14.8 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1067

Türk Milletinin Sorumluluğu

Türk Milleti Orta Asya’dan Anadolu’ya geldikten sonra Hıristiyan milletlerin fitnesi durmamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Haçlı seferleri, yüzyıl savaşları hep Müslüman Türk Milletinin üzerine yapılmıştır.

1807 yılında NAPOLYON, Fransız Büyükelçisi Sebastiyan’dan bir rapor ister. Büyükelçinin raporunda şu cümlelerin yer aldığını görüyoruz. “Türkler asla yenilmezler, onları yenebilmek için çare Alevi-Sünni diye bölmek ve parçalamak lazımdır”  

1921’de Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa, bir ihbar üzerine Merzifon Amerikan Kolejinde bir arama yaptırır. Bu aramada Ermenilere verilmek üzere bol miktarda cephane ve mühimmat yakalanır. Ele geçen yazılı vesikalarda şu cümlelerin yer aldığı görülür; Hıristiyanlığın en büyük düşmanı Müslümanlıktır. Müslümanlığın en güçlü ve savaşan kuvveti Türklerdir. Türkleri Alevi-Sünni, Türk-Kürt diye bölmeye çalışmalıyız. Tarih 1921 Amerika ta o tarihte Türkiye’nin hangi stratejik bölgelerinde Amerikan kolejleri açtığına dikkat edelim. Bölme ve parçalama hareketi ta o tarihlerde başlamış ve halen devam etmektedir.  

Tarih boyunca Alevilik-Sünnilik konusu düşmanlarımız tarafından istismar edilmiştir. Devletin varlığını, Milletin bölünmez bütünlüğünü hedef alan böyle bir hareket karşısında milletçe ve devletçe son derece duyarlı olmamız gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki İSLAM, kutsal bir bütün olan bu milletin ruhudur. Düşmanlarımızın hedefi asırlar boyu bu dini tahrip etmek olmuştur.   

Kürt kardeşlerimize soruyorum, milletçe çok dikkatli olmalıyız. Şu gerçeklerin hangisini göz ardı edebiliriz.  

YUSUF Hemedaniler, Şeyh Ahmet Yeseviler, Nakşibendîler, Hacı Bektaş-ı Veliler, Taptuk Emreler, Mevlanalar, Yunus Emreler, Hacı Bayrami Veliler, Akşemsettinler, Molla Güraniler, Pirsultan Abdallar, SARI SALTUKLAR, Ayvaz Dedeler, Gül Babalar gibi yüzlerce hak dostları milletimizin büyük kültür hazinelerini teşkil ederler bu hepimizin ortak değeri övünç kaynağı değil midir? 

Vaktiyle, Adalete, Hürriyete, Sevgiye susuz kalan Bizans’tan yükselen feryatlarla beraberce cevap vermedik mi? Anadolu’nun imanlı evlatları olarak onlara adaleti, hürriyeti beraberce götürmedik mi?

Bin yıldan beri Türk-İslam kültür beşiğinde aynı ninnilerle beraberce büyütmedik mi?
İslam’ın tevhit sancağını kıtalardan kıtalara beraberce taşımadık mı?
Sevgili Peygamberimizin övgüsüne beraberce mazhar olmadık mı?
Vatan için bayrak için beraberce şehit olmadık mı?
Bin yıldan beri İslam’ın sancaktarlığını beraberce yürütmedi ki mi?  

İngiliz casusu HAMPER’in itiraf ettiği gibi İslam düşmanları Osmanlıya 5000 civarında casus gönderirken, bizler oralara Gülbaba, Sarı Saltuk, Ayvaz Dede gibi İrşad erleri olarak beraberce gitmedik mi?  

Geliniz hep beraber haykıralım ve kucaklaşalım. Vatan bir,  Millet bir, Devlet bir, Bayrak bir, Kitap bir, Peygamber bir, Allah birdir.   

Bu haykırışlarımız bizi birliğe beraberliğe götürür. Birlik ve beraberliğimiz büyük Türk Milletinin ihtişamlı gücünü bütün dünyaya gösterir. Bu güçten hepimiz yararlanırız. Ancak dış güçlerin Türk- Kürt, Alevi-Sünni bölme çalışmalarına çanak tutarsanız biliniz ki Türk Milleti bu güçleri yenecek iradeye sahiptir. “Sönmeden yurdumun üstünde en tüten son ocak” prensibine inanarak mücadelesine devam edecek ve hiçbir güç bu milleti bölemeyecektir.   

Sarp Yokuşu Aşarak Hakk’a Yürüdü

0

Her insan Rabbi’ne varan yolda çabalayıp durur. Nihayet O’na ulaşır. Çünkü dönüş onadır. Fakat sarp yokuşu aşarak Yüce Allah’a ulaşmak başkadır. Kur’ân sarp yokuşu şöyle tanımlar: “Bilir misin nedir o sarp yokuş? Sarp yokuşa atılmak (insanı) kölelik zincirinden kurtarmak (özgür kılmak), yahut kıtlık gününde akraba olan yetimi ve yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmaktır. Sonra inanıp birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.” (Beled 90: 12-17)

Boyunduruk / kölelik zincirini çözmek bütün tutsaklık ve sömürünün sosyal, ekonomik ve politik biçimlerinin tümünü kapsar. Bir milleti böyle bir esaretten kurtarmak sarp yokuşu aşmaktır. Kıtlık günlerinde / yani zor ve sıkıntılı dönemlerde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Ekonomik ve politik baskı nedeniyle yerlere serilmiş bir toplumu ayağa kaldırmak, kendine yetecek bir ortama taşımak sarp yokuşu aşmaktır. Hatta bu, sarp yokuşu aşmanın ötesinde bir şeydir. İnanmak, insanlara sabrı ve merhameti tavsiye etmek ise medenileşmektir. İnsanileşmektir. Demek ki sarp yokuşu aşmanın nihai unsuru: İnanıp, zaman-mekâna anlam katmaktır. Hayata değer katarak yaşanılabilir hale getirmektir.

Kıbrıs mücadelesinin simge ismi, KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş sarp yokuşu aşarak Hakk’a yürümüştür. Bu kutlu yürüyüş Türk Dünyası’nın her ferdi için unutulmaz bir onurdur. Kendisini bir milletin bağımsızlığına adayan büyük şahsiyet, son nefesinde bile ‘bağımsızlık’ diyerek ruhunu teslim etmiştir. Çünkü o biliyordu ki bağımsızlık, bir milletin haysiyeti, onuru ve namusudur. Bağımsızlığını kaybeden bir millet onurunu, haysiyetini ve namusunu kaybeder.

Türk kültürü temelinde teşekkül eden siyasî aklın ana unsuru, bağımsızlıktır. Bilge Kağan esareti zillet görür, tarihin öteki ucundan bağımsızlık çağrısı yapar. Geleceğe seslenir. Tarihin her safhasında Türk kültürüne bağlı liderler toplumu; esaret zincirlerini kırmaya, açı doyurmaya, çıplağı giydirmeye, imana, sadakate, direnmeye ve merhamete davet etmiştir. Bütün egemen güçlerin üzerimize çullandığı bir dönemde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu haykırışı Türk kültürü içinde teşekkül eden siyasî aklın / bağımsızlık ruhunun sesidir: “Esas, Türk Milleti’nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak istiklâli tamme malikiyetiyle temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istiklâlden mahrum bir millet, beşeriyeti mütemeddine muvacehesinde uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye kesbi liyakat edemez.” Türklük davasının önemli bir siması olan Rauf Denktaş gençlere verdiği konferansta ve birçok konuşmasında bağımsızlık ruhunu neredeyse aynı sözlerle dile getirir. KKTC’nin bağımsızlığını bütün dünyaya haykırır. Kelimeler farklı olsa da ruh aynı ruhtur.

Ölümün gölgesinde sürdürülen hayat Türk kültürünün bütünlüğünü yansıtır. Tarih, İslâm ve hayat üzerine yaptığı yorumlar bunun göstergesidir. Belki bu nedenle okuduğum kitapları beni sarmış ve kendisine çekmiştir. Hep saygı duydum, varlığından onur duydum.

KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın vefatı hayatı kadar öğreticidir. Son nefesinde ‘bağımsızlık’ diye haykırışı hayatımızın her safhasında izleyeceğimiz hedef olacaktır. Büyük insanların ölümü hayatlarından daha derin ve etkili izler bırakır. Bağımsızlık! Bağımsızlık! Bağımsızlık!

Hayatı, artan iştahı giderecek dükkân görenler, buna ulaştıracak her yolu mubah gördükleri için bu asil ruhtan rahatsız olmuş olabilirler. Var olmayı, bütün mütecavizlerin parçası olmakta görenler artan sefaletlerini seyredip derin düşüncelere dalma şansını elde edebilirler.

Keza çözümü zora sokmak gerekçesiyle Annan Planı’nı destekleme adına Rauf Denktaş’ı dışlayanlar ve bunu çözüm görenler geldiğimiz noktada umarım ki milli basiretle hareket etmekle dış güçlerin telkininin parçası olmak arasındaki farkı idrak etmişlerdir. “Kıbrıs davasının simge ismi, gerçek kahraman’ gibi ifadeler, eğer siyasî riyakârlığın yeni bir şekli değilse, böyle okumak gerekir.

Sarp yokuşu aşarak Hakk’a yürüyen Rauf Denktaş bize şunu öğretmiştir: Eğer bizler seslerimizi birleştirip büyük bir ses çıkarabilirsek işler biraz daha ilerler. Her türlü tasallut Türk Milleti’nin bağımsızlık sesinin ördüğü duvara çarparak geri döner.

Ateşin karşısında sınanarak Hakk’a yürüyen bahtiyar insan ruhun şad olsun. Allah’ın dostu Hz. Muhammed dostun olsun. Makamın cennet olsun. Başta ailenin ve Türk Dünyası’nın başı sağ olsun.

Doğu Anadolu, Ermeniler ve Halkımız

3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos Muahedesine, Osmanlı Devleti’nin, Ermeniler’in güvenliğini, Kürtler’e…karşı garanti etmesi gerektiğini şart koşan bir hükmün girmesi, “Berlin Kongresi”ne, Ermeni Temsilciler Heyeti tarafından sunulan ve kurulması teklif edilen  “İnzibat Kuvveti”nin, Jandarma ile Gönüllü Örgüt’ten teşkilinin istenmesi, Kürtler…ve diğer göçebe aşiretlerin bu örgüt dışında tutulması, gönüllü askerlerin, Ermeniler’den ve en az beş yıldan beri ilde oturmakta bulunan, Kürt…olmayan halktan oluşmasının talep edilmesi, dolayısıyla ilin asayişi, büyük ölçüde Ermeniler’e teslim edilerek, İnzibat Kuvveti’nde yer alamayacak olan Kürt…ve diğer aşiretlerin, Ermenilerce kolaylıkla yola getirilmesinin sağlanması…

Velhasıl bütün bunlar, Ermeniler’in Kürtler’e asla güvenmediklerini ve kat’a onları kardeş bir kavim olarak kabul etmediklerini gösterir. (İsmail Berduk Olgaçay, Perşembenin Gelişi, İstanbul – (Tarihsiz) s. 41)

Durum bu merkezde iken ve en vahşi şekilde Ermenilerce katledilen bunca masumun kanı yerdeyken, bazılarının Ermeniler’i  “Kardeş Kavim”  diye nitelemesi, ne kadar acı ve hüzün vericidir.

Onlarla teşriki mesai / iş birliğine gitmeleri. Üstelik Ermeniler’in emir komutası altına girmeleri neyle açıklanabilir? Aynı Ermeni metodlarıyla, kendi öz milletine hayatı zehir etmeleri, çoluk çocuk demeden, onları namertçe öldürmeleri nasıl izah edilebilir?

Hele, kardeş kavim sayıp, gaye birliği ettikleri Ermeniler’in Türkiye’den talep ettikleri yerleri, bir göz önüne getirseler. Nasıl saf dışı bırakıldıklarını , ancak Ermeni hakimiyeti altında hayat hakkı bulabileceklerini. Bunun da ne kadar süreceğinin, Ermeni menfaatlerine bağlı olduğunu hayret, şaşkınlık ve esefle görecek ve müşahede edeceklerdir.

İşte Ermeniler’in, Osmanlı Ermenistan’ı olarak görmek istedikleri yerler:

“Osmanlı Ermenistan’ı, Erzurum  ve Van illeriyle, Diyarbakır’ın kuzey kısmını, yani Harput sancağının kuzey kısımlarını ve batı yönünden Fırat hudut tutularak, Ergani sancağı, Siirt’in kuzey kısımlarını  -ki bunlar, Büyük Ermenistan’ın Türkiye kısımlarını meydana getirirler-  ve Trabzon ile Batum arasında bulunan, ticaret ve ihracat için gerekli olan (Rize) limanını ihtiva eder / içine alır. Ermenistan, kefil devletler tarafından onaylanmak şartıyla Babıali  / Osmanlı Devleti tarafından atanacak bir Ermeni vali tarafından yönetilecek ve vali, Erzurum’da oturacaktır.”

Bu arada, o zamanki illerimizin, bugünkülerin birkaçını içine alacak genişlikte olduğunu da hatırlayalım (a. g. e. s: 41) ve bugün, buraların, nasıl bir terör tasallutu altında bulunduğunu derin derin düşünelim. Ve bir an evvel kendimize gelelim.

Efsane Devlet Adamı Rauf Denktaş

İsimleri yaşadığı çağın çok ötelerine taşınmış ve saygıyla anılan kişilerin büyük çoğunluğu yüce bir fikrin/davanın uğruna mücadele ve fedakârlık etmiş kişilerdir.

Kendisine çizilen rotada değil, değerlerinin ve kutsallarının yaşaması uğruna ürettiği fikirleri milleti ile paylaşarak, her türlü çilesine katlanarak, yaşayan dava adamlarıdır onlar.

Kıbrıs Türklüğünün bağımsızlık mücadelesinin en önemli fikri ve siyasi önderidir, Denktaş. Sadece Kıbrıs Türklerinin değil, dünya Türklüğünün saygı duyduğu bir kahraman ve olgun devlet adamıdır.

Sadece çektiği fikir çilesi ile değil, canını ve hürriyetini de riske atarak mücadele edebilen bir kahramandı. Ezilmiş, yıpratılmış bir toplumun küllenmiş ruhuna bağımsızlık fikrini bir hayat nefesi gibi üfleyerek ateşlendirebilen bir lider…

Yalnız bırakılmış, ambargolarla gelişmesi engellenmiş, Anavatandan başka tanıyanı olmamış bir devletin 20 yıllık Cumhurbaşkanı olarak da ABD ve AB’nin taraflı, ikiyüzlü politikalarına ve baskılarına direnmeyi başaran bir diplomasi ustası

Kıbrıs davası deyince akla gelen ilk isimdi. Rauf Denktaş deyince de Kıbrıs davamız akla gelir. Kendini adadığı dava ile özdeşleşmişti.

KKTC’nin kurulmasına da, bağımsızlık fikrine de karşı çıkan dünya devlerine karşı inanılmaz bir direnç gösterdi.

Hatta sadece dış devletlere değil, Anavatan Türkiye Cumhuriyetinin yönetim merkezi Ankara’ya karşı da çoğu zaman direnmesi gerekti. Ankara dış baskılar karşısında bunalıp, Rauf Denktaş’ın esnemesini, taviz vermesini istediği zamanlarda da, Denktaş Ankara diplomasisinin mekanizmalarına hâkimiyeti ile bu talepleri zaman içinde geri alınmasını sağlardı.

Türkiye halkı üzerinde öylesine olumlu bir tesiri vardı ki, Ankara’ya direnmesi gerektiği zamanlarda Anadolu’yu dolaşmak, halka meseleyi anlatmak kozunu kullanırdı. Nitekim çeşitli STK’ların davetleriyle Türkiye’nin her bölgesinde yüzlerce konferans verdi, gazete yazıları ve kitaplar yazarak davasını anlattı.

Müthiş bir ikna kabiliyeti olduğunu muhalifleri bile kabul ediyor. Zamanında Rumlarla ve BM’de yaptığı müzakereleri izleyen gazeteciler içinde O’nun aleyhinde “çok şahin olduğunu” yazanlar bile, Onunla konuştuktan sonra “iyi ki bu davanın başında Denktaş var” dediklerini hatırlıyorlar.

Taha Akyol‘un ifadesiyle, “Denktaş’ın ikna kabiliyetinin kaynağı çok yüksek voltajlı bir inanç sahibi olmasıydı.” Dirençli, taviz vermez ve şahin tavrı bu yüksek inancın eseriydi.

Türkiye’ye gönülden bağlıydı. Kıbrıs Türk’üne Anavatanın önemini anlatmak için uğraştı:  “Bir insan topluluğunun erişebileceği en yüksek mertebe, egemenliği kavramasıdır, devletini kurmasıdır. Kıbrıs Türkleri, Anavatanlarının da yardımı ve desteğiyle, bu mertebeye ulaşmışlardır. Bugün, Filistin gençliğinin bizim mertebemize ulaşmak için, egemen bir devlet sahibi olabilmek için katlandığı mücadeleye bir bakınız. İsrail’in devletinden yoksun bırakılmamak için katlandığı mücadeleyi gözünüzün önünde tutunuz. Ve Allah’a şükrediniz ki, Türkiye sayesinde, Anavatan sayesinde devlete kavuştunuz, egemenliğe kavuştunuz. Bunun bedeli yoktur. AB’ye girme ümidiyle egemenliğin terk edilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.”

Türkiye halkına da Kıbrıs mücadelesinin Türkiye için önemini anlatmaya çalıştı: “Ada’daki varlığımız Türkiye’nin ve Türk ulusunun savunması için hayati önemdedir. Biz mücadelemizi Türk olarak görev sayıyoruz…”

“Kendi halkı için güvence, hasımları için korkutucu olan bir akıl, derin bir bilgi ve tecrübe birikimine sahipti.”

Fikret Bila, Denktaş’ın son dönemde yaşadıklarını iyi özetlemiş: “Rauf Denktaş, Cumhurbaşkanlığı’nın son döneminde hiç hak etmediği bir kampanyaya maruz kaldı.

Kıbrıs’ta çekilmeye zorlandı. Çözümün önündeki tek engel olarak gösterildi. ‘Eğer Denktaş olmasa, Kıbrıs sorununun çözümünün işten bile olmadığı, Rum yönetiminin çoktan hazır olduğu’  propagandasıyla siyaset dışına itilmeye çalışıldı.

Uğruna ölümlerden döndüğü Kıbrıs davasının lideri gibi değil 40 yıllık takozu gibi gösterildi.

Ankara arkasından çekildi, Annan Planı sihirli değnek olarak sunuldu. Ancak tarih Denktaş’ı doğruladı, O’nu çözümün engeli olarak görüp gösterenleri tekzip etti.

Bugün KKTC’de Denktaş çizgisi yeniden iktidarda, Ankara yine Denktaş’ın çizgisinde. Annan Planı’nın bir faydası olduysa o da Denktaş’ın haklı olduğunu kanıtlamış olmasıdır.”

Kıbrıs davasının en temel iki konusu olan “Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarından, Türk askerinin adadaki varlığından” taviz vermedi. Vermeye çalışanlara karşı mütevazı görünüşlü müthiş bir mücadele verdi. Hükümetimizin geldiği çizgiye bakınca bu mücadelenin bugün için başarılmış olduğu görünüyor.

Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatının bir numaralı üyesi olarak başlayan ve bugün bir KKTC diye devlet varsa kendisine borçlu olduğumuz uzun ve mücadelelerle, direnişlerle geçmiş bereketli bir ömrün sonu geldi. O Hakka yürüdü.

Baki kalan kubbede bıraktığı sadâyı dinledikten sonra içimden gelen son söz şu: Rauf Denktaş Kıbrıs Türk’ü ve Dünya Türkleri için Allah’ın bir lütfu idi. Allah rahmet eylesin. Mekânı Cennet olsun.

Türk Milleti başın sağolsun.

Şehadet Üzerine Rahatlık

Bugün tartıştığımız konulara bakarak büyük bir rahatlık içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Eğer geçimimizi temin ediyorsak, evde çorba kaynıyorsa, maaşlara zam yapılmışsa, emekli aylığındaki artışa muhtaç değilsek, değmeyin keyfimize…

Halimiz keyifli olunca, bize ne; uzun tutukluluk sürelerinden, Hasdal ve Silivri’deki askerlerden ve de İlker Başbuğ’un nerede yargılanacağından…

Başımızı sokacak ev almışsak, hele yanına birde yazlık uydurmuşsak, birkaç tanede güzel devre mülk edinmişsek; anayasa dediğin şey nasıl yazılırsa yazılsın, ne olur ki!..

Çocukları üniversitede okutuyorsak, onları cemaate, tarikata sokup iktidara yaklaştırıyorsak ve böylece devlet kapısında iş buluyorsak ve hele birde askerliği bedelli yaptırabildiysek; bize ne İsrail’den ve Suriye’deki kavgadan. Birde şu Kıbrıs’tan kurtulsak!

Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığı kalkacak onu da yargılayacaklarmış, sırada da Büyükanıt varmış, benim haricimde kimi yargılarsa yargılasınlar diyorsak…

İşler tıkırında, ihalenin yönü hep bana, ithalat iyi, ihracat çok çok iyi, birde şu kıdem tazminatını kaldırsalar diye bekliyorsak…

Gözümüz ve kulağımız gelecek erzakta, kapıya bırakılacak kömürde, hastalıkta verilecek ilaçta, okula giden çocuğa gelen harçlıkta; velhasıl hep avantadaysa…

Ne mutlu bizlere!

Bu keyfi sürmemizin ve bu rahatlığı yaşamamızın bedelini kim ödedi veya kimler ödüyor derseniz? Onu da artık sormayın canım. Ne demişler üzümü ye, bağını sorma!

Ülkemi gezip gördüğümde ve sokaklarında dolaştığımda; garip, muhtaç, fakir olarak nitelendirebileceğim insanlarla karşılaşıyorum. Bir çoğu memleketin rahatlığından payına düşeni alamasa da memlekete olan zorunlu borçlarını askerlik ve vergi başta olmak üzere sıkıntıyla yerine getirmeye çalışıyor.

Rahatlık üzerine yaşayan insanlarımızın, yaşadığı hayatın bedeli ise milletimizin bazı çocuklarının şehadet makamına ulaşırken döktükleri kanla ödeniyor ve böyle giderse ödenmeye de devam edecek. Ve şehadet makamına ulaşırken döktükleri kanla, bazılarımızın fütursuzca rahat yaşamasını temin eden bu evladlarımız, çoğunlukla fakir fukaranın binbir emekle yetiştirip asker ocağına gönderdiği garip aslanlardır.

Bugün Türkiye’de lüzumsuz yere tartışanlara, değerleri sömürenlere, takiye yapanlara, yaptığı işin hakkını vermeyenlere, haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytanlara, bir kez daha hatırlatmak için söylemek isterim ki; rahatlığınız şehadet makamına ulaşırken çocuklarımızın döktüğü kan üzerinedir.

Onun için bu ağır bedel nedeniyle, herkes sorumluluğunun bilincinde olarak, hareket etmelidir. Otuz küsur sene Kenan Evren ve arkadaşları hakkında susanların, hatta el pençe divan olanların yaşı 95’e merdiven dayamış bir adamı Türkiye’nin meselesi olarak gündeme taşımaları, Cumhurbaşkanın süresinin 5 yıl mı 7 yıl mı olacağı ya da ana muhalefet partisi genel başkanının yargılanıp yargılanmayacağı, Fenerbahçe’nin ligden düşüp düşmeyeceği vs. benzeri konuları tartıştırmaları, gerçekten içinde bulunduğumuz rahatlığı temin eden şehitlerimize ve onların ailelerine bir rahatsızlıktır diye düşünüyorum.

Diyojen, utancından yüzü kızaran bir delikanlıya şöyle der “Aferin, işte faziletin rengi budur!”

Diyojen’in gence söylediği bu söz, eğer yaptıklarımızdan yüzümüz kızarmıyorsa bile biraz bizi kendimize getirsin.

Bu sebeple, Türkiye’de herkes aziz milletimizin asil ruhundaki güzel duyguları ve aklındaki temiz düşünceleri, suistimal etmeden hareket etmeli, ülkemizi suni tartışmalardan korumalı ve herkes yaptığı işin hakkını vermelidir. Kızaracak bir yüzün kalmaması da ülkemiz için ayrı bir talihsizliktir.

Nergis ve Eko (*)

Nergis, bu çok alımlı ve kokulu süs çiçeği nergisgiller familyasının Narcissus cinsi bir çiçektir. Bu bilimsel tariftir.

Oysa çağının büyük ozanı Ovidius’ a göre Nergis çok yakışıklı ama kibirli toy bir delikanlıdır. Adı da Narkissos’ dur.

Nasıl mı anlatmaya çalışalım .

Echo ( eko- yankı ) çok güzel bir peri kızıdır. Sesi de çok güzeldir. O şarkı söylerken kuşlar bile susar. Olympos’ un büyük tanrısı Zeus’ un eşi tanrıça Hera her türlü güzelliği kıskanan bir kadındır. Bilinen hainliği ile Eko’ yu cezalandırdı. Şarkı söylemek bir yana zavallı pericik artık konuşamayacaktı. Yalnız kim bir şey söylerse onun son sözünü tekrarlayabilecekti.

Bu ceza güzel perinin tüm hayallerini yıktı. Çünkü, Eko’ cuk yakışıklı mı yakışıklı yürekler yakan altın saçlı, zümrüt gözlü Narkissos’ a içten içe aşıktı da Narkissos’ un bundan haberi yoktu. Birbirleri ile hiç konuşmamışlardı.

Bir gün fırsat doğar, ağaçlar arasında otururken Narkissos’ un geldiğini gören Eko onu izlemeye başlar. Bastığı yerdeki dal kırılınca çıkan sese doğru dönen Narkissos ”  – Kim var burada ” diye seslenir. Eko ” – burada ” diye yanıt verir. Çok güzel bir peri kızını karşısında gören delikanlı onun yanına yaklaşır ve sorar ” – kimsin sen ? “, ” – sen ” diyebilir Eko’ cuk “-Adını söyle ” der oğlan, ” – söyle ” diyebilir Eko. Her söylediği sözü tekrar eden Eko’ ya sen benimle alay mı ediyorsun diye kızan Narkissos hırsla dönüp gider, çünkü Eko’ nun başına gelenleri bilmiyordu.

Yüreği yaralanan Eko’ ya zaten acıyan tanrılar daha öncede pek çok genç kızın sevgilisini geri çeviren kibirli Narkissos’ a ceza verilmesini istediler. Bu iş için Öfke Tanrıçası Nemesis’ i görevlendirdiler. Öfke Tanrıçası yapacağını yapmıştı bile. Narkissos sende aşık ol ama kendine, gözün başkalarını görmesin  diye cezasını vermişti.

O günden sonra durgun bir suda kendi güzel yüzünün yansımasına bakarak ve kendi kendine aşık olan Narkissos bir türlü oradan ayrılamamış.

Narkissos sürekli ah ben ne güzelim benden başka güzel yok diye günlerce su başında yemeden içmeden kendini seyretti. Ve eriyip gitti, öldü.

Tanrılar bu güzelliğin kalıcı olmasını istediler, Narkissos’ un öldüğü su kenarında, narin yeşil saplı çok güzel kokulu, sarılı beyazlı bir çiçek yetiştirdiler adına “nergis” dediler.

Günümüzde de, kendine hayran olanlara da bu hikayeden esinlenerek “narsist” diyorlar. Eko’ cuk ise kendini ıssız dağlara verdi. O günden beri, seslere hala yankı vermeye devam etmektedir.

*Edith Hamilton, Mitologya, Çiçek Öyküleri.  

 

“Bir Serseriyim Öz Diyarımda!”

Takke düştü kel göründü. Artık ne iş derdi ne aş
Tek bir istek var ortada, kaldırmak isteniyor baş!

Siyasiler ve kimi aydınlar, akıllarınca çekiyor başı.
Türkiye’nin yolu üstüne, sıralıyor engelleyici taşı!

Asırların kardeşliği, bulsun diye bir an evvel son
Dua ediyorlar, sel olacaksa yağsın diye muson

Ellerinde var, sihirli bir sözcük, demokratikleşme!
Ayrılık yeli estirmeye bire bir, sakın ha deşme

Türkiye’de gelinen nokta, isyan için “take off”
Analar bacılar, başladılar demeye of of!

Koca Akif’in, dizeleri çınlıyor kulaklarımda
Ne yüzle anarım diyorum, varsa bir hisse arımda?

“Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda
Bugün, hanümansız bir serseriyim, öz diyarımda!”

Sanki, aynı duruma düşmüş gibi bugün,
Oldum öz vatanımda, talihsiz bir sürgün!

Elbette, değilim ümitsiz Türkiye’de olanlardan, lakin
İçimde oluşuyor, sakinleşeceğe benzemeyen bir kin

Öyle sert ve acımasız, tenkit yağmuruna tutuluyor ki polis,
Yine de görev yapıyorsa, kutsanmağa değer, sahip olduğu his.

Şanlı Ordu bekliyor, sabırsızlıkla verilecek bir emir.
Diyor, öfkemden erimeye başlar, karşımda, olsa da demir!

Ey, tarihi, zaman zaman unutan, şaşkınlar güruhu!
Ne zaman hatırlayacaksınız, bu yüksek asil ruhu?

Asırlarca, Bayraktar’ı değil miydi Türk, bunca İslamın?
Başında değil miydi, safında bulunan cümle avamın?

Batı’nın içimize soktuğu binbir fitne fesad,
İle geldikleri yer, onlar için olacak son had!

 

2242

 

Devlet, devletse eğer, kararlılık demektir her ortamda,
Devlet adamı, olduğu gibi görünmeli, her makamda.

Dokuz düşünüp, bir konuşmalı, şayet gerekse
Anı kurtarmak olmamalı, sırf devlet, erekse

Adını koydukları sorunun, sorun neresinde acaba?
Durup da düşünseler bir boy, diyerek sorunlara, merhaba!

Ama açıklayamıyorlar bir türlü, sorun denen şeyi!
Ama alıp götürdüler, varsa da, milletteki neşeyi.

Öz kardeşlerimiz, çekilmek isteniyor azınlık tuzağına
Ancak bu şekilde Batı, düşürmek istiyor onları, ağına

Şu kadar etnik parçadan ibaretiz, derse bir siyasi!
Cesaret almaz mı bundan, devlete olacak olan asi!

Milletin gözünün içine, baka baka sergileniyor ihanet!
Avrupa devletleri koyuyor tavırlarını ortaya, net mi net.

Seçmişler bir şehrimizi, güya dostmuşlar gibi kayırıyorlar!
Düpedüz, beyler, kardeşi kardeşten ayırdıkça ayırıyorlar!

Avrupa devletleri, baylar, aldı yüzsüzlüğü yine eline!
Verip veriştiriyor Türkiye’ye karşı, ne gelirse diline!

Cumhuriyet Türkiyesi’nin olaylara karşı, karnı çok şişkin!
Harekete geçmek için, acaba neyi bekliyor, pişkin pişkin!

Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti beyim uyan!
Bu gidişle, gerçekten olmayacak sesini duyan.

Bugünleri de mi görecektik biz, tarihinde ay-yıldızlı bayrağın
Bırak yeri, göklerini de dar etmeye başladılar nazlı bayrağın

Bütün dünyayı almış da arkasına kanlı terör!
Meydan okuyor Mehmetçiklere bile, gel de bir gör!

 

Irak’ta İç Savaş Simulasyonları ve Kardeşlik

0

Irak’ta, Amerikan işgal kuvvetlerinin çekilmesinden sonra, iç savaş beklentisi haberleri ‎hayatiyet kazanmış bulunmaktadır.

Bu beklenti, aynı zamanda dokuz yıldır casusluk ‎faaliyetleriyle yürütülen sabotajların, bombalamaların, suikastların ve kitlesel kıyımların ‎üstünü de örtmektedir. Sanki işgal süresince Irak’ta güvenlik sorunu yokmuş gibi, bir ‎imaj inşa edilmeye çalışılmaktadır.

İç savaş beklentisi ve bu beklentiye bağlı olarak ‎emperyal güçlerin, Irak’taki piyonlarını devreye sokması, savaş kışkırtıcılığı için atılan ‎adımlardır. Irak Başbakanı Maliki’nin tam da böyle bir dönemde İhvan-ı müslimin hareketinin siyasi ‎kanadından Tarık Haşimi’yi tutuklamaya çalışması, bu süreçle ilgili olarak başlatılan bir ‎adımdır. Benzer çekişmeler muhtemelen diğer gruplar arasında da önümüzdeki günlerde ‎yaşanacaktır.‎

Bu makalede, Irak’ta otuz yıldır yaşananların genel çerçevesini göz önünde ‎bulundurarak, “beklenen iç savaş” ın gerçekleşme ihtimali üzerinde duracağım. Bu ‎ülkede iç savaşın çıkmasını engelleyen değerler ve savaşın olmasını teşvik eden ‎muharriklerin neler olduğunu açıklamaya çalışacağım.‎

Üç tane Irak var. Birincisi işgalin ve otuz yıllık savaşın acılarını, sıkıntılarını, korkularını, ‎kayıplarını ve dehşetini yaşayan halkın ülkesidir.

İkincisi, medya iktidarlarının ve ‎uluslararası güçlerin senaryolarının ustaca sahnelendiği casusların ülkesi durumunda ‎olan Irak’tır.

Üçüncüsü ise geleneksel İslami zihniyetin ve kazanımların bilincinde olan insanların yaşadığı ülkedir, Irak.‎

Irak’ta otuz yıllık savaş süreci 1979′da Saddam Hüseyin’in İran İslam devriminden sonra ‎İran’a saldırmasıyla başladı. Irak’ın birinci yüzü bu tarihten itibaren şekillenmeye başladı. ‎Bu savaşta İran ve Irak yıllarca acımasız bir şekilde şehirleri bombaladılar, sivil halka ‎saldırdılar, hatta Halepçe’de olduğu gibi kimyasal silahları dahi kullandılar. Sonuçta her ‎iki ülke de savaşı kayb ederek ateşkes anlaşması imzaladı. Her iki tarafın da yenildiği bir ‎savaş oldu. Liderlerin hırsları halkın canının kıyılmasına ve malının heder olmasına ‎neden oldu.‎

Irak otuz yıllık savaşın ikinci dönemini Kuveyt’i işgal ederek başlattı. Henüz İran ‎savaşındaki kanlar durmamışken, Irak halkı ikinci bir savaşa girdi. Bu sefer Suudi ‎Arabistan, Körfez emirlikleri ve onların hamisi durumunda olan Amerika’nın başını ‎çektiği Batı itilafı ile savaşmaya başladı. Adı, Birinci körfez savaşı olarak konan bu ‎savaş, İran-Irak savaşı gibi uzun sürmedi. Irak’ın yenilmesiyle sıcak çatışmalar kısa ‎sürede bitti. Ancak fiili savaş dolaylı olarak devam etti.‎

Birinci körfez savaşında, akıllı silahlar, teknoloji harikası füzeler ve ileri teknolojilerle ‎donatılmış muharip ekipler, Amerika’nın liderliğinde kurulan İtilaf kuvvetleri tarafından ‎kullanıldı, denendi. Sanki bu savaş yeni geliştirilmiş silahların gösterimi ve tanıtımı ‎amacıyla yapılmıştı. Füzelerin, menzillerinden fırlatılması ve hedeflerini vurması etkili ‎bir şekilde fotoğraflandı, televizyonlarda canlı olarak kitlelere gösterildi. Ölüm ve yıkım ‎ikinci planda kaldı. Silahların gücü üzerinde duruldu. Medya birkaç hafta süren bu ‎savaşta, günlerce askeri teknolojilerin etkisi ve önemi üstünde durdu. Savaş medyatik ‎ikonalarla canlandırıldı. Gösterimde tutuldu. Dünya ilk defa bir savaşı canlı olarak ‎izledi. Kitlesel kıyımlardan ve ölümlerden ziyade, silahların üstün manevra kabiliyetleri ‎sergilendi. ‎

Savaş resmen kısa sürede sonuçlanmakla birlikte, savaşın galipleri olan Amerika ve ‎koalisyon kuvvetleri, kuzeyden ve güneyden Irak’ı kuşatma altında tutmaya devam ‎ettiler. Irak’ın kuzeyini sürekli olarak kontrol ettiler. Irak’a ekonomik ambargo ‎uyguladılar. Çekiç güçle arada bir askeri alanları vurmaya devam ettiler. Kuzeyde ‎Kürtlerin Türkiye’ye olan göçü, savaşın kitlesel etkisini gün yüzüne çıkardı. Bir insanlık ‎dramı yıllarca yaşandı. Bomba atan uçaklar bu sefer ekmek atmaya başladı.‎

Birinci ve İkinci körfez savaşları arasındaki dönemde, Irak halkı ekonomik ‎ambargoların etkisi altında inledi, durdu. Çocuklar sağlıksız şartlarda doğdu. İnsanlar ‎açlıkla kötü beslenmeyle yüzleşti. Canını kurtarmak isteyen Iraklılar yurt dışına göçtü. ‎Birçok Iraklı mülteci oldu. Bu arada önceki iki savaş sürecinde Saddam Hüseyin’le karşı ‎karşıya kalan Iraklı siyasetçiler ülkeyi terk etti. Komşu ülkelere sığındı. Amerika’nın ‎liderliğini yaptığı koalisyon kuvvetlerinin karargâhlarıyla temasa geçti. İngiltere’nin, ‎Amerika’nın ve muhtelif ülkelerin himayesine girdi.‎

Irak halkı savaşın acılarını düşünecek zaman bulamadı. Çünkü hayatta kalan Iraklılar ‎üzerindeki tehditler, devam etti. Her bir Iraklı denizde dolaşan küçük balık sürüsü gibi ‎canını köpek balıklarından kurtarmak için yoluna devam etti. Arkasına bakamadı. Kim ‎öldü, kim kaldı? Bunu merak edecek vakit bile bulamadılar.‎

Bu şartlarda ikinci körfez savaşı başladı. Irak’ın bazı otelleri ve mekânları yeşil bölge ‎ilan edildi. Bu bölgeler savaşın filmini çekecek olan kameramanlara ve gazeteciler ‎ayrıldı. Teraslara kameralar yerleştirildi. Saddam Hüseyin’in savunma kuvvetleri ve ‎Amerikan koalisyonunun muharip güçleri, güdümlü füzelerle, savaş teknolojileriyle ve ‎uçaklarla saldırılar yaptılar. Ölümler, yıkımlar ve yangınlar beklendiği gibi filme alındı. ‎Tam zamanlı çekimler gösterime kondu. ‎

Halkın ölümü, açlığı ve çilesi, habercilerin dikkatini çekmedi. Bir futbol maçında ‎seyirciler arasında meydana gelen izdihamdan dolayı ölenler, maçı ikinci planda ‎bırakırken, her nedense Irak’ta ölen halk, yeterince haber konusu yapılmadı. Maçtaki ‎rakiplerin savaş manevraları, kıvraklıkları, şutları ve ölüm kusan makineleri, ön planda ‎tutuldu. Böylece sadece bombaların etkisinden, füzelerin üstün teknolojik ‎kabiliyetlerinden, helikopterlerin saldırı gücünden, savunma füzelerinin havadayken ‎saldırgan füzeleri etkisiz hale getirebilmesinden haberdar edildik. ‎

İkinci körfez savaşı da kısa sürdü. Savaş başta planlandığı gibi, bir ay gibi kısa bir ‎sürede, Amerikan koalisyon kuvvetlerinin mutlak galibiyetiyle sonuçlandı. Irak’ın resmi ‎yönetimi, koşulsuz teslim olma fırsatı bile bulamadı. Sanki ortada bir devlet ve ordu hiç ‎yokmuş gibi, İtilaf kuvvetleri doğrudan doğruya ülkeyi yönetmeye başladı. Eski ‎dönemden kalma savaşçıları bulma ve ele geçirme umuduyla, girmedik ev bırakmadılar. ‎Kadınların gözlerinin önünde erkeklerine çırılçıplak bir vaziyette işkence ettiler. Hiçbir ‎evin mahremiyetine saygı duymadılar. Hepsini silahlı bir şekilde elden geçirdiler. ‎Direnenleri, karşı koyanları Ebu Garip hapishanesi gibi mekânlarda topladılar. Onlara ‎ölmekten beter işkenceler uyguladılar. Yapılan işkenceleri fotoğraflayıp sosyal paylaşım ‎sitelerinde ve televizyonlarda yayınladılar.‎

İşgal altındaki Irak’ın özelliklerinden bir kısmı bunlardır. Bunları, bizler anlatırken, Irak ‎halkı yaşadı. Iraklılara, bu otuz yıllık savaşa nasıl katlandınız, diye sorduğumuzda, sanki ‎hiçbir şey hatırlamıyorlar gibi duruyorlar. Ne ölen kocalarından, kardeşlerinden, ‎oğullarından, ne yıkılan evlerinden, ne de kaybolan komşularından bahsediyorlar. Her ‎biri hala can derdindedir. Bitmeyen bir işkencenin mahkûmları gibi davranıyorlar. ‎Ölüme, işkenceye, bombalara, silahlara alışmışlar. Bunların hepsi onlara fazlasıyla ‎tanıdık ve alışık gelmektedir. Kim olduklarını dahi unutmuşlar. Ciddi bir hafıza kaybı ‎içindedirler. ‎

İşte bunlar yukarıda sıralamanın başına koyduğum Irak’ın birinci yüzüdür. Hafıza ‎kaybı, bilinç kaybı ve kimliksiz bırakılan insanların ülkesi olmuş, Irak. Hiç kimse ‎ölümlerinin, acılarının ve kaybolmuş canlarının yasını, tutma imkânı bulamamış. ‎Ölümlere, cinayetlere ülfet sağlamışlar, ağıt bile yakmayı unutmuşlar. Kerbela’nın, ‎Şehrazat’ın ve Fuzuli’nin ülkesinde insanların ağıt yakmayı unutmuş olması, hiç ‎kimsenin aklına gelmezdi. ‎

Irak’ta son otuz yılda yaşananlarla ilgili ciddi bir anlatı bile mevcut değil. Onların en ‎önemli destanları hala Kerbela faciası ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Iraklı ‎mücahitlerin Osmanlı saflarında İngilizlerle girdikleri mücadelenin hikâyeleridir. Garip ‎bir şekilde son otuz yıldır yaşadıkları acıları anlatamıyorlar. Sosyal travma ve hafıza ‎kaybı denilen şey, bu ülke halkının her şeyini almış götürmüş. Irak’ın bu yüzü ‎duyarsızlaşmış, hafıza kaybına maruz kalmış, varoluşunu fark etmeyen kitlelerden ‎oluşmaktadır.‎

Irak’ın ikinci yüzü ise çok daha ilginç tartışmalara ve olaylara tanıklık etmektedir. Bu ‎ülke’de her gün faili bulunmayan çok sayıda cinayet işlenmektedir. Arabalar ‎patlatılmaktadır. İbadet üzerinde insanlar öldürülmektedir. Sokakta yürüyenler ve ‎çocuklarına bir parça ekmek götürmek için çarşıya çıkanlar, kitlesel cinayetlerle kurban ‎edilmektedir. Ölüm o kadar çoğalmış ki, artık kimin öldüğünü, kimse merak etmiyor. ‎Kimse de cinayetlerle ilgili bir inceleme yapma ihtiyacı duymuyor. Irak’ın bu ikinci ‎yüzü bir ay süren resmi savaştan sonra başlamış. Dokuz yıldır işgal devam ediyor. ‎Ancak ölümler, cinayetler, kitlesel kıyımlar bitmiyor.‎

Irak’ın bu yüzünü çeteler, rüşvetçiler, casuslar, kitleleri dolduruşa getirme alanında ‎uzmanlaşmış karanlık liderler ve özel güvenlik teşkilatlarının uzantıları oluşturmaktadır. ‎Bu gruplar hiçbir yerde olmadığı kadar serbest hareket etmektedir. Bazen resmi Irak ‎güvenlik kuvveti oluyorlar, bazen de terörist oluyorlar. Sanki bütün bir Irak halkı, ‎Alamut kalesindeki Hasan Sabbah’ın fedailerine dönüşmüş. Resmi ortamlarda, işgalci ‎Amerikan kuvvetleri için “Vefa Töreni” düzenleyenler, gayrı resmi ortamlarda biri ‎birlerine kurşun sıkıyorlar. Resmi Amerikan işgalinin bittiği bu günlerde, Irak’ta siyaset ‎kulislerini bu grupların karanlık uzantıları doldurmaktadır.‎

Irak’ın bu ikinci yüzü, her şeyin bir arada olduğu post-modern kaosun tipik bir örneğini ‎oluşturmaktadır. Hani çoğulculuk olarak tanımlanan grupsal kimliklerin bir aradalığı ‎denilen şey; bu ülkede tam bir gerçekliğe dönüşmüş. Karşı kimlikler sanal ortamlarda ve ‎sosyal paylaşım sitelerinde müstear isimlerle belirginleştirilmekte. Çarşılarda, ‎toplantılarda, ibadet mekânlarında ve kulislerde, her kes bu uydurulan kimlikleri ‎gruplardan birisine yüklemekte. Şunlar bunu yaptı, ötekiler şunu yaptı, anlamına gelen ‎meçhul cümle kipleri, çok sık kurulmakta. Ortalık ustaların dolaşıma soktuğu kin, nefret ‎ve ön yargı söylemleriyle inlemektedir.‎

Haberlerin ağındaki bu ikinci Irak, karşıt meçhul güçlerin savaş alanına dönüşmüş. ‎Çatıştığı varsayılan grupların aralarında hiç beklenmedik şartlarda ittifaklar kurulmakta. ‎Grup içi parçalanmalar ve bölünmeler, yıllanmış hatıraları çürütmektedir. Gruplar, ‎durmadan yeni gruplara gebe kalmaktadır. Gruplar karşıt kimlikler inşa etmeye ‎çalışmakta. Bu kimlikler bir iç savaşın altyapısını hazırlamaktadır.‎

Hz. Ali taraftarlığının yerini grup taraftarlığı almaktadır. Taraftarlık Irak halkı için ‎vazgeçilmez bir duruş olmak üzere, sürekli gündemde tutulmaktadır. Her kes nerdeyse ‎bir grubun “Şiası” olmaya doğru itilmektedir, çekilmektedir. Şia olmak, bu ülkede Ehli ‎Beyt sevgisi veya klasik manasıyla Şii olma anlamında kullanılmıyor. Her neyi ‎seviyorsan onun Şiisi olma anlamına gelecek şekilde dolaşımda tutulmaktadır. Bundan ‎dolayı Sunniliğin şiisi, Baasçılığın şiisi deyimlerine bile rastlanmaktadır. Bir çeşit radikal ‎olma anlamına gelmekte. ‎

Haberlerin ağındaki Irak halkının resmine bakıldığında, Şiiler, Sünniler, Kürtler, ‎Türkmenler ve Keldaniler, bağımsız ve birbirlerine karşıt topluluklar olarak ‎sunulmaktadır.

Duyarsızlaştırılan kitleler, bu şablon kimliklerden birisinin taraftarı ve ‎diğerlerinin karşıtı olmak üzere sürekli dolduruşa getirilmektedir, yönlendirilmektedir. ‎Kamuoyu denilen alanlar, taraftarlık ve karşıtlık bilinçlerini yöneten ustaların ‎yönetimindedir.‎

Irak’ta açık siyaset yapan otuz üç tane grup var. Bu siyasi grupların temsil ettiği kitleler, ‎çok farklı kesimlerden oluşmaktadırlar. Kamuoyunda her bir grubun bir etnik kültürü ‎temsil ettiği varsayılmaktadır. Ancak gerçek hiç de sanıldığı gibi değildir. Kamuoyunda ‎Suniler, Şiiler, Kürtler ve Türkmenler homojen birer siyasi grup olarak biliniyorlar. Bu ‎topluluklara mensup kitlelerin kendi aralarında siyasal olarak örgütlendikleri ‎varsayılmaktadır. Özellikle Türk kamuoyu konuyu böyle bilmektedir. Ancak Irak’taki ‎fiili oluşumlara bakıldığında durum çok farklıdır.‎

Şii kökenli olanların bir kısmı milliyetçilerle, Sünnilerle ve liberal gruplarla birlikte ‎siyaset yapmaktadır. Sünnilerin büyük kısmı Şiilerle, Kürtlerle, milliyetçilerle ve liberal ‎gruplarla müşterek siyasi oluşumlar içinde bulunmaktadır. Kürtler, her ne kadar özerk ‎bir bölgede bulunuyorlarsa da onlar arasında da Şiilerle ve Sünnilerle birlikte siyaset ‎yapan gruplar var.‎

İslamcı hareketlerin uzantıları bütün gruplar arasında yer alıyorlar, gruplar arasında ‎köprü vazifesi görüyorlar. Mesela İyad Allavi’nin başkanlığını yaptığı Irak listesi; Sünni, ‎Şii, Kürt ve Türkmen gruplardan oluşmaktadır. Liberal değerlere vurgu yapmaktadır. ‎Irak parlamentosunda 91 sandalyesi var. Hareket 1991’de Birinci Körfez Savaşı ‎sürecinde Ayad Allavi tarafından Londrada Irak Ulusal Uzlaşma Hareketi adı altında ‎Baas ve Saddam Hüseyin karşıtı bir parti olarak faaliyetlerine başlamıştır. Saddam ‎Hüseyin’in ordudan ve güvenlik birimlerinden attığı eski bürokratların ve generallerin ‎kuruculuğunu yaptığı bir oluşumdur. Başbakan yardımcısı, Salih Mutlik, Cumhurbaşkanı ‎yardımcısı Usame Necefi, Kalkınma ve Islahat hareketi genel sekreteri Cemal Kerbuli ‎gibi liderler bu grupta yer almaktadır. ‎

Irak’ta İslamcı partilerin en eskilerinden birisi, 1957 yıllarında temelleri Muhammed ‎Bakır Es-Sadr tarafından atılan İslama Davet Partisidir. Davet partisi, arap milliyetçiliği, ‎sosyalist, liberal ve sekülarist ideolojilere karşı islami bir fikir hareketi başlatmak üzere ‎kurulmuştur. Bu oluşum, Mısır’da aynı yıllarda Seyyid Kutup ve arkadaşlarının ‎öncülüğünü yaptıkları İhvan-ı Müslimin hareketinin Irak ve Şiilik versiyonunu ‎oluşturur. Hareket İran İslam Devriminden sonra İran’a yaklaşmış olmakla birlikte, daha ‎sonra ideolojik farklılıklardan dolayı İran’la uyuşmazlık içine girmiştir. Bu uyuşmazlık ‎bu gün hala etkisini muhafaza etmektedir. Irak’ın şiileri din adamlarının “velayet-i fakih” ‎sıfatıyla yönetim üzerinde teokratik bir güç olarak kalmasını itikadi olarak sahih kabul ‎etmezler. Bu yönüyle İran rejimi ile ayrı düşerler. Hareket Baas milliyetçiliğine karşı, ‎ümmet merkezli bir duruş sergilemiştir.‎

Irak İslam Partisi, Irak’ta İhvan-ı Müslimin Hareketi’nin temsilcisi olarak 1940’larda ‎kurulmuştur. General Abdulkerim Kasım döneminde, 1960’ta resmi bir parti olarak ‎siyasi faaliyete başlamıştır. 1968’de Baasçıların yönetimi ele geçirmesinden sonra Parti ‎kapatılmıştır. Partinin yöneticilerinin büyük kısmı tutuklanmıştır. Partinin liderliğini ‎Muhsin Abdulhamit uzun süre devam ettirmiştir. Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık ‎Haşimi partiyi temsilen işgalden sonra Irak koalisyon hükümetine katılmıştır. Hareket ‎Amerikan kuvvetlerine karşı direnişte bulunan El-Kaide uzantısı gruplarca ‎eleştirilmektedir. Onlar partinin faaliyetlerini engelleme girişimlerinde bulunuyorlar. ‎Parti Irak’ın birliğini savunmaktadır. Radikal gruplardan uzak durmaktadır.‎

Irak’ın siyasi oluşumlarından bir diğeri ise kuzeyde özerk bir yönetim kurmuş olan ‎kürtlerdir. Kürtler, Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Mesut Barzani’nin oluşturduğu ‎Kürt blokunun çatısı altında toplanmış bulunmaktadır. Ancak kabile ve aşiret kültürü bu ‎ikisinin birleşmesini engellemeye devam etmektedir. Ayrıca bölgede kürtler arasında ‎islamcı partilerin de ciddi bir ağırlığı var. İslamcı partiler Irak’taki diğer islamcı partilerle ‎birlikte hareket ediyorlar. Siyaset yapıyorlar. Seçimlerde yelpazeyi geniş tutan gruplar ‎daha çok oy almaktadır. Fanatik ve kapalı gruplara halk beklenen desteği vermiyor. ‎Bundan dolayı parti uzlaşmaları, koalisyonları ve listeleri bloklar oluşturmaktadır.‎

Irak’ın üçüncü yüzünü ise, gelenksel Irak kültürü oluşturmaktadır. Bu kültür, etnik ‎aidiyetlerin paralel yaşam alanı oluşturmasını ve yaşamasını hoşgörmektedir. Irak halkı, ‎dünya kamuoyunun bildiğinin aksine ve yapılan ayrıştırıcı propagandaya rağmen, ‎birliğini ve beraberliğini koruma çabası içindedir. İslam kardeşliği, anti emperyalizm ve ‎işgal karşıtlığı bilinci halk arasında mevcuttur. Bu kültür bütün etnik gruplar tarafından ‎paylaşılmaktadır. Bundan dolayı, halkın doğrudan doğruya karşı karşıya gelerek bir iç ‎savaşın içine girmesi, bunca emperyal teşvike rağmen şimdiye kadar gerçekleşmiş ‎değildir.‎

Irak’ta simulasyonlarla dolaşımda tutulan çatışmacı kültürle, otantik şark kültürü bir ‎meydan okuma süreci içindedir. Çağdaş iletişim teknolojileriyle inşa edilen ‎simulasyonlar, etnik kimlikler arasında keskin sınırlar inşa etmeye çalışmaktadır. ‎Haberler, görseller, gruplar arası mücadelelerle ilgili oturumlar ve uluslar arası güç ‎savaşları anlatıları, iç savaşı durmadan kışkırtmaktadır. Buna karşın geleneksel islami ‎kültür, yani klasik şark kültürü, farklılıkların, kimliklerin doğallığı ve insaniliği üstünde ‎durmaya devam etmektedir.‎

Irak’ın geleneksel kültürünü, Bağdat Üniversitesi Sosyoloji Bölümü hocalarından ‎Profesör Ali Verdi, şöyle tanımlamaktadır: “Irak halkı Osmanlı kültüründen tevarüs ‎eden geleneklere göre yaşamaya devam etmektedir, Osmanlı perspektifiyle küresel ‎ilişkilere ve çekişmelere bakmaktadır. Hala Osmanlı’nın dönüşünü bir umut olarak ‎muhafaza etmektedir… Irak halkı, bedevi kültürden henüz kopmuş değildir… Irak’ta ‎şehirler ve köyler arası rekabet bu kültürden dolayı kan davasına dönüşebilmektedir. Bu ‎kültür kapsayıcı mezhep değerlerinden ziyade dar çerçeveli ve sürekli olmayan geçici ‎çatışmaları ve rekabetleri muhafaza etmektedir….”‎

Aşiret, grupsal rekabet, küçük çaplı çekişmeler ve eşkiyalık değerleri Irak halkı arasında ‎yaşamaktadır. Bir taraftan tarihi imajların dönüşünü bekleyen bir kültür, diğer taraftan ‎duygusal bilinçten dolayı kolaylıkla profesyonel gizli örgütlere gençlerini kaptıran bir ‎kültür. Bu iki kültür de Irak’ın otantik yönünü oluşturmaktadır.‎

İnsanlar bu ülkede çok kolay bir şekilde mezhep değiştirmektedir. Bazı aşiretlerin ve ‎kabilelerin halkının yarısı sünni diğer yarısı ise şii olabilmektedir. Mezhepler, ‎kemikleşmiş değildir. Mezhep değiştirme, yadırganan bir durum değildir. Irak toplumu, ‎yüzeyde ve sanal ortamda inşa edilen siyasi çatışmalara rağmen, topluluklar arası ‎etkileşimlere ve gruplar arası geçişlere açık kalmaya devam ediyor.‎

Özellikle İşgalci Amerikan kuvvetlerinin resmen çekilmesinden sonra, etnik topluluklar ‎arasında bir iç çatışmanın çıkacağı, son günlerde en çok tartışılan ve hayatiyet kazanan ‎haberler olmaktadır. Şunu belirtmek lazım, aslında bunlar sadece haber değildir, aynı ‎zamanda, dokuz yıldır casusluk faaliyetleriyle yürütülen bombalamaları, patlamaları, ‎kitlesel kıyımları ve suikastları, etnik topluluklara yükleme ve aşikarlaştırma çabalarıdır. ‎Bu çabalar sadece haber desteğiyle başarıya ulaşmayacaktır.

Açık siyaset yapan ‎grupların bazı yöneticilerini sıcak savaşa girmeye zorlayacaklardır. Maliki ve Haşimi ‎gerilimi tam da bu amaçla inşa edilmiş bir gerilime benzemektedir. Aksi takdirde ‎suikastlar ve sabotajlar tek başına Irak halkını bir mezhep ve etnik çatışma içine ‎itemeyecektir. Çünkü geleneksel ve klasik kültür bütün halk kesimleri tarafından ‎özümsenmiştir. Zaten dokuz yıllık işgal boyunca olup bitenler bu kanaatimizi ‎doğrulamaktadır.‎

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Irakta geleneksel kültürden ve sosyal yapıdan ‎kaynaklanan çatışma alanları vardır. Bu çatışmaları; kabilecilik, küçük grup çıkarları, ‎eşkiyalık değerleri, kayırmacılık ve mafyavari değerler beslemektedir. Bunlar Irak halkı ‎arasında eskiden beri yaşanan çatışmalardır. Çağdaş manada kamusallaşmış ve ‎kitleselleşmiş etnik çatışmalar değildir. Hadise-i adiyedendir.

Modern manada ‎kamusallaşmış kitlesel etnik çatışmaların çıkma ihtimali o kadar yüksek değildir. Klasik ‎islam kültürü, geleneksel değerler, anti-emperyalis tutumlar halkı kaynaştırmaya ve ‎kardeşlik içinde tutmaya devam ediyor. Simulasyonlarla inşa edilen savaş kültürüne Irak ‎halkı direnmektedir. Karşı kültür muhtemelen kitlesel bir iç savaşın çıkmasına mani ‎olacaktır.‎

www.haciduran.com

Eskihisar’ın önemi ve ödül töreni

10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü dolayısıyla Gebze Belediyesi tarafından düzenlenen “Değişen Gebze ” konulu yarışmasının ödül  törenleri yapıldı. Ödül töreninin Eskihisar’da olması çok anlamlı. Eskihisar,  Türk Belgeselciliğin öncülerinden biri olan çizdiği resimlerle Türk resim sanatının dünyaya tanıtan, müzeciliğimizin kurucusu Osman Hamdi Bey’in resimlerini çizdiği evi ve mezarının olduğu yer.
Eskihisar, sadece Gebze ve Kocaeli için değil, Türkiye için çok önemli. Türk resim sanatı ve Türk müzeciliğinin Eskihisar’da yapılacak uluslararası etkinliklerle tüm dünyaya tanıtabiliriz. Üzülerek söylemek gerekirse bugüne kadar ne Kültür Bakanlığı ve ne de bölgemizdeki kurumlar bu konuda hiçbir etkinlik yapmadı. UNESCO 2010 yılını Osman Hamdi Bey yılı ilan etti. Ölümünün 100. Yıldönümü dünya çapında anıldı ama Eskihisar’da Osman Hamdi Bey’i mezarı başında sadece Gebze Gazetesi ve Devri Âlem Belgesel Program yapımı ekibi olarak biz andık.
Mimar Sinan Üniversitesi ise Müzede göstermelik bir tören yaparak çekip gittiler. Eskihisar sadece Osman Hamdi ile değil binlerce yıllık tarihi kalesi, ünlü Kartacalı Komutan Anibal’in tutsak olduğu yer olarak da biliniyor. Eskihisar’da Anibal’la ilgili çekilecek bir sinema filmi Eskihisar’ı dünya çapında bir marka, kültür merkezi yapabilir. 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü dolayısıyla Eskihisar’da düzenlenen bu etkinlik yukarıda saydığım nedenlerden dolayı çok anlamlı ve önemli.  Buradan Kocaeli Valisi Sayın Ercan Topaca ve Kocaeli Büyükşehir Belediye başkanı Sayın İbrahim Karaosmanoğlu, Kültür Müdürü ve diğer yetkilileri çağrıda bulunmak istiyorum. Eskihisar ile ilgili ulusal ve uluslararası düzeyde kültürel etkinlikler yapılabilmesi için çalışmalar başlatılmalıdır. Eskihisar’ı dünya çapında tanınacak Kocaeli ve Gebze bölgesini tarih, kültür ve sanatta merkezi konu getirilmelidir.
ESKİHİSAR BELGESEL SİNEMA FESTİVALİ
Biz her şeyi devletten bekliyoruz veya birileri yapsın biz sonra bakarız diyoruz. Aslında yapacağımız çok şey var. Bizlerde birey olarak çok önemli şeyler yapabiliriz. Deyim yerindeyse ” herkes evinin önünü süpürse çöpçüye ihtiyaç kalmazmış!”  Herkes üzerine düşen görevi yapsa çok önemli hizmetler gerçekleşmiş olur.
Bu bakımdan bu düşüncelerle yıllardan beri hayalini kurup planını yaptığım, “Eskihisar Belgesel Sinema Filmleri yarışması” düzenlemek için harekete geçtim. Kültür Bakanlığına bu konuda  proje vermek istiyorum. Öncelikle bu projeye Kültür Bakanlığı sahip çıkmalıdır. Adana’da Altın koza Film yarışması Antalya’da Altın Portakal Film yarışması, Bursa ve Safranbolu Belgesel Film yarışmaları bizler gibi birkaç gazetecinin öncülüğünde başlamıştı.
Ben inanıyorum ki başlatacağımız bu çalışma çok büyük destek görecek Eskihisar Belgesel Sinema Filmler yarışması gelecekte uluslararası boyutta ün kazanacak ve dünya çapında belgesel sinema filmleri bu yarışmaya katılacaktır. Hiç bir destek görmesem de kendi çapımda bu çalışmayı bu yıl başlatma kararı aldım. Sonuna kadar da takip edeceğim.
GAZETECİLER ÖDÜL TÖRENİ
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü dolayısıyla Belediyenin düzenlediği haber ve fotoğraf yarışması bir ilk olması açısından önemli. Bugüne kadar böyle bir yarışma düzenlenmedi. Keşke daha önceki belediye başkanları da bu tür yarışmalar düzenleyebilseydi. Eksiği ve fazlası ile böyle bir yarışma düzenlediği için ve böyle bir ilki gerçekleştirdiği için Sayın Belediye Başkanı Adnan Köşker’e teşekkür etmek istiyorum. İlkler önemlidir. Gelecekte diğer belediye başkanları ve meslek odası başkanları da yarışmalar düzenler. Örneğin Gebze Ticaret Odası Başkanı Sayın Nail Çiler’den 2011 yılı ile ilgili Gebze, Dilovası, Darıca ve Çayırova bölgesindeki gazeteci, radyocu ve televizyoncu arkadaşlarımızın katılacağı bir yarışma düzenlemesini istiyor ve bekliyorum.
Ödül töreninde bana da söz verildi. Konuşmamda vefanın önemini vurgulayarak, bu gecede sadece bugünkü gazetecilerin değil Türk Basın Tarihinin ilk gazetecisi ve belgeselcisi Evliya Çelebi’yi, ilk kültür ve sanat belgeselcisi Osman Hamdi’yi, Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası Kocaeli basınını, Gebze Basın Tarihi’nin ilk gazetesini 1951 yılında Gebze’nin Sesi Gazetesini kuran Emin Polat’ı, Hayri Macar, Ragıp Demirkol ve Şükrü Yüksel gibi gazetecileri de anarak vefa borcumuzu ödediğimizi dile getirdim.
Ödül töreninin benim için ayrı bir anlamı var.  Gebze Gazetesi ve Devri Âlem Programının öne çıkmayan isimsiz kahramanı Emre Kahraman’ın fotoğraf dalında örül alması beni gerçekten duygulandırdı. Bugün bir çok TV’de beğeni ile izlenen Devri Alem programlarının kamera görüntüleri ve fotoğraf çekimini Emre yaptı.  Daha 14 yaşında kendisiyle Aralık ayında 3 metrelik karda Sarıkamış Allahu Ekber dağlarında Sarıkamış belgeselini çektik. Gazetemiz muhabirlerinden Ömür Kavran’ın 2 ödül birden alması ise mutluluğumuza mutluluk kattı. Emre ve Ömür’ün şahsında ödül alan tüm gazeteci arkadaşlarımı kutluyor, başarılar diliyorum.

Kara şallı demokrasi!..

Nihat Erim, 30 Mayıs 1946 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayınladığı yazısında aynen şu ifadeyi kullanır;

“Sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde, bunu gidermenin yolu, bir müddet için hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek ve yukarıdan aşağı bir otorite tesis etmektir.”

Ezcümle; “Demokratik hak ve özgürlükleri askıya almak!”

1946 yılının ülke ve dünya koşullarında bu yaklaşım pek yadırganmamış olabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkılmış, Demokrat Parti’nin siyasal rekabeti başlamış, yokluk yılları, vs…

Peki ya bugün?

21. yüzyılda “demokratik hak ve özgürlükler” eksiksiz kullanılabiliyor mu?

Hukuk Devleti’nin ve demokrasinin “olmazsa olmaz koşulu” Güçler Ayrılığı ilkesi uygulanıyor mu?

Yani; Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri ayrı ellerde mi?

Ne yazık ki hayır!

Meclis’te çoğunluk olan AKP, “Kanun Hükmünde Kararnameler” ile Yasama organı olan Meclis’i bir kenara itiyor!

Meclis’in aynı zamanda “DENETİM” görevi var; siyasal iktidar denetlenebiliyor mu?

Bu sorunun yanıtı da olumsuz…

Başka?

Muhalefetin her eleştirisine şiddetle tepki gösteriliyor.

Basın, bir iki istisna dışında susturulmuş!

Deprem bahane edilerek, en büyük ulusal bayram olan Cumhuriyet Bayramı kutlamaları iptal ediliyor! Ama bunu iptal edenler aynı gün şaşaalı düğünlerde boy gösteriyor!

19 Mayıs “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” etkinlikleri yurt genelinde iptal ediliyor ve Ankara’ya hapsediliyor!

AKP’ye, NATO’ya, ABD’ye ve bir cemaat liderine yönelik eleştiri yapan, yazan, çizen, konuşan hemen herkes “tutuklu!”

Atatürk’ü tarih sahnesinden silmek için, hem de Meclis çatısı altında “Yunan Savaşı olmadı, Milli Mücadele palavra” demeye cüret edenler bile çıktı!

Bir Trabzon Milletvekili açıkça “Geçen yılın şampiyonluk kupasını almak için çok ince ayarlı çalışma yapıyoruz” diyor, bir iki köşe yazarı dışında kimsenin gıkı çıkmıyor!

Sözde, her türlü darbe girişiminin hesabı soruluyor ama “27 Nisan 2007 e Muhtırası” nı Başbakan “Muhtıra olarak kabul etmiyorum” diyor!?  Oysa, tam seçim öncesiydi ve AKP lideri ve kurmayları seçim çalışmalarında  bu muhtırayı çok güzel kullanmışlar, bu muhtıra sayesinde  oluşan “tepki oyları” AKP’ye seçim garantisi olmuştu!

Sonra, bu muhtıranın sahibi Büyükanıt ile meşhur “Dolmabahçe Özel Toplantısı” yapılmış ve ne konuşulduğu açıklanmamış, emekli olduktan sonra Büyükanıt’a lüks ve çok pahalı, zırhlı bir araç tahsis edilmişti!..

Başbakan, “Ortadoğu’nun lideri” olma iddiasında yüksek perdeden siyaset yaparken; yeni yıl ile birlikte gelen yeni dolaylı vergiler ve harçlar, dar ve orta gelirli halkın canına okuyor!

Emekliler “İntibak Yasası” beklerken, Milletvekillerine ve milletvekili emeklilerine fahiş zamlar çıkarılıyor!

Sağlıkta herkesin pirim ödemek zorunda kaldığı, sağlığı “ticari meta” haline dönüştüren düzenlemeler yapılıyor.

“Yüksek harçları” protesto eden öğrenciler coplanıyor, iki yıla yakındır tutuklu bulunuyor, Deniz Feneri sanıkları salınıyor!?

Yayınlanmamış kitabı yüzünden gazeteciler cezaevlerinde çürütülüyor.

“Terör suçu” ile tutuklanan insan sayısı hızla artıyor!

Çünkü, pek çok şey terör kapsamına alınmış!

Bu ülkede artık Yargı’ya da yargıçlara kimse güvenmiyor!

Yargıçların, emniyet mensuplarının, Vali ve Kaymakamların “gümüş yüzüklü” olup olmadıkları araştırılıyor!

Economist Intelligence Unit’in demokrasi endeksinde Türkiye, bazı Afrika ülkelerinin de gerisinde, 88. Sırada ve “Melez Rejimler” arasında sayılıyor!?

Kimilerine göre “İLERİ DEMOKRASİ” düzenine geçtik!

Ama, gerçek şu ki; demokrasimizin üzerine kapkara bir şal örtülmüş!

Kimileri farkında, kimileri ise Gülhane Parkı’nda!