17.8 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1066

Sebep Olan Yapan Gibidir

Otuz yılı aşkın vatanımız, yurt sathında dökülen kanlara ve ölen, yaralanan insanların elim ve feci durumlarına sahne ve şahit olmaktadır. Askerlerimiz, öğretmenlerimiz ve polislerimiz şehit olmakta, sivil vatandaşlarımız kurban edilmekte.

Devlet, dış ülkelerin oradan üfleyerek, burada oynattığı tarih ve din cahili gafil gençlerimize yaptırdığı vahşiyane ve gayri insani hareket ve faaliyetlere son vermek için, büyük bir gayret içinde elinden gelen maddi – manevi bütün imkanlarını seferber etmiş durumda.

Tabiatiyle yurt içi savunması olması hasebiyle vaziyet çok nazik ve hassasiyet arzetmektedir. Devlet istemese de, kurunun yanında yaş da yanmakta, vatandaş sırasında zaruret gereği yerinden yurdundan edilmekte, perişan bir hale düşmekte, geçim sıkıntısı ve barınma gibi zorluklara giriftar olmaktadır.

Şüphesiz bu durum herkesi rikkate getirmekte, üzmekte ve rahatsız etmektedir. İşte bu ahval karşısında kalbler kan ağlıyor diye, sathi bir görüşün zebunu olarak bu içler acısı durumdan, devlet güçlerini sorumlu tutmamalı.  “Es-sebebü ke’l-fail.” / “Sebep olan yapan gibidir.”  Sırrına ters düşmemeli.

Çünkü bütün bu acı durumdan, sebep olanlar mes’ul ve suçludurlar. Devlet güçlerinin istemeyerek yaptıkları kusur ve meydan verdikleri zarardan onları mes’ul tutmak çok yanlış olur. Zaten Türkiyemizi parçalamak isteyenlerin, gelmek istediği nokta budur.

Vatandaş’ın saf, temiz merhamet duygularını harekete geçirerek, sanki bu duruma devlet sebebiyet veriyormuş  gibi düşündürmek ve onun temiz, ulvi hisleri arkasına sığınarak, hain emellerini vatandaşın gözünden saklamaktır.

Unutmayalım  ki, sadece hadisenin dış görünüşüne bakarak hüküm verirsek, çok yanılırız. Bu takdirde, biz hadiseye değil, hadise bize hakim olur. Bu ise olup biteni kördöğüşe benzetmemize yol açar. Yavaş yavaş devlete bahane bulmaya çalışır. Manevi desteği ondan  kesmemize sebep olur.

X

Netice olarak güvenlik güçlerimizin, kendilerine olan güveni zedelemiş, onların azim ve iradelerinde gedikler açmış oluruz. Velhasıl, “Sebep olan yapan gibidir.” Sırrı bize ışık tutmalı.  Herşeyden sorumlu olarak teröristleri bilmeli. Son vatan parçasının bölünmek ve parçalanmak istendiği unutulmamalı. Kurtlar sofrasında oturanları hatırlamalı. Sabırsızlık göstererek; hadiselerin yanıltıcı zahiri görüntüsüne kapılmamalı. Bindiğimiz dalı kesmemeli. Bütün varlıklarıyla vatan, millet ve devlet yolunda can veren şüheda ruhlarını rencide edip incitmekten sarfı nazar etmeli. Aynı yolda vatan savunmasında bulunanları tereddüde düşürmekten şiddetle uzaklaşmalı. Hasılı kelam; oyuna gelmekten dikkatle kaçınmalıyız.

 

 

 

Sistem Sistem Dedikleri

Son zamanlarda bir “sistem”dir lafı aldı yürüdü. Herkes sistemden şikayetçi. Sistemin tıkandığından bahsetmekte. Çıkış yolu bulmak gerektiğinden dem vurmakta.

Bu konuda insanımız, hem haklı hem de haksız. Haklıdır, gerçekten bir tıkanma söz konusu. Haksızdır, zira sistemin işlerliğine halel gelmesinin asıl sorumlusu bizzat kendisi. Çünkü kanun, tüzük ve yönetmeliklerin tatbikatında gevşek davranmakta. Kanuni müeyyidelerin gereğini yerine getirmemekte. Getirmesi icab ettiğinde ise, bunu yasak savma kabilinden yapmakta.

Halbuki kanun, tüzük ve yönetmelikler tatbik etmek içindir. Eğer sistemin yürümesini, işlerin görülmesini ve zaman kaybını önlemek istiyorsak, sistemin ön gördüğü yaptırımlar, mutlaka tatbik mevkiine konmalıdır.

Şayet günümüz ihtiyaç  ve şartlarına elverişli ve uygun değilse, yine gereğini yerine getirmeli, bu yüzden işlerin aksamasına fırsat vermemeli. Çünkü en kötü sistem, sistemsizlikten iyidir. Tıpkı en kötü metodun, metodsuzluktan iyi olduğu gibi.

Kaldı ki, eksik nakıs da olsa, bir metod er – geç sonuca ulaştırırken, metodsuzluk yerinde saymak olup, hiçbir neticeye eriştirmez.

Kanunlar; gerektiği şekilde tatbik edilip, hayatın mutad akışı sağlanırken; diğer taraftan Meclis; günün şartlarına cevap vermeyen etkisiz, güçsüz ve yetersiz kanunları tebdil, tağyir ve ta’dil edip, gereken değiştirme ve düzeltmeleri ivedilikle yapmalı.

En büyük hata; keyfi yorumlara tabi tutarak, düşüncelerine  göre yanlış buldukları kanunları tatbikde gevşeklik göstermek, işi sürüncemede bırakmaktır. İyi niyetle yapılmış olsa da, bu davranış; işlerin yürümesini engellemekte, hayatın felç  olmasına sebebiyet vermektedir.     Kısaca tatbik ediciler, kendilerini kanun yapıcılar yerine koymamalı! Varsa aksaklık   tatbikten geri kalmamak şartiyle-  durumu bir rapor halinde ilgili mercilere yazmalı. Kendilerine emanet edilen kanunları uygulamakla yükümlü olduklarını asla unutmamalılar.

Zira kanunlar; yürürlükte olduğu müddetçe  -ister beğenilsin ister beğenilmesin-  herkes layıkı veçhile tatbik etmekle mükelleftir. Değiştirilmesi söz konusu diye, onları hayata geçirmekten sarfı nazar etmemeli.

Asıl yanlışlık ise;  yerinde ve zamanında ivedilikle kanunları uygulamayanlarla, tatbikte ortaya çıkan aksaklıklar doğrultusunda, kanunlarda lüzumlu düzeltme ve değiştirmeleri zamanında yapmayan kanun koyuculara aittir.

Demek ki, bütün mes’ele, sadece sistemden değil, bilakis insan unsurundan da kaynaklanmakta.

 

Terörle Mücadeleye Nasıl Bakmalı

Otuz yılı aşkın bir süredir, Türk Devleti terörle mücadele içinde. Türkiye Cumhuriyeti hukuk çerçevesinde kalarak, vatanı terör belasından korumaya çalışıyor. Devlet; Asker, Özel Tim, Polis ve Halkı’yla el ele vermiş durumda. Yine Yedi Düvel’e karşı vatanı korumakta. Dün, hattı ve sathı müdafaa eden Kuvayı Milliye, bugün bütün imkanlarıyla sathı müdafaa etmekte. Adeta karış karış vatanı savunmakta. Kendinden emin bir şekilde sonuca doğru gitmekte.     Bütün bunlar olurken, üstelik güvenlik güçleri aktif hale gelmiş; terörün üstüne kanı ve canı pahasına yürür; bu uğurda şehit verirken; bazı yazar çizer takımının, pişmiş aşa soğuk su dökercesine laflar etmesi çok üzücü.

Bu kimseler, yılların zayiat dökümünü yaparak, bu şekilde bir yere varılamayacağını, silahı bırakmak gerektiğini nazara vermekte, iki tarafa da merhamet(!) kanatlarını  gererek, güya hamilik taslamakta.

Halbuki:  “Aç canavara tahabbüb, onun iştihasını kabartır!”  Yani aç canavarı sevmeye kalkmak, onun iştahını artırmaktan başka bir işe yaramaz.

Sanki Devlet; binlerce askerini kış – yaz demeden, gece – gündüz dağa taşa sürmekten; sanki Devlet bunca şehit vermekten; kandırılmış sayısız gencin, kurşunlara hedef olmasından çok memnun.

Hemen belirteyim ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, görünüşteki bir kısım teröristle değil, aslında bütün bir dünya ile uğraşmakta. Terör ve Teröriste el altından maddi – manevi her türlü desteği veren, sureta dost görünümlü ABD, Almanya, Fransa, İngiliz, Rus, Belçika, Hollanda, Norveç , Yunanistan ve geçmişte Suriye gibi devletlerle boğuşmakta. Olmak veya olmamak mücadelesini sürdürmektedir. Çünkü onlar, oradan üflüyor; bunlar, burada oynuyor!

Devlet bütün imkanlarıyla, pişman olacak teröristlere kucak açmış vaziyette.  Onları bu yanlış tutum ve lüzumsuz gidişattan vazgeçirmek istiyor. Ne var ki, davul bizim boynumuzda, tokmak onlarda olduğu müddetçe; yani terör Batı’dan teşvik ve destek gördükçe; bu iş biraz uzayacağa benziyor. Fakat er geç Devlet Batı’nın rağmına; bunun da üstesinden gelecek. Halkın huzur ve sükununu teminde fazla gecikmeyecektir. Kaldı ki, gecikmesi devletin aczinden değil, mes’elenin nazikliğinden kaynaklanıyor.

Öyleyse ümitsizliğe düşmenin alemi yok! Sadece biraz sabır gerek. Tıpkı ciğere yerleşen bir mikrobu yok etmenin yolu, ona kurşun sıkmaktan değil; kola iğne yapmaktan, iyi gıda almaktan ve hava değişikliğinden geçtiği gibi.

Çünkü devlet, teröristin yaptığını yapamaz değil, yapmaz. Zira terörist gaye için her şeyi meşru ve mübah görür! Devlet ise görmez. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti; maziden tevarüs ettiği İnsani Büyük Devlet olmanın gereği, hem haklı olmak hem de hak yolda bulunmakla mükellef. Yani bu Devlet-i Ebed Müddet; hem davası, hem de metodunun hak olmasıyla yükümlü.

Eminim ki, Batılı Devlet Adamları bir araya geldiklerinde hayretlerini dile getiriyor ve nasıl oluyor da bizler dışarıdan, teröristler içeriden bunca maddi – manevi destek ve yardımlara rağmen, Türkiye kalesinde bir gedik açamıyoruz diye hayıflanıyorlardır.

Merak etmeyin Batı’nın hevesi kursağında kalacak. Çok geçmeden destek verdikleri teröristler ayaklarına dolaşacak. İşte asıl o zaman bu devlet; milletiyle beraber, geniş bir nefes alacak. Türkiye’de birçokların başları da, mahçubiyetten önlerine düşecek.  “Men dakka dukka.”                            

Rauf Denktaş’a Son Görevimizi Yaparken Gördüklerim

Kıbrıs Türklerinin ve dünya Türklüğünün efsane lideri merhum Rauf Denktaş‘ı ebediyete uğurlamak için 17 Ocak günü Kıbrıs’a gittik. Benim aynı zamanda Kocaeli Aydınlar Ocağı‘nı temsilen Başkan olarak katıldığım bu seyahatte yol arkadaşım, eski başkanlarımızdan İlim İstişare Kurulu üyemiz, Dr. İbrahim Kahraman‘dı. Büyük devlet adamımıza son görevlerini yapmak için, bu seyahate başka katılmak isteyen arkadaşlarımız da oldu. Ancak uçak bileti bulmakta yaşanan sıkıntı sebebiyle gelemediler.

Sabiha Gökçen Havalimanı’nda aynı maksatla Kıbrıs’a gitmek için gelen değerli dostumuz, Türk Eğitim Sen Kocaeli Şube Başkanı Süleyman Pekin, Türk Eğitim Sen yöneticilerinden Recep İmamoğlu ve Mevlüt Belen ile karşılaşınca Kocaeli kafilesi beş kişi olduk.

Ercan Havalimanından Lefkoşa 27 km mesafede. Taksi ile 20 dakikada Lefkoşa’ya geldik. Cenaze namazı, tarihi bir katedralden camiye çevrilmiş Selimiye Camii’nde kılınacağı için Caminin etrafında güvenlik tedbirleri alınmıştı. Camiye sadece protokol ve misafirler girebilecek denildi. Kocaeli’den geldiğimizi, protokol listesine adımızı yazdıracak zaman bulamadığımızı söyleyince bizi protokolün bulunduğu Cami avlusuna aldılar.

Cenaze gelinceye kadar Camiye girdik. Namaz vaktine kadar cemaat doldu. Son olarak Türkiye’den gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, M.Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ve KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu‘nu, DP Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek‘i cemaat içinde görebildim.

Sonradan öğrendiğimize göre geldikleri halde kalabalık arasında bizim göremediklerimiz arasında Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, eski Genel Başkan Deniz Baykal, KK Komutanı Hayri Kıvrıkoğlu, DSP Genel Başkanı Masum Türker de varmış.

Cami avlusu küçük olduğu için cenaze namazını cemaatin çoğu Cami içinde kıldı. Sonra yarısı Türkiye Cumhuriyeti Bayrağı, diğer yarısı KKTC bayrağına sarılı tabut önde, cemaat arkada 7 km süren bir yürüyüş başladı.

Yol boyunca evler ve işyerlerinde Türkiye Cumhuriyeti Bayrakları ile birlikte asılmış KKTC bayrakları, Denktaş posterleri, “Unutmayacağız,” “Seni ve Cumhuriyetimizi sonsuza kadar yaşatacağız“, “kalbimizdesin” “şehit abime, babama, dedeme selam söyle” gibi ifadelerin yer aldığı posterler eşliğinde devam eden bir kortej.

Önce, eski Lefkoşa’nın daracık kıvrımlı sokakları, daha sonra şehrin yeni bölümlerinde, daha geniş caddelerde devam eden yürüyüş. Top arabasına alınan tabutun arkasından yürüyenler en önde oğlu Serdar Denktaş ve diğer aile yakınları, arkasından binlerce kişi.

Biz de bu binlerin arasında zaman zaman tanıdıklarımızla karşılaştık. Bunlardan bir kısmıyla kısa sohbetlerle, bir kısmıyla selamlaşmalarla duygu paylaşımında bulunduk.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yanında Oktay Vural ve kalabalık bir ekiple yürüyordu. DP Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek, BBP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Günhan (Genel Başkan Mustafa Destici de kalabalık içinde imiş ama biz karşılaşamadık.)

Cüppeleriyle gezen bir grup din adamı dikkatimizi çekti. Kıbrıs Diyanet yetkilisi ve Selimiye Camisi imamının yanında Gümülcine’den gelen Batı Trakya Müslümanlarının Lideri bulunmaktaydı. Bu cüppeli imamları gören bir vatandaş, Kuzey Kıbrıs’ta papaz cüppelerinin yerine imam cüppelerini görmekten duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Binlerce kişilik kortej yürürken kenarda yol boyunca sıralanmış Lefkoşalılar duygularını belli eden yüz ifadeleriyle izledi.

Cenazenin defnedildiği Cumhuriyet Meydanı, Türk Mukavemet Teşkilatı Anıtı’nın karşısında geniş bir alan. Bu alan ileride yapılacak anıt mezar için çok uygun genişlikte.

Defin ve sonrasında yapılan dua bitinceye kadar kalabalıklar meydanı boşaltmadı. Defin esnasında görebildiğim ünlüler arasında KKTC eski Cumhurbaşkanı M. Ali Talat, Başbakan Yardımcımız Beşir Atalay, SP Genel Başkanı Mustafa Kamalak, Merhum Alpaslan  Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş de vardı.

KKTC’de konuştuğumuz herkes Rauf Denktaş’ın çok büyük bir devlet adamı olduğunu, bu bayraklar dalgalanıyorsa, minarelerden ezan duyuluyorsa en çok Rauf Denktaş’ın sayesinde olduğunu ifade ediyordu.

Ercan Havalimanı‘ndan Lefkoşa‘ya getiren taksinin şoförü Gökhan, Adana’dan on sene önce 18 yaşında iken kalkıp gelmiş. Denktaş olmasaydı kaderinin başka türlü olacağını Kıbrıs’ta kendine seçtiği hayatı yaşayamayacağının farkındaydı. Girne ve Magosa’dan sonra Larnaka’yı sorunca “Larnaka bizim değil” derken vatanın ne demek olduğunu yaşayarak öğrendiği belliydi.

Dönüşte Lefkoşa’dan Ercan’a götüren taksinin şoförü Erkin (babası Feridun Cemal Erkin’den dolayı bu ismi vermiş) yerli Kıbrıs Türklerindendi. Tam bir Rauf Denktaş hayranı idi. Denktaş’ın yerini dolduracak yeni siyasetçi yetişmemesinden yakınıyordu. “Adadan Türkler çıksın” diyen aşırı solcu grubu marjinal buluyor ve sevmiyordu. Bu vatanı kendilerine bırakan Rauf Denktaş’a dualar ediyordu. 390 bin nüfuslu bir küçük devlette bu kadar çok siyasi parti olmasından, Denktaş’ın fikrine yakın olan partilerin bölünmesinden şikâyetçi oldu.

(Bu arada KKTC’de trafik İngiliz usulü soldan işliyor. Araçların çoğu sağdan direksiyonlu, bir kısmı ise soldan direksiyonlu. Soldan akan trafikte yaya olarak karşıya geçerken bakılacak yönü şaşırdığım için tehlike de yaşadım.)

Minibüste karşılaştığımız bir KKTC vatandaşı, 1974 öncesi yaşadıklarını Lefkoşa’nın geçmekte olduğumuz bölümlerinde “şurası Rumların karargâhı idi. Şurası Türk bölgesiydi. Şu binanın üstüne koydukları makineli tüfekler sayesinde bizim bölgeyi işgal edip, bir subayımızın ailesini banyoda şehit ettiler” diye bilgiler verirken aynı heyecanı yaşıyordu. Meğer Lefkoşa’nın içinde oluşan adacıklarda Türkler ve Rumlar ayrı yaşarlarmış.

Minibüste tanıdık birine benzettiğim zata kim olduğunu sorunca “Ben Hasan Basri Özbey, İşçi Partisi Genel Başkanı” cevabını verdi. İşçi Partisi küçücük KKTC’deki çok sayıda partiden biriymiş.

Havalimanına dönmeden tekrar Selimiye Camisine geldik. Kırşehirli İmam Mahmut Toprak‘ın imamlığı, Dr. İbrahim Kahraman’ın müezzinliği ile akşam namazını kıldık. İmam Mahmut Toprak bize Rauf Denktaş için yaptırılmış helvalardan ikram etti. Helvaları yaptıran ise hepimizin ismini yakından bildiği bir kişi, Besim Tibuk. Eski Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Tibuk, şimdi siyasetin dışında ama Lefkoşa’nın en büyük otellerinden biri olan Merit Otel’in sahibi.

Rauf Denktaş’ın çok farklı kesimlerden insanları bir araya toplayabildiğini gördük. Birbiriyle zıt görünen nice insan Rauf Denktaş’a saygıda ve O’na vefa göstermede birleşmişti. Bunun sebebi herhalde Rahmetlinin ortak değerlerimizin bir kahraman temsilcisi olması ve O’nun güleryüzlü, dost ve cana yakın mizacı olsa gerek.

Dönüşte böyle bir “ulu çınara” karşı son görevimizi yapmış olmanın huzuru ve fakat O olmadan Kıbrıs davasının aynı başarıyla savunulmasının sürdürülebileceği konusundaki endişelerimizle baş başa kaldık.

Bu imanlı Türk büyüğünü Allah’ın rahmetine tevdi ederken, davasına sahip çıkabilmemizi diliyorum.

 

 

Bid’at, Hurafe ve Batıl İnançlardan Sakınmalıyız

Yüce Rabbimizin, biz insanlara mutluluk yollarını göstermek için din olarak seçip gönderdiği İslam,  en son ve en mükemmel dindir. Allahu Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de; “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip, O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti” (En’am, 6/153) buyurarak dosdoğru yol olan İslam’a uyulmasını emretmiştir. Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir inanç ve görüşe itibar edilmemesi gerektiğini belirtmiş, bâtıl inanç ve âdetlere yönelmekten bizleri sakındırmıştır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), insanlara dünyada huzur ve mutluluğun, ahirette de ebedî kurtuluşun kapılarını açan İslam dininin Allah’tan geldiği şekliyle, bozulmadan varlığını devam ettirmesi için çok büyük gayret göstermiştir. Kendisinden sonra İslam’ın inanç, ibadet ve ahlâkî değerlerinin korunması için de Kur’an-ı Kerim’e ve sünnetine sımsıkı sarılmamızı emretmiştir: “Size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde asla dalalete ve sapıklığa düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve Allah Resûlünün sünnetidir.” (Hâkim, el-Mustedrâk, 1/93)

Bid’at; örneksiz bir şey yapmak, yepyeni bir iş ortaya koymak, umumî kanaate aykırı davranışta bulunmak ve daha evvel benzeri olmayan bir şeyi icat etmek gibi anlamlara gelir. Sonradan ihdas edilen her türlü yeniliklere bid’at denilmesi caiz olmakla birlikte, bu kavramın zamanla dinî konularda fazlalık veya noksanlık olarak telakki edilen davranışlar için kullanılmasının teâmül haline geldiği görülmektedir. Istılah bakımından bid’at; dinin aslından olmayan ve şer’î delillere istinad etmeden sünnete aykırı olarak icad edilen şeylerdir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay. Sh. 72)

Yaygın olan görüşe göre; Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra ortaya çıkarılan her şey bid’at değildir. Sonradan ortaya çıkarılan herhangi bir âdet ve davranışın bid’at olabilmesi için dinden sayılması, ibadet niyetiyle yapılması şarttır. Dinimizde ibadetlerin yapılış şekli, yeri ve zamanı Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından çok açık bir şekilde belirlenmiştir. Bunların hiç kimse tarafından, hiçbir nedenle değiştirilmesi, başka şekillerde gösterilmesi mümkün değildir.

Sözlükte, “dinî bilgiler ve kaideler arasına karışmış yanlış, bâtıl inanç” olarak geçen hurafe; hiçbir mantıkî temeli olmayan, akla ve gerçeğe aykırı düşen, din adına ileri sürülüp benimsenen bâtıl inanç ve davranışları ifade etmektedir. Gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan inanç ve uygulamalar, iyilik veya kötülük getirebileceğine inanılan kuvvetler için kullanılır. Genellikle sihir, büyü ve bunlarla alâkalı inançlar da hurafe terimiyle ifade edilir. (TDV. İslam Ans. C. 18, Hurafe Bahsi)

Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra İslam’ın geniş coğrafyalara yayılması ve yeni toplumlarla karşılaşılması sonucu kültürel etkileşimler meydana gelmiştir. Yeni Müslüman olan bazı toplumların, eski dinlerinden kalan gelenek, görenek ve alışkanlıklarını sürdürmeleri, Müslüman toplumlarında bid’at ve hurafelerin doğuşuna sebep olmuştur. Daha sonra aslî kaynaklardan doğru bilgi sahibi olmayan ve din üzerinden menfaat sağlamaya çalışan insanların cehaletinden istifade ederek din adına ortaya yalan yanlış şeyler çıkarması bid’at ve hurafelerin hızla yaygınlaşmasına yol açmıştır.

En yaygın olan bid’at ve hurafelerin bazıları şunlardır: Nazar boncuğu takmak; fala ve yıldıznameye baktırmak;  türbelere bez bağlamak, adakta bulunmak ve kurban kesmek; türbelerde ve kabir başlarında mum yakmak; yatırlardan medet beklemekkurşun döktürmek; bazı kuşların ve bazı günlerin uğursuz olduğuna inanmak; hayvan ulumasından ve baykuş ötmesinden çeşitli manalar çıkarmak; evlere at nalı, hayvan boynuzu asıp menfaat sağladığına inanmak; muska yazdırmak, büyü yaptırmak vb.

Bid’at ve hurafe dinimizin büyük günah saydığı sapık inanç ve davranışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.),  bid’at sahibinin ibadetlerinin kabul edilmeyeceğini (İbni Mâce, Mukaddime, 7/                                                        49) bildirmiş ve   “Biliniz ki sözün doğrusu Allah’ın kitabı, yolun hayırlısı da Muhammed’in yoludur ve işlerin en kötüsü de sonradan ortaya çıkan bid’atlerdir. Her bid’at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler” (Müslim, Cuma, 43) buyurarak bizi bunlardan sakındırmıştır.

Dinî inançlarımıza uymayan, inancımıza, ibadetlerimize zarar veren ve toplumsal hayatımızda onulmaz yaralar açan bid’at ve hurafelerden sakınmalıyız. İnsanlarımızın zaaflarından yararlanarak bâtıl inançlar üzerinden menfaat sağlamak isteyen istismarcılara fırsat vermemeliyiz.

 

 

Tehlikeli Yazılar

Zaman zaman, basında, bazı köşe yazarlarının tehlikeli yazılarıyla karşılaşıyorum. Şahsen üzülmek ve hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Samimiyetle kaleme alındığına inanıyor; fakat muhakemeli olarak yazıldığını sanmıyorum. Bunu da üç şeye bağlıyorum:

Bir: Yakın Tarih’i ayrıntılarıyla bilmemek; bilse de yanlış yorumlamak.

İki: Milletin inancını kavrayamamış olmak veya tam olarak yerine oturtamamak.

Üç: Batı’yı Türkiye ve Türkler’e karşı ilgisiz sanıp, iç – dış sorunlarda suçu hep kendi devletine yüklemek.

Basında yanlış gördüğüm fikir ve düşüncelerden biri: Türkiye’nin  “çok kültürlü”  bir yapıya, resmen geçiş yapmasının, ısrarla istenmesidir. Düşündürücü ve tehlikeli olan husus: Kendi halinde tabii bir görünüm arzeden bu duruma resmiyet kılıfı geçirilerek, Türkiye’nin yamalı bir bohça kılığına sokulmak istenmesidir.

O zaman Türkiye’de bütün dertler bitecek, ortalık süt-liman olacak! Öyleyse Türkiye mozaik görüntüsüne dönüştürülmeli! Her bölge birbirinden ayrı ve kopuk olmalı! Her yöre, bağımsız bir görünüm kazanmalı! Klasik tabirle Tavaif – i Müluk / Devletçikler denen küçük küçük devletler türemeli! Yani önce Türkiye parça parça bölünmeli, sonra da bir araya gelerek birlik teşkil etmelidir.

Tıpkı, sağlam bir insanın uzuvlarını kesip ayıracak; sonra da birleştireceksiniz ve karşısına geçip; işte şimdi asıl sıhhatine kavuştun! İşte şimdi sapa sağlam oldun! Denilmesi gibi.     Hemen belirteyim ki, Türkiye mozaik / karışım değil; terkiptir. Bazıları doğuşları ile olmasa bile, bütün halk; oluşuyla tek bir millet, tek bir yürektir. Oluşunun ise, iki dayanağı vardır. Din ve Dil. Çünkü Din, Dil bir ise Millet birdir. Sadece Din bir ise, Millet yine birdir.

Bu Millet’in Din’i İslamiyet, Dil’i ise Türkçe’dir. Türkçe’yi bilmeyen yok gibidir. Varsa da, yöresel diline ek olarak, ortak lisan Türkçe’yi öğrenmesi lazımdır. Tabii bunda en büyük görev devlete düşmektedir.

Çünkü istikbal / gelecek; İslam Alemi’ni ve Türk Dünyası’nı arkasına alacak olan bir Türkiye’nin ve Türkçe’nindir. Dünya bir şehir hükmünü almış; her eve radyo ve televizyon girmiştir. Türkçe yayınlardan herkes yararlanabilmektedir.

Kaldı ki, Türkiye’de tabii ve yöresel olarak görülen folklorik mahiyetteki farklılıklar çakıl taşları; Türkiye’yi halkıyla bir bütün ve tek bir vücut yapan vasıf ve nitelikler ise, Uhud dağı hükmündedir. Uhud dağı çakıl taşlarıyla değiştirilmez.

İşte Uhud dağı değerindeki birlik cevherlerimiz: Bu milletin Allah’ı bir, Peygamber’i bir, Kitabı bir. Mihrab’ı, Minber’i, Kıblesi bir. Bayrağı, Vatan’ı, Devleti bir. Bir bir bir; bu sayısız aynilikler; bir ve bütün olduğumuzun yani birliğimizin nişane ve tapularıdır.

Unutmayalım ki, Yüce İslam Dini, aynı doğuşta olanlardan ziyade, aynı oluşta olanların dinidir.

Velhasıl, Türkiye’de herkes müslümandır. Müslümanlar ise kardeştir. Çünkü:

“İnneme’l – mü’minune ihvetün.” / “Ancak, inananlar kardeştir.” (Hucurat: 10)

 

 

Rehber İnsan Bilge Devlet Başkanı Rauf Denktaş’ı Uğurlarken

Kıbrıs Türk halkına rehberliği ile millet olma şuurunu vermeye çalışmış, bilgeliğinin verdiği ilham, azim ve iradesinin gücü ile Bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çok önemli emekleri olan Sayın Denktaş’ı hakkın rahmetine teslim ettik.

Ülkemizin ve İzmitimizin karlı-kışlı bir gününde yavru vatan Kıbrısımızın baş şehri Lefkoşe’de ki cenaze merasiminin muhteşemliğine katkı verircesine yarı güneşli uygun bir havada  kadın erkek her yaştan Kıbrıs Türkleri’nin yoğun iştirakı olmuştu. Anavatan Türkiye’den de çok sayıda insan bu güzel devlet adamına karşı vazife yapma  duygusu ile orada idi. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Meclis Başkanımız Sn Cemil Çiçek, Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, diğer siyasi parti liderlerimiz ( Sn Kılıçdaroğlu; Sn Devlet Bahçeli, Sn Namık Kemal Zeybek, Sn Mustafa Kamalak, Sn Numan Kurtulmuş ), Genelkurmaybaşkanımız ve birçok üst rütbeli subayımız, birçok sivil toplum örgütünün başkanları Lefkoşe Selimiye Camisindeki törene iştirak ile Türk Milleti’nin ona karşı olan sevgisini göstermişlerdir. Azerbaycan, Batı Trakya ve diğer  bazı Türk dünyasından gelen din adamlarımız dini kıyafetleriyle  bu uğurlamaya katılarak törene ayrı bir güzellik ve manevi zenginlik katmışlardır.

Lefkoşe sokaklarını dolduran büyük bir insan seli Sn Denktaş’ın naşını 10 km ye yakın bir mesafeyi yürüyerek defnedileceği alana getirmişlerdir. Cenazede birçok genç insanın elinde taşıdığı Denktaş’ın resmi ve onun altına yazılmış şiiri sanki Dede Korkut-Yunus Emre misali ‘Oğluma Öğütlerim’ adına Türk Milletine sanki bir mesaj vermekte idi.                                                                                                                

Oğluma Öğütlerim

Saat gibi durmadan,                        Çalış, uğraş durmadan
Gece gündüz çalışan,                       Bir gün olursun adam,
İnsanlar mesut olur                         Paraya kul olma sen,
Evladım buna inan.                          Oğlum ol hakka tapan.

Gıbta etme paraya,                          Herkese ol bir örnek,
Düşme sakın sefaya,                       Al herkesten görenek,
İşinde tutumlu ol                             Daima içinden inan,
Dayan daima cefaya                        Terbiye hayat demek.

İmanına dayan sen                          Sana vurana vurma,
Kuvvetine inan sen                           Fazla duygulu olma,
Fakat sakın saldırma,                       Bu dünyada cefa çok,
Ortada sebeb yokken                       Henüz doğmadan solma.  

Yalana sapma sakın                         Saat gibi durmadan, 
Düşmanlarından sakın                      Gece gündüz çalışan
Herkesi dost bil de sen,                    Temiz kalpli insan ol,
Daima güleryüz takın.                       İmrensin sana bakan.                                                                              

İşte hayat felsefesini duru bir  Türkçe ile yazdığı böyle bir şiir ile  anlatan ve bizlere vasiyet gibi bırakan bir Türk devlet adamıdır O . Mezarı bir numaralı üyesi olduğu ve Anavatana bağlılığını sevgi ile bağlılığını gösterircesine ‘Toros’ lakabını aldığı Türk Mukavemet Teşkilatı Anıtının olduğu Lefkoşe Cumhuriyet meydanındadır. Kuruluşuna büyük emekler verdiği, kurucu devlet başkanlığını yaptığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşaması dileğiyle mekanı Cennet olsun.

Büyük Düşünmek ve Büyük Adam Olmak

Kısa sayılabilecek bir sürede büyük bir servete sahip olan adama; televizyon röportajında sordular;

– Efendim, siz bu kadar kısa bir zamanda çok zengin oldunuz bu nasıl oldu? SİZ ÇOK MU AKILLISINIZ?
Adam güldü ve cevap verdi;

– Benim çok akıllı olmam değil önemli olan.. BEN BENDEN DAHA AKILLI ADAMLARI ÇALIŞTIRDIM…

Onları buldum, anlaştım ve çalıştırdım.  İşte benim başarımın sırrı buradadır. AKILLI KADROLAR..

Son günlerde bir VERGİ CEZASI olayı var.. İş alemine BOMBA gibi düştü.

Daha ilk bakışta açıkgözlük sırıtıyor. Sen bilmem kaç milyarlık satış sonucu, sadece alacağın nakit bedeli, sırf  formalite olarak BİR TEK İŞ GÜNÜ ERTELEYECEKSİN..  Sonra da anlaşma yeni yılda bitti diyerek sadece para ödemesi ile, HESABEN HAK EDİLMİŞ BİR GELİRİ erteleyeceksin.  Ertelenmiş göstereceksin. Yok böyle bir şey.. Tutmadı, tutmaz tabii.

Ne olacak o zaman?  ÇOK AÇIK ve  NET.  Son derece iyi niyetli bile olsan, en azından bu sene sağladığın kazancın vergisini bir yıl sonra vereceksin. 

Sadece bu mu? Belki bazı ayarlamalarla o vergiyi mümkün mertebe de azaltabileceksin.

Kasıtlı hiçbir şey yapmasan bile BİR YIL ERTELEMENİN VERDİĞİ AVANTAJI kullanacaksın ve ayrıca da Devletin bu NET ALACAĞINI, daha ileriye ve bir belirsizliğin içine atacaksın.

İşte Devlet bunu GÖRMÜŞTÜR.  Sadece senin AKILLI BÜROKRATLARIN MI, bu açıkgözlüğü ya da diyelim ki; yasal boşluğu, görüyorlar?  Başkaları da görecek elbet..  

İşte son günlerde yaşanan sansasyonel olay budur…

Şimdi biraz gerilere gitmek istiyoruz; (“Aslında ZOR Değil” birinci kitabımız sahife 30 ve.. )

NE DİYORDU SABANCI; Akbank Müfettişi olarak ilk göreve başladığımız ilk günde bizlere;

” Arkadaş, bizi DEVLET’le karşı karşıya getirmeyin. TEK KURUŞ BORCUMUZ VARSA zamanında VERİN ve VERDİRİN.. Amma bizim de ALACAĞIMIZ VARSA Onu da ALIN..” 

İşte bize verilen İLK MESLEK DÜSTURU BUYDU..

Ve bu onların saygınlığını yarattı. 

Cenaze töreninde Taksi Şoförü bunları dinleyince ne demişti;  

– Ne kadar güzel Ağabey, ne mutlu onlara da, size de. Tekrar başınız sağ olsun!..

– Teşekkür ederim. Sağ ol! dedim. Sizlerin de, hepimizin başı sağ olsun.

Ve inme zamanı gelmişti. Para bile almak istemiyordu. Göz­leri buğulu, elindeki kağıt mendili tekrar yüzüne götürdü ve uzaklaştı.

Benim taksi şoförüm de ağlıyordu. İçten üzülüyordu. O gün bunu birçok insanda fark ettim. Halkımız, çocuklar, yaşlılar, kadınlar ger­çekten ağlıyordu.  

Taksi şoförünün söyledikleri üzerinde düşündüm. Sonra gördüğüm diğer insanlar, ellerine geçirdikleri tek karanfili Sakıp Ağalarına atan, dua eden, gözyaşı döken, içlerinden geldiği için, hiç bir organize etki olmadan cenaze geçerken tekbir nidaları ile Sakıp Ağalarını selamlayan halkımız, onların sesleri ve davranışları bana bir şeyi daha hatırlattı.

İnsanlar Sakıp Sabancı’yı, Sakıp Ağalarını seviyorlardı, ama; sadece bir halk adamı olduğu için değil, onlar gibi doğal davran­dığı için değil, belki biraz da bunlar için ama asıl;

Devleti soymadığı ve soydurtmadığı için. Bu çok önemli bir ayrıntı idi. Ne diyordu taksi şoförü,

“Ağabey herkesin bir marifeti çıktı. Bunlar için, ne kendisi, ne de çocukları için duymadık.”

İşte cenaze töreninde, Sakıp Ağa için gözyaşı dökenlerin, içten sevgi ve saygılarını sergileyenlerin, belki de hiç dikkate alınmayan bir başka gerekçeleri.

Bu aslında Türkiye’nin bir özlemi, bir hasreti, 30 yıldır unut­tuğu değerlerin bir hatırlanmasıydı. Bence Sakıp Bey’in renkli kişiliği, sempatisi, popülaritesi yanında Kitlesel Fetihlere neden olan en büyük farkı burada yatmaktadır.

Ne diyordu taksi şoförü; “Yanlış işlerini görmedik ve duy­madık.”

Bu bana bir olayı hatırlattı: 1975 yılı filandı, ben Akbank’ta Refakat Müfettişi olmuştum. Bir gün Heyet Reisi beni acilen Adana’ya gönderdi.

Bir vergi hatası yapılmıştı. Şube Müdürü Gökalp Atağan’la birlikte Defterdarlığa gittik, Defterdar Bey’e durumu anlattık. Akbank muhtasar beyanna­meyi zamanında vermemişti. Biz de pişmanlık ve düzeltme talep ediyorduk. 

Defterdar; şaşkın, şaşkın bize baktı ve gidin işinize be kardeşim der gibi;

 – Öyle şey olmaz, bu güne kadar ne Akbank’ta ne de Sabancı’da böyle şey olmadı, gidin iyi bakın, beyanname mutlaka verilmiş­tir.

 – Hayır Efendim, dedik, verilmedi.  Adam ters ters kafasını iki yana salladı ve ilgili yetkiliyi yanına çağırdı.

 – Var mı böyle bir iş? dedi. Kararlı ve sert bir ifade ile.

 – Hayır efendim yatırdılar, dedi Şef. Defterdar bize döndü, buyurun, gördünüz mü der gibi gülümsüyordu.  Biz ısrarla,

 – “Hayır efendim beyanname verilmedi,” dedik ve olayı anlattık. Muhasebeci beyannameyi hazırladığı sırada bir telefon almıştı. Telefonda annesinin ağırlaştığı ve hastaneye kaldırıldığı bildiriliyordu. Ve annesi ölmüştü. Bu haberi alan ve hastanede annesinin vefatını öğrenen muhasebeci bir hafta işe gelememiş ve hazırlamakta olduğu beyanname kalamazonun arasında kalmıştı.

Sonuçta beyanname verilememişti.

Ama, Defterdar da, Şef de, bu yıllar yılı vuku bulmamış olaya ihtimal bile vermiyorlardı.

Devlete karşı vecibeler öylesine dikkatle yerine getiriliyordu ki, aksine bir duruma devlet bile ihtimal vermiyordu.

Müfettişliğimin ilk günündeki talimatı hatırlayınız, “Bizim devlete karşı zor durumda kalmamıza neden olacak hiç bir işi yaptırmayın.”  

İşte size, bir Müfettişlik talimatı.   Oysa ne patronlar ne talimatlar veriyorlardı… 

Sakıp Bey ekrana çıkıp da; “Argadaş, verr-gii-den döö-nee-niiin gaşığı gırılsın!” dediği gün olay bitmiş ve halkın zihnine kazılmıştır. Ayrıca öyle veya böyle, devlete Karşı bir ekonomik ayıpları da gerçekten duyul­mamıştır. Bence halkın büyük sevgi ve sempatisinin kökeninde grubun bu hasletleri yatmaktadır.

Bir Devlet Bankası özelleştirilecekti, satın almaya niyetlenen grup önce bana sinyal verdi. Etkili birisi HAZIRLIK YAPMAMI Söyledi. Ben de KIRK KİŞİLİK bir kadro oluşturdum. Hemen müdahale edecek ve Bankayı mesela (3 Yılda) Türkiye’nin İLK DÖRT BANKASI Arasına sokacaktık. 

Ölçtüler, biçtiler, bir başkası ile anlaştılar.. 

Bana ilk haberi veren ve daveti yapan sevgili Ağabeyimize teşekkür ettim ve iddialı bir şekilde; BAK AĞABEY DEDİM, BİR YILA BU BANKAYI BATIRIRLAR. 

Aradan BİR YIL geçti. Bankanın geçici bilançosu ilan edildi. Her şey mükemmel görünüyordu. Bana daveti yapan Ağabeyimiz aradı;

GÖRDÜN MÜ DEDİ BİR YIL GEÇTİ VE SONUÇLAR ÇOK İYİ.. 

  • – Gördüm Ağabey dedim. İnşallah ben yanılmış olurum.

Aradan dört ay daha geçti.. Bir SABAH ANİDEN BOMBA Patladı..  Banka batmıştı. Sadece BANKA değil, sahipleri de batmıştı. Devlet EL koydu.. 

Hemen sevgili AĞABEYİMİZİ Aradım. Halen de Bir Vakıf Üniversitesinin başındadır. KIRK senelik hukukumuz olan çok değer verdiğim bir AĞABEYİMDİR.

  • – Ağabey sana YEMEĞE geliyorum dedim..
  • – Gel gel dedi. BAK HAKLI ÇIKTIN Ama gecikme ile.
  • – Tamam Ağabey dedim.. Ben DÖRT AY Yanıldım. Bir şey de daha yanıldım. BEN SADECE “BANKA BATAR” Demiştim, oysa SAHİPLERİNİ DE BATIRDILAR.
  • – Haklısın dedi Sahiplerini de batırdılar.

Gittim, uzun, uzun sohbet ettik ve o ilk günlerde şimdiki yöneticileri bana tercih eden eski dosta da bir mesaj gönderdim..  Ağabey; Lütfen BEYEFENDİYE SELAM SÖYLEYİN dedim. Başına gelen her şey İKİNCİ SINIF YÖNETİCİLER YÜZÜNDEN gelmiştir.  BİRİNCİ SINIF – DÜRÜST- YÖNETİCİLERLE ÇALIŞMAYI BİR TÜRLÜ ÖĞRENEMEDİ.

Evet,  şimdi, kıvranıp bağıranlar da bir türlü BİRİNCİ SINIF ADAMLARLA çalışmayı öğrenemediler.

Herkese, selam sevgi ve saygılar sunuyorum..

Doğu Gerçeği ve Ermeniler

Türkiye’nin bilhassa Güney – Doğu’sunda elim ve feci, malum hadiseler cereyan ettirilmektedir. Maalesef, dost – düşman bir çok devlet, bu olaylarda, bizzat rol sahibidir.

Bu vaziyetten istifade etmek isteyen devletlerin başta  gelenlerinden biri de Ermenistan’dır. Asırlarca nan u nimetimizle perverde edip beslediğimiz ve karşılığında,  “Besle kargayı oysun gözünü!”  misali nankörlükle karşılaştığımız bu mahut, sözde devlet, tek bir gaye ve hedef gütmektedir. “Büyük Ermenistan”ın kuruluşunu gerçekleştirmek!

Bu hayalin ise iki büyük engeli var: Türkler ve Kürtler. Ermeniler, bütün Hıristiyan alemi arkalarında olduğu halde, Türkiye’ye karşı bir şey yapamayacaklarının bilinç ve şuuru içindedirler. Öyleyse yapılacak en akıllıca iş, Türkleri saf dışı bırakmaktır.

Bu yolun da, Türkiye’de baş gösterecek, iç kaos ve karışıklıktan geçmekte olduğunu çok iyi biliyorlar. İşte bunun için, Türkler’in karşısına asırlardır din ve kan kardeşleri olan ve onlar gibi şecaat ve bahadırlıkta yekta, mümtaz evsafı / vasıfları haiz bulunan Kürtleri çıkarmışlardır.

Çünkü çok iyi anlamışlardır ki, iki pehlivan kavga ederken, bir çocuk, her ikisini de dövebilir. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Önce Türkler’le Kürtler’i birbirine düşürecek! Türk – Kürt kardeşliğini bozacaklar! Akıllarınca Türkler’in kenara çekilmesinden sonra da, Kürtler’le baş başa kalacaklar.

Çünkü biliyorlar ki, bu takdirde, daha önce Kürtler’in silahlanmasında dahli olan devletler, bu sefer, Ermeniler karşısında Kürtler’i yalnız ve silahsız bırakacaklar. Ermeniler’in Kürtler’e üstünlük sağlamasını temin edecekler. Sonra da Ermeniler;  – daha önce yaptıkları gibi –  Kürt kardeşlerimizi soykırıma tabi tutarak, hayallerindeki Büyük Ermenistan için, en büyük adımı atmış olacaklar!

Üçüncü safhada ise, büyük bir iç karışıklığa duçar olmuş ve dahili mes’elelerle boğuşan ve hatta yeniden İstiklal Mücadelesi’ne başlamak zorunda kalan Türkiye’nin, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarına dayanan Büyük Ermenistan’ı kuracaklar! Evet düşledikleri ve gerçekleştirmek istedikleri bu.

Özetlersek, artık doğuda bir Ermeni varlığından ve nüfusundan bahsetmek mümkün değil. Bu yüzden, yakın tarih bilgisi ve inanç noksanlığından kaynaklanan bir cehlin kurbanı olan ve sanki vatanları yokmuş, güya bu vatanın öz evlatları değilmiş gibi, menfi bir telkinata tabi tutulan ve aziz vatanı bölmeleri gerektiğine inandırılan, bir kısım Kürt kardeşlerimizi yanıltmışlar.

Aslında kendi Ermeni yararları, görünüşte ise, sözde Kürt  menfaatleri için, harekete geçirmeye  – maalesef –  muvaffak olmuşlardır.

Demek ki, Ermeniler’in asıl maksadı, Kürtleri aldatmaktır. Önce bölgeden Türkler’i tard edip, saf dışı bırakacaklar.  Ardından Batı’nın  – her zamanki –  büyük desteği ve yardımı sayesinde Kürtler’i; tabi bir millet haline getirecekler.

İlk fırsatta, yine vahşice yok edecekler. Çok yakın geçmişte yaptıklarıyla müseccel oldukları gibi, buna da muhakkak nazarıyla bakmak lazım.

Fakat hemen belirtelim ki, aklı selim sahibi hiçbir Kürt kardeşimizi, hain emellerine alet edemeyecekler.

Zira Kürtler’in saadeti, Türkler’in saadetine bağlıdır. Sevadı a’zam / büyük çoğunluk da bunu amirdir.

Milliyetçilik Üzerine Farklı Bir Yaklaşım

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu yazıda iki kavramı ele alarak işlemeye ve incelemeye çalışacağım.
1- Milliyetçilik,

2- Ülkücülük

Olaylara ve kavramlara kendi açımdan alışılmışın dışında bakmaya çalışan birisiyim.

Size göre doğrudur yanlıştır bilemem ama benim için doğruda budur.

Yazı ilk bakışta size tuhaf gelebilir.

İnanıyorum ki okuyunca sevecek ve hak vereceksiniz.

Bu girişten sonra esas mevzumuza geçelim

Milliyetçilik nedir?

Tarifine geçmeden önce şunu belirtelim.

Milliyetçilik iki kısma ayrılır

1- Genel anlamda milliyetçilik.

2- Özel anlamda milliyetçilik

Genel anlamda milliyetçilik dinlerden bağımsız bir milliyetçilik anlayışıdır.

Yani insanlar hangi dine ve inanca sahip olursa olsunlar milliyetçi olabilirler

Özel anlamda milliyetçilik, İslami referans alan milliyetçiliktir.

‘Hubbül vatan minel iman’ esasına dayanır.’

Gelelim milliyetçiliğin tarifine değişik görüşler olsa bile milliyetçilik temelde vatan sevgisine dayanır.

Genel milliyetçilik içinde özel milliyetçilik içinde ortak alan budur

Genel anlamda baktığınız zaman herkes milliyetçi olabilir.

Bizim inancımız açısından meseleye yaklaştığımızda milliyetçi olabilmek için iyi bir müslüman olmak şarttır.

Size biraz tuhaf geldi değil mi?

Bizim inanç ve kültürümüzde vatan sevgisinin kaynağı dindir imandır.

‘Hübbül vatan minel iman'( vatan sevgisi imandandır) hadisi bunu gösterir.

Ben milliyetçiliği ırki bir kavram olarak görmüyorum..

Öyle olması da aklen ilmen ve dinende mümkün değildir.

Şöyle ki;

Irk kader kavramı içerisinde ele alınan bir husustur.

Hiç kimse kendi ırkını ve rengini seçme hakkına sahip değildir.

Bu tamamen Allah(cc) tasarrufunda olan bir husustur.

Kendi ırkımızı ve ırkdaşlarımızı severiz.

Başka ırklara da saygı duyarız.

Bunu hiçbir zaman bir üstünlük meselesi olarak algılamayız.

Diğerlerini küçümsemeyiz.

Ecdadımızı sever onlarla övünürüz:

Çünkü onlar 600 sene insanlığa adalet ve medeniyet götürmüştür.

İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır

Milliyetçilik yâda vatan sevgisi ecdadımızın tarihte yaptıklarını bu gün bizim yapabilmemizdir.

Şunu da biliriz ki ecdadımızdan önce İslam’ın bayraktarlığını Araplar yapmıştır.

Bu da tarihi bir gerçektir

Cebelitarık Boğazını geçtikten sonra gemileri yakan Araplardır. Bu durum Fatih’in İstanbul’un fethi esnasında gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirmesi kadar tarihi değeri olan bir olaydır.

İspanyada 800 sene varlığını devam ettiren Endülüs Emevi Devletini kuran Avrupa ve Afrika’yı İslam medeniyetiyle ilk tanıştıran da onlardır.

Hata ve günahları bir yana biz ecdadımızla beraber onları da severiz

Evet, bugün Araplar ecdatlarına layık değildir.

Bu tartışılmaz bir gerçek.

Peki, madalyonu ters çevirelim.

Biz ecdadımıza ne kadar layıkız?

Bence ve de önce sorgulanması gereken yer burasıdır.

Irkı manada bir milliyetçiliğin olmayacağını Peygamber (sav)in hayatını bilen

Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını okuyan, ayrıca 1980 öncesi sağ sol çatışmalarından haberi olan, günümüz iktidar ve muhalefet atışmalarını seyreden az çok siyasetle ilgilenen herkes bilir.

Bunun en bariz örneği de birbirlerinin ümüğünü sıkmaya çalışan siyasi liderlerdir.

Bunlar aynı ırkın mensupları değil mi?

Bizdeki milliyetçilik ‘Hubbül vatan minel iman’ esasına dayalı bir milliyetçilik olmalıdır.

Bunun için milliyetçiyim diyen (vatanını seven) insanlar aynı zamanda iyi bir müslüman olmak zorundadırlar.

Gerisi lafu güzaf.

Siz katılırsınız katılmazsınız bilemem ama benim için işin doğrusu budur.

Vatanını seven her insan genel manada milliyetçidir.

Fidel Castro’da buna dâhildir.

Ülkesini seven iyi bir müslüman özel manada milliyetçidir.

Merhum MUHSİN YAZICIOĞLU

Merhum CEVHER DUDAYEV ve

Sn AHMEDİ NEJAT’ ta buna dâhildir

Milliyetçilik zannettiğiniz gibi dar kapsamlı değil daha da geniş kapsamlıdır.

Milliyetçilik vatanseverlikse ırkı, dili ve rengi ne olursa olsun her müslüman vatanseverdir.

Vatanı sevmenin bir yolu da insanları sevmekten geçer

Gelelim ülkücülüğe

Haftaya inşallah…