14.4 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1061

Halk Doğruyu Bilir ve Bulur

Bir akşam bir TV programının sonuna yetişebildim. Emekli Büyükelçi Sayın Gündüz Aktan ile dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel konuşuyorlardı.

Sayın Gündüz Aktan’ı Japonya Büyükelçiliği görevlerinden tanırım. Tokyo’da birkaç kez görüşmüştüm. Sayın Aktan uzunca bir süredir, TV programlarına, yapımcı, konuşmacı vb çeşitli şe­kilde çıkıyor. Kendilerini gerçekten sever ve sayarım. Görüşlerine de saygı duyarım.

Bu akşamki röportajın son bölümü gerçekten son derece ilginç oldu. Sayın Aktan, Sayın Demirel’e, çok kapsamlı, çok iyi hazırlanmış, çok da ustaca bir soru yönelttiler. Çok özet olarak alırsak, Sayın Aktan diyordu ki;

“Halk mütecanis bir kitledir. Belli bir eğitim düzeyindedir. Acaba her zaman doğruları, en doğruları görebilir mi? En iyileri, en ehilleri seçebilir mi?”

Sayın Demirel’den bomba gibi bir cevap geldi.

“1924’de bu halk 12 milyon kişiydi ve bunun sadece 2 milyonu okuma yazma biliyordu. Bu gün 70 milyonuz, bunun 65 milyonu okuma yazma biliyor. Üniversite mezunumuz 1-2 kişiydi. Bu gün her yıl 300.000 kişi üniversiteden mezun oluyor. Bu halk her şeyi en iyi görecektir. 100 yıl önceki, 200 yıl önceki İngiltere’ye, Fransa’ya bakınız. Kuruluş yıllarındaki Amerika’ya bakınız. Bugün biz on­ların durumundan daha mı gerideyiz? Demokrasi oralarda nasıl gelişti ise, bizde de bundan daha uygun bir ortam bulacaktır. Ben, halka gittiğim hiçbir meselede yanılmadım!..”

Sayın Demirel ile de Türk Japon Dostluk Derneği Başkanlığı­mız süresince birçok kez doğrudan konuşma fırsatımız olmuştur. Olayları anında teşhis eden ve üstün zeka sergileyen teşhis ve tespitlerini yakından bilirim. Ama bu akşamki cevap o kadar güzel oturdu ki, Türkiye’yi o kadar güzel anlattı ki, bu satırları kaleme alma gereğini duydum.

Bu bir tecrübe ve vizyon işidir. Sayın Demirel bu ülkeyi ve bu milleti çok iyi tanıyor. İşte olay budur. İşte Türkiye budur.

Allah imkân verdi, sağlık verdi, ömür verdi ve Türkiye’min son 40 küsur yılda geçirdiği evreleri, demokrasi hamlelerini, yönetim bunalımlarını, seçim çarelerini, çözümlerini görme, yaşama fırsatı buldum. Şimdi birkaçını sizlere de hatırlatmak istiyorum.

Evvela, 1950’lerdeki Demokrat Parti hareketi, demokrasiye geçişin çığır açan bir göstergesi değil midir..?

Sonra, 1960’larda inkıtaa uğratılan bu hareket için, önce ihti­lale bile destek veren, sonra sessiz bir süreç olan, Sayın Demirel’e, “Gel bakalım göreve,” diyebilen bu millet, bu halk değil midir? Aynı Demirel’i 7 defa gönderen, 7 defa geri getiren yine bu millet değil midir?

1980’lerde, otorite eksikliğinden bıkıp usanmışken, yine bir askeri müdahaleye kahır ekseriyetle destek veren ama hemen sonrasında, Turgut Özal ve hareketi kisvesinde yine de Demirel anlayışına prim veren, Sevgili Paşalara, “Durun bakalım,” diyen yine bu millet, bu halk değil midir?

Yedi defa geri gelen Sayın Demirel, neden yedi defa gitmiştir?

 

96 96 | Doğan Sofracıoğlu 97 ZOR ASLINDA ZOR DEĞİL! | 97

İşte bu akşam kendileri söylüyorlar:

Ben ne zaman halka gittiysem, hangi meselede halka gitmişsem hiç yanılmadım!..” diyorlar. Demek ki, bu halk, bu millet aynı insanı da gitmesi gerektiğinde göndermiş, sonra yeniden görev vermiştir.

Hatırladığınız bütün genel seçimlere bakınız;

“Her defasında bu halk en doğru, en uygun kararı vermiş ve hiç de yanılmamıştır.”

Bir şey tartışılabilir. Gelenler hata yapabilirler. Eee, işte bunun içinde adamı yedi defa gönderir yedi defa geri getirirler…

Belki, belki şu nokta tartışılabilir: Her zaman yönetime geti­rilenler, kendilerine yönetim erki verilenler, bu erki kullanmaya muktedir olamayabilirler. Veya -daha doğru bir ifade ile- bir diğer grup tarafından böyle görülebilirler. Bu bile halkın yanlış tercihini göstermez. Halk mevcutlar içinde en iyileri bulup çıkarmaktadır. İşte bu en iyiler, kendilerine verilen değerin farkına varmazlar ve halka beklediği en mükemmeli vermezlerse, halk onları geri de gönderebilmektedir.

Bu olguyu kesin çizgileri ile görmek ve kesinlikle saygı duy­mak gerekir.

Ülkesini ve milletini seven insanların, bu ülkeye ve bu millete güvenmeleri gerekiyor. Bu milletin kararlarına da güvenmeleri gerekiyor.

Bu millet bu halk -varsa- kendi yanlışlarını düzeltir. Getirir ve gönderir de. Yedi defa getirir, yedi defa gönderir.

Şimdi çok çoook büyük bir lafımız olacak:

“Herkes bu milletin tercihlerine lütfen kesin saygı duysun. Ve asla merak ve endişe etmesin ki; milletin, halkın kararı her zaman, her zaman en doğrusudur.

Her konuda ama her konuda en doğrusudur.”

Kimse halkı hor görmesin. Kimse halkın doğru değerlendirme yapamayacağını filan, asla düşünmesin.

Önceki yazımızdan iki satırı tekrarlamak istiyorum.

Anadolu damlarında bulunan “Loo taşı” hareket etmiştir. Artık durduramazsınız. Büyük Türkiye oluşumu, derin bir birlik ve beraberlik özlemi ile, kardeşlik ve kenetlenme arzusu ile hareket etmiştir. Artık durduramazsınız.

“Bir tane Türkiye vardır ve bir Türk Milleti vardır.”

Ve başkalarından bize fayda olamayacağını herhalde artık iyice anlamış olmalıyız. Biz, biz kendimiz, bu ülkeyi ve birbirimizi seveceğiz ve başaracağız, mutlak başaracağız.

Herkese, selam sevgi ve saygılar sunuyorum

Fransa’da İmzalar Tamam

Türk Milleti, bir süredir Fransa ile Türkiye arasındaki gelişmeleri izliyor. Bunun sonucunda bazen gaza da gelerek isyan ediyor. Hatta Tayyib Bey, bir adım daha ileri giderek, tartışmayı, Fransa’da yasalaştırılan soykırım yasasının arkasında, İslam düşmanlığının olduğunu söylemeye kadar götürdü. Ancak Başbakanımızda bilir ki; Avrupa’nın İslam düşmanlığı Ermenilerden ziyade İslam’ın doğuşuna kadar gider. O kadarda abartmaya gerek yok. Ama ikinci bir “one minute” yaratılacaksa işte ona dur derim…

Halbuki Türkiye ile Fransa arasında yüzyıllardır sürdürülen köklü ilişkiler sebebiyle, aramızda bizi hayrete düşürecek pek fazla bir şey yok. Bütün gelişmeler, dış politikanın doğasında mevcut olan şeyler.

Dünyanın belli başlı ülkeleri ki; buna Fransa’da dahil, uluslararası hedeflere sahiptir. Bu hedeflerin tahakkuku için bazen mütekabiliyeti kendi lehine çevirmek gayesiyle, karşısında yer alan ülkenin yumuşak karnına saldırmak mübah olur. Bu seferde böyle olmuştur ve Fransa yüzlerce yıllık kadim dostu Türkiye’ye yumuşak karnından saldırma cihetine gitmiştir. Bu nedenle karşımızda koskoca Fransa devleti ve onun bizim üzerimizdeki yüce menfaatleri varken, meydana gelen olayların faturasını, tek başına Sarkozy’e kesmek, ona haksızlık olur diye düşünüyorum.

Türkiye ile Fransa’nın ilişkileri ve bunun sonucunda oluşan menfaat birliktelikleri, çok eskiye dayanmaktadır. Böyle olmasına rağmen, bir seçim öncesi; Fransa Anayasası ile Fransa’da kabul gören düşünce özgürlüğüne aykırı bir yasayı meclise getirmekte neyin nesi oluyor? Esas aydınlatılması gereken husus budur. Bunu sadece Sarkozy’nin, Ermeni seçmenleri kazanmak için yaptığı bir atak olarak yorumlamak mümkün değildir. Üstelik AFP ajansının haberine göre, soykırımı inkar yasası iptal edilirse, Sarkozy yeni bir yasa tasarısı sunabilirmiş. Bu ısrarın arkasında sadece bir seçim kazanmak olamaz.

Stratejik müttefik veya ortak olup olmadığı konusunda bir türlü karar veremediğimiz ABD’de de, tıpkı Fransa gibi her Nisan ayında buna benzer bir kâbusu yaşarız. Türkler Fransa sokaklarını arşınladıkları gibi protesto için Washington’da Beyaz Saray’ın önünde bağırıp dururlar. Nisan ayında gerilen ABD – Türkiye ilişkileri, Mayıs ayı ile yaz havasına girer ve tüm buzlarda anında erir(!) gibi olur…

Bir de bunlara Arap Baharı ile birlikte hükümetimizin başı R.T. Erdoğan’ın, rahmetli Kaddafi ile Esad’a yüklenmesi ve İsrail’e “one minute” kükremeside eklendi.

Siz istediğiniz kadar İsrail’e “one minute” diye seslenin. Bu hitap, İsrail ve Yahudilerle iç içe geçtiğiniz girift ilişkilerin varlığının gerçekliğini değiştirmez.

Türkiye’nin varlığı, dünyanın hakim güçleri olarak nitelendirebileceğimiz ülkelerin hukuki kabulü(Lozan Anlaşması) ile onların bizden beklediği menfaatlerin bir şekilde tatminine bağlıdır. Onun için Fransa’nın da dahil olduğu ABD, İngiltere, Almanya, Rusya, İsrail gibi ülkeler için Türkiye; hem bir kazanç kapısı hem de dünyanın geniş bir coğrafyasında büyük bir denge unsurudur. Bu denge onların menfaatleri için korunması gereken bir husustur. Bunu bozmak, dağıtmak veya zayıflatmak şimdilik işlerine gelmeyebilir. Buna karşılık bir kıl koparmanın kar olacağı düşüncesiyle, Türkiye’yi sıkıştırıyor olabilirler.

Onun için ne soykırımı inkar yasasının ne de “one minute” in, bu gibi ülkelerle ekonomik ilişkiler aynen hatta artarak devam ettiği müddetçe pek bir önemi yoktur. Demek ki dün olduğu gibi bu günde, Türkiye’ye “hem seni sömürmeye hem de tokatlamaya devam ederiz” demeye getiriyorlar. Fransa’da soykırım yasasını Anayasa Mahkemesi’nde iptal ettirmek için yeterli imza toplanmışsa, Fransa’nın derinlerinde bir şeyler olmuş demektir. Aksini düşünmek bizi Fransa’nın muz cumhuriyeti olduğu sonucuna götürür ki; her halde öyle değildir.

Bütün bunlara karşılık bizim ortalama vatandaşımız; dış politikada ki flaş gelişmeleri bir kahramanlık destanı olarak algılamakta ya da bunlar üzerinden destan yazmaya kalkmaktadır. “Son Paris Zaferi” gibi… Halbuki bu işlere kafa yoranların hepsi bunun böyle olmadığını bilir. Elbette Paris Büyükelçimiz Tahsin Burcuoğlu ile Avrupa Konseyi Parlamenter Meclis Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun gayretlerini yadsımıyorum. Ancak Fransa istemezse değil bir imza almak bir virgül bile koyduramazsanız.

Türkiye’yi yönetenler ise daima dış politikadaki gelişmelerin, Türkiye’deki iç politikada prim yapması için destansı bir havaya bürünmesinden büyük memnuniyet duymuştur. Nihayetinde Türkiye’deki iktidarları politize olmuş vatandaştan ziyade, kararsızlığını son ana kadar koruyan sıradan vatandaşlar belirlediğine göre, dış politikadaki gelişmelerin iç yüzünü tüm çıplaklığı ile kamuoyunun önüne dökmek gerekir diye düşünüyorum.

Gelin isterseniz başta Fransa ve İsrail olmak üzere ABD, İngiltere, Almanya, Rusya gibi ülkelerin Türkiye’deki yatırımlarına, maden işletmelerine ve ülkemiz üzerinden elde ettikleri kazançlara ve bunları korumak ile artırmak için gösterdikleri çabaya bir bakalım. O zaman Fransa tarafından yapılmak istenilenleri ve de yapılan tornistanı daha iyi anlayabiliriz.

Onun için siz siz olun aman sakin olun. Kimsenin dolmuşuna gelmeyin. Hep Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti için düşünmeye çalışın. Yoksa ülkemizin zenginliklerini kullanamayan ve bunları hep yabancılara kaptıran insanlar olarak kaybeden yine siz olursunuz.

Son söz; destanlara değil gerçeklere bakın…

 

Halkımız

0

1975 – 1977 yılları. Güneydoğu’da D.Ö.Lisesi’nde öğretmenim. Okulda sık sık hadiseler oluyor. Sebepleri beş on yıl evveline kadar inebilen olaylar birbirini kovalıyor. Bilerek bilmeyerek yapılan çeşitli telkinatlara maruz kalan talebeler kamplara ayrılmış ve adeta birbirlerine düşman kesilmişler. En küçük bir fırsat ve bahanede talebeler hemen, anında iki büyük kitleye ayrılıyor, bir anda kurşun gibi taşları birbirlerine yağdırıyorlardı. Neye uğradığını şaşıran nöbetçi öğretmen, hemen telefona koşar, toplum polisini çağırırdı. Vilayet merkezi 45-50 Km’lik bir yol. Polisin gelmesi bir saati bulurdu. Bu zaman zarfında çok kritik anlar yaşanır. Talebenin birbirine girmesinden korkulurdu. Nöbetçi öğretmen her an linç edilme endişesini taşırdı. Çünkü bir müddet evvel bir öğretmen linç edilmekten güç bela kurtulmuş, aylarca hastanede yattıktan sonra, ancak hayata dönebilmişti.

Bütün bu olaylar, velilerde tedirginlik doğuruyor, onları huzursuz ediyordu. Herkes çocuğunun başına bir şey gelmesinden endişe içindeydi. Bu halet-i ruhiye içindeki veliler; idarecilerle konuştuklarında, halkımızın hayati bir keyfiyeti gözler önüne serilmiş oluyor ve bu husus bizleri çok düşündürmüş, pek çok da memnun etmiş bulunuyordu. Çünkü olayların çıkmasında rol sahibi olan, talebeyi eyleme sevk edip, öğrencilere taşkınlık ve boykot yaptıran elebaşılar; velilerine, kendilerinin masum olduklarını, olay çıkarmadıklarını, aksine saldırıya kendilerinin maruz kaldıkları yalanını söylüyor, karşı tarafı suçluyorlardı. Yaptıklarının ise, nefis müdafaası olduğunu onların yani ana-babalarının inanç, örf ve an’anelerine bağlı oldukları için, kendilerine saldırıldığını ve bu yüzden bu olayların çıkarıldığını belirterek, ana-babalarına suret-haktan yani şirin ve masum bir görüntü veriyorlardı!

Hemen belirteyim ki, bazı öğrencilerin, görünüşte, ailelerine yani içinde bulunduğu topluma ters düşmek istemeyişleri ve bundan mümkün mertebe kaçınmaları, halkımızın her türlü kargaşadan nasıl beri ve uzak olduğunu gözler önüne sermesi bakımından dikkate şayan bir husustur.

Halkımız ise; saf, temiz ve inançlı olduklarından, çocuklarının olaylar karşısındaki durumlarına ve disiplin kurulunca verilen cezalar karşısında şaşırıyorlar ve suçsuz sandıkları çocuklarına verilen disiplin cezalarına karşı haklı bir infial gösteriyorlardı. Tabi onlara gerçeğin, sandıklarının tam aksi olduğu söylenince de, hayretten hayrete düşmekten kendilerini alamıyorlardı.

Netice olarak, halkın bütün bu hadiselerin ne kadar dışında ve uzağında, kendi iş ve güçleriyle meşgul oldukları. Öğrenciler; yaptıklarının, ailelerince doğru bulunmayacaklarını ve onlarca adeta aforoz edileceklerini bildikleri için, ana-babalarını ters yönde bilgilendirdikleri, böylece ortaya çıkmış oluyordu.

Zaten devletimizin en büyük avantajı; halkımızın her şeye rağmen ağır başlı, vakarlı ve sabırlı oluşu, sokaktan asla bir medet beklememesidir. Bunun da temelinde, devlete karşı gelmemek gibi bir inanç unsuru yatıyor. Nitekim halkımızın her fırsatta “Allah devlete, millete zeval vermesin.” demesi, bunun bilincinde olduğunun göstergesidir.

Böylece, halkımız Şair’in:

“Anlar ki verir laf ile dünyaya nizamat
Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde”

Diye vasfettiği kimselerden, ne kadar uzak olduğu, bir kere daha anlaşılmış oluyor.

X

Bugün de halkımız; kendisine rağmen, güya kendisi için yapıldığı söylenen ve bu uğurda estirilen her türlü terör eylemini asla tasvip etmiyor ve kat’a onaylamıyor. Nitekim bunun emareleri basına aksetmiş olup, bir müddet aksetmeye de devam edeceğe benziyor.

 

 

 

208 – 209

İslam’da Adalet

Yüce dinimiz İslam, adalete çok büyük önem vermiştir. Çünkü adalet, bütün toplumların huzur ve güven içinde varlıklarını devam ettirmelerini sağlayan değerlerin en başta gelenlerinden biridir. Her Cuma günü hatiplerimiz hutbenin son bölümünde “Muhakkak Allah adaleti emreder” (Nahl, 16 /90) ayetini bize emir olarak bildirmektedirler.

“Adalet” kavramı sözlükte; insaflı ve doğru olmak, doğru davranmak, zulmetmemek, eşit olmak, eşit tutmak, her şeye hakkını vermek, düzeltmek, mutedil olmak, her şeyi yerli yerinde yapmak, istikamet ve hakkaniyet anlamlarına gelir.

“Adl” ve “adalet” kavramı dinî birer terim olarak; ifrat ve tefrit arasında orta yolu takip etmek, hak yol üzere dosdoğru olmak, dinen haram kılınan şeyleri terk etmek, farzları yapmak, içi ve dışı, özü, sözü, fiil ve davranışları eşit olmak, haklıya hakkını, haksıza cezasını vermek, suç ve cezada eşit davranmak, şirk, küfür, nifak ve zulmü terk etmek anlamlarına gelir. Adalet genellikle verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi ifade eder. (DİB. Dini Kavramlar Sözlüğü, Sh. 5-6) Adalet kavramının zıddı ise, zulüm, hıyanet ve insafsızlıktır. Adalet vasfını taşıyan kimseye, yani adaletli ve insaflı olan, hakla hükmeden, haklıya hakkını, haksıza cezasını veren, bu prensibi ayrım yapmadan herkese uygulayan insana “âdil” veya “adl” denir.

“Adl” Allah’ın sıfatıdır. O, adaletlidir, hakla hükmeder, herkese hakkını verir. Allah’ın her emir ve yasağı, her yaptığı hak ve doğrudur, kullarına asla haksızlık ve zulüm yapmaz. Yüce Rabbimiz, biz kullarından da sözlerimizde, işlerimizde, diğer insanlarla olan münasebetlerimizde daima adaletli olmamızı istemektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “De ki: Rabbim adaleti emretti.” (A’raf, 7/29),  “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16 /90), “Allah size, emanetleri mutlaka (görev ve vazifeleri) ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisâ, 4/58), “Ey iman edenler! Kendiniz, ana ve babanız ve en yakınlarınızın aleyhine bile olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun…” (Nisâ, 4/135), “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun…” (Mâide, 5/8) 

Allahu Teâlâ, “…Eğer hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.” (Mâide, 5/42)  buyurarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’den insanlar arasında adaletle hükmetmesini istemiştir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de hayatı boyunca adaletten ayrılmamış, kimseye haksızlık yapmamıştır. Haklının hakkını alması için gereken hassasiyeti göstermiş, suç işleyenleri de kimliklerine, mevki ve servetlerine bakmadan cezalandırmaktan çekinmemiştir.

Kureyş’ten itibarlı bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Ailesi, kadının cezalandırılmaması için Hz. Usame (r.a.)’yi Peygamber Efendimize aracı olarak gönderdi. Bu duruma üzülen Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Sizden öncekilerin helak olmalarının sebebi haksızlık yapmalarıdır. Onlar içlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da cezasını verirdim.” (Buharî, Hudûd,11; Ebu Dâvûd, Hudûd, 4)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şu hadis-i şerifleriyle de ümmetine adaletle muamele etmeleri konusunda tavsiyelerde bulunmuştur: “Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davrananlar, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek minberler üzerinde otururlar.” (Müslim, İmâre, 18)

Adalet, hukukî, ictimaî ve ahlakî alanların hepsini kapsar. En geniş anlamıyla adalet, kişinin kendine, ailesine ve çevresinde yer alan insan, çevre ve hayvanlara karşı görevlerini ve haklarını yerine getirmesidir. Bundan dolayıdır ki kişi, hem kendine karşı, hem de aile efradına karşı, ayrıca yöneticiler emri altında olan memur, işçi ve halklara karşı görevlerini adil bir şekilde yerine getirmek zorundadır.

İslam, adaleti mülkün temeli saymıştır. Çünkü adaletin olmadığı toplumlarda zulüm, anarşi ve terör hâkim olur; fertlerin birbirlerine olan güveni kaybolur. Öyleyse adaleti zengin-fakir, kuvvetli ve zayıf ayırımı yapmadan toplumun her kesiminde tam anlamıyla uygulamalı, her türlü işimizi iyi, güzel ve dosdoğru yapmalı, kendi kendimize adil olmalı, başkalarına karşı da adaletli olmalıyız.

Vareste

Gönlünden vareste tutma yetişir
Gözlerde o bakış hala müddei
Sükutu iftira sabrım tutuşur
… Günahım müebbet ruhum münzevi..

Ne hazin fezleke hitabım yorgun
Ne mümkün beraat tahliyem sürgün
Kırılsa kalemim olmasa dargın
Hıncı da hüznü de aşkın menşei..

Biz Anadoluyuz Bey!

0

Asker olurum, vergi veririm, kemer sıkarım, ben emir kuluyum bey! Yükseklerimden yel, alçaklarımdan sel, başımdan el eksik olmaz hey! Evim kerpiç hanem susuz, köyüm yolsuz! Devlete isyan hâşâ! Biz buyuz bey! Acı otağ kurmuş avlumda aç mıyım tok muyum kimin umurunda!

Mahkemeleri siyah beyaz televizyonların Yeşilçam klasiklerinden tanıdım. Yaz kızım diye buyruk veren pos bıyıklı sevimli yüzlü hâkim amcaların hep mazlumdan yana karar kıldığını sandım. Yıllar yılı biriken dosyaların içinde adaletin tecelli ettiğine kandım da yandım. Önce asıldım sonra yargılandım bey!

Bir zamanlar ülkemde İstiklal Marşı’yla açılıp İstiklal Marşı’yla kapanan televizyonum vardı. Şimdilerde gün yirmi dört saat futbol yasası ekranları sardı. Zindanlarda unutulanlar Yusuf’a bile ardı, ozanda sazını eline aldı tey tey tey!

Kızıyla kızanıyla topyekûn verilen kurtuluşun orta yerinde söndüm. Dumlupınar’da Afyon’da dirildim dirildim öldüm bey! Ceylan derisi koltuklardan Kurtuluş mücadelem sorgulandı. Destursuz milletin kalbine hedef alındı. Ne kadar salya varsa dışarı salındı hey!

Güneşli günün ardından bastıran fırtına da şemsiye, sıcak temmuz gününde palmiye oldum bey! İhanet odakları senaryo çizerken ülkem üzere, titreyip kendime döndüm, beş bin gül goncasını toprağa gömdüm. Yaşamadım yaşatmak için, bizde sual olmaz neden niçin? Mirasıma çullananlar gün sizindir yen için!

Ben Anadolu’yum, Trakya’yım. Kuzeyim- güneyim, batıyım- doğuyum. Dedemin kemikleri bu topraklarda, kanı bayrakta oldukça, ay gökte, güneş doğudan doğdukça Türk’ün ocağının tüten bacasıyım hey!

Asker olurum, vergi veririm, kemer sıkarım, ben emir kuluyum bey! Yükseklerimden yel, alçaklarımdan sel, başımdan el eksik olmaz hey! Evim kerpiç hanem susuz, köyüm yolsuz! Devlete isyan hâşâ! Biz buyuz bey! Acı otağ kurmuş avlumda aç mıyım tok muyum kimin umurunda!

 

 

 

İnsan İçinde Yaşamak

Memleketimizin karşı karşıya olduğu sorunlardan, insanlarımızın ne derece etkilendiğini anlamak için onlarla beraber yaşamak ve onları hissetmek gerekiyor.

Siz ne kadar ahkam keserseniz kesin, etkiniz karşısındakinin sizi anladığı veya anlamak istediği kadar oluyor.

Onun için sosyo – ekonomik ve kültürel ya da inanç düzeyi farklı her insanla, bir araya gelebilmeli ve ona bir şey anlatmadan önce onu anlayabilmeyi başarmalıyız.

Çünkü her biri, karşı karşıya olduğumuz sorunlara ve bunları doğuran meselelere, farklı açılardan bakıyor.

Biz bas bas bağırıyoruz; işler iyi gitmiyor, ekonomi bozuk, sanayi üretimi yetersiz, köylü perişan, ülke peşkeş çekiliyor, işsizlik almış başını gitmiş, emekli ölmüş vs. falan gibi hatta Türk Milleti ve devleti tehlikede diyoruz, pek aldıran olmuyor.

Herhalde şahsi dertleri bizim söylemeye çalıştığımız konulardan çok daha öncelikli… Onun için kendimizi onların yerine koyarak düşünmeli ve hareket etmeliyiz.

On küsur yıl önce, TÜSİAD’çılar, ileriyi çok net gördüklerini ve her şeyin yolunda gittiğini ve de hiçbir kriz beklemediklerini söylemişlerdi. Oysa kısa sürede başta TÜSİAD’çılar olmak üzere herkes çuvalladı.

O zaman, bu zaman hep kendi kendime sorarım, bu TÜSİAD’çılar gerçekten yakın geleceği görmüyorlar mıydı? diye. Bana göre, gelen krizi görüyorlardı ama kendi açılarından mutluydular ve bu mutluluk onları böyle konuşmaya zorluyordu. Şimdi yaptıkları gibi…

Bugün TOKİ’den ev almayı ve ucuz taksitlerini düzenli ödemeyi başarabilmiş vatandaşın, TOKİ üzerinden yapılan yolsuzluklar, umurunda bile değildir. O, “ahirette iman, dünyada mekan” prensibini hayata geçirmeyi başarmış şanslı bir vatandaştır. Gerisi onun için doğru bile olsa pek mühim olmayan bir teferruattan ibarettir. Çünkü yakın bir süreçte; kerpiçten, ağıldan, tezekten kurtularak içinde sıcak suyu, asansörü, kaloriferi ve kapıcısı olan bir dünya sarayına (!) kapağı atmayı başarmıştır. Unutmayalım ki; her gönülün saray hayali, birbirinden farklıdır. Kimi bir bardak su ister, kimi de Ağrı Dağı’nı!..

Bu sebeple; vergisi afla hafifletilmiş esnafın, maaşı intibakla artırılmış emeklinin, hiçbir sosyal güvencesi olmayan yaşlıya bağlanan maaşın, ataması yapılan öğretmenin, çocuğuna yurt bulmayı başaran babanın, çöpü düzenli toplanan kadının, çarkı istikrarlı dönen müteşebbisin önceliğini, doğru bir şekilde anlamamız gerekiyor.

Onların çoğunluğu için, memleketimizin karşılaştığı yaşamsal sorunların hiçbir önceliği yoktur. Önce can, sonra canan prensibi, varlığını toplumumuz üzerinde her geçen gün daha fazla hissettirmektedir. Ancak bu dünde böyleydi, bugün de böyledir…

Bu nedenle; insan fıtratından kaynaklanan ve Türk Milletinin ruhsal yapısı nedeniyle her geçen gün daha da etkisini ağırlaştıran basit meseleler ve bunlardan zuhur eden sorunlar, gün geçtikçe içinden çıkılmaz hale gelmektedir.

Halbuki gerektiği kadar halkımızın içinde yaşayabilsek, onu dinlesek ve anlasak ve de bunların sonucunda onların öncelikli taleplerini, sürekli olarak karşılayabileceğimiz ümidini verebilsek, her şeyi çözüm noktasına taşıma imkanını yakalayacağız.

Bizim içinde yaşamadığımız, öncelikli taleplerini gerçekleştireceğimiz ümidi veremediğimiz ve de bu sebeple anlayamadığımız insanlar, biz doğruları söylesek bile söylediğimiz doğrulara değer vermemektedir. Çünkü herkesin kendine göre bir doğrusu vardır. Onun için artık; günümüz, herkesin doğrusunu anlamayı ve bunun sonucu olarak da tatminini gerektirmektedir.

Başarmak için; toplumun her kesiminin arasında yaşamak ve onları anlamak ve de onun ümidi olmayı başarmak lazım.

“El-Hediyyetü’l-Hamidiyye”

0

Yusuf Ziyaeddin Paşa, Mutki kaymakamı iken “El-Hediyyetü’l-Hamidiyye” adlı Kürtçe-Arapça bir sözlük hazırlar. Bu eser, 1310 (1894) yılında İstanbul’da basılır. (Prof. Dr. Saime İnal Savi, Yusuf Ziyaeddin Paşa’nın “El-Hediyyetü’l-Hamidiyye”sinde Osmanlıca-Türkçe Taraması, Ankara-1993 s. IV) Paşamız, bu değerli çalışmasıyla bir asır önceki Güney Doğu Anadolu’nun küçük bir bölgesini (Bitlis ve Siirt civarları) adeta, her şeyiyle gözler önüne sermek ister. (a.g.e. s. V)

Fakat bu güzel eserinde düşündürücü noktalar var! Sözlüklerde, kelimelerin karşılıkları kelimelerle verilmesi gerekirken, -ne hikmetse- yer yer kelimelerin tarifi / tanımı yapılmıştır. Halbuki kelimeyi, açıklayıcı cümleyle karşılamak nadir ve zaruri hallerde yapılması gereken bir husustur (a.g.e. s. IV).

Ayrıca sözlüğüne, alışılmışın dışında çok sayıda (266 adet) yer adı alması ve bu adların, yöreyi coğrafi olarak sınırlaması, üstelik sözlükte verilen kadın ve erkek adlarıyla, bütün özel isimlerin sayısının 326’yı bulması çok manidar (a.g.e. s. V).

“El-Hediyyetü’l-Hamidiyye,” Mehmet Emin Bozarslan (-1968’lerde- Tekirdağ, Şarköy müftüsü olan zat olsa gerek) tarafından Arapça kısmı Türkçe’ye çevrilerek “Kürtçe-Türkçe Sözlük” adı ile 1978 yılında yayınlanır (a.g.e. s. IV).

Yukarıda Yusuf Ziyaeddin Paşa’dan, sözlüğünde geçen kelimelere, karşılık verme yerine tarif / tanım getirmiştir diye bahsetmiştik. İşte bu husus, Mehmet Emin Bozarslan’da had safhada olup, son dereceye ulaşmıştır. Mesela Berber yerine, başları traş eden kimse, Casusluk yerine, birisine yaptığı işte gizlice yapılan yardım gibi. Ki bunların sayısı çok fazladır (a.g.e. s.V).

Daha da enteresanı 5452 kelimeden oluşan “El-Hediyyetü’l-Hamidiyye” adlı lugatte geçen 516 kelimeyi, Mehmet Emin Bozarslan, tercüme ettiği eserine almamış ve bundan hiçbir şekilde söz de etmemiştir (a.g.e. s. VI).

Sn. Saime İnal Savi’ye göre çeviri sözlüğe Aktepe, Demirci gibi Türkçe köy adları, İnan (-mak), Kes   (-mek) gibi fiil kökleri, Kalın, Kamış v.b. gibi kelimeler, Türkçe -çi eki ile biten dilekçi, falcı gibi kelimeler ve abıd(aabid), acız(aaciz), bostan gibi Arapça ve Farsça kelimeler de alınmamıştır (a.g.e. s. VI).

Yine tercüme ettiği sözlükte geçen Arapça kökenli kelimelerin yüzde 83, Türkçe asıllı olanların da yüzde 80’inin menbaı, maalesef belirtilmemiştir (a.g.e. s. VI-VII).

Bütün bunlar bir tarafa, mütercimin, Türkçe’nin en işlek eki olan  -çi  üzerindeki tasarrufuna ne demeli? Bu eki taşıyan kelimelerin bir kısmını çeviri metne almadığı yetmiyormuş gibi, orijinalinde       -çi eki almış olan kelimeyi, ekini, Farsça  -çi  manasına gelen  -ker şeklinde değiştirerek almıştır.

Mesela Sünnetçi olan Sınetçi’yi Sınetker’e, bakırcı demek olan Sefarçi’yi Sefarker’e dönüştürmüştür (a.g.e. s. IX).

Bütün bu sayıp döktüklerimizden, Doğu ve Güney Doğu’da Türk unsur ve medeniyet eserlerinden bir iz bulunmadığı intiba ve izlenimi vermek gayesi güttüğü akla geliyor! Halbuki Ahlat, Gevaş ve Doğu Beyazıt gibi nice şehirlerimizdeki, Selçuklu ve Osmanlı’nın diktiği abidevi taştan tapular, halen ayakta olup, bu çeşit saptırmalara, hadi canım sende, der gibiler.

X

Velhasıl, Türkiye’yi bölüp parçalamak için, her yola başvuruluyor! Her yol deneniyor! Gaye için,her şey meşru ve mübah sayılıyor! Menfur amaçlarına ulaşmak için, ne tarih gerçeklerine itibar ediyor, ne dil hakikatini umursuyor, ne dini hesaba katıyorlar! Ne Allah’tan korkuyor, ne kuldan utanıyorlar!

Yalnız bir hususu unutuyorlar! Allah’ın bu milletin yanında olduğu gerçeğini…Evet Türk Milleti Allah’ın tutuşturduğu bir meş’aledir. Binaenaleyh üflemekle sönmez. Allah istemedikçe asla söndürülemez.  

 

 

 

 

228 – 229

 

 

Demokrasi ve İslam -1

Öncelikle şunu belirteyim ki bu yazıyı baştan sona dikkatlice okumadan beni doğru anlamanız mümkün olmaz.

“Leküm dinüküm veliyedin” ‘Sizin dininiz size bizim dinimiz bize’  (Kafirun süresi A 6)

‘Bir insan kendisi için sevip istediğini başkaları için sevip istemedikçe hakiki Müslüman olamaz’ Hadisi Şerif.

Buraya dönmek üzere bir nokta koyalım.

Her şeyin benzer ve farklı tarafları vardır.

Öncelikle İslamı da Demokrasiyi de doğru tanımak gerekir.

Önce farklı taraflarını yazalım.

Bunun için İslam’dan başlayalım.

İslam

1 – İlahi kaynaklıdır

2 – Vahye dayanır.

3 – Sadece yerin üstünü değil altını da ilgilendirir.

4 – Doğum öncesiyle başlar ölüm sonrasıyla devam eder.

5 – Helal – haram; sevap ve günah kavramları söz konusudur.

6 – Yasalar naslara (kitap ve sünnete) uygun olarak hazırlanır.

Demokrasi

1 – Beşeri kaynaklıdır.

2 – İnsan aklının ürünüdür.

3 – Sadece yerin üstünü esas alır, mezara kadar geçerlidir.

4 – Dünyada başlar dünyada biter.

5 – Helal – haram; sevap ve günah kavramları söz konusu değildir.

6 – Yasalar akıl mantık ve yapanların hesabına uygun olarak hazırlanır.

Bunlar farklı yönleri.

Benzer yönü ise her ikisinin de akıllı insanları muhatap kabul etmesidir.

İslam demokrasiyi dışlar mı?

Bu iki kavram tamamen bir birlerine zıt mıdır?

Bütün bu farklılıklarına rağmen bir arada bulunma imkânı yok mudur?

Duruşunuza ve bakışınıza bağlı.

Nasıl bakarsanız öyle görürsünüz

Bunlar bir birinin antitezi değildir.

Bende sentez yapmaya çalışmıyorum.

İslam akıllı insanı muhatap alır.

Aklın görevi düşünmek yorumlamak ve gerçekleri ortaya koymaktır.

Yoksa minareye kılıf uydurmak değildir.

Şimdi dönelim başta yazdığım ayete,

Ayette Allah(cc) ne buyuruyordu?

‘Sizin dininiz size’

Bu ayet İslam’ın karşı tarafa bakışını yansıtır.

Sizin inancınız, yaşantınız, ibadetleriniz, giyiminiz, kuşamınız, değerleriniz, kutsallarınız bizimkilerden farklı olabilir.

Bu konularda biz size karışmayız.

Hatta Allah(cc) başkalarının kutsallarına saygısızlık yapmayı bile yasaklamıştır.

Biz size, sizin değerlerinize müdahale etmeyeceğiz, saygısızlık yapmayacağız.

İnancımız açısından başkalarına saygı onların yanlışlarını benimsemek ve kabullenmek değildir.

Saygı ortak yaşama kültürüdür.

Bizimde sizden beklediğimiz inanç, ibadet, yaşam biçimi, eğitim öğretin hak hukuk ve özgürlükler konusunda size gösterdiğimiz saygının sizin tarafınızdan da bize gösterilmesidir.

Demokrasi dediğimiz sistemde bu değil midir? Bu sosyal içerikli bir ayetle Kur’an’ın olaya bakışıdır.

Şimdi birde hadisi şerife göz atalım.

‘Kendin için istediğini başkaları için istemedikçe hakiki mümin olamazsın.

İnsan kendisi için ne ister.

Buradaki başkaları ifadesi sizin inanç ve düşüncenizden olabildiği gibi size tamamen zıt bir inanç düşünce yaşantı ve değer sistemlerine de sahip olabilirler.

İmkânları ölçüsünde her türlü dünyevi nimetten faydalanmak ister.

Daha iyi yaşam standartına kavuşmak ister.

Başkalarının yararlandıkları her türlü hak ve özgürlüklerden yararlanmak ister. Buda onun en doğal hakkıdır.

Kendinize layık gördüğünüzü başkalarından kıskanırsanız.

Kıskanmakta ne demek hatta onlara yasaklarsanız.

Bu Müslüman’a yakışan bir tavır olmaz.

Peygamber (sav) bu hadisi ile insanların sosyal olmasını, paylaşmayı bilmelerini, bencil, kıskanç ve yasakçı zihniyetten uzak olmalarını istemektedir. Hayat paylaştıkça güzeldir.

Fakat insanlar çoğu zaman hayatı bir birlerine zehir etmekten hoşlanıyorlar. Bu hadisten mülhem şöyle desek yanlış mı olur acaba?

‘Kendisi için istediğini başkaları için istemeyen insan (yâda insanlar) demokrat olmaz(lar).

Yazının başında dedik ya durduğunuz ve baktığınız yere göre değişir. Bu mantıkla olaya yaklaştığınız zaman insan hem dindar olur hem de demokrat olur. Mesele dolma biberin içerisini neyle doldurduğunuza bağlı. İnsanları Allah ile devlet arasında bir tercihe zorlarsanız bu yanlış olur. Bu milleti rahat bırakırsanız hem devletine hem de inancına sahip çıkar.

İslam’da en geniş manada inanç ve ibadet hürriyeti vardır. Bunu peygamberimizin zamanında görmek mümkün olduğu gibi İslam

tarihinde de görmek mümkündür.

Bir gün Necran’lı Hıristiyan bir heyet Mescid-i Nebi’de Peygamberimiz(sav) ile görüşürlerken heyet lideri ibadet vakitlerinin geldiğini söyler ve ibadet için müsaade ister. Müslümanlar kendi ibadetlerine başkalarının engel olmasını istemedikleri gibi kendileri de başka inanç sahibi insanların ibadetlerine de engel olmazlar.

Bunun için Peygamber (sav) o heyete ibadetlerini Mescid-i Nebi’nin içerisinde yapmalarına müsaade etmiştir.

Evet, kendiniz için istediğini başkaları içinde istemek,  kendiniz için istemediğinizi başkaları içinde istememek. Müslüman’a yakışan bu değil mi? Demokrasi denilen de bu değil mi?

Devam edecek

Bizim İdealimiz

Bir milletin hayatında rol oynayacak daha yeni ve eskisine nispeten fevkalade bir değişiklik yapmak üzere ileri sürülen bazı fikirler içtimai ideallerden sayılır. (FICHTE) milliyet idealini her fikrin üstünde görmüş, (MARKS) bunun zıddı komünizmi ideal olarak düşünmüş (HİTLER) ise nasyonal sosyalizmi meydana getirmiştir.

Fakat bizim idealimiz ne faşizm, ne sosyalizm, ne beynelmilelcilik ve nede insanlık düşmanı komünizmdir. Ancak atalarımızın bıraktığı değerli gelenekler yolunda ilerleyerek milliyetçi kalmaktadır.

Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki her ideal milletleri doğru yola götürmediği gibi bazen de onların kahrına en büyük sebep olur. Milliyetçilik en eski bir ideal daha doğrusu ideolojidir. Tarihin binlerce yıllık mazisi milli varlığın cemiyet hayatında en esaslı, en faydalı prensip olduğunu ispat etmiştir. Geçmiş devirlere bakalım en fazla payidar olan milletler milli benlik ve geleneklerini unutmayan ona bağlı kalanlar, zevk, sefa yüzünden benliğini unutmuş her gördüğü bir saçmalığı benimsemiş millet düşmanı cemiyetlerin en fazla birkaç sene yaşayıp, esarete hatta isimleri bir daha anılmamak üzere mahkûm olduklarına tarih sayfalarında şahit oluyoruz.

Şurasını belirtmek istiyorum ki senelerdir bütün insanlık çölde günlerce susuz kalmış bir kervanın suya koşması gibi milliyete doğru koşuyor. “Milliyet iradesi asrımız tarihinin zembereğidir.”

Millet cemiyetlerin refahı, saadeti yükselmesi için en temiz en saf şehitler kanı ile yoğrulmuş öz bir macun haline gelmiş idealdir. Türk genci işte senin idealin milliyet, vatan, Türkçülük mefhumlarıdır. Damarlarında Türk kanı taşıyan her gencin yegâne ülküsü de bu olmalıdır. Türk genci sakın bir takim boyunları tasmalı köpekleri ulumasından kurt sanma; sakın bir iki soysuzun yaldızlı kelimeleri karşısında tehlikeli ideolojilere aldanma. Türklük seni ilk insan âleminden aldı son insan âlemine kadar götürecek buna asla şüphen olmasın.

Türkoğlu Türklük asırlar boyu yaşadı ve gene senin vatan uğrunda hiçbir gayretten dönmeden, yılmadan çalışman sayesinde ta kıyamete kadar yaşayacak.

Allahın zulmünden başka, hiçbir kuvvetin Türkleri asla mağlup edemeyeceğini bundan 1300 yıl önce Bilgehan Orhun Kitabelerinde ki şu sözleri ile en olgun bir şekilde söylemiştir. Türk Oğuz Beyleri millet işitin; Yukarda ki gök çökmedikçe, aşağıdaki yer delinmediği takdirde Türk Milleti senin ilini, töreni kim bozabilir? Demesi bizim asırlarca yaşayacağımızın en büyük bir milli delilidir.

Biz Fatihin, Oğuz Han’ın neslindeniz. Allah Türk Milletini dünya asayişini düzeltmek için yaratmıştır. Bu millete de Türk adını verdi.

Hazreti Muhammet Peygamberimizin şu sözü kaydetmekle ” Türklerin harpçı bir millet olduklarını belirtmek için “Benim bir ordum var, ona Tük adını verdim. Onları doğuda yerleştirdim. Bir millete kızarsam Türkleri o millet üzerine musallat kılarım” 

Ey şerefli Türk evladı bu unvan yetmiyor mu?
Ey Türk Milleti titre ve kendine dön.