır.

Dizeleri bunların en önde gelenidir. Her ne kadar bu dizelerin genç bir katibe gönül veren bir hanım kıza ait olduğu söylenmişse de, değerli bir tarihçimiz Reşat Ekrem Koçu, şairi meçhul bu mısraları incelemiş ve tarzı itibarıyla dönemin entellektüel külhanilerinin üslubuna çok yakın olduğunu yazmıştır.

……………..

Aynı dönemde, İngiliz ve Fransız askerleri için Üsküdar yakınındaki Selimiye Kışlası önce konaklama sonra da hastahane olarak kullanılmak üzere tahsis edilmişti.

İstanbul’a gelen İngiliz ordusu içinde bir de İskoç alayı bulunuyormuş. İskoç alayı İstanbul’a hareket hazırlıklarını yaparken kendilerine bir de yürüyüş müziği hazırlanmış.

Alay, Üsküdar’da, diz altı çorapları, ekoseli eteklikleri *, özgün montları, atkıları ve gaydalarıyla yaptıkları yürüyüşlerde bu melodiyi çalarmış.

Bu ilginç kıyafetleriyle İskoç alayı Üsküdarlıların hem çok tuhafına gider hem de çok ilgisini çekermiş.

Halk kısa etek giyen bu birliğe donsuz askerler alayı adını takmış. İskoçların geçişleri ve renkli giysileri, çaldıkları melodileri Üsküdarlılar için eğlenceli bir seyir oluştururmuş.

Alayın marşının, katibim dizelerine uyarlanması çok çabuk olmuş. Şarkı bu nağmelerle söylenince olağan üstü rağbet görmüş.

Fırsatı iyi değerlendiren tacirler İskoçya’da ürettikleri  ” Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur ” nağmeli masa üstü saatlerini İstanbul’a getirip satışa sunmuşlar.

Bu güzel nağmeli saatler Kırım Savaşı’nın olumlu sonuçlarının etkisini de arkasına alarak satış rekorları kırmış, hemen hemen her eve girmiş.

Katibim türküsü güzel sözleri ve şirin melodisiyle günümüzde  olduğu gibi hiç kuşkusuz yarınlarımızda da beğeniyle söylenecek ve dinlenecektir.

 

* İskoç erkeklerinin geleneksel ekose eteğine ‘kilt‘ denilmektedir.

 

Nuri Bey’in Ayva Tatlısı (Evlilik Üzerine Bir Felsefe Denemesi)

AYVA

Anadolu Coğrafyası’nın güzel meyvelerinden birisidir ayva. Hep, elma, armut ve kayısı gibi meyvelerle birlikte anılır. Aynı toprakları ve iklimleri benimsemeleri mi, onları kümeleştiriyor bilemeyiz. Ama sözlü ve yazılı kültürümüzde bu meyvelere mal edilen kimi güzel, kimi de olumsuz atasözü ve deyimlerimiz vardır. Bu deyim ve atasözlerimizi sıklıkla yazılarımızda ve konuşmalarımızda kullanırız. Neredeyse yazılı ve sözlü kültürümüzün en renkli ve tatlı atasözleri, deyimleri ve kelime gruplarıdır bunlar. Mesela; “elmayı top top yapalım, kızlara bahşiş atalım.”, diyen hareketli türkülerimiz, “armut dalda kız kundakta” veya “ayva çiçek açmış yaz mı gelecek, arkasından da yoksa yar mı gelecek…” veya “armudun iyisini ayılar yer” gibi, armut esprisi ve “ayvayı yemek” gibi her nedense hoşumuza gitmeyen deyimlerimiz de vardır.

Sevmediğimiz birinin işinin ters gitmiş olmasını veya büyükçe bir kayba uğramasını “ayvayı yedi” tabiri ile ifade ederiz. Hatta o tür kişilerin ölümüne bile “ayvayı yeme” deyimini kullanırız. Neredeyse; “ayvayı yemek”, “nalları dikmek” deyimlerini yer değiştirerek kullandığımız olur.

Hiç şüphesiz “ayvayı yemek” deyiminin asıl kullanıldığı alan ve eylem; evlenme halleri içindedir. Kimin nasıl ne zaman söylediği belli olmayacak şekilde ve esprili bir biçimde damada “sen ayvayı yedin aslanım” deniliverir. Belki de damadın en yakın arkadaşı veya akrabası söyler bunu. Damat bu kadar güzellik ve heyecan arasında durur düşünür. “Acaba,  gerçekten öyle bir şey mi olacak diye” endişelenir. Sonra kısa süre içinde her şey unutulur. Ne yazık ki davulla, müzikle coşku ve mutluluklarla başlayan evliliklerin bazıları birinci yıllarında, bazıları üçüncü, bazıları yedinci, hatta on beşinci yıllarında boşanma ve ayrılıklarla biter. Günümüzde bu boşanma oranları çok daha arttığı için haklı olarak, uzun süreli evlilik yıldönümlerine gıpta ederiz.

AYVA ve EVLİLİK

Biraz da bu ayva meselesine takıyoruz. Ayva ile evliliğin ne gibi bağlantısı olabilir? Veya evlenen mi “ayvayı yiyor”, yoksa boşananlar mı “ayvayı yiyor?” Aklımıza takılıyor. Acaba evlenenlere “ayvayı yedin” diyenler; evliliğin ağır sorumlulukları ile birlikte, evlenirken gül gibi bal gibi olan kadınların evliliğin ilerleyen yılları içinde erkeğe çektireceklerini mi kastediyorlardı bilmek zordur tabii ki. Evlenilen bayan eş ile, dallardaki sapsarı, koskoca ayva meyveleri arasında hangi bakımdan, ne gibi bir benzerlik kurulabilirdi? Her hangi yazılı bir kaynakta ve lügatte yer aldı mı, açıklandı mı onu da bilmiyoruz.

Ancak 22 Aralık akşamı, saat: 20,00’de İzmit Öğretmen Evi’nde evliliğinin 47. yıldönümü için tertip ettiği yemekle, yemekten sonra Nuri Bey’in tatlı yerine ikram ettiği Ayva Tatlısını gördükten, yedikten ve çok beğendikten sonra kafalarımızda bir düşünce oluştu. Konuştukça da bir felsefeye dönüştüğünü fark ettik… Ayva ile evlilik arasında muazzam bir bağlantı vardı. Evet, hemen söyleyip, gülüp geçtiğimiz deyim bize belki de bu iki kişilik mutluluk ve kahırlı acılar fabrikası evliliğin sırlarını hatırlatıyordu. Nuri Bey’i dikkatle izlememiz gerekiyordu…

NURİ BEY’İN EVLİLİK YILDÖNÜMÜ ve ”NURİ BEYİN AYVA TATLISI”

Ayva tatlısı Nuri Bey’in favorisi, en beğendiği ve bolca yediği, gittiği geldiği oturduğu yerlerde aradığı, istediği bir tatlıydı. Bir iki yıllık kısa dostluğumuz süresince sohbetlerinden bunu anlamıştım. Biraz da hani bu meşhur tatlı ne zaman ortaya çıkacak diye de merak etmeye başlamıştım. Yediğimiz tatlı meyve tatlısı, ayva tatlısı idi. Harika bir tadı ve de görünüşü vardı. Kırmızı mor ve pembe karışımı bir ebruli renk vardı. Belliydi renklendirilmişti. Üstünde beyaz bir krema ve çevresinde cevizler. Nuri bey’in evliliğini kutlarken ayva tatlısının ikramını bu güne denk getirmesini de kutluyorduk. Aşçıyı da kutladık…

Böylece ayva tatlısının adı Nuri Bey’in adı ile yan yana gelmiş oldu… Sonra yemektekiler tarafından bir marka gibi ilk defa “NURİ BEYİN AYVA TATLISI” diye söylenmeye başlandı… Artık bildiğimiz ayva tatlısı Nuri Bey’in adını da almıştı. Çünkü “ayvayı yemek” deyimi ne kadar bir zorluğu, olumsuzluğu kastediyorsa, o gün, o yemekte ikram edilen ayva tatlısı da Nuri Bey’in adı ile o kadar anlamlı bir şekilde bütünleşmişti bile… Akıllardan, damaklardan çıkmaz oldu. NURİ BEYİN AYVA TATLISI…

NURİ BEY ve 47 YILLIK EVLİLİK USTASI

Evet! Nuri Bey kim? Neden ayva tatlısı? Niye ayvayı yemek yerine, o günkü yemekte ayva tatlısı yemek icap etmiş?… Kısaca anlatalım.

Bendeniz ortalama bir memurum. İç Anadolu vilayetlerinin birinden 2009 yılında Kocaeli’ye atandım. İli tanımak istiyorum. İnsanlarını tanımak istiyorum. Önüme gelene, sağımdakilere, solumdakilere selam veriyorum ve “merhaba” diyorum. Buyur ediyorum. Davet edilen yerlere gidiyorum. Yeter ki ili, insanlarını daha iyi tanıyabileyim. Günlerden bir gün, kısa boylu, zayıf ve esmerce ve orta yaşlı bir beyefendi, diğer meslektaşlarımı ziyaret ederken bana da uğramış. Oturdu çay ikram ettim. Sohbet edip, tanıştık. İzmit eski belediye başkanlarından birinin genel sekreterliğini yapmış, Tüpraş’ta çalışmış. Emekli olmuş, şimdi de bazı belediye başkanları ile idarecilere idari danışmanlık yapıyormuş. Ve Ramazanlarda, özel günlerde arkadaşlarını toplar, yemekler düzenlermiş…

“Bürokratlık alışkanlığı işte” diyordu soran olursa. – “Genel Sekreterliğimden beri bu adet geliyor bende, önceleri başkan adına yapıyordum. Emekli olduktan sonra ise kendi adıma yapmak zorunda kaldım.” İnsanımız, hele de bürokratlarımız bir birlerini tanısınlar, dostluklar, diyaloglar gelişsin, istiyorum diye de açıklama getiriyordu. İlimizdeki bürokrat, işadamı, eğitimci, öğretim üyesi, ulaşabildiği doktor, adliyeci, hatırını sayan herkesi davet ettiğini söylüyordu… Adı Nuri AVCI’ydı. 75 yaşındaydı. Emekliydi ve 47 yıllık evliydi… İzmit, Karamürsel ve Yalovalıydı. Ben bu bölgedenim diye espri yaparken, dedelerinin Trakyalı Evlad-ı Fatihan’dan olduğunu da anıp iftihar ediyordu. Nuri Avcı benim için, duayen bir bürokrat emeklisi, çelebi bir insan ve bir de kırk yedi yıllık evliliğin mimarıydı.

Hanımefendisi pek yanında gözükmez Nuri Bey her yerde gözükürdü… Neredeyse ara ara bir yıldır yemeklere beni de çağırıyor, bazen bu yemeklerde üç kişilik, beş kişilik veya on kişilik gibi.. küçük gruplar oluyordu. İşte bu yemeklerde her türlü sohbet oluyordu ama bir isim ve konu sıkça tekrar ediliyordu. “Ayva Tatlısı”… Nuri Bey “Ayva Tatlısı”nı çok seviyordu. Her yapılanı da beğenmiyor ve dostlarından da tatlı olarak sadece “Ayva Tatlısı” istiyordu… Nuri Bey’in bu huyunu bilen dostları, bazen ayva tatlısı bulamayacaklarsa davetten kaçınıyorlardı… Ne idi bu ayva tatlısı? Neden Nuri Bey’in en çok sevdiği tatlıydı? Ben de tatlıyı severdim. Kadayıfı, künefeyi, baklavayı ve tulumbayı vs. bilirdim. Hatta kabak tatlısı, Antakya Kabak tatlısı, bir çok başka tatlıları da görüp, yemiştim. Ama Nuri Bey Ayva tatlısını bir başka anlatıyor ve o’na bir başka önem veriyordu.

Acaba bir gün bu ayva tatlısı ile Nuri Bey’in davetlerinde karşılaşabilecek miydim? Zorlu bir merak aklımı sarmadı desem yalan olur. Her davetine katıldım. Bir türlü Nuri Bey’in ayva tatlısı ile karşılaşamadım. Ta ki 22 Aralık akşamı İzmit Öğretmen Evi’ndeki yemeğe kadar. Sofraya tatlı gelince de, aklıma ne ayva, ne de ayva tatlısı gelmemişti… Çünkü bu günkü yemek Nuri Bey’in 47. evlilik yıldönümü yemeği idi. Dostları hazırlıklıydı, O’na çiçekler, buketler, panolar getirmişler takdim ediyorlardı. Ve benim de kısa bir konuşma yapmam istenmişti. Aslında Nuri Bey’i en az tanıyanlardan biriydim.

GÖSTERİŞ ASALETİ BOZARMIŞ

Yemekler yenildi. Konuşmalar yapıldı. Çiçekler de takdim edildi. Sonra da fotoğraf faslı başladı. Ama bu tür gecelerin gedikli programı müzik yoktu, aslında. Ve daha başka cazip etkinlikler de yer almıyordu. Çünkü Nuri Bey bir kutlama ve gece coşkusu yapmıyordu. Böyle bir iddiası da yoktu. Nuri Bey’in hali “gösteriş asaleti bozar” diyordu. Nuri Bey gösterişten kaçıyordu. Sadece gönül dostluğu ve arkadaşlıktı onunkisi… Ancak bu kadarla kalmıyordu. Kalmadı. Herkesin kendi haline daldığı bir esnada ikili üçlü muhabbetlere geçildiğinde Öğretmen Evi’nin garsonları önlerimize Kırmızı gül içinde beyaz göbek gibi Nuri Bey’in Ayva tatlısını servis ediverdiler… Her yarım ayva tatlısının üstünde beyaz bir krema vardı. Onun için kırmızı taç yapraklar ortasında, göbek gibi beyaz kremanın harika bir güzelliği ve manzarası vardı. Herkes Nuri Bey’e bakıyordu. “75 yaşındayım, bu gün 47. evlilik yıldönümüm.” diyen Nuri Bey’in Ayva tatlısı hakkında da bir şeyler söylemesini bekliyorlardı ama… Nuri Bey sadece gülüyor, afiyet olsun diyordu… Gösteriş asaleti bozarmış…

Eşi hanımefendi eski geleneklerin hanımefendisi imiş. Hani şu erkekler yoldan geçerken, uğurlarını kesmeyeyim diye bekleyen Osmanlı Hanımlarındanmış. Barış Manço’nun “40 yıllık babaanne”lerinden.. Erkeğini neşelendirmek için icabında eline ud’unu çalabilecek marifetli erdemli hanımlardan. Hem rahatsızmış, hem de bekar erkekler rahatsız olmasın ve de Nuri Bey daha rahat hareket etsin diye düşünürmüş.

İşin ilginç yanı ayva tatlısı hakkında Nuri Bey gülümsemekten başka bir yorum yapmadı. Nuri Bey’in neden 47. evlilik yıldönümünde Ayva Tatlısı ikramını tercih ettiğini, neden bu tatlıyı çok sevdiğini anlatmak ve yorumlamak bize düştü. Çünkü Nuri Bey felsefe adamı değildi. O pratik adamı idi. Hayat adamı idi. İşin doğrusunu yapardı bu karakterdeki insanlar, yapar geçerdi. O nedenle Ayva Tatlısı ile Uzun -Mutlu Evlilik o’nun hayatında birleşmiş bir sembol olmuştu.

MUTLU EVLİLİK ve AYVA TATLISI FELSEFESİ

Şimdi, Ayva Tatlısı ile mutlu, huzurlu uzun evlilik formülünü gelin birlikte yorumlayalım ve çözelim. Çünkü, bu büyük hayat problemi filozof olsan bile tek kafayla çözebilecek kadar basit ve anlaşılabilir gözükmüyor. En baştan, ayva kaç türlü yenebilir sorusuna cevap arayarak başlayalım.

Birinci usul; genel sıradan, bildiğimiz gibi kasadan mis gibi kokan sarı sarı ayvalardan birini alarak en yakın bir havluya kağıda siler, tüy ve tozlarından arındırır, hemen ağzımıza götürür ısırırız… Buna daha dobracasına “kemirmek” diyelim. Halbuki “kemirmek” hayvan davranışıdır, özellikle de eşek davranışıdır. Demek ki birinci usul “eşek gibi!?”, “kemirerek yeme” usulü oluyormuş değil mi? Tabii sözümüz meclisten dışarı kimseye yakıştıramayız, bunu. Yine de bu yemede bile rahat değilsinizdir. Boğaza durur. “Hıkkık”, tutar. Su diye bağırır, hazırlıksızsanız imdat istersiniz.

İkinci usulü düşünelim. Biraz daha medeni olduk diyelim. Ayvayı elimize aldık, yıkadık, sildik diyelim, aklımıza bıçakla dilimleyip, soyup dilim dilim kesip yemek gelir. Evet bunu yaparız. Beş, altı veya sekiz dilime ayırır, hatta başkalarına da ikram eder yemeye çalışırız. Birkaç lokmadan sonra yine meşhur “hıkkık” tutmaz mı? Bu vücut refleksi sanki ayva için olur. Ben hiç başka meyve ve yemekleri yerken “hıkkık tuttuğunu” hatırlamam. Bu zorlu durumda da ya yemeyi bırakırsınız, ya da başkaları ile de paylaşarak gerçekten ayva yediğinizi ömrü billah hatırlatacak zorluğu yudumlayarak zoru savarsınız.

Gelelim üçüncü tarza işte bu tarzı Nuri Bey’in evlilik yıldönümünde yediğimiz ömrübillah lezzetinden ve zarafetini unutmayacağımız; “Nuri Bey’in Ayva Tatlısından sonra düşündük ve yorumladık. Çünkü bu konuyu da -evlilik -ve ”ayva tatlısının yapılışını” da düşünmemiştik. Şimdi düşünüyoruz. İyi bir usta elinde Nuri Bey’in ayva tatlısı olarak, zorlu bir meyve olan “AYVA” harika bir tatlı olarak önümüze geldi, iştahla ve keyifle yedik. Dikkatimizi çeken burada asla ayva yeme zorluğu yoktu. Tam bir keyif ve zerafete, tada dönüşmüştü… Daldan, bahçeden gelen sarı meyve… Fark usulde, ustada ve niyetteydi. Yani amaçtaydı. Bilgide tecrübedeydi… Nuri Bey bunları anlatmadı. Sadece gülümsedi, hep bu en güzel tatlıyı tercih etti. 47. evlilik yıldönümünde de dostlarına ikram etti. Dersinizi Nuri Amcanızın halinden alın diyordu. Sır Ayva Tatlısında da der gibiydi. İnanın demedi. Gösteriş asaleti bozarmış, fazla konuşmazmış…

MUTLU EVLİLİK SÜRDÜRMENİN YOLU, AİLE HAYATINIZDA AYVA TATLISI YAPIYORMUŞ GİBİ DİKKATLİ ÖZENLİ VE ÖZVERİLİ OLMAKTIR.

Zorlu bir meyve olan sarı ayva, iyi bir ustanın elinde nasıl “Nuri Bey’in Ayva tatlısı” olarak harika bir hale geldi ise; genç bir erkek ve genç bir kadın ile kurulan aile ve evlilik; erkeğin iyi yönetiminde uzun bir huzurla ve mutlulukla gidebilmektedir. Soralım şimdi yeniden Ayva Tatlısı bunun neresinde? Ayva bir meyve. Çok usulde yenebilir. Kemirme, dilimleme, hıkkık, suya koşturma… Yemeği bırakma gibi değişik sonuçlar ve haller… Üstelik kendi ayvanızı yarımlayarak çöpe atmanın, başkalarına vermenin ne zul şeyler olabileceğini de tasavvur etmek de mide bulandırıcıdır. Ayva yemenin diğer usullerinin hiç birinde Nuri Bey’in Ayva Tatlısı’nın verdiği tadı ve keyfi bulamayız.

Nuri Bey’in Ayva tatlısının sırrı ne? Her iyi usta veya aşçı bu tatlıyı yapabilir mi? Ustayı çağırdık. Önce tebrik ettik, sonra da sorduk. Evet “yapabilir” dedi usta “yeter ki, maharet ve özveri göstersin” diye ilave ettikten sonra, yapılışını kısaca anlattı usta. Önce ayvayı, adam gibi medenice, erkek gibi yemeyi düşünmeliymişiz. İyi ayva seçip, bir güzel temizleyip yıkamalıymışız. Tozlu, tüylü, yağlı olabilirmiş, bu meyve… Bu aşamada sapsarı, parlak yüzüyle seyredilmesine doyulmazmış. Sonra keskin bir bıçakla incitmeden sadece kabuğunu incecik soymalıymış. Yoksa tatlısını tam içine almazmış. Sonra tam ortadan ikiye ayırmalı ve göbeğini temizlemeliymişsiniz.

Bundan sonra da sıcak suda iyice haşlayıp kaynatıp, pişirip yumuşatacakmışsınız. Aşçı bunları anlatırken elinizdeki mübareğin, ayva mı? kadın mı? olduğunu karıştırıyorsunuz. Kıvamında piştikten sonra diyor. Tatlısını vereceksiniz. Damağınıza göre ayarlayın. Az tatlı orta tatlı her ne ise… Sonra malum boya, boyasız olmaz, göz zevkinize hitap etsin. En nihayet krema, ya da kaymak ve üzerine duruma göre kırkından öncekiler için fındık ezmesi, ceviz öneririz. Kırkından sonrakiler için tarçın ve saire sağlıklı baharatlar olmalı. Malum sağlık başta gelir, bu yaşlarda… Usta daha anlatacaktı ama, biz anlayacağımızı anlamıştık. Nuri Bey’in 47 yıllık evlilik sırrı ile ayva tatlısının bağlantısını. Nuri Bey çok sevdiği ayva tatlısını, hem yemiş hem de evliliğinde ustaca ayva tatlısı yapar gibi uygulamıştı.

Haydi şimdi şifreyi birlikte çözelim. Bir ayvayı; Ayva Tatlısı olarak mı, yemek istersiniz, yoksa; eşek kemirişiyle mi, yemek istersiniz? Yada elma gibi dilimleyerek mi? Her halde hepimiz tatlı olarak yemeyi seçeriz değil mi? Ayva tatlısının yapılışında ne kadar dikkat, titizlik ve sabır istediğini gördük değil mi? İyi bir evlilik hayatı için de erkeğe bunlar lazım, kesinlikle… Sonra eşini iki dönemde de, iki hayatta da isteyecek ve sevecek. İddet dönemi ve iddetten sonraki dönem. Sonra o’nu pişirecek, kıvamlandıracak. Evet o’nu süsleyecek… Kadınınızı mutlulandırırsanız, O’da sizi mutlu eder…

Siz ayva tatlısının, bir yarısını tabağınıza koyup yersiniz, kalan diğer yarısını da eşiniz tabağına koyar yer veya mutluluğun, Ayva Tatlısı yemek olduğunu düşünür eşinizin tabağına da siz koyarsınız. Yani evlilikte eşimiz ve biz  bir elmanın iki yarısı değiliz, aksine meyve farkıyla bir ayvanın iki yarısıyız. Belki de erkek için yenilecek ayva kadın, kadın için yenilecek ayva da evlendiği erkektir. Ama illa ki, bu; “Nuri Bey’in Ayva Tatlısı” ise, yaptırdınız veya yaptınız ise bu mutlaka iki parça oluyor. Hiç boğazınıza durmuyor. Hıkkık tutmuyor. Yarımlayıp atmıyor, başkalarına da dilimleyip ikram etmiyorsunuz. Kardeşim başkalarına ikram edecek başka meyve mi yok. Ayvanıza sahip çıkın. Kıskanın ne olmuş.

“NURİ BEYİN AYVA TATLISINI” EVLİLİK YILDÖNÜMLERİNDE YEYİN

Nuri Bey, hayatı pratik yaşayan bir insan. Hayatı doğru yaşamış ve yaşamakta örnek bir insan. Ufak tefek görünüşünün ötesinde arif bir insan. “Gülen yüzüme bakın, dersinizi alın” diyor, haliyle. İyi ki Nuri Bey’in 47. evlilik yıldönümü yemeğine katılmışım. Hiç ayvayı eşek kemirişi gibi yemeğe niyetim ve arzum yok. Benim ki de Nuri Bey’in Ayva Tatlısından olsun. Bence siz de ayvanızı böyle yeyin. Mutluluklarınız uzun evleriniz de huzur olsun. Nice mutlu yıllara Nuri Bey. Hani ders almakta bir fazilettir.

Gönüldaşların “Safahat” Heyecanı

Rica ediyorum, lütfen kimse ve hiç bir kuruluş Mehmet Akif Ersoy’un vefat yıldönümü olan 27 Aralık’da(1936) değil de doğum günü olan 20 Aralık’ta(1873) hafta boyunca daha fazla program gerçekleştirsin. Çünkü bizim geleneğimizde ölüm sene-i devriyelerinde değil, doğum yıldönümlerinde anmak daha geneldir. Fakat Akif için hep alışılmış, sürekli 27 Aralıkta etkinlik düzenlenir. Zannımca 2011’de de böyle oldu.

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (Burdur) Senotosu’nun iki yıldan beri Akif’in Edirnekapı Şehitliğinde kabri başındaki programı bir vefa örneği. Eskişehir’den iki otobüs lise öğretmenleri de konuğumuzdu bu yıl. Sabah erkenden akşam karanlık kavuşuncaya kadar şehitlik doldu taştı. İlim Yayma Cemiyeti irmik helvası dağıttı mezarı başında. Tefekkür Bahçesi (Eyüp)  yöneticisi Dr. Muhammed Emin de herkes ile yakından ilgilendi. Ekibine de izci elbisesi yakışıyor doğrusu.

Gün Yerine Hafta

27 Aralık programlarında Mehmet Akif Ersoy’un doğum gününün pek fazla bilinmemesi yatıyor zannımca.

Denilecek ki “Toplum, genelde Mehmet Akif Ersoy programlarını 27 Aralık için gelenekselleştirmiş. Herkes bugünü biliyor ve bir program bekliyor, Öyleki şartlanmış.” Bunlara bir itirazım yok ama mümkün ise en azından Mehmet Akif Ersoy için programlarımızı haftaya yayalım ve “20-27 Aralık Mehmet Akif Ersoy Haftası “biçiminde düşünelim. Daha etkin olur. Bunun güzel örneğini Bayrampaşa Belediyesi verdi. Akif’in doğum yıldönümünde başlattığı haftayı yıl sonunda tamamladı. Sanatçımızın doğum yıldönümü konuşmasını da liseli öğrencilerimize ve öğretmenlerine ben yaptım.

Geçenlerde İstanbul Bağcılar Belediye Başkanlığı’nın Mehmet Akif Ersoy Kültür ve Sanat Kompleksi Tanıtım ve İstişare Toplantısı’na davet edildim. Konuk sayısı çok fazla idi ve benim evim de uzakta olduğundan tereddüt ettimse de Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Kenan Gültürk beni konutumdan aldırma nezaketini  gösterdi, dolayısıyla Osmanlı Konağı’ndaki bu toplantıya iştirak ettim.

Taceddin Dergahı

Davete icabet edenler arasında Mehmet Ertuğrul Düzdağ’ın olmasına hem şaşırdım ve hem de sevindim. Genelde Ertuğrul Bey hiç bir toplantıya katılmıyor, Ümraniye Bulgurlu’dan Beylikdüzü’ne taşındığı evinde çalışmalarını sürdürüyor diye biliniyor. Nasıl ikna edildiyse daha sonra bir de sohbet toplantısı yapmış Ertuğrul Bey. Bu daha da güzel. Toplantıya ayrıca ilçe ve belediye yönetiminin yanında ayrıca Prof. Dr. Mustafa Uzun, Prof. Dr. Mustafa Kara, Beşir Ayvazoğlu, Vehbi Vakkasoğlu, Yavuz Bahadıroğlu, M. Rüyan Soydan, Ahmet Yenilmez ve Abdurrahman Şen iştirak ettiler. Bir o kadar da davetli aydınımız gelmemiş veya gelememişti.

Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı teşrif etti, genel bir “hoş geldiniz” dedi ve yerine oturdu. Pahalı cep telefonuyla meşgul oldu bizler yemek sofrasında iken. Yemek sonrasında program akışı içinde slayt sunumu yapıldı. Buna göre ilçeye 1445 metrekare üzerine İstiklal Marşı’mızın yazıldığı mekan Taceddin Dergahı’nın aynısı inşa ediliyor. Aldığımız bilgilere göre burada Mehmet Akif Ersoy Kütüphanesi oluşturulacak, dergi yayınlanacak, yerli ve yabancı yüksek lisans ve doktora çalışmalarına katkı verilecek. Çok amaçlı salonun yanında Safahat Atölyesi hizmete girecek. Mehmet Akif ve Safahat ile alakalı çalışmalara yardımcı olacaklar. Açılışı da 12 Mart 2012’de İstiklal Marşı’mızın TBMM’nde kabul edildiği 91. yıldönümünde gerçekleşecek.

Akif Dostları Konuşuyor

Bağcılar Belediyesi 50 bin adet Safahat’ı İstanbul’da, 20 bin kadarını da taşrada dağıtmış. Galiba bazı kitapçıların bir kitap alana bedava bir Safahat vermesi veya sahaflarda Safahat’ın bir-iki liraya kadar satılmasının nedenini galiba çözdüm. Çünkü başka belediyeler ve bazı kamu kuruluşları da böyle yapıyor. Üstelik söz konusu kurumun başkanı da kendi kocaman fotoğrafını Atatürk, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan’ın yanına iliştiriyor. Eskiden de böyle yapılırdı, şimdi de bir öncekini aratacak kadar öyle.

Toplantıda Beşir Ayvazoğlu, kurulacak Mehmet Akif Ersoy Araştırma Merkezi veyahut atölyesinde sanatçının muhitinin de önemli olduğunu, bu konuda bir çalışma yapılması gerektiğini belirtti.

Yazar Niyazi Birinci ise bir külliyeye ihtiyaç duyulduğuna işaret etti.

Tiyatro Sanatçısı Ahmet Yenilmez ise Akif’in Beyoğlu Mısır Apartmanı’ndaki vefat ettiği dairenin hala müze yapılmamasını eleştirdi, sanat merkezlerinin İstiklal Caddesi olduğuna işaret ederek bölgede Akif etkinliklerinin olması gereği üzerinde durdu. Akif Yılı’nda önemli bir etkinliğin gerçekleştirilmemesini de eleştiren Ahmet Yenilmez ülke genelinde tek başına oynadığı Akif temsillerini başarı ile götürüyor. TRT’ye de bir dizi yapacağını anlattı.

Yaşayan Müze Kavramı ve Akif’in Hatıraları

Türkiye’de Mehmet Akif Ersoy ve Safahat ile alakalı çok önemli bir arşive sahip olan, yatırım yapan, bu konuda koşturan ve uğraş veren Mehmet Rüyan Soydan ise sanatçının yazarı olduğu Sebilürreşad dergisinin Osmanlıca sayılarının günümüz alfabesiyle yayına hazırlanmasını ve ötekilerin de tıpkı basım ile çoğaltılmasını önerdi.

Prof. Dr. Mustafa Uzun ile yanyana oturmuştuk. Dedi ki “Taceddin Dergahı yaşayan müze kavramı ile örtüştürülmeli. Yapmak için yapılmamalı. İzleyicisi olmalı, alakalısı sürekli gelebilmeli.”

Abdurrahman Şen senaryosunu yazdığı bir Akif filmi için bekliyor. Bir türlü imkan bulamamasından yakınıyor 2011 Akif Yılı’nda. Abdurrahman Şen bu filmde Mehmet Akif’in istiklal savaşı için İstanbul’dan Ankara’ya gidişini konu ediyor. Sıra bana geldi.

Akif’in Dostları ve Dostluğu

“-İstanbul’daki Mehmet Akif Okulları, semtleri ve bulvarı sakinlerinin sahip çıkabileceği, istifade edebileceği bir yer olmalı bu merkez. Safahat çeşitli dillere tercüme ettirilmeli ve böylece ülkemizin ve sanatçımızın tanıtılmasına katkı verilmiş olur. Mehmet Akif’in mesajına bugün için bütün dünyanın ve özellikle mağdur, mazlum milletlerin ihtiyacı var. Safahat milletlerarası boyutta ele alınmalıdır. Akif’in en yakın dostları olan insanlar ve Safahatta ismi geçen maruf kişiler de artık öne çıkarılmalıdır.”dedim.

Gerçekten Akif’in çetin ceviz dostluğu ve dostlarıyla eserinde ismi geçenler çok önemli. İşte bunlardan bir kaç isim; Abbas Halim Paşa, Muhammed Abduh, Ahmet Naim, Cemaladdin Afgani, Ahmet Paşa, Ali Ekrem Bolayır, Ali Haydar Paşa, Ali Şevki Hoca, Archibald Bullok Roosevelt, Arif Hikmet Hersekli, Ataullah Bahaeddin, Hasan Basri Çantay, Bismark, Şeyh Sadi, Oyuncu Burunsuz Hasan, Recaizade Ekrem, Fahreddin Razi, Eşref Edip, Emire Fahrü’n-Nisa, Ferid Kam, Fuad Şemsi, Hatice Hanım, Hafız, Hamdi, Hoca M. Fahreddin, Hüsam Efendi, Hüseyin Avni Ulaş, Hüseyin Kazım, Miralay İbrahim Bey, M. İkbal, İpekli Hoca Tahir Efendi,  Trabzon Valisi Kadri Bey, Kılıç Aslan, Ali Şevki Hoca,  Kutbiddin, Mehmet Ali, Mithat Cemal Kuntay, Molla Necmettin, M. Kocataş, Neyzen Tevfik, Şehzade Ömer Faruk Efendi, Ömer Lütfi, Rahmetullah, Süleyman Nazif, Şerif Muhyiddin Targan hemen hatırlananlar.

Mehmet Ertuğrul Düzdağ’ı Tanımak

Mehmet Ertuğrul Düzdağ (Bursa-1941) Safahat üzerinde en fazla çalışan bir müellif, önemli bir entelektüelimiz.  Kendisini 1966 yılında Fatih Koleji’nde öğretmen olduğundan bu yana tanırım. Muallimlikten sonra kendisini tamamen bu tür çalışmalara hasretti. Osmanlıcadan yaptığı sadeleştirmelerle tanındı. Muallim Naci’den Ömer’in Çocukluğu, Said Halim Paşa’dan Buhranlarımız, Barbaros Hayrettin Paşa’nın Hatıraları, Hüseyin Raci Efendi’den Zağra Müftüsü’nün Hatıraları, Başımıza Gelenler, Süleyman Nazif’ten Mehmet Akif hemen akla gelenler. Mehmet Akif Araştırmaları üç cilt yayınlandı. Tıpkı Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları gibi. Safahat’ı açıklamalar ekleyerek yeniden yayına hazırladı. Büyük ve önemli hizmetler verdi.

Eserleri’nden bildiklerim Şeyhülislam Ebussud Efendi’nin Fetvaları Işığında XVI Asır Türk Edebiyatı, Türkiye’de İslam ve Irkçılık Meselesi, Türkiye’de Masonluk Meselesi, Türkiye’de Dönmelik Meselesi, Yakın Tarih Yazıları, Tarafsız Değilim, Başörtülü Melekler, Aman İrtica Olmasın ve Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler.

Yazarlıkla Türkiye’de kim geçinebilmiş ki Ertuğrul Bey geçinebilsin? Maalesef 15 bin ciltlik kütüphanesini satmış!? İşte anlattıkları;

-Kütüphanemi bir üniversiteye sattım. 15 bin ciltlik kütüphanem artık üniversitede. Sebilürreşad’ı günümüz harflerine çeviriyordum. İlk cilt tamam oldu. Ancak hiç kimse ilgilenmedi ve kimsenin de böyle bir endişesi yok. Artık bıraktım.1950 yılından bu yana Safahat sohbetleri yapıyordum. Akif ile alakalı konferanslar verdim. Takdimimi de o yıllarda öğrenci olan Recep Tayyip Erdoğan yapardı. Bu yaştan sonra artık ölümü bekliyorum. Ancak vefat edene kadar da çalışmamı sürdüreceğim.

Kültürel Yerel Yöneticilik

Mehmet Ertuğrul Düzdağ, Akif’in çocukları Feride Hanım ve Tahir Bey’i de yakından tanıdı. Mehmet Akif Ersoy’un kadim dostlarından Eşref Edip Fergan’ı da öyle. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde kurulan Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Enstitüsü’nde de yıllarca dersler verdi, çalışmalar yaptı.

Toplantıdan hüzünlü ayrılmamak elde değil. Çünkü Mehmet Ertuğrul Düzdağ’lar kolay yetişmiyor. Öyle bir emare de yok görünen. Yerel yönetimlerin yapısal olmanın yanında kültürel belediyecilik yapmaları bir zaruret. Yoksa batılı prototipine uygun çok sayıda insan yetiştiririz. Evlenmeyen, evlense bile çocuk yapmayan, yeşil alanlarda köpeklerini gezdiren, meselesiz, gerçeksiz, düşünme yetenekleri yemek içmek üzerine kurulmuş bir nesil olur ki, özel bütçeler gerekecek bunların telafisi ve tedavisi için. Asımın Nesli bunun için önemli. Asımın Nesli için uğraş verenler bundan dolayı ehemmiyete haiz. Kitap basmak, bedava dağıtmak yetmiyor okuyan, algılayan ve gereğini yerine getiren bir nesil özlemi içinde olunmazsa vay halimize.

Diş Kirası

Bağcılar Belediyesi bizi yolcu ederken bir poşet içerisinde diş kirası da verdi. İçinden iki kalem, bir Safahat, bir Uluslararası Aliya İzzet Begoviç Sempozyumu kitabı, aşırı lüks baskılı 260 sahifeli 2010 Yılı Faaliyet Raporu( ilk sahifelerinde Atatürk, A. Gül, R.T. Erdoğan, K. Topbaş ve L. Çağrıcı’nın posterlik resimleri var), Uluslararası Etkinlikler, Avrupa Birliği Projeleri, kültür etkinlikleri kitapçıklarıyla belediye hizmet bülteni çıktı.

Akşamın geç saatinde Anadolu yakasına geçmek üzere Mehmet Rüyan Soydan ile birlikte İstanbul trafiğine girdik. Birbirimize rastgele dedik.

 

2012 Kent Kültür Bilinci yılı ilan edilmeli

İstanbul’dan sonra  Türkiye’nin   ekonomik açıdan en büyük  ili olan ilimiz Kocaeli, göçlerle oluşan bir kent olduğu için ne yazık ki kentlilik bilincine sahip değil. Sık sık bu köşeden de dile getirdiğimiz gibi kimse Kocaeli kent kültürüne ve kent bilincine sahip değil. Kocaeli’de bu bilincin oluşması için 2012 yılı milat olarak görmeli ve bu yılı iyi değerlendirmeliyiz. 2012 yılı kent kültür bilinci yılın ilan edilmeli ve yıllardır oluşmayan kentlilik bilincinin ilk tohumları bu yıl atılmalı.
2012 yılının Kocaeli’nde etkili v kent kültür bilinci yılı ilan edilmesi için Kaymakamlık, belediyeler ve sivil toplum örgütlerine büyük görev düşmektedir. Belediyelerimiz kültürel etkinliklerde  Kocaeli ve ilçelerin tarih ve kültürel değerlerine daha fazla önem vermesi gerekmektedir.  
Vali Ercan Topaca kültüre önem veren bir vali. Kocaeli ilk defa kültüre bu kadar önem veren bir Valiye sahip oldu. Vali bey geçtiğimiz haftalarda çıktığı TRT Anadolu kanalında insanları Kocaeli’yi gezip görmeye çağırmış ve kültürel değerlerimizi canlı yayınla tüm Türkiye’ye anlatmıştı. Kocaeli’yi sadece sanayiyle değil, kültürle de anlatan Topaca, Şubat ayında yapılacak Emitt Fuarı içinde ilimiz için geniş bir yer ayırttı. Geçtiğimiz yıl yapılan fuarda belediyelerimiz de yerini almıştı. Bu yıl da yapılacak Fuarda Kocaeli Valiliği yine geniş bir stand ayırdı ve ilçe belediyelerimiz de bu fuarda yerini alarak yine ilimizi ve bölgemizi tanıtma fırsatı bulacaklar.
Vali beye yaptığı bu girişimler ve çalışmalar için teşekkür ediyor ve Kent Kültür bilincinin daha da yayılması için organize bir çalışma bekliyoruz. Kocaeli’de kentlilik bilincinin oluşmasının temelleri okullarda başlar. Bu yüzler okullarımıza Kocaeli’yi tanıtma dersleri koymalıyız. Okullarda yapılan seçmeli derslere veya rehberlik derslerine Kocaeli’yi tanıyalım dersi konulabilir ve başta çocuklarımız, öğrencilerimiz olmak üzere tüm toplum bu konuda bir bilince sahip olabilir. Bu konuda başta kaymakamlıklara ve Milli Eğitim Müdürlükleri’ne olmak üzere okullarımıza direktif verilebilir. Zira yaşadığımız kenti tanımadan tam anlamıyla kültür bilincine sahip olmamız mümkün değil. Ne yazık ki 1.5 milyon kişinin yaşadığı ilimizde insanlarımız yaşadıkları coğrafyayı yakından tanımıyorlar. Kocaeli’nin doğusunda ki batısından habersiz, batısında ki doğusundan habersiz ve ilçelerimiz birbirinden kopuk.
ŞEHİTLERİMİZİ UNUTMAYALIM
1. Dünya ve kurtuluş  savaşlarında ilimizin verdiği şehit, gazi ve  esirlerle ilgili uzun süredir araştırmalar yapmaktayız. Milli Savunma Bakanlığı  resmi belgelerine göre  Kocaeli İli’nin 1. Dünya savaşında  1377 şehit verdiği bilinmekte. Terörle Mücadele ve Kore Şehitleriyle bu sayı daha da artıyor.
22 Aralık ve 18 Mart’ta şehitlerimiz anılacaktır. Valilik, Kaymakamlıklar ve Belediyelerimizin yapacağı şehitleri anma  toplantılarında Kocaeli bölgesindeki şehitlerin de dikkate alınması istiyoruz. Belediyelerin yapacağı  kültürel  çalışmalarda Kocaeli  İl ve İlçelerimizin  yerel kültür değerlerinin ön plana çıkarılması  Kocaeli’nde kent kültür  bilinci oluşmasına  önemli  katkı sağlayacaktır. Bu konuda belediyelerimize her türlü  bilgi ve belge desteği  verebiliriz.
Valiliğimizden  2012 yılının  “Kocaeli’nde Kentlilik ve Kent Kültür Bilinci Yılı ”  ilan ederek  ilimizde kent kültür bilinci  oluşmasına  imkan sağlayacak kültürel çalışmalar yapılması  konusunda  kaymakamlık ve belediyelerimizin özel çalışmalar yapılması için gerekli  çalışmalarını yapılması konusunda valiliğimizden  ilgi ve destek bekliyoruz.
VALİLİK VE  BELEDİYELER  ŞEHİTLERİMİZ İÇİN NE YAPABİLİR?
22 Aralık Sarıkamış harekatı ile 18 Mart Çanakkale  zaferlerinin   yıl dönümleri için hazırlıklar yapılıyor. Bu vatanda yaşamayı canları ve kanlarına borçlu olduğumuz aziz şehitlerimiz için  Başta Valilik ve   Kocaeli  Büyükşehir Belediyemiz olmak üzere  tüm kurumlar  kalıcı  eserler yapabilir.  Şehitlerimiz  için sadece  yılın bir gününde nutuklar atılıp  demeçler verme yerine   şehitlerimiz yıl  boyu   hatırlanabilirdi. .İl ve ilçelerimizdeki  bir okula  ” Şehitler  Okulu ”  adını verip bu okulumuzun  kütüphanesine  il ve ilçelerimizden  Çanakkale, Kurtuluş savaşlarında  şehit olan askerlerin listesi yazılabilir.

Türkiye’nin Meseleleri

Seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilere önemli bir duyuru: ‘Sosyoloji ilminden yararlanmaksızın terör belasından kurtulmak zordur.’ Sosyolog Prof. Dr. MUSA TAŞDELEN ile sosyoloji ilmi ve sosyoloji ilminin ışığı altında TÜRKİYE’NİN MESELELERİ üzerine konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin ilgilendiği konular hakkında bilgi verir misiniz?

Prof. Dr. Hacı Musa Taşdelen: Sosyoloji, toplumları ve toplulukları ele alan bir ilim dalıdır. Toplum ve topluluk hayatının varlık sebebi ise, sosyal münasebettir. Bu bakımdan sosyoloji sosyal münasebetlerin ilmi olarak tarif edilebilir. Sadece sosyal münasebetlerden neşet eden müessese ve teşkilatları değil aynı zamanda bu yapılardaki değişimi ve sebeplerini de inceleme konusu yapar. Toplumun her kesiminden veya her meslekten insan sosyolojik bilgiye ihtiyaç duyabilir. 

Çetinoğlu: Ziya Gökalp başta olmak üzere Türk sosyologlar Türkiye’nin sosyal meselelerini tahlil ederlerken, batılı sosyologların vazettiği prensipleri uyguluyorlar. Sosyolojinin devşirme kuralları ile Türk milletinin problemlerine sağlıklı katkılar sağlanabilir mi?

Taşdelen: Sosyoloji, batılı bir ilimdir. Batı toplumlarında bir dönem yoğun yaşanan iç çatışmalar ve ilmî bilginin dünyevileşme süreci sonucunda sosyoloji ilmi ortaya çıkmıştır. Özellikle iç çatışma ve meselelerinin sebeplerini tespit etmek ve hal çaresi üretmek üzere ortaya atılan düşünceler sosyolojinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.  Dolayısıyla, Türk sosyologları, ilk sosyologlar olarak batılı sosyologların vazettiği ilkeler istikametinde kendi sosyal gerçekliklerini anlamaya çalışmışlar ve bunlardan istifade etmişlerdir. Ancak, bu çabaları kör bir taklitçilik olmaktan ziyade, batıda üretilen sosyolojik bilginin aktarımı ve ondan istifade edilmesi şeklinde görmek daha yerinde olur. Tabii ki halihazırdaki sosyolojik bilgi batılı toplumların tecrübesine dayanmaktaydı ve bizim toplumumuz veya diğer batı dışı toplumlar için her hal ve şartta genel geçer değildi. Bizim sosyologlarımızın çoğunluğunun bunun farkında olduklarını söyleyebiliriz.  

Çetinoğlu: Hilmi Ziya Ülken (1901-1974), Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu (1902-1974), Mümtaz Turhan (1908-1969), Erol Güngör (1938-1983) ve (Allah sağlıklı uzun ömür versin) Orhan Türkdoğan ile Vedat Bilgin gibi isimlerin, batılı sosyologların görüşlerine göre değerlendirmeler yaptıkları, Durkheim’ci, Weber’ci diye anıldıkları biliniyor. Türk sosyologlarının görüşlerinin dikkate alınacağı günler gelecek mi?

Taşdelen: Durkheim, Weber ve Marks gibi sosyologlar; batılı eski ve yeni kuşak sosyologların da görüş ve yaklaşımlarını temel referans olarak aldıkları, kullandıkları kurucu sosyologlardır. Türkiye’de de sosyologların bunları yok sayması düşünülemez. Ancak, hem kendi sosyal düşünce tarihimizden istifade etmek, hem de Türk toplumunu açıklayıcı daha özgün yaklaşımlar geliştirmek konusunda, önemli adımlar atılmıştır. Bunları yeterli saymak mümkün değildir. Bunun için özellikle Türk sosyologları, tarihî ve dinî kaynaklarımızdan yeterince istifade etmek durumundadırlar. Batı toplumlarının tecrübesine dayalı olarak üretilen sosyolojik bilginin bizim gibi batı dışı toplumlar için genel geçer olmasa dahi, istifade edilecek yönü mutlaka vardır. Batılı bilgiye arkamızı dönemeyiz. Ancak, sadece, o gözlükle bakarak kendi sosyal gerçekliğimizi izah edemeyiz. 

Çetinoğlu: Seçilmiş ve tâyin edilmiş devlet yöneticilerimizin sosyoloji ile bağlantılı oldukları söylenebilir mi? Sosyal düzenlemeler yapılırken ve uygulanırken, sosyologların rehberliğinden yararlanılıyor mu?

Taşdelen: Türkiye’de bugüne kadar belirgin bir şekilde sosyolojik bilgiye önem atfedildiği söylenemez.  Uzun bir dönem seçkinci bir anlayış ile yönetilmesi ve mühendislerin kamu alanındaki etkinliğinden kaynaklanan yaklaşım ve bakış açıları belirleyici olmuştur.  Aslında ülkemizin karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden biri olan terör meselesinde de sosyolojik bilgiye müracaat edilmemiştir. Büyük devletler, sosyal ilimler de dâhil her alanda ilmî bilgiden ve uzmanlardan gerektiği gibi istifade etmektedirler. Günümüzde büyük devlet olabilmenin temel şartlarından biri de budur. 

Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin; toplum olaylarının nasıl oluşup geliştiğini yorumlamak dışında olayların yönlendirilmesi ve problemlerin çözümü konusunda işlevi var mı?

Taşdelen: Aslında uygulamalı sosyoloji tam da bununla ilgili bir alandır.  Sosyologlar, sosyolojik bilgiyi, ilgili sosyal meselelere uygulayarak, siyaset ve çözüm üretilmesine katkı sağlar. Ülkemizde sosyologlardan bu anlamda yeterince faydalanılmamaktadır. 

Çetinoğlu: Amerikan, Alman, Fransız, İngiliz sosyolojisinin yanında bir ‘Türk Sosyolojisi’nden söz edilebilir mi? 

Taşdelen: Bir Türk sosyolojisinden tabii ki bahsedilebilir. Zengin bir Türkçe sosyoloji literatürünün varlığı inkâr edilemez. Türkiye’deki sosyolojik birikim küçümsenemez, ama ideal olana ulaştığımız da söylenemez. 

Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin; din sosyolojisi, sosyal antropoloji, siyâset sosyolojisi, sosyolojik dilbilim, tıp sosyolojisi, eğitim sosyolojisi, biyolojik sosyoloji, demografya gibi alanları var. Bu alanların ve burada belirtilmeyen sosyolojinin diğer alanlarının ilgilendiği konular hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Taşdelen: Sosyoloji şemsiye bir ilimdir. Sosyal münasebetin söz konusu olduğu her alanın sosyolojisi de olur. Bu meyanda yüzlerce sosyoloji dalından söz edilebilir. Günümüzde öne çıkan sosyoloji dalları olarak, din sosyolojisi, şehir sosyolojisi, etnik sosyoloji, göç sosyolojisi, iletişim sosyolojisi, çevre sosyolojisi, bilgi sosyolojisi gibi dallardan bahsedilebilir.

Çetinoğlu: Sosyoloji bölümü mezunları Türkiye’de öğretim üyeliği dışında hangi alanlarda çalışma imkânına sâhipler?

Taşdelen: Bugün için sosyoloji mezunları daha ziyade felsefe grubu öğretmenliği yapıyorlar. Ancak, artık bilgi ve iletişim sektörlerinde, çocuk esirgeme kurumu, hastane ve cezaevleri gibi çeşitli kamu kuruluşlarında sosyolog olarak istihdam edilmeye başladılar. Yakın bir gelecekte, sosyolog istihdamının artacağını ön görebiliriz. Zira sosyolojik bilgiye her alanda ihtiyaç olduğu anlaşılmaya başlandı. 

Çetinoğlu: Toplumdaki sosyal gelişmeleri, sosyoloji ilminin rehberliğinde yönlendirmek mümkün mü, nasıl? 

Taşdelen: Sosyolojik bilgi bu konuda önemli yardım sağlar. Yol gösterici olur. Ama bu rehberliğe, her zaman başvurulmamaktadır. Sosyal süreçler hükmünü icra eder. Büyük devletler ve siyasî güçler, çeşitli ülkelerdeki sosyal gelişmeleri ve işleyen süreçleri dikkate alır, bu doğrultuda siyaset geliştirirler ve yeri geldiğinde müdahalede bulunurlar. Bu anlamda sosyolojik bilgiye müracaat isabetli politikalar belirlenmesinde büyük rol oynar.  

Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin, bizâtihî kendisi ile problemli olduğu söyleniyor. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekir?

Taşdelen: Sadece sosyolojide değil, sosyal ilimlerde ilmî bilgi, fen ve teknik bilimlerde olduğu gibi kesin değildir. Her zaman tartışmaya açıktır, izafiliği daha ağır basar. Bu sosyal ilimlerin karakterinde var, sonuçta insan davranışına dayanmaktadır, insan iradî bir varlıktır ve davranışları değişkendir, fizik gerçeklikte olduğu gibi kesinlik içermez. Bunun getirdiği problemlerin yaşanması tabiidir. 

Çetinoğlu: Türk sosyologları; Türkiye’de yaşanmakta olan sosyal olayları, mesela; Kürt, Alevi ve Roman açılımlarını, terör olaylarını nasıl değerlendiriyorlar, ne gibi çözüm önerileri sunuyorlar?

Taşdelen: Sosyologlar arasındaki ideolojik farklılaşmalar, bu tür meselelere farklı yaklaşımlarda bulunmayı tevlit edebiliyor. Bir ülkede, sosyal bütünleşme problemi olan toplum kesimlerine yönelik olarak birtakım açılım politikaları geliştirilebilir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus, bu açılım politikalarının muhtevasının o toplumdaki bütünleşme problemini derinleştirerek ayrıştırıcı bir rol oynamaması, bilakis, ayrışma eğilimindeki toplum kesimleriyle toplumun bütünü arasında bütünleştirici bir işlev görmesidir.  Etnik meseleler, dünyanın birçok ülkesinde, bünyesinde siyasî ayrışma eğilimini de barındıracak şekilde gündemdedir. Sadece Türkiye bu problemle karşı karşıya değildir. Ancak, unutulmaması gereken şey, her ülkenin kendine özgü şartlarının varlığıdır.  Bu mesele, bir sosyal probleme dönüşmüşse onu görmezden gelmek çözüm değildir. Aksine, isabetli  ve serinkanlı değerlendirmelerde bulunmak  gerekiyor. Ayrıca bu problemi salt güvenlik tedbirleri ile aşmak da mümkün görünmüyor. Bu tür bir sosyal problemi salt etnik çerçevede tanımlamak ve ele almak, ülkemizi daha da büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakabilir. Bir mesele ne kadar doğru tanımlanırsa, çözümü de o kadar sonuç getirici olur. Ülkemiz açısından bakıldığında, öncelikle İslam ve Türk kimliklerine daha kuşatıcı bir muhteva nasıl sağlanabilir bunun üzerinde düşünmek lazım.

Çetinoğlu: Sosyolojinin topluma ve toplumu oluşturan kişilere sağladığı somut faydalar hakkında neler söylemek istersiniz? 

Taşdelen: Sosyolojik bilgiye eğer ideolojik saplantılardan uzak kalınarak başvurulabilirse, akl-ı selimi temsil eder. En temel faydası da budur. 

Çetinoğlu: Türkiye’de aile yapısındaki gelişmeleri, bir sosyolog olarak nasıl yorumluyorsunuz?

Taşdelen: Türkiye’de son bir asırdır, batılılaşma ve modernleşme, sanayileşme ve şehirleşme süreçlerini iç içe yaşıyor.  Böylesine devasa boyutlarda yaşanan paralel değişim süreçleri elbette, aile yapımızı da etkileyecekti. Aile hayatımıza ait bazı geleneklere dayalı davranış biçimleri ve anlayışlar değişti. Boşanma oranlarının belli ölçüde artmasına rağmen, ben aile yapımızın dağıldığını düşünmüyorum. Belki ‘sarsıntı geçiriyor’ demek bugün için daha doğru. Sarsıntıya uğrayan ailelere yardımcı olabilecek kurum ve kuruluşların oluşturulması ile aileyi ayakta tutan değerlerin desteklenmesine ihtiyaç var diyebiliriz.

Çetinoğlu: Yurdumuzda Kürtçülük problemi, sosyoloji ilminin merceğinde nasıl görünüyor?

Taşdelen: Bu problem; nüfusumuzun belli bir kesiminin, toplumuza duyduğu aidiyet meselesidir. Aynı zamanda toplumumuzu etnik anlamda ayrıştırma problemidir. Ancak, etnikliğin bizim inanç ve değerler dünyamızda bir karşılığı yoktur. Tarihî kültürel geleneğimiz bu tür bir ayrışmaya elverişli değildir. Ayrıca, dünyanın birçok ülkesinde mikro milliyetçilik olarak zuhur eden bu problem bir siyasî ayrışma riskini de taşıyor. Bu temelde bir kimlik ve aidiyet meselesi olduğundan ancak, kimlik referanslarımızdan hareketle bu meseleyi aşmamız mümkündür.

Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin 1990 öncesi Rusya’sında Marksizm ideolojisinin emrine girdiği biliniyor. Demokrasisi az gelişmiş ülkelerde, siyasî gücün emrine girmesi söz konusu mu?

Taşdelen: Bütün despot ve totaliter yönetimler, sosyal ilimleri, kitleleri daha rahat yönetebilmek ve denetleyebilmek için, dayandıkları ideolojileri meşrulaştırabilmek için bir vasıta olarak kullanırlar. Dolayısıyla bu ülkelerde sosyoloji de dâhil olmak üzere sosyal ilimler son derece güdük kalır. Bunun en bilinen örneği eski Sovyet ülkelerindeki durumdur. 

Çetinoğlu: Sosyoloji dalında lisans, lisansüstü eğitim ve akademik kariyer düşünen gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyim? 

Taşdelen: Maalesef Türkiye’de sosyolojiyi tercih eden öğrencilerin büyük bölümünün sosyoloji, öncelikli tercihi değildir, öğretmenlik mesleğine girebilmek için bir vasıtadır.  Dolayısıyla, ne zaman sosyoloji tıp fakültesi gibi tercihe şayan olursa, gelişimi daha parlak olur. Ancak, sosyolojinin ülkemizde geleceğinin parlak olduğunu düşünüyorum. Artık, çok çeşitli meslekî alanlarda sosyolog istihdamı başlamıştır ve daha da artacaktır. Ayrıca 70’in üzerinde sosyoloji bölümü mevcuttur, bunların da sayısı artacaktır. Türkiye’de akademik hayatın çekici olmamasına rağmen, akademik kariyer yapmak isteyen öğrenciler için büyük fırsatlar söz konusudur.

Çetinoğlu: Sizin; Batı Avrupa Türkleri üzerine araştırmalar yaptığınız biliniyor. Araştırma konuları ve ulaştığınız sonuçlar hakkında özet bilgiler lütfetmeniz mümkün mü? 

Taşdelen: Batı Avrupa’ya göç 50. Yılını doldurdu. Artık üçüncü nesil yaşıyor ve çoğunluğu yaşadıkları ülkenin vatandaşı konumunda. Batı Avrupa ülkeleri milletlerarası göç sayesinde çok kültürlü bir topluma doğru dönüşüm yaşamaktadır. Batı Avrupalı Türklerin milletlerarası bir toplum olma özellikleri daha ağır basmaktadır. Bir ayakları Türkiye’de diğer ayakları Avrupa’dadır.  Batı Avrupa’daki göçmen kökenli Türkler iki statüye ayrılıyorlar: Oturum hakkına sahip olanlar ve vatandaş olanlar. Özellikle uyum, kimlik ve siyasî katılım problemleri üzerinde araştırmalar gerçekleştirildi. Bugün için Batı Avrupa’daki göçmen kökenli Türklerin bir uyum meselesi yoktur. Uyumun temelde iki taraflı olduğu daha çok anlaşılmıştır. Uyum meselesinin arkasında yer alan faktörlerden birinin de ayrımcılık olgusu olduğu büyük ölçüde açığa çıkmıştır. Kimlik meselesinin çözümü fiilen ikili-aidiyetin geliştirilmesiyle mümkün olmaktadır.  Ancak, aidiyetin bir tarafına ait kimlik değerlerinin aktarımında sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. Özellikle Türkçe öğretimi ve İslamî din dersi sıkıntı çekilen iki alandır. Bu konuda Batı Avrupalı toplumlarda hakların ve hürriyetlerin yeterli seviyede kullanılabilmesi açısından henüz engeller aşılamamıştır. Sivil katılım düzeyinin de düşük olmasının yanı sıra ihtiyaç duyulan alanlarda sivil teşkilatlanmanın çeşitlenmesi gereklidir. Ayrıca, siyasî katılım seviyesi de yeterli sayılamaz. Siyasî katılım sadece oy vermekten ibaret değildir. Siyasi partilerde faal olmaktan aday olmaya kadar bir süreç içerir, bu alanda da sabırla ve uzun soluklu çabalara ihtiyaç bulunduğu bir vakıadır. 

Çetinoğlu: Batı Avrupa Türklerinin problemleri için çözüm önerileriniz ve önerilerinizin sonuçları ile ilgili beklentileriniz nelerdir? 

Taşdelen: Batı Avrupa Türklerinin karşı karşıya kaldığı problemler, artık iktisadî olmaktan ziyade, sosyal, kültürel ve hukukî problemler olarak kendini göstermektedir. Bütün bunların çözümü, Avrupa Birliği’nin dayandığı temel değer ve ilkeler çerçevesinde, hak ve hürriyetlerin göçmen kökenli topluluklar tarafından kullanılabilmesiyle mümkün olacaktır. Artık Batı Avrupa ülkelerinin gelecekte de maruz kalmaları kaçınılmaz olan milletlerarası göç dikkate alındığında, birer çok inançlı-çok kültürlü toplumlar olmaları kaçınılmazdır. Bunu artık yavaş yavaş kendileri de ifade ediyorlar.  Batı Avrupa ülkeleri, göçmen kökenli vatandaşlarının karşı karşıya kaldığı problemleri çok kültürlü toplum modeli çerçevesinde çözmeye doğru yöneleceklerdir. Mesela bugün Almanya’da ilköğretim çağındaki öğrencilerin 40’ı göçmen kökenli ailelerin çocuklarıdır.  Bu oran gelecekte daha da artacaktır. Batı Avrupa toplumları millî-devlet yapılarından vazgeçmeyecekler ama, daha kapsayıcı yeni vatandaşlık tanımları ve yeni sosyal bütünleşme modelleri geliştireceklerdir.  Gelecekte bir Hıristiyan Avrupa’dan ziyade çok inançlı bir Avrupa’dan bahsedilecek. İslam bir Avrupa dini haline gelecektir. Batı Avrupa toplumlarının bunun gerilimini yaşamaya başladığını söyleyebiliriz. Bugün bu süreci Batı Avrupa ülkeleri yaşıyor, ama gelecekte, iktisadî gelişmeyle birlikte, milletlerarası göçe maruz kalmış bir ülke olursak, Batı Avrupa tecrübesinden istifade etmemiz lazım. Özellikle hangi ülkelerden göçe maruz kalabileceğimiz ve hangi ülkelerden gelebilecek göçün daha tercihe şayan olacağı konusunda bir bakış açısı geliştirmemiz gereklidir.

PROF. DR. MUSA TAŞDELEN
1959 yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimin İstanbul’da tamamladı. 1982 yılında Marmara Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinden mezun oldu.1984 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Bilim Dalı’nda bilim uzmanı, 1989 yılında ise aynı bilim dalında bilim doktoru oldu. 1991 yılında Yönetim ve Çalışma Sosyolojisi Bilim Dalında doçent, 1997 yılında Uygulamalı Anabilim dalında profesör oldu. Halen Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesidir.