17.8 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1065

Dış Politikada Angajmanların Rolü

Türkiye’nin AKP döneminde izlediği dış politika konularında defalarca yazı yazdım. Bunların çoğunun özünde yer alan fikir, bölge lideri olmaya soyunmuş bir devletin bağımsız dış politika uygulamaları olarak gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmış olmayabileceğini anlatmaktı.

Türkiye kendisine izin verilmiş bir alanda, emperyal gücün menfaatlerine hizmet ettiği kapsamda rolünü oynuyorsa, bizim oyunumuzun esas parsasını o güç (ABD) toplayacak demektir. Bu alanı bize bahşeden güç, bölge içinde gücümüzün büyümesini engelleyici tedbirleri alacaktır, nitekim bugünden almaktadır.

Kürt kartı, Ermeni tasarıları vb ile istediği zamanda oyun alanımızı daraltabilir. Hatta bölünmemizi sağlayarak gücümüzü sınırlandırmayı planlayabilir. Bu bakımdan gücümüzü, imkân ve kabiliyetlerimizi iyi hesap etmeden, sadece ABD ve AB’ye güvenerekYeni Osmanlıcılık” hayallerine kapılmamız, etki alanımızı tamamen kaybetmemize yol açabilir, demeye çalıştım.

Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Dış Politikada Acı Gerçek” başlıklı yazısında bugüne kadar hükümetin politikalarına destek veren bir yazar olarak, adeta özeleştiri yaptı. Bulaç, öncelikle son on yılda yürütülen dış politikanın “ABD ve AB’nin göz yumduğu marja bağlı olduğunu” tespit ediyor:

Son on yılda takip edilen politika “taktikler seviyesi”nde doğruydu; heyecan vericiydi: “Komşularla sıfır ihtilaf, sakin güç; ticarî-ekonomik ilişkileri öncelemek vs.” Nitekim gözlendiği üzere İran’dan Mısır’a ve Afrika açılımına kadar her temas noktasında bu taktikler iyi sonuç verdi. (Esasen bu politikaların başlangıcı Özal dönemi ile İsmail Cem’in Dışişleri Bakanı olduğu dönemlerde atılmıştı.)

“Ancak her şey ABD ve AB’nin göz yumduğu “marja bağımlı” olduğundan, işin Türkiye’yi sahiden bölge halklarıyla buluşturacak noktalara gelmesine izin verilmeyecekti. Bu da Türkiye’nin Batı ile angajmanları dolayısıyla zaten sınırlı limitler içinde hareket etmek durumunda olmasından kaynaklanan acı gerçeğe işaret eder.” “Son 10 yılda Türkiye’ye tanınan serbesti ‘stratejik’ değil, ‘taktik ve operasyonel alan‘la sınırlıdır.”

Ali Bulaç, bu kadar sınırlı bir serbest alanı elde etmek için AKP döneminde verilenlerden bir kısmını da hatırlatmış:

•1-     Türkiye, Fransa’yı NATO’nun askerî kanadına kabul etti,

•2-     Rasmussen’in seçilmesine ses çıkarmadı,

•3-     İsrail’in OECD üyeliğini onayladı,

•4-     Radar sistemini Malatya’da yerleştirdi,

•5-     Libya’daki NATO operasyonlarına destek verdi,

•6-     Suriye’deki muhalefetin militarize olmasının önüne geçmedi;

•7-     Lübnan’da yanlış kart kullandı;

•8-     Irak’ta Şii çoğunluk ve yüzde 70’lik Türkmen nüfusa rağmen eski Baasçı sözde Sünni iktidar hülyasına kapılanlara arka çıktı. Böylelikle bölgedeki kapıları kendi yüzüne kapattı.

Ancak “Sanki Türkiye kendi adına bölgede iş yapıyor görüntüsünü vermeye başlayınca müttefikleri önüne ‘Stop!’ levhasını dikti.”

“Bize hatırlattıkları gerçek şuydu: Türkiye, Batı İttifakı’nın/NATO’nun üyesidir; AB üyelik sürecini takip etmektedir; ABD ile model ortaklığı vardır. Yani Türkiye, ABD ve AB’ye rağmen bölgede rol oynayamaz, ABD ve AB’nin çizdiği stratejik sınırlar dâhilinde hareket edebilir ancak.”

“Bu tecrübeden bir kere daha öğrendiğimiz şudur: Türkiye, bölgede bağımsız politika takip edemez. Biraz ileri gidecek olsa Batı, ona sınırlarını hatırlatır, çünkü biz vesayet ve tarassut altındayız.”

Batı’ya angajmanlarımız bizi ‘kuruş hesabında kâra geçiriyor, lira hesabında zarara’ uğratıyor.”

Aklın yolu bir. Bölgemizde etkinliğimiz üzerine yazılan abartılı yorumlara karşı (benim yazdıklarımın bir özeti durumunda olan) bu tespitlere tamamen yanlış demek için gözü kör edilmiş bir fanatik olmak lazım. Ali Bulaç’ın bunları yazarken bir muhalefet yapma düşüncesi içinde olmadığı ortada.

Ben, Ali Bulaç’tan farklı olarak, “vesayet ve tarassut” altında olmamızın ve Batı’nın çizdiği sınırların dışına çıkamayacağımızın peşinen kabulüne karşıyım. Atatürk dönemi dış politikası çok zor şartlarda bile bağımsız olunabileceğini gösteren örneklerle doludur.

Burada önemli olan “Batı’ya angajmanlarımız” ifadesini açmak.

AKP ve Başbakan Erdoğan zorlu süreçlerden çıkarak bu güce ulaştılar. Başlangıçta halkın oylarıyla seçilmiş olmalarına rağmen bir “meşruiyet” krizi yaratan “zinde güçlere” karşı dış desteklere ihtiyaç duydu. Erdoğan daha Başbakan olmadan Batı başkentlerini dolaşarak aradığı desteği fazlasıyla bulmuştu.

Zaman içinde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi‘ni (BOP) uygulayabilmek için, “ılımlı İslam modeli” olarak, Türkiye’yi bölgede yapılacak değişikliklerde aktif olarak devrede tutma planı sayesinde bu destek devam etti.

AKP bu dönemde Batı’dan gelen “stratejik kararlara” uyum sağlarken, “taktik anlamda” çıkışlarla Türkiye ve Ortadoğu halklarının gözünde itibarını yükseltti. Erdoğan “van minut” benzeri çıkışlarla bölge insanının gönlünü fethetti.

Yurtiçinde ise “yargının da kontrol altına alındığı” bir süreç yaşandı. Bu süreçte Batı’ya ve AKP’ye toplumsal muhalefet yapabilen basın mensupları, askerler ve kanaat önderleri ve diğer “zinde güçler” tutuklu yargılanmaktalar. ABD, bu sürece hem siyasi ve hem de çuvallar ve bavullar dolusu belgeleri sunarak, kozmik odalardaki, Genelkurmay karargâhlarındaki gizli bilgileri kimin tarafında olduğu belli gazetelerde yayımlatarak gerekli yardımı yaptı.

Bu süreçte AKP iktidarı çok düşmanlar edindi. Güç dengesinin tersine dönmesi halinde kendisi için çok riskli olacağı muhakkak. İşte bu konuları düşününce “Batı’ya angajmanlarımız” sözü beni ürkütüyor.

Batı ile ekonomik ilişkilerimizin yoğunluğu, Nato’ya bağlı oluşumuz, AB’ye girme hedefimiz, savunma sistemimizin ABD menşeli oluşu ve cari açığı (milli gelirine oranla) en yüksek ülke olarak dış finans kaynaklarına olan bağımlılığımız da “angajmanlarımız” arasında düşünülebilir. Bunlar “bağımsızlık ülküsünde” olan bir devletin “vesayet ve tarassut” altına girmesi için yeterli gerekçeler değildir.

Türkiye, coğrafyası ve tarihinin kendisine yüklediği “angajmanların” külfetini, dengeleri gözeten iyi bir dış politika ile minimize edebilir. Fakat Ali Bulaç’ın “Batıya angajmanlardan” kastı, ülkeyi yönetenlerin “özel angajmanları” ise bununla baş etmek mümkün olamayabilir.

İç Barışı Bozan İllet

Türkiye’de iç huzur istikrarsız ve düzensiz! Dalgalanıp durmakta. Sosyal barışı bozan bir illete, milletçe müptelayız! Bunun birçok sebebi var. Biri de konuşma tarzımızdan kaynaklanıyor.

Nitekim, tatlı tatlı konuşur, güzel güzel fikir alış verişinde bulunurken, hani bazen dara düşeriz ya; işte o zaman, karşımızdakini ithama yelteniriz. Kimi zaman köşeye sıkışır cevap veremez hale geliriz ya. Hemen muhatabımızı bir sloganla niteler, o sloganda çarmıha gerer ve onu slogana mahkum ederiz.

İşte o an, imdadımıza Hızır gibi yetişen, aslında yardıma koşturduğumuz şey; bir bakıma kahramanımız diyebileceğimiz ” Slogan”; yani zıt manada niteleyici bir kelime, vasfedici bir söz, itham edici bir cümlecik veya siyasi bir terimdir.

Fikren acze düştüğümüz durumlarda, bu sloganlara can simidine tutunduğumuz gibi sarılırız. Evet ne zaman ki, fikir suyunu çeker, acz şahlanır, sabır tökezlerse, yapacak tek şey kalır: Muhatabı slogan-vari söz topuna tutmak!

Bu beklenmeyen sloganlı vuruşlar; karşımızdakini şaşkına çevirip sersemletir. Ona itidalini kaybettirir. Düşünce melekesini sekteye uğratır. Rastgele aynı silahı ateşlemek suretiyle cevap vermek zorunda kalır.

Başka bir sloganla muhatabını itham eder. Yani iki taraf da köprüleri atmış olur. Böylece arada aşılmaz bir uçurum doğar. Çünkü fitne uyanmış, ateş bacayı sarmış, itidal kaybolmuş, asabiyet ve hırçınlık kendini göstermiştir. Artık konuşacak bir şey kalmadığını iki taraf da, ister istemez kabullenmiş olur.

Eğer kutuplaşmak, birbirimizden kopmak istemiyorsak; yekdiğerimizi ithamdan vazgeçmeli. Yani slogan-vari konuşmayı terk etmeliyiz. Çünkü slogan kullanmak; muhatabı, ayniyle mukabeleye yöneltir.

“Sağcı”, “Solcu”, “Irkçı”, “Gerici”, “Yobaz”, “Fundamentalist”, “Devrimci”, “Atatürkçü”, “Batıcı”, “Laik”, “Anti-laik”, “Ümmetçi” v.b. gibi sloganları sarf etmek yerine konuyu konuşmalı, mes’eleyi tartışmalı. Bunu yaparken de akla kapı açmalı. İstek ve tercihi muhataba bırakmalı. Karşılıklı yapılan açık seçik konuşmaların kabul görmesi veya reddedilmesini; iki taraf da normal karşılamalı.

Unutmayalım ki, medenileri ilzam / cevap veremez hale getirip, ilmen susturmak, ikna iledir. İcbar / zorla değildir. Oysa slogan-vari kelimelerle itham; manen zor kullanmaktır!

Halbuki insan mükerrem / muhterem ve saygıdeğer bir varlıktır. Hakikati arar. Bazen hakikat diye yanlışa sarılır. Bu yüzden onu itham etmemeli. Elimizden geldiğince gerçekle yüzyüze getirmeye çalışmalı. Bunu yaparken incitici, kırıcı ve itham edici olmaktan, yani onu bir slogana mahkum etmekten son derece kaçınmalıyız.

Şüphesiz muhatap da, hemen tepki göstermemeli. “Boynunda akrep var!” diyene ancak teşekkür etmelidir.

Bir şey daha var. Sadece muhatabımızı değil, onun mensup olduğu, bağlandığı ve üstad bildiği kişi ve kişilikleri ve hatta müessese ve kurumları da itham etmekten, sloganlara hedef  yapmaktan son derece sarfı nazar etmeliyiz.

“Muhataplarınızın rüesalarını tezyif etmeyiniz!” veciz sözünü düstur etmeli. Yani konuşurken, karşımızdakilerin sevip sayarak bağlandığı ve büyük bildiği liderlerine karşı, onları küçültücü ve küçük düşürücü sözleri söylemekten kesin surette uzak durmalıyız.

282

 

Derviş Yunus’un dediği gibi:

“Söz var kılar kaygıyı şad
Söz var eyler bilişi yad
Eğer horluk eğer izzet
Her kişiye sözden gelir”

Vesselam.

Polise Bakış

Hani hatırlarsak eğer, 31 Ocak 1995 günü saat 09.30 sıralarında, 40 kadar vatandaşımız, Boğaziçi Köprüsü’nü bir süre trafiğe kapatmışlardı. Böylece Rusya’nın Çeçenistan’a askerle müdahalesini ve buna Dünya’nın seyirci ve sessiz kalmasını protesto etmek istemişlerdi.     İzinsiz bir gösteri olması ve trafiğin can damarı olan bir yerde trafiği aksattıkları için, tabiatiyle polis tarafından engellenmişlerdi. Bu arada nahoş ve istenmeyen hadise ve olaylar da vuku bulmuş. Hatta bir polisimizin hepimizi üzen aşırı sert davranışına, milletçe şahit olmuştuk. Ve tabii çok da üzülmüştük. Neticede iki polisimiz hemen görevden alınmıştı.

Gönül isterdi ki, böyle müessif / esef verici ve üzücü bir olay; keşke hiç olmasaydı. Madem ki, olmuştur. Ve zaman zaman, istemesek de yine olması mümkündür. Bu durum karşısında polisimize bakışımız nasıl olmalı?

Dikkat ettiysek, televizyon ekranlarında gördüğümüz gibi, o taşkın polisi yine bir polis  arkadaşı engellemiş, ona mani olmuştu. Bu da gösteriyor ki, hatayı Polislik Mesleği’ne değil, nasılsa polis kisvesi giymiş olan kişiye vermeli. Varsa bir suç onda aramalı. Şahsın mensup ve bağlı olduğu vasfı itham edip töhmet altında bırakmamalıyız.

Hele Türkiye’mizin terörle kıyasıya mücadele ettiği bir ortamda, namluya açık hedef olacak şekilde, cansiperane görev yapan polisimize karşı tavrımız; çok hayatsal bir önem taşımaktadır. Çünkü, iç huzur ve barış polis ile, polis ise moral ve maneviyatla kaim ve ayaktadır.

Polis’in de kişi olarak hatası olabilir. Tahrik var mı yok mu diye araştırmadan polise fazla yüklenmemeli. Yerli yersiz tenkitte bulunmamalı. Şevkini kıracak söz ve davranışlardan kaçınmalı.Unutmamalı ki, haklı olmak başka, hak yolda olmak daha başka bir şey. Hem haklı  hem de hak yolda olmalı. Doğru ve dürüst hareket etmeliyiz.

Bu gibi üzücü olaylar, iç – dış düşmanlarımızın arayıp da bulamayacakları; aleyhimizde tekrar tekrar kullanabilecekleri menfi ve olumsuz örnekler olup, ağızlarında sakız yapacakları bir husustur.

Polislerimiz bunlara meydan vermemek için, ne kadar temkinli, vakur ve dikkatli davranmaları gerektiğini çok iyi idrak etmeli. Vatandaşlar olarak bizler de, istenmeyen durumlarda, lüzumundan fazla mes’eleyi dilimize dolayarak, polisimizin moral ve maneviyatına halel getirmemeye azami gayret göstermeliyiz.

Bunun acı örneklerini yakın geçmişte çok yaşadık. Polisimizi milletin gözünden düşürmek ve dış odaklara yaranmak için, bazı menfi basın organlarında adeta kampanyalar açıldığına yıllarca çok şahit olduk.

Polise saygı göstermeli. Sırasında selam vermeli. Hayırlı nöbetler dilemeli. İnanın içten söyleyeceğiniz bu basit sözler; onun bir kat daha şevke gelmesine sebep olacak; vatan, millet ve devlet yolunda ve bunlar uğrunda, görev yapmanın hazzına bir kat daha varacaktır.

Polisimizin; her an, nereden geleceği meçhul, namert bir kurşuna hedef olacaklarının tedirginliğiyle; yirmi dört saat, nasıl bir stres içinde vazife başında bulunduklarını unutmayalım.

Rahat ve sıcak yataklarımızda mışıl mışıl uyurken, bunu onların görev başında olmalarına borçlu olduğumuzu, bir an bile hatırdan çıkarmayalım.

Bizler polisimizin her şeye rağmen, hislerine hakim olacaklarına, aleyhlerine kullanılacak, milleti üzecek, devleti yaralayacak hareketlerden sakınacaklarına tüm kalbimizle inanıyoruz.

Renkler

Newton, güneş ışığını prizmadan geçirip, beyaz bir perdenin üzerine düşürdü. Beyaz alanda, gökkuşağının yedi rengi netleşti. Bu deney ve görüntüyle, güneş ışığının bütün bu renklerin karışımı olduğu anlaşıldı.

Prizmadan geçip yedi renge ayrılan kuşağa, ışık tayfı adı verildi. Bu renklerin dalga boylarına göre dizilişi şöyledir; mor, endigo, mavi, yeşil, sarı, portakal, kırmızı.

Diğer taraftan renklerin seslerle ilişkisi de çok kişinin ilgisini çekmiştir. Bu konuda uzmanların* araştırmaları sonuca ulaşmıştır. Varılan sonuç renklerle seslerin aralarında belirli bir ahengin bulunduğunun anlaşılmasıdır.

Onbirinci yüzyılda Saint Benoit- Benedikten tarikatına mensup papaz Guido D’arezzo ( M.S. 990-1050 ) tarafından düzenlenen ” Diatonik  Iskala ” da yer alan yedi nota ile renk tayfının yedi renginin özelliklerinin frekans ve dalga boyu açısından hemen hemen aynı boyutlara sahip olması bu ahengi meydana getirmiştir.

Renklerin notalarla ortak değerleri göz önünde tutulduğunda eşleşmeler şöyle olmaktadır;

Mor – sol, endigo – la, mavi – si, yeşil – do, sarı – re, portakal – mi, kırmızı – fa.

Renkler, çağlar boyu ressamların, mimarların, şairlerin, müzisyenlerin, modacıların kısaca tüm sanatçıların duygularını eserlerine dökmelerine de en önemli araç olmuşlardır.

Günümüzde renkler, moda, ticaret, sağlık, spor vs. alanlarında etkin oldukları gibi, moral, huzur, ırk ve cinsiyet açısından da etkin olmaktadır. Uzmanların araştırmaları renklerin, genel olarak insanları pozitif ve negatif olarak da etkilediklerini ortaya koymaktadır.

Araştırmacılar, pembe rengin denekleri rahatlattığını, turuncu ve kırmızı renklerin tansiyonu yükselttiğini, mavi rengin ise tam tersi bir etkiye sahip olduğunu belirtmişlerdir.

Gene aynı araştırmacılar, erkeklerin mavi,yeşil ve koyu mor renkleri tercih ettiklerini hanımların ise açık mavi, uçuk pembe renklerine öncelik verdiklerini  saptamışlardır.

Çocukların ise turuncu, sarı ve mavi renklerden hoşlandıkları belirlenmiş.

Bütün bunlardan ayrı olarak renklerin sağlık açısından da önemi giderek artmaktadır.

Örneğin, günümüzde renkler alternatif tedavi yöntemleri arasında yer almaktadır. Konunun uzmanları özel cihazlarla insan bedenine farklı ışın dalga boyları göndererek kişinin gereksinimi olan rengi belirleyen ışını saptaya biliyorlar. Bu işlemin yapıldığı odalara ” light cabin ” diyorlar. Uygulamanın pek çok rahatsızlığın giderilmesinde yardımcı tedavi olarak kullanıldığı  ve bu işlemin giderek yaygınlaştığı görülmektedir.

* Jean Dauven, Sur La Correspondence Entre Sons Musicaux Et Les Couleurs, London, Hutchinson Educational, 1972.  

 

BAL-TÜRK Kongresi

Dedem, Balkan Savaşı sonunda Anavatan’a göçmüş. “Balkanlı” bir ailenin çocuğuyum.

Batı Trakya Derneği’nin yanı sıra, Balkan Türkleri Derneği’nin de ( Bal-Türk) kuruluşundan bu yana üyesiyim.

Pazar günü ( 22 Ocak 2012) Bal-Türk Kongresi vardı.

Mesleki niteliğinin yanı sıra insan kişiliğine de büyük saygı duyduğum Prof. Dr. Mustafa Dülger‘in daveti üzerine yönetim listesinde yer aldım.

Kongrede iki liste vardı.

Diğer listenin başkan adayı Bayram Çolakoğlu, üç yıl önce, benim divan başkanlığı yaptığım kongrede, Bülent Karagöz’ün listesinden yönetime girmişti.

Sonra, ne gibi gelişmeler oldu, bilemem, Bayram Çolakoğlu başkanlık görevini üstlendi.

Çolakoğlu ve arkadaşları derneği kongreye hazırlarken, çoğu ilk günden itibaren dernek üyesi olan pek çok üyeyi “Hazirun Listesine” almamış!

Gerekçe; “Aidat ödememeleri!”

Bunun “gerekçesi” olarak “Dernek Tüzüğü’ndeki bir madde” gösteriliyor!

Oysa, bir HUKUK TEMEL KAVRAMI vardır; “Tüzük ve Yönetmelikler Yasaya, Yasa da Anayasaya aykırı olmaz!”

Türkiye’nin de altına imza koyduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin “Siyasi Haklar” bölümünde yer alan “genel ve eşit oya dayalı dürüst seçim hakkı”  Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal güvencesi altında bir haktır!

Çünkü, TBMM’nce onaylanmış her uluslar arası sözleşme “Anayasa Hükmündedir.”

BAL-TÜRK Kongresinde, “Üyelerin seçme ve seçilme hakları gasp edilmiştir!”

Ne yazık ki, bu derneğe yıllarını vermiş “gerçek üyelerin” tüm feryatlarına rağmen Divan Başkanı bu haklı talebi görmezden gelmiş, yönetimin belirlediği üyelerin oyuna sunmuş ve bir hukuk hatası yapmıştır.

Bu olaydan sonra kimi üyeler arasında başlayan tartışmalar neredeyse kavgaya dönüşecekken, Mustafa Dülger’in “Biz bu şartlar altında çekiliyoruz ve salonu terk ediyoruz.” Sözleri üzerine olaylar büyütülmemiştir.

Bugünkü yönetim, Bulgarlar siyasetinin bile başaramadığını başarmış ve Balkan Göçmenlerini ikiye bölmüştür!

Bu arada, Büyükşehir Belediyesi’nde görevli olan Bayram Çolakoğlu’nun, “Büyükşehir çalışanları arasından ve göçmen kökenli bile olmayan bir çok kişiyi dernek üyesi yaptığı ve bu olayın içinde Büyükşehir Belediyesi’nin siyasal otoritesinin de olduğu” iddiaları ilginç, vahim ve incelenmeye muhtaçtır!

Bal-Türk kongresi, “demokrasi oyununun” tipik bir örneği olarak karşımızdadır!

Kongrede oy hakları ellerinden alınan yüz kadar üyenin imzalarıyla Dernekler İl Müdürlüğü’ne itiraz dilekçesi hazırlanmıştır.

Dernekler İl Müdürlüğü’nü, bu demokrasi ayıbını önlemek üzere göreve çağırıyorum.

Dernek üyeleri aidat ödemekle yükümlüdür.

Ancak; aidat ödemeyen üyelerin seçme ve seçilme hakkı alınmadan, “aidat ödemeleri için yazılı uyarı” yapmaları yönetimin görevidir! Bunu yapmadıkları halde yönetime “zimmet” çıkarılır!

Yüzlerce üyenin seçme ve seçilme hakkını elinden alarak bir derneği bu hale sokmaya hiç kimsenin hakkı yoktur!

Üstelik bu dernek, sıradan bir dernek değildir; Türkiye’nin uluslar arası siyasetinde önemli bir rolü ve aktivitesi vardır.

Bu derneği parçalamadan önce bu “ulusal bilinç ve sorumluluk” içinde hareket edilmesi gerekir.

 

El ve Ayaklarımızın Kıymetini Biliyor muyuz?

İki el ve iki ayağı olmayan İsa Cengiz’i 27 yıl sonra yeniden bulduk.
Zaman hızla geçiyor. Daha dün gibi hatırlıyorum. 28 Ekim 1985…27 yıl önce…Çayırova ilköğretim okulunda okuyan iki el ve iki ayağı olmayan İsa Cengiz’den söz etmişlerdi. Biz de 27 yaşında genç bir gazeteciydik. Özel izin alarak İlköğretim okuluna gittik. İsa Cengiz ile söyleşi yaptık. Yaptığımız söyleşi büyük yankı yapmıştı. İki ve iki ayaktan yoksun İsa Cengiz’in nasıl okuduğunu, nasıl eğitim gördüğünü, hayatını nasıl sürdürdüğünü birebir yaşayarak gazete sütunlarına aktarmıştım. 27 Aralık 2011 tarihinde www.gebzegazetesi.com köşesinde ki İsmail Kahraman makaleler adlı köşeye girerseniz 27 yıl önceki bu röportajı okuyabilirsiniz.

Bu röportajı yazdıktan sonra bir çok okurdan mesaj aldık. İsa Cengiz’in bulunup, hayatını nasıl sürdürdüğünü yazmamızı istediler. Arkadaşlarımız müthiş bir araştırma yaparak, İsa Cengiz’i buldular. Geçtiğimiz haftalarda İsa Cengiz ile Tuzla’da randevulaştık. O gün Ortaokul öğrencisi olan İsa Cengiz, karşımıza heyecanından hiçbir şey kaybetmeyen, olgun bir insan olarak çıktı. Kendisiyle söyleşi yaptık.

Kendisiyle yaptığımız söyleşi esnasında arkadaşımız Sercan Atalay, fotoğraflar çekti. İsa Cengiz’in hayatı gerçekten müthiş. İsa Cengiz’in hayatında fedakarlık, aile sevgisi, sadakat, mücadele, azim, başarı ve umut var. İsa Cengiz ile ilgili yaptığımız görüşmenin bir kısmını bugün sizlere aktarıyorum.  
İsa Cengiz, Türkiye’de ki binlerce engelli vatandaşlarımızdan sadece bir tanesi. Doğuştan iki el ve iki ayağı olmayan İsa Cengiz, hayatın tüm zorluklarına, engeline rağmen, başarı merdivenlerini bir bir tırmanarak, kendisiyle aynı durumda ki engelli vatandaşlarımıza ve hiçbir engeli bulunmayanlara tam bir örnek abidesi.
EĞİTİM HAYATI
İsa Cengiz 1966 yılında Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğunun bir kısmını burada geçiren Cengiz, 1972 yılında ailesiyle birlikte Beşiktaş’a geldi. Babası gemilerde çalışan İsa Cengiz, daha sonra Şifa mahallesine taşındı. 1983 yılında Çayırova İlköğretim Okuluna kayıt yaptıran İsa Cengiz, ilkokulu başarı ve çalışkanlığı sayesinde 4 senede pekiyi derecede bitirdi. Ortaokulda da aynı başarıyı sürdüren İsa Cengiz, avukat olmak istediğini dile getirmişti. Ortaokuldan sonra Kartal Meslek lisesinde eğitim hayatına devam eden Cengiz, imkansızlıklar nedeniyle Üniversite eğitimini yapamadı. Ancak eğitimine bugün kaldığı yerden Açıköğretim Fakültesi okuyarak devam ediyor.
İNANÇLA BUGÜNLERE GELDİ
Bugünlere nasıl geldiğini gazetemizi anlatan İsa Cengiz, bunun en büyük sebebinin inançlarında yattığını belirtti. Cengiz, “Maddi imkanım yoktu ama sahip olduğum maneviyat ve inanç ile yaşama tutunarak bugünlere geldim. Doğuştan engelliyim. Annemi kaybettik. 2 erkek çocuğum var ve eşim de omzundan engelli. Babam sağ ve memleketimiz Giresun’da  yaşamını sürdürüyor.” Cengiz annesinin itikadının güçlü bir kadın olduğunu ve bunun kendisini etkilediğini belirtti.
İstanbul Beşiktaş’a geldikten sonra 1979 yılında Arçelik fabrikasının olduğu Aydınlı mahallesine taşınan İsa Cengiz ve ailesi,  ilkokul yıllarından beri hayatlarını Şifa mahallesini sürdürüyor.
EKSİKLİK HİSSETMEDİ
Kendini ortaokul ve lise  yıllarında tanımaya başladığını ifade eder İsa Cengiz, ilkokulu 4 yılda bitirdikten sonra imtihanla 5. sınıfı okumadan ortaokula geçti. . Engellerinden dolayı hiç bir eksiklik hissetmediğini ifade eden ve doğal hayatını sürdüren İsa Cengiz, yerde sürünerek top oynamış ve hatta kalecilik bile yapmış.
ACIYARAK BAKANLARA KIZDIM
Annesi, yengesi ve eniştesinin kendisine çok emek verdiğini dile getiren İsa Cengiz, “Şifa mahallesinden Çayırova’nın girişindeki okula beni sırtlarında taşıyarak götürüp, getirdiler. Gençlik yıllarımda sağa sola gidemiyordum. Bazen bana acıyarak bakan insanları görürdüm, küçükken sıkıntı yoktu ama büyüdükçe onlara kızmaya başladım. Acımak farklı, merhamet farklı. “dedi.
İÇİNDE KALAN UKDESİ
Avukat olamamasının içinde hep bir ukde olarak kaldığının altını çizen Cengiz, ” Avukat olmak içimde ukde olarak kaldı. Kendini ifade etmek, mağdurların haklarını savunmak için avukat olmak istedim.10 yılda liseyi bitirdim. Lise 1’i Kartal’da okudum. Servis vardı ilk sene. Sonra ki 2 yıl trenle gittim okula .İçmelere minibüsle giderdim. O zamanlar bir doktor vardı beni kablo fabrikasının oradan alıp götürürdü. O dönem okumak çok zor oldu.
ÇALIŞMA HAYATI ve EVLİLİĞİ
Lise bittikten sonra hayat sıkıntısının ve mücadelesinin başladığı ifade eden Cengiz, “Üniversiteyi kazanamadım.Siyasete girdim, çok çevre edindim.1990 yılında işe girmek ve engellilerin haklarını aramak, savunmak için DYP’den siyasete girdim.
8 Şubat 1994’te Türk Telekom’da işe başladım. Pendik’te müşteri hizmetlerinde istatistik memuru olarak çalıştım ve istatistikte yazı yazdım.”diye konuştu.
31 yaşında evlendim. Eşim Filiz Cengiz Samsunlu. Ağabeyimin çalıştığı fabrikada Filiz’in kardeşi çalışıyordu. Bu şekilde tanışmamız oldu. 5-6 aylık süreçten sonra 2001 yılında Filiz hanımla evlendim ve kimseye yük olmadım. Aramızda 8 yaş var. Eşim benim gibi hayata pozitif bakamıyor. Yapısı ve bayan olması bunda etkili.”dedi.
SİYASİ HAYAT
Engellerini hiçbir zaman hayata tutunmaya engel olarak görmeyen İsa Cengiz siyasette de oldukça aktif yıllar geçirmiş. Siyasetin hep ilgi alanına girdiğini vurgulayan Cengiz, “Siyasetten hiç kopmadım.  Milletvekilliği aday adayı oldum. İstanbul 1. bölgeden 12 haziran seçimlerine girdim. Başbakan yardımcısı Haluk İpek 5000 üzerinde talep var diyordu.  Ben 600-650 sıraya kadar geldim. Kıl payı vekilliği kaçırdım. Tuzla Kent Konseyi Engelliler Komisyonu başkanı oldum. AK Parti Tuzla ilçe teşkilatı yönetiminde yer aldım. İnsanlara hizmet eden yerde olacağım.”diye konuştu.

Evet İsa Cengiz ile 27 yıl önce ve 27 yıl sonra tarihe ışık tutan bir röportaj yaptık. İsa Cengiz’in hayatı başlı başına bir destan.  İsa Cengiz’in çileli ve mücadeleli hayatı karşısında el ve ayakları sağlam olan bizlerin alacağı çok ders var. Hayatımızın kıymetini bilelim diye bu yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Araştırmacı gazeteci ve belgeselciliğin ne kadar önemli olduğunu belgelerle ortaya koymak istiyorum.

 

Sevâl Günbal ile Safiye Erol üzerine

Safiye Erol üzerinde araştırmalar yapan geleceğin yıldız romancısı Seval Günbal ile Safiye Erol üzerine konuşacağız.

GİRİŞ:
Bugün, gelecek vaad eden genç bir bayan yazarımızla, bir başka yazarımız hakkında konuşacağız.
Salon romanları yazan birçok bayan yazarlarımızı hesaba katmaz isek, Türk romancılığı bayan yazarlar bakımından hayli kısırdır. Bunların içerisinde sacayağı oluşturan üç isim vardır ki; onlar romanlarında tarihimizi, kültürümüzü, edebimizi, irfanımızı; güzel Türkçemizi kuyumcu titizliği ile işleyerek; dünü ve yaşadıkları günü geleceğe taşıyan ölümsüz eserler kaleme almışlardır: Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol ve Münevver Ayaşlı.  
Yazar Safiye Erol, Edirne’nin Uzunköprü ilçesinde 2 Ocak 1902 tarihinde doğdu. 62 yaşında iken 7 Ekim 1964 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Anne ve babası, Makedonya’dan göç etmişlerdi. Aile, 1906 yılında İstanbul’a taşındı. Üsküdar’da Selimiye Mahallesi’ne yerleştiler. 1911 yılında, 9 yaşında iken ‘Yedi İklim’ başlıklı yazısını yazdı. Yazıda, içerisinde 5 yıl yaşadığı evi şöyle anlatıyordu: ‘O ev hâlâ duruyor. Biraz eskimiş, havaî mavi yağlı boyası aşınmış, fakat hâlâ gözümü, gönlümü okşuyor. Her zerresinden güzellik, mübâreklik sızıyor. Hareminden nağmeler, besteler dalga dalga havalanıyor. Kapısı dibinde kümelerle gece safâsı bitmiş.’
İstanbul’da Duyun-ı Umumiye İdaresi’nde çalışan babası Sâmi Bey, kızındaki edebiyat cevherinden haberdardır. O’nu İlkokuldan sonra, batı eğitim sisteminde yetişmesi için Fransız Mektebi’ne verdi. Liseye Haydarpaşa’daki Alman Lisesi’nde başladı, Beyoğlu’ndaki Alman Lisesi’nden diploma aldı.  
Liseyi bitirdikten sonra Almanya’ya tahsile gitti. Doktora tezini verdikten sonra 1926’da İstanbul’a döndü.    Kitapları, 2001 yılında hakkında düzenlenen bir toplantıdan sonra yayınlanmaya başladı. Böylece Türk Edebiyatı Dünyası, Safiye Erol’u, 50 yıl sonra keşfetmiş oldu. Ciğerdelen,  2001 yılında yayınlandı. Ardından her yıl iki tanesi olmak üzere diğerleri tâkip etti: Dineyri Papazı, Ülker Fırtınası, Kadıköyü’nün Romanı, Makaleler ve Çölde Biten Rahmet Ağacı.
Safiye Erol, Türk Edebiyatı’nın mühim bir ismi olmanın ötesinde, bir seviyedir. Eserleri yalnızca dikkatli edebiyat severler tarafından okunmak için değil, üniversitelerde lisan üstü çalışmalara malzeme olacak değerdedir.  Bu uyanık ve tahlilci kafa, ele aldığı bir meseleyi didikleyip teşrih masasına yatırdıktan sonra öyle bir terkibe götürür ki, artık önünüzde parçalanmış meselelerin yerine, toparlanmış bir bütün görürsünüz.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Oğuz Çetinoğlu: Safiye Erol’a ilginiz hangi etkenlerle oluştu?
Sevâl Günbal: Romanlarını okumakla oluştu. ‘Ciğerdelen’ romanı beni diğer romanlarına götürdü. Zengin kültür ve bilgi birikimini eserlerinde bir kanaviçe gibi işlemesinden çok etkilendim. Bazı şiirlerin bazı yaşları beklemesi gibi bazı kitaplar da okuyucusunu bekler; ama bazı yaşlar ve okur da bu arada boş durmaz tabi, arar o kitabı. Canıyla, kanıyla, dipdiri yaşarken arar. Tam da bu noktada karşıma Safiye Erol çıktı. Onun eserleriyle tanıştım. Safiye Erol’u tanımak, benim için sadece bir yazarın gerçek hikâyesinin derinini bilmek değildi. Kaldı ki onu tanımak, bir yerde bir dostu tanımaktı. Bu yüzden Safiye Erol’la ilgim hayranlığın bir adım ötesinde.
Çetinoğlu: Safiye Erol ile ilgili çalışmalarınızdan söz eder misiniz? Neler yapıyorsunuz,     çalışmalarınız ne safhada, hangi yolla ve ne zaman gün ışığına çıkacak?
Günbal: Safiye Erol hakkında özellikle son üç yıl içerisinde çok yoğun araştırma yaptım. Çok güzel kaynaklara ulaştım ve birçok insan tanıdım. Hakkında yazılan kitaplara ve tezlere, yeğeni Aydın Erol ve eşi Güngör Hanım’a, doğduğu yer olan Edirne’ye kadar uzandı bu araştırmalar. Çalışmalarımda çok zorlandığım zamanlar oldu. Güngör Hanım’la bir görüşmemizde bana; “Onun ruhu, onu sana bitirtir” demesi çalışmalarımdaki manevî gücümü daha da artırdı. Bir şekilde Safiye Erol beni çekiyordu. O’nun beslendiği ve çok sevdiği eserler, aynı zamanda benim de sevdiğim eserlerdi. Bu süre boyunca aklımda bir roman düşüncesi vardı. Zihnimdeki karakter ile Safiye Erol’un hayatı arasında çok büyük paralellik vardı. Romanımın kaynağına ulaştığımı sezdim. Böylece kaynağını onun hayatından aldığım bir roman yazmaya başladım. Çünkü o beni çok etkilemişti. Çalışmalarım ise bitmek üzere.
Çetinoğlu: Bu çalışmalarınızdan nasıl bir sonuç elde etmeyi, hangi hedefe ulaşmayı tasarlıyorsunuz?
Günbal: Sadece manevî borcumu ödemek istiyorum. İnsanların arasında maddî kıymetlerle ölçülemeyecek şeyler vardır. Bu insan artık hayatta olmasa bile size tesir ettiği kadarıyla anılmayı hak ediyordur. Tabii bir de içinizde olanı paylaşıp rahatlama ihtimali var. Bu da az şey değil.
SAFİYE EROL’UN ARDINDAN YAZILANLAR:
‘O’nun muhteşem bir kuyruklu yıldız gibi ufkumuzu, hem de sessiz sedasız terk ediverişini kabullenmek çok güç. Fakat bana asıl, Safiye Erol gibi değerli bir kadının dünyamızdan çekilişine karşı gösterdiğimiz inanılmaz kaygısızlık, lâkaydi ve bîgânelik güç geliyor.’
*   *   *   
‘Bir gün, eserlerini ve hayatının derin köşelerini incelemek fırsatını bulanlar onun gizli bir hazine olduğunu görecekler, fakat buna şaşmayacaklar. Edebiyatımızı âdil bir anlayışla tetkik edenler ise, onun Ciğerdelen adlı romanındaki üç efsanenin nasıl olup da mektep kitaplarına, Türkçenin en güzel örneklerinden biri olarak geçmediğine hayret edeceklerdir.’
*   *   *   
‘Yunan, Hint, İslâm felsefesini kusursuz bir vukufla tetkik etmişti. Bu üç felsefenin terkibini modern felsefenin ışığı altında tarifsiz bir ustalıkla yapardı. Mesnevî hikâyelerini modern psikolojinin mefhumlarıyla anlatmasında ve bu hikâyeleri günümüzün vâsıl olduğu gerçekler içinde izahında O’nun terkipli ve müstesna zihin yapısını görmek mümkündü.
Evet… Yapardı, ederdi, derdi… Safiye Erol’u bu dünya plânından alıp götüren gerçek, ölüm adlı o büyük vaiz, bütün bunlara son verdi. O’nunla başlamış olan bir harikalı rüya yine onunla bitiyor. Safiye Erol çağımızın âvâre ve vefasız çocukları için fazla gelen bir dozdu. Bunu çok iyi bilir, anlar ve müsamaha ile karşılardı. Esasen O’nun en büyük hasletlerinden biriydi bu engin müsamaha… Bütün ifratlar, şedit hükümler, müsamahasız görüşler O’nu her yerde ve her şartta incitiyordu. Ve zannediyorum, bu O’nu, hayatta her şeyden fazla incitiyordu.’
*   *   *   
‘Vefatından üç gün evvel yapacağımız bir kış çalışmasının plânını yapmıştık. Her sefer olduğu gibi, o gün de kendisinden pek çok şey öğrenmiştim: ‘Bütün bildiklerimi sana aktarmak istiyorum. Her şeyi bildiğim kadar öğretmem mümkün. Bir tek istisnası var bunun: Aşk! Evet! Kardeşim, aşk… İşte o, söz ile, saz ile öğretilmez. O, yaşaya yaşaya canını adaya adaya öğrenmen gereken ve varlığının bütününü esirgemeden içine atacağın bir ateştir. Belki de dünyaya gelişimizin tek sebebi, tek hikmeti… Ancak bunu gerçekleriyle yaşadığın zaman insan, arzuladığımız insan olmak mümkün! İşte o imkânı yaşamış ve elde etmiş insandı… Yazık oldu.’
NEZİHE ARAZ 
‘O İslam-Türk medeniyetinin nankör ve bedbaht yıkıcılıklara, köksüz ve anlayışsız zorlamalara yenilmeyen kadın mümessillerinden biri idi. Safiye Erol bu yalan dünyadan, bir varmış bir yokmuşlar âleminden göç etti ve biz bir ‘hanımefendi’yi kaybettik. ‘Hanımefendi’nin taşıdığı mânâyı bilenler, Safiye Erol’u tanımasalar da bu ölüme, O’nu tanıyanlar kadar yanacaklardır.’
*   *   *   
‘O’nun Ciğerciden ve diğer eserleri her Türk’ün evinde bulunması gereken kitaplardan biridir. Bana kalırsa yazarlığının tek sebebi tadına ve değerine vardığı medeniyetimizden aldıklarını yayabilmek arzusu idi.’
*   *   *   
‘Safiye Erol artık yok ve biz üzgünüz. Fakat ben inanıyorum ki O, hayatın kendisine eşit tuttuğu İslâm-Türk dünyasından ve iyi insanlar kadar sevdiği kedilerinden ayrılırken üzgün değildi, dudaklarında o hanımefendi gülümseyişi vardı. Çünkü O, Âdem ile Havva’dan beri istisnasız olarak sürüp gelen, gene istisnasız olarak kıyamete kadar sürecek olan insan macerasını pek güzel ve en doğru şekilde hükme bağlamıştı. Çünkü o bir Müslüman-Türk hanımefendisiydi.’
TARIK BUĞRA
‘Safiye Erol’un Ciğerdelen adlı romanı, dehânın yanından sıyrılıp geçen çok kuvvetli bir eserdir.’
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ
Çetinoğlu: Araştırmalarınızın sonucunda elde ettiğiniz bilgilere göre; Safiye Erol nasıl bir insandı? İç dünyasını, hedeflerini, hayallerini, başarılarını ve diğer hususiyetlerini anlatır mısınız?
Günbal: Gerçek anlamda yaşamış biri. Bir kere hayat dolu bir kadın, yaşamayı biliyor. Gün ağarmadan yürüyüşe çıkıyor, eve dönüşte balkonunda sabah kahvesini içiyor. Aynı zamanda sporcu da. Başarılı bir yüzücü. Tenis oynamayı seviyor. Hayatının tadını çıkarmayı biliyor yani. En yakınındakiler onun hep neşeli olduğunu ve sürekli okuduğunu söylüyor. Yazdığına hiç şâhit olmamışlar. Gecenin bereketinden istifade ile gizlice yazdığını düşünüyorum. Yakınları da böyle söylüyor. Doğu ve batı edebiyatında çok yetkin. Fransızca, Almanca, Farsça ve Arapçaya hâkim ve bu dillerde yazılmış eserlerle de bağı çok güçlü. Özellikle makalelerinde Hindistanlı şair Tagore’den alıntılara çok sık yer verir. Türk Halk Edebiyatı, masallar ve Yunus Emre’nin izi de eserlerinde görülür. Âşıkların deyişlerine yer verir. Bir ozan edasıyla kendi türküsünü yazar Safiye.
Almanya’da doktorasını yapıp, Türkiye’ye döndüğü zaman bazı mecmualarda köşe yazıları yazar. Bir süre siyasetle de uğraşır. Bütün yaşama sevincine rağmen, bir münzevinin yürek yangınını duyarsınız romanlarında. Edirne ve atalarının mirası O’nun hayat dinamikleri arasında. ‘Dineyri Papazı’nda, Gülbün’ü yeniden hayata döndüren bu güçtür.
Çetinoğlu: Safiye Erol’u en çok kimler tanımalı, O’nu tanımakla kazanımları ne olacak?
Günbal: İnsanların ortak acıları vardır. Dünyanın herhangi bir yerinde aynı acıları yaşayan onlarca insan bulabilirsiniz. Eserlerini okuduğumuzda kendi acılarımızın da kaynağına vardığımızı görürüz. Bir nevi iyileştirici güçtür o.
Çetinoğlu: Safiye Erol’un romanlarındaki ana temalar ve makalelerinde ele aldığı konular hakkında bilgi verir misiniz?
Günbal: Batıda eğitim görmüş, manevî değerlerini muhafaza eden, ülkesine hizmet etme amacı taşıyan idealist kadın karakterlerin, genellikle toplumun kabul etmeyeceği bir ilişkiyle sarsılıp, ilahî bir aşkla yeniden dirilişini anlatır. İnsan iki yokluk arasında ister istemez üreyen bir varlıktır.
Makaleleri de konuları itibariyle romanlarının özünü oluşturur. Kâh aşktan, kâh yolculuklarından, mûsikîmizden, âşık edebiyatından kendi sarsıcı üslubu ile bahseder. Safiye Erol’un üzerine aşk öyle bir sinmiş ki elini değdiği her işten alnının a(ş)kıyla çıkmış.
Çetinoğlu: Bayan edebiyatçılarımızın sacayağı oluşturan isimleri; Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol ve Münevver Ayaşlı’dan sonra edebiyatımızın seviyesi hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Günbal: Her zamanki gibi iyi, kaliteli ve bir üslup sahibi olanlar göz ardı edilmekte. Görünürdekilerin durumu malum.
Çetinoğlu: Safiye Erol, yazı hayatında ve günlük yaşayışında hangi düşünce, duygu ve kavramları merkeze yerleştiriyordu?
Günbal: Aşk.
Çetinoğlu: Safiye Erol’un kullandığı Türkçenin özellikleri nelerdi?
Günbal: Bir röportajında “Yeni dil ile aranız nasıl?” sorusuna; “Tanımıyorum öyle bir şey, benim bir anadilim var, başkasını bilmiyorum,” diyor. Bu aslında O’nun romanlarında kullandığı dilin özelliklerinin de hangi yönde olduğunu açıklıyor. Dilden kelime atmaya inanmıyor. Annesinden, babasından duyduğu kelimeler var dilinde. O dilin içerisinde Farsça, Arapça kelimeler var. Almanya’da eğitim görmüş olduğu için Fransızca ve Almanca kelimelere de çok sık rastlıyoruz. O’nun dili bütün bu dillerden soyutlanmamış, aksine zenginleşmiş ve özünü yitirmemiş bir Türkçe. Bütün bunlara rağmen çok anlaşılır, akıcı ve yalın bir dili olduğunu söyleyebiliriz Erol’un.
Çetinoğlu: Günümüzde; Safiye Erol’un çizgisini devam ettirmek isteyen yazar adaylarına rehber olmanız istenirse, neler söylersiniz?
Günbal: Hazırlansınlar.
Çetinoğlu: Safiye Erol ile röportaj yapma imkânınız olsa idi, kendisine nasıl bir soru yöneltirdiniz?
Günbal: Eğer Almanya’da tanıştığı genç ile Hindistan’a gitseydi, hayatı ne yönde değişirdi?
Çetinoğlu: Hayatını, romanlarını ve makalelerini incelemek suretiyle tanıdığınız Safiye Erol, bu sorunuzu nasıl cevaplandırırdı?
Günbal: ‘Hallerimiz hep nasip meselesidir.’
Çetinoğlu: Sizce yazı sanatının harcını ne ile karmak gerek?
Günbal: Sabırla.
Çetinoğlu: Bu röportajı siz yapsaydınız, nasıl bir soru sorardınız?
Günbal: ‘Neden Safiye Erol?’
Çetinoğlu: Sorduğunuz sorunun cevabını da lütfeder misiniz?
Günbal: Hayat…
Çetinoğlu: Teşekkür ederim.
Günbal: Ben teşekkür ederim. Kolaylıklar dilerim…

SEVÂLGÜNBAL:
1985’de Ankara’da doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Ardından İstanbul Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldu. Tahsile devam ediyor. Varlık, Yasak Meyve, Akatalpa, Deliler Teknesi gibi çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. dünyabizim ve sanatalemi.net gibi kültür haber sitelerinde köşe yazıları ve haberler yazdı.
İlk romanına hazırlanıyor.

 

 

 

Depresyonla Mücadele İntihar Riskini Azaltıyor

İntihar her toplumda olduğu gibi bizim için de ciddi bir sorun. Depresyon hastalığı da bu konuda önemli etkenlerden biri. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki depresyonla mücadele intihar riskini azaltıyor.

Yeni doğan bebeklerden alınacak birkaç damla kanla fark edilebilecek ve önlenebilecek bazı zeka geriliği durumları, yine tiroid hormonu eksikliğinin zamanında fark edilmesi de ruh sağlığını koruma yolları arasında sayılabilir.

Uygun beslenme ve egzersizler, aşırı kilodan ve buna bağlı ortaya çıkabilecek bedensel ve ruhsal hastalıklardan korunulmasını beraberinde getirir. Stresle başa çıkma tekniklerinin yaygın olarak iş yerlerinde ele alınması iş gücü kaybına neden olan yorgunluk, doyumsuzluk, tükenmişlik gibi durumları azaltabilecek önlemlerdendir. Sağlıklı davranış geliştirme, alışkanlıklarımızın bağımlılık haline dönüşmesine fırsat vermeme, sigara, alkol, madde bağımlılıklarından korunma çok bilinen koruyucu ruh sağlığı alanlarından bir başkası.
Ruh sağlığını güçlendirme ve geliştirme konusunda neler söyleyeceksiniz?

Elbette, ruhsal bozukluklardan korunma ile ruh sağlığını güçlendirme ve geliştirmenin geçiştiği, örtüştüğü, birbirini tamamladığı alanlar da var. Bu arada korunma konusunu bağlamak için izninizle şu noktayı da vurgulayayım. Korunma çalışmaları yüzde yüz korunma demek değildir. Her ruhsal sorunu tamamen davranışlarımızı geliştirerek engelleyemeyebiliriz, işin biyolojik yönü de var mutlaka ama riski azaltmaktan, erken müdahale etmekten söz ediyoruz. Olumsuz etkileri en az düzeye indirmekten söz ediyoruz. Bu noktaya vurgu yapmışken ruh sağlığını güçlendirme konusuna da gelelim. Örneğin sağlıklı bir yaşlılık için gençlikte yapılacak çok önemli şeyler vardır. Kendine hoşlanacağı, üretebileceği alanlar yaratan, hayatına renk ve anlam katmayı bilen kişiler yaşlandıklarında ya da emekli olduklarında kendilerini işe yaramaz gibi görmezler.

Geleceğimizin garantisi gençlerimiz için neler söyleyeceksiniz?
Geleceğimizin garantisi olan gençlerimize, çocuklarımıza yönelik tutum ve davranışlarımız onların kendilerine güvenli, benlik saygısı yerinde kişiler olarak yetişmelerine de neden olabilir, ürkek korkak, güvensiz hep birilerinin desteğine muhtaç birileri olmalarına da. Aile içinde, toplumda şiddet şiddeti doğurur, saygı ise saygıyı… Yukarıda kısaca değinmiştim, alışkanlıklarımız konusu. Bağımlılık halini alan birçok yeni alışkanlık var özellikle gençler arasında. Bilgisayarı, cep telefonunu, hatta televizyonu düzensiz dengesiz kullanma, adeta bu araçların esiri olma. Bu davranışlar kişiler arası iletişimi olumsuz yönde etkilemenin yanında ciddi bedensel sağlık sorunlarına yol açabildiği de biliniyor.
Her geçen gün artan cinayet, intihar, adam yaralama, çocukların işledikleri suçların, olayların değerlendirilmesini yapabilir misiniz?
Yukarıda değinmeye çalıştığım sağlıksız davranışlar bireyleri ve bireylerin oluşturduğu toplumu etkiliyor elbette. Bu arada bireyleri aşan ekonomik zorluklar, işsizlik sorunu, ülkemizin genel anlamda içinde bulunduğu sosyal siyasi zorluklar da bireyleri ve toplumu olumsuz yönden etkilemektedir. Nasıl ki sağlık yalnızca sağlık profesyonellerinin başa çıkabileceği bir şey değilse ruh sağlığı da genel politikalarla bütün olarak ele alınması gereken bir konudur. Çalışanların özlük haklarının gerçekçi biçimde düzenlenmesi, çalışamayanlara iş bulma imkanı sağlanması, adalete, kolluk güçlerine güven yaratılması, eğitimde, sağlıkta eşitlik olması en temel ve olmazsa olmaz koruyucu ruh sağlığı faktörleridir. Bütün bunları birilerinden lütuf olarak beklememek haklarına kırmadan kırılmadan sahip çıkmak da vatandaş olarak bizlerin hakkı ve görevi olmalıdır. Bu yolda farkındalık geliştirmeliyiz.
Prof. Dr. Bülent Coşkun Kimdir?
1952 Tavşanlı Kütahya doğdu. Darüşşafaka Lisesi’ni bitirdikten sonra, Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi’nde okudu. 1982 yılında Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı’ndan uzmanlık aldı. Zorunlu hizmet görevini Manisa Ruh Hastalıkları Hastanesi’nde yaptıktan sonra, Ankara Numune Hastanesi’nde Servis Şefliği, Yenişehir Ruh Sağlığı Dispanseri’nde Başhekim olarak görev yaptı. Daha sonra Sağlık Bakanlığı Ruh Sağlığı Daire Başkanlığı görevini yürüttü. 1989 yılında Ankara Üniversitesi’nde doçentliğini aldı. 1995-2002 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. 2002 yılından beridir de Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Kocaeli Üniversitesi Toplum Ruh Sağlığı Birimi’nin Müdürlüğü’nü yürütmektedir.

Fotoğraflar: Ayhan Arı

 

 

Bihter Gördü ve Prof.Dr. Bülent Çoşkun

Bihter Gördü ve Prof.Dr. Bülent Çoşkun

Prof. Dr. Bülent Çoşkun

Prof. Dr. Bülent Çoşkun

Yeni Yıl Bağrında Umutları Büyütüyor

Her yeni yıl tazelenen umutların, iyi dileklerin ve yüzü daha iyi bir gelecek hayal etmeye dönük özlemlerin paylaşılmasına vesiledir. Her yeni yıl; devreden umutların hüznüyle karışık, bir “yeni yıl daha iyi, daha güzel olsun” duygusunun canlanmasıdır bir bakıma. Her yeni yıl; bahara dair duygu ve inançlarımızın yenilenmesidir biraz da. Ve her yeni yıl; zamanın sonsuzluğundaki koşuda, herkesin kendince tanımladığı geleceğe ve kaçınılmaz olana, bir adım daha yaklaşmış olmanın karmaşasıdır aynı zamanda. Değil midir ki, bir doğa kanunudur; biten ve başlayanın, ölen ve doğanın, çürüyen ve yenilenenin diyalektiğidir hayat. Ve mesele, hayatı başlayanın, doğanın, yenilenenin yürüdüğü rotadan yaşamaktır. Devreden hasretler mi demeli umutlarımızın adına, biz öldükçe, azaldıkça, sesimiz gün be gün kısıldıkça büyüyen hasretler… Herkes kendince tanımlayabilir tabii; ama hasret, kan ile revan bir zamanda kıvranırken umutlarımız, en çok barış demek olmalıdır. Kendinle, hayatla, insanlarla, gerçeklerle… Hayat devam ediyor ve devam eden hayat, bağrında umutlar büyütüyor. Bu haftaki konuğumuz Prof. Dr. Bülent Coşkun’la, ruh sağlığımızın ne tür tehlikeler altında olduğunu ve bu tehlikelerden korunmanın yollarını konuştuk. İşte notlarım: 

Ruh sağlığı diyince ne anlamalıyız?
Ruh sağlığı, sağlığın ayrılmaz bir parçası olarak bilinir, söylenir. Ancak yaygın biçimiyle günlük ilişkilerimizde ruh sağlığından söz edildiğinde akla ruh hastaları, ruh hastalıkları gelebilmektedir. Ya da ruh sağlığını bozabilecek gerginlik yaratacak etkenleri öncelikle düşünebiliriz – günlük sıkıntılarımız, yorgunluklarımız, çıkmazlarımız, insan ilişkilerinde karşılıklı birbirimizi yıpratmalarımız gibi… Bu konularda teknik bazı ifadeler de günlük dilimizde yer bulmuş durumdadır, tükenmişlik gibi, stres gibi, depresyon gibi psikoz veya psikoza girmek gibi. Bazen bu terimler amacını aşan biçimde, anlamının dışında da kullanılabilmektedir. Öte yandan konunun uzmanları, ruh sağlığı deyince çalışabilen, üretebilen, sevebilen ve gülebilen bireylerden söz etmek gerektiğini düşünmektedirler. Sağlık bir bütündür, ruh sağlığı duygularımızla, düşüncelerimizle sağlığa anlam katabilmemize, sağlığımızın farkına varmamıza yarar. Belki ilerde değinme fırsatımız olur, bir de ruh sağlığını güçlendirme, geliştirme konusu var, sıra gelirse ondan da söz ederiz.   

Ruh sağlığımız ne tür tehditler altında?

Ruh sağlığımız tehdit altında mı? Ya da ruh sağlığımıza, genel sağlığımız dışında özel, ayrı bir tehdit mi söz konusu? Sağlığı bütün olarak ele almak durumunda olduğumuza değinmiştim. Bedensel, ruhsal ve sosyal özelliklerimizle sağlığımız bir bütündür, bir parçasını diğerlerinden ayrı düşünemeyiz, düşünmemiz gerekir. O halde önce “sağlığımız tehdit altında mı?” sorusuna cevap arayalım. Sağlığımız hızla değişen, yapaylaşan çevremizle, hoyratça harcanan doğal kaynaklarımızla, yarını düşünmekten çok bugüne odaklanan ve sürekli tüketmeye koşullanan yaşam biçimimizle, ciddi bir tehdit altında görünüyor, aksini söylemek çok zor. Benzer biçimde giderek her an daha fazla mekanikleştiğini gördüğümüz ilişkilerimiz; özveri, dayanışma, anlayış, hoşgörü kavramlarının iyi niyetli sözler olmanın dışında geçerliliğinin azaldığına tanık olmamız da sağlığımızın psikososyal yanına yönelik bir tehdit olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. 

Ruh sağlığının sağlığın nasıl ayrılmaz bir parçası olduğunu detaylandırır mısınız? Sağlıklı insan nasıl olur?
Memnuniyetle açmaya çalışayım. Sağlık kavramını nasıl bir çerçevede ele aldığımız önemlidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün çok yaygın şekilde bilinen tanımında sağlığın bedensel, ruhsal ve sosyal iyilik hali olmasına vurgu yapılmasının yanında sağlığın hastalık olmamasından öte bir durum olduğuna da dikkat çekilir. Sağlık iyilik hali olmasını gerektirmektedir. Bu durumda uzun süre devam eden bir bedensel hastalığı olan kişinin o hastalığına rağmen iyilik halinden söz edebiliriz. Özellikle de psikososyal iyilik halinden. Bedensel bir engeli vardır, görmüyordur, yürüyemiyordur, hatta belki bir uzvu yoktur ama, bu kişi üretebiliyordur, sevebiliyordur, yaşadığı topluma katkıda bulunabiliyordur. Bu özeliklerinin de farkındadır ve mutludur… Gelin birlikte düşünelim, görünür herhangi bir hastalığı ya da bedensel engeli olmayan ancak çalışmayan, üretmeyen, sevemeyen hatta zaman zaman gerginliği ile çevreye huzursuzluk saçan birisi mi daha SAĞLIKLIdır yoksa bir hastalığı ya da engeli olmasına rağmen yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi üreten, katkıda bulunan birisi mi? Görüldüğü gibi sağlıklı olmak, psikososyal iyilik hali olmak veya ruh sağlığı yerinde olmak “hasta” ya da “engelli” olmaktan farklı bir durumdur. Ruh sağlığını bu anlamda sağlıklı olmanın ayrılmaz bir parçası olarak görmek gerektiğini vurgulamak istedim.  

Toplumumuzda ruh sağlığı giderek bozuluyor mu?

Ruh sağlığımızın giderek bozulup bozulmadığı konusunda bir değerlendirme yapmak pek kolay değil. Belki de ruhsal sorunlarımızı daha fazla fark edebilir olduk… Yeni yılda ya da genel anlamda gelecekte ruh sağlığımızı korumak için neler yapabileceğimiz konusuna değinmeniz çok olumlu bence. İşte bu bile gelişmekte olan farkındalığımızın bir sonucu olabilir. Belki daha önce bu soru üzerinde pek düşünmezdik ya da ancak şakasını yapabilirdik, bir aşısı olsa da ruh hastalığından korunsak diye… Ruh sağlığımızı korumayı, ruhsal hastalıklardan uzaklaşmak ruhsal bozukluklarla karşılaşma riskini azaltmak anlamında alırsak bazı önlemlerden söz edebiliriz. Bir de, yukarıda da değinmiştim, ruh sağlığını güçlendirmek, geliştirmekle ilgili konulardan söz etmek mümkün. Burada hastalıktan, hasta olmaktan öte iyilik haline değinebiliriz. 

Ruh sağlığımızı nasıl korumamızı tavsiye edersiniz?

Önce sizin söz ettiğiniz biçimde ruh sağlığımızı korunma yollarına bakalım: Sık ve yaygın olarak görülen bir ruhsal hastalık hali, günlük dilimizde çökkünlük, karamsarlık olarak ifade edebileceğimiz bir durumu, depresyonu ele almamız mümkün. Çökkünlükten korunmanın aşısı yok elbette ama kendimizi tanıma, güçlü ve geliştirmemiz gereken yönlerimiz hakkında farkındalık geliştirmemiz karşılaşabileceğimiz zorluklarla başa çıkmamızda bize imkan sağlar, hastalık belirtilerini bilmemiz ne zaman yardım almamız gerektiğine kolay karar vermemiz herhangi bir hastalıkta olduğu gibi sorunları erken çözmemize yardımcı olur. 

DEVAMI YARIN…

Prof. Dr. Bülent Coşkun, Bihter Gördü

Prof. Dr. Bülent Coşkun, Bihter Gördü

Prof. Dr. Bülent Coşkun

Prof. Dr. Bülent Coşkun

Lider ve Türk Dünyası

Türk Milletinin, tarih sahnesinde çıkış yaptığı dönemlere baktığınızda hep güçlü bir liderin mührünü görürsünüz.

Buna bakarak şunu söyleyebiliriz: Türkler bir sistemden ziyade içlerinden çıkardıkları güçlü, karakterli, akıllı, bilgili, vizyoner insanlar sayesinde başarıyı yakalayabiliyor.

Bunun son örneği de Rauf Denktaş’tır. Kanaatime göre Kıbrıs Türkleri, Rauf Denktaş gibi lider hüviyetine sahip bir mücadele adamına sahip olmasaydı, bugün adadaki varlığını devam ettiremeyebilirdi.

Rauf Denktaş’ın, seksen sekiz yıllık ömrüne baktığınızda; son nefesine kadar, Kıbrıs Türkleri için pek çok kişinin farkında bile olmadığı amansız bir savaşı vardır.

Türkiye, Kıbrıs’ta Rauf Denktaş’ı ve onun gibi nice isimsiz kahramanları desteklemiştir. Ama içlerinden biri yani Denktaş lider olabilmiştir. Ayrıca Denktaş, taşıdığı özellikler itibarıyla sadece Kıbrıs Türkleri için değil, Türk Dünyası’nın tamamında bir lider olarak kabul görmüştür. Onun için Rauf Denktaş, Türk Dünyası’nın bir zenginliğidir.

Bugün Kıbrıs’ta bir Türk devleti vardır. Binlerce adam yetişmiştir. Ancak bu tarihten sonra Kıbrıs Türklerinin bir lideri yoktur. Bu sebeple Türklerin Kıbrıs davası, Denktaş’ın kaybı ile daha da zorlaşmıştır.

Türklerin cevabını araması gereken en önemli sorulardan biri, lider adamları yeterince niçin yetiştiremediği olmalıdır.

Tarihe dönüp baktığımızda Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nu Fatih, Yavuz, Kanuni gibi bir çırpıda sayacağımız ve bir elin parmaklarını geçmeyecek padişah ile anıyoruz. Oysa 600 yıl süren bir hükümranlık söz konusu.

Yine Alparslan ve Malazgirt eşleşmesi olmasa o dönem içinde söyleyecek pek bir şey yok.

Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk var. Tarihçiler bu saptamalarıma kızacak olabilirler ama ne yapalım tarihin, ortalama vatandaşa yansıyan yüzü bu…

Yunanistan’ın hükümranlığında yaşamak zorunda olan Batı Trakya Türkleri denilince akla gelen lider, rahmetli Dr. Sadık Ahmet. Şehit olalı yirmi yıla yaklaşıyor ama yerine bir lider ikame edilemedi.

En şansız olan bölgelerden biri de, Makedonya ve Kosova’dır. Orada yaşayan Türkler hiçbir zaman bir lidere sahip olmadılar. Halbuki o topraklar bir lideri ortaya çıkartabilecek zor ve aynı zamanda elverişli şartlara sahipti ki… Romanya Türkleri içinde aynı şeyleri söylemek mümkün. Bulgaristan ise bu açıdan tam bir faciadır.

Kırım Türkleri, yıllardır Mustafa Cemiloğlu’nun sırtında bir yere varmaya çalışıyor. İnsan iyi ki Cemiloğlu var diyor. Ya olmasaydı ve Cemiloğlu ile Kırım Türklerinin davası birlikte anılmasaydı, Cemiloğlu yükselen ses olmasaydı, bizler bu kadar yüzümüzü Kırım’a çevirmiş olur muyduk?  Ahıska Türklerinin bir Cemiloğlu’su hiçbir zaman olmadı.

Ya Ebulfeyz Elçibey’e ne diyelim? Eğer onun liderliği olmasaydı bugün Azerbaycan ve oradaki soydaşlarımızla “iki devlet tek millet” yakınlığı içinde olur muyduk?  Bugün, Türk Dünyasının Elçibey gibi bir lideri, aramadığını kim söyleyebilir.

Bu lidersizlik konusunu, İran Türkleri ile Suriye ve Irak Türkmenleri hakkında da genişletebiliriz. Irak’ta Necdet Koçak şehit edileli bugün (16.Ocak.1980) otuz iki yılı geride bırakmışız.

Şimdilik, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerine değinmek istemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev’in Türk Birliği’ni işaret eden sözlerini  onun liderliğe giden yolda bir adım atması olarak değerlendirdim. Kazak Türklerinin lideri Nazarbayev’ide, Türk Dünyasının liderliğine yakıştırdığımı da ayrıca bir not olarak belirtmeliyim. Doğu Türkistan’daki kardeşlerimde halen hepimizin tanıdığı ve kabul ettiği bir lider etrafında birleşmiş değildir.

Bir müddet öncesine kadar bende Türk Dünyası coğrafyasını “Çin Seddinden Adriyatik Kıyılarına” kadar diye tarif ederdim. Ancak bugün bu tarif yetersiz kalmıştır. Almanya Türklerinin, Fransa Türklerinin, Hollanda ve Belçika Türklerinin ve bir de bunları birleştiren Avrupa Türklerinin bir lideri olmalıdır. Bugün Avrupa’da beş milyonun üzerinde Türk yaşamaktadır. Ya ABD Türklerinin lideri kim olmalıdır? Amerika’da Türk Dünyasının dört bir köşesinden gelen en az bir milyon civarında Türk yaşamaktadır. Bunların lidersiz kalması doğrumudur?

Şimdi gelin böyle bir çerçeve çizdikten sonra, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan Türklerin lidersiz kalmasına ve bunda Türk Dünyası’nın lokomotifi olan Türkiye Cumhuriyeti ile bu ülkenin halkı olarak tarif ettiğimiz Türk Milletinin yanlışlarına ve bu konuda günümüze gelinceye kadar yapamadıklarına… Bu konu ciltler dolusu kitap olur.

Türkiye Cumhuriyeti, kanaatime göre Türk Dünyasının değişik bölgelerinde yaşayan insanlarımızın lidersiz kalmasına seyirci kalmış ve bunu önemli bir mesele olarak  görmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarından müteşekkil milletimiz ise “lider”in Türk milleti ve devleti için öneminden habersizdir. Kendisi için lider aramayan ve bunun öneminin farkında olmayan bir toplumun, kendine ait dışarıdaki dünya için liderler araması düşünülemez. Türk Milletinin bu açıdan şuurlu olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak Türk Milletinin doğru liderlerle hayatiyetini sürdürdüğü ve yükseldiği en son Denktaş örneği ile de sabittir.

Anlattıklarımız nedeni ile Kıbrıs Türklerinin ve Türk Dünyasının kaybı çok büyüktür. Bir insan değil, bir lider ve Türklerin tabiri ile bir “Başbuğ” kaybedilmiştir. Tarihimize baktığımızda, kaybettiğimiz liderlerin yerine lider koymanın zorluğunu görünce, üzüntümüz daha da katmerlenmektedir. Bu vesile ile Rauf Denktaş’ın anısı ve aziz ruhu önünde saygıyla eğiliyor, Kıbrıs Türklerinin ve Türk Dünyasının lidersiz kalmaması için gereken önlemlerin alınmasını diliyor ve lider ruhlu insanlarımızı, Türk Dünyasının geleceği için hazırlamalıyız diyorum.