10.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1058

Nasıl Bir Anayasa

21. yüzyıla girdiğimiz şu günlerde gönül isterdi ki, böyle bir başlık altında tartışma olmasıydı.
Gelişmiş, anayasa ve hukuk meselelerini halletmiş bir devlet olmalıydık. Ne var ki 150 yıldır bu memleket hep anayasa ve hukuk tartışması ile meşgul edilmiş ve bu güne kadar da bir netice alınmamıştır.

1808 Senedi İttifak, 1839 Gülhane Hattı Hümayunu, 1876 Kanuni Esasisi, 1921 ve 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunları 1961 Anayasası ve nihayet 1982 Anayasası bu anayasalarda zaman zaman büyük değişiklikler yapılmıştır.

150 sene içerisinde ABD tek anayasa ile yönetilmiştir. Fransa 11 yazılı anayasa eskitmiştir. İngiltere’nin ise hiç yazılı anayasaları yoktur.

Batı demokrasileri şu ve ya bu şekilde anayasa problemlerini halletmiş durumdadırlar. Acaba bizim bu sorunu halledemeyişimizin sebebi nedir? Bize göre temelde bir yanlışlık vardır. Bu yanlışlığı hep birlikte bulmak zorundayız. Anayasalarımız halktan gelen bir hareketle değil yukarıdan gelen bir hareketle oluşturulmuştur.

1961 ve 1982 Anayasaları millet iradesi dışında yapılmış hatta millete rağmen yapılmış anayasadır. Gerçi her iki anayasanın başlangıç kısmında ” milletin çağrısıyla” ihtilal yapıldığı yazılı ise de böyle bir çağrı duymadık. Madem millet çağırmış neden gündüz ışığında değil de gecenin zifiri karanlığında gelmişler.

12 Mart 1971 öncesi Başbakan Demirel 1961 anayasası için “bu anayasa ile devlet yönetilmez” diyordu. 12 Mart ara rejimi Başbakanı Nihat Erim 1961 Anayasası için “LÜKS” deyimi kullanmıştı.

1982 anayasası için dönemin Yargıtay 1. başkanı ” bu anayasa imalat hatalarıyla doludur. Türkiye 21. yüzyıla bu anayasa ile girmemelidir” demiştir.

Anayasa Mahkemesinin eski ve yeni başkanları da 1982 Anayasasını hiç beğenmediler ve toplumda tartışma yaratacak beyanlarla 1982 Anayasasını tenkit ettiler.

Şu halde bu milletin boyuna, bedenine uygun bir elbiseyi yapacak onun ölçülerini iyi bilen bir terziye ihtiyaç vardır. Gerek 1961 anayasası gerekse 1982 anayasası ölçü alınmadan dikilmiş, sonra vatandaşa giydirilmiş iki elbiseye benzetilebilir. Elbisenin bünyeye uyup uymadığına bakılmamış ve bu elbise giydirilirken vatandaşa sorulmuş 1961 anayasası %60’lık 1982 anayasası % 92’si kabul etmiş ancak tartışmasız hatta aleyhte konuşmanın suç teşkil ettiği bir ortamda elbette ki sağlıklı sonuç alınamazdı.

Anayasanın lehinde konuşmak serbest, aleyhinde konuşmak yasak. 1961 anayasası için bol elbise içinde oynamaya başladık, yakıştırması yapılırken, 1982 anayasası için ” Dar elbise içinde kıpırdayamaz olduk” deniyordu.

Öyle ise yeni anayasa hazırlamak için kurulan komisyon ve yetkiler yeni anayasanın hazırlanma şartlarını, yeni anayasanın özelliklerini iyi tespit etmelidirler.

Mesela Cumhurbaşkanlığı, YÖK, RTÜK, özgürlükler, sendikalar, öğrencilerin siyasi partilere girmeleri, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, egemenlik gibi konularda neler düşünülüyor.

1982 anayasası bu güne kadar tam 13 kez değiştirilmiş ve kevgire dönmüştür. Nerede ise Anayasanın tamamına yakın maddeleri değiştirilmiştir.

Şimdi tarihi bir belge açıklıyorum.

Yıl 1973 Ferit Melen, Cumhurbaşkanı Sunay’ın görev süresinin uzatılmasını Demirel’e önerir.

Demirel cevabı kendi partisinin arşivinde aynen şöyledir.

Mesele kaide ve ilke meselesidir. Hepimiz bugün varız, yarın yokuz, ama devlet var. Var olmaya devam edecek biz değil devlettir.

Devlete kötü gelenekler kazandıramayız. Bir defa bu yol açıldı mı, oraya oturan kalkmaz.

Türkiye bir Cumhurbaşkanını seçemeyecek mi? İki sene sonra seçemeyecek mi üç sene sonra seçemeyecek mi?

O zamana kadar Cumhurbaşkanı anasından doğup büyüyecek mi? Devlete baş olmaya layık kimse, onu bu gün seçeriz.

Bu parlamentoyu mütemadiyen zorlarsak yıpratırız.

Hem sonra üç sene sen otur, sonra ben geleyim durumunu neyle izah edeceksiniz? Cumhurbaşkanı seçemeyen bir parlamento hayatiyetini tümüyle kaybetmiş değil de nedir? Filancanın zamanını uzattık neden denildiği zaman ne cevap vereceğiz? Hikmet Özdemir’in “Devlet Krizi” adlı kitabından

Tarihten şunu öğreniyoruz ki ekonomik ve siyasi gelişmesini hızlı, dengeli ve sağlıklı biçimde yapamayan toplumlarda siyasi rejim ve demokrasi sık sık kesintiye uğramaktadır.

Anayasayı ilişilmez, dokunulmaz, tartışılmaz bir metin olarak kabul etmek yerine, serbest tartışma sonucu oluşturulan, ölçüleri tam alınmış yeni bir elbise ne bol ne dar bünyeye uygun iyi bir terziye diktirmek gerekmektedir.

Bunun içinde; 

a-geniş bir tartışma ortamı oluşturmak,

b-toplumun hemen hemen tüm kesimlerinin görüş birliğine dayanması bu zor ihtimal ancak önemli ölçüde %60-70 konsensüs sağlanmalıdır.

Yeni Anayasanın muhteva bakımından şu özellikleri taşıması düşünülmelidir.  

-Ayrıntıya inmemeli

-Birinci sınıf bir demokrasinin çerçevesini kurmalı

-Temel hak ve özgürlükleri güvence altına almalı

-Herhangi bir ideolojik tercih içermemeli

-Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinden ve üniter yapısından kesinlikle taviz verilmemelidir.

Yeni bir anayasa mutlaka yapılmalıdır, ancak siyasi tavizlerle konuyu saptırmak ve böylesine önemli bir konunun pazarlık meselesi yapılması ileride yeni sorunlar doğurur.

Anayasada kesinlikle başlangıç bölümü olmamalı ve sadece başlangıç olarak ALLAHIN ADIYLA cümlesi yer almalıdır. 1982 Anayasasında olduğu gibi kenar başlıklar Anayasa metninden sayılır mı? Sayılmaz mı? Gibi komik tartışmalara yer verilmemelidir.

Anayasa metni içerisinde kenar başlıklar varsa ki mecburiyetten olmalıdır. Bunlarda Anayasa metnindendir. Bu konuda tartışmak anayasanın ruhuna aykırıdır.

Esasen bu konuyu anayasada, kanunda düzeltmekten fazla bir şey beklememek lazımdır.

Aslolan bir memlekette iyi niyetli ve kaliteli uygulayıcıların olmasıdır.

Çünkü kötü bir kanun iyi ellerde daha az zararlı uygulanabilirken, iyi bir kanun kötü niyetli ellerde büyük haksızlıklara alet edilebilir.

Bugün Türkiye bir hukuk, hak ve adalet devleti haline gelme gayreti içindedir. Zenginliğin, barışın ve sosyal adaletin hüküm sürdüğü bir Türkiye yaratma isteği yine her zaman ki kadar soylu ve her zaman ki kadar geniş biçimde paylaşılan bir istektir. Ama böyle bir Türkiye eski temeller üzerinde yükselemez.

Bu Film Şam Şekeri Stüdyolarında Çekilmiştir

Temel‘e işkenceli sorgu yapmışlar; gıkı çıkmamış. Hücresine kamera koymuşlar; bir de bakmışlar ki kafasını duvara vurup duruyor:

Hatırla oni! Hatırla oni!

Sahi Amerika Irak‘a niçin girmişti? Bayram değil, seyran değil enişte bizi 9 senedir öpüyor. Where is ‘Kıyamet Topu‘ ? Hanimiş ‘Kimyasal Silah‘ ? Nah!

Daha evvel “Tut ki umutlar kadar taze

Yüreğimde bir milyon cenaze” diye şiir notu düşmüştük.

İmdi durum değişti: “Müslüman kanı on çeşit meze

Koca coğrafya canlı cenaze

Bugünlerde ise yat Suriye, kalk Suriye. Yok Humus‘ta tanklar kendi insanlarını tanklamış, yok sınır köylerini köylülerle yakmışlar, yok Esad herkesi pataklamış.

  1. Esad’dan gulyabanî çıkmaz, tipi müsait değil.
  2. Ergenekon’un bir numarasının Beşşar olup olmadığı ancak Şam’da kurulacak Özel Yetkili Mahkeme ile anlaşılabilir.
  3. Suriye’nin iç barışına ve huzuruna muhtelif çap ve ebatta yaptığımız katkının bize yol-su-elektrik olarak döneceğini ummayın, ileride aleyhimize delil olarak kullanılacağını hesaplayın.
  4. Çok değil 2-3 yıl sonra Suriye de bugün olan olayları balık kavanozu dünya hatırlamayacak bile.
  5. Hüseyin diye biri vardı, isminin baş harfi S; her şeyi söylemek mümkün fakat çıkaramıyorum.

Tunus‘ta demokrasi tadından yenmiyor. Mısır‘ da sokaktan stada her yer turfanda demokrasi. Yemen‘de demokratik hava durumu; yeme de yanında yat. Libya‘da petrol petrol ört ki ölem. Kaddafi kulum, Abdülcelil kölem..

Gelgelelim Ahmet Necdet pardon Ahmedinecad‘ın Cumhuriyet başkanlığından İndira

Gandi‘sine;  

‘Malatya’nın karını
Radarla Kürecik’ler
Bekleyelim yarın
Ne görev verecekler’

Alo Adana, aradan çık. Elma dersem çıkma, armut dersem necefli maşrapa.

Zihinleri Esir Alan Bürokratik Kavga

0

Siyasî tarihimiz hakkında biraz bilgisi olan herkes, mevcut siyasî iktidarın “dinî-etnik” muhaliflerin ittifakından oluştuğunu bilir. İslâm’ı farklı yorumlayan ve yıllarca birbirini ağır ifadelerle tanımlayan iki kesimin mücadelesi yeni değildir. “patates çuvalı”, “dinde kavî akılda zayıf”, “ağlayan-ağlatan hoca”, “düzenin uşakları” gibi ifadeleri hatırlamak yeterlidir.

Farklı siyasî tercihleri olan iki kesimi din birleştirememiştir. Fakat “dindarlığı irtica ile özdeşleştirerek PKK terör örgütünden daha tehlikeli olduğunu söyleyen” bürokratik elit, farklı tercihleri ve İslâm anlayışı olan kesimleri birleştirmiştir. Bölge dışı emperyalist güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesinin gereği olarak “Türkiye’nin süper bir güç olduğu bölgede aktif bir rol alması gerektiği” telkinine uygun bir şekilde millî devleti tahrif etme politikası bu süreçte rol oynamıştır. İç ve dış gerekçelerle bir araya gelen “muhalif ittifak”ın çıkar çizgisini takip eden ve kendi çevrelerine imkân ve konum sağlamak için etkin eylemi zorunlu kılan siyaset, anılan ittifakın arasını germeye başlamıştır.

İki kesim arasında üstü örtük kavga, bürokratik mücadele zemininde açığa çıkmıştır. Emniyet, MİT, KCK ve Yargı arasındaki ağda zihinleri esir alan olayların arkasında, tarihî gerilimin iktidar düzlemindeki hesaplaşması yatmaktadır. İktidar olmanın sağladığı nimetleri keşfeden iki kesim, her ne kadar iç içe geçmiş bir görüntü verse de hem toplum hem de devlet konusunda farklı görüşleri benimsedikleri bilinmektedir.

İktidarı ele geçirerek toplumu değiştirmeyi amaçlayan kesimle toplumu değiştirerek devleti ele geçirmeyi amaçlayan kesimin olaylara yaklaşımı arasındaki fark, bürokratik kavgaya zemin oluşturmaktadır. Seçmenin yarısının oyunu almanın anlamı, “toplumsal algının önemli ölçüde değiştiği fikrinin” göstergesi sayılmaktadır. “Doğrudan dinî-siyasî bir modele geçmek için % 65 bir desteğin olması gerektiği fikri”, ikinci kesimde hâkim bir görüştür. Bu nedenle algı kalıbı oluşturma ve bunun araçlarını etkin biçimde kullanma, yöntem olarak benimsenir. Birinci kesim açısından “İktidar her türlü söylemi bozar, önemli olan uzun süreli olarak iktidarı elde tutmaktır. Bir iktidar değişimi devletin reflekslerini yeniden harekete geçirebilir. Böyle bir duruma muhatap olmamak için her halükârda iktidarı korumak şarttır.” Düşük şiddetli gerilimin ardından olayı küçültme ve konuyu gündeme taşıyanları ağır bir dille suçlama arka planda yaşanan gerilimi örtme çabasından başka bir şey değildir.

Siyasî davranışı ve izlenmesi gereken yöntemi belirleyen farklı bakış açıları “devlet içinde devlet” olma tutumunu farklılaştırmaktadır. Daha önceleri sivil alanda fikrî düzeyde yaşanan bu ayrışma, şimdi devlet içinde de yaşanmaktadır. Güç mücadelesinin bürokratik kavgaya dönüşen dili, akıl almaz olaylara ve “yer kapma-üstünlük sağlama girişimlerine” sahne olmaktadır. İnce ve diplomatik dille sürdürülen devleti paylaşma mücadelesinin bürokratik kavga ve gerilim niteliğinde açığa çıkması, siyasî iktidarın temsilcilerini bile hayrete düşürmüştür. Kısa bir soluklanmadan sonra önde gelen temsilcilerin MİT’ten yana tavır koymaları, sorgulamadan muaf tutmak için siyasî ve hukukî kalıpların tümünü bozmaları şimdilik iktidar üzerinden toplumu dönüştürmek isteyenlerin galip olduğuna işaret etmektedir. Fakat bu gelişmenin “bölgesel ve küresel ağlarda” nasıl algılanacağı ve önümüzdeki süreçte hangi politik ve bürokratik hamlelere eşlik edeceği belirsizdir. İktidar olmanın sağladığı çıkar ve nimet, bu gerilimin kapılarını daraltsa da ihtilaf rüzgârının açtığı kapıyı tamamen tamir etmek zor görünmektedir.

“Devlet olma”nın sağladığı güven, uluslararası mahfillerde rol üstlenmenin tahrik ettiği iştah, gücün dönüştürücü diline karşı duyulan hayranlık, kendi din anlayışını bölgesel ve küresel ölçekte tahkim etme tutkusu, geçmişte yaşanan gerilimlerin açtığı yaraların yeniden deşilmesi, zihinleri esir alan bu bürokratik kavgayı açık bir hesaplama evresine taşıyabilir. 

 

Mossad Senaryosunun Düşündürdükleri

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve ikisi eski 4 MİT üst düzey yetkilisinin Savcılığa ifadeye çağrılmasıyla başlayan süreç ilginç senaryolara sebep olmaya başladı.

“Cemaat ve AKP çatışmasının” açığa çıkmasından bahseden yorumlar, bu çatışmanın aleniyete vurulmasını erken bulan taraflarca çürütülmeye çalışılıyor.

Radikal yazarı Akif Beki, Uçuk olmayan bir MOSSAD senaryosu başlıklı yazısında, Cemaatin yazarları ile ortak bir çıkış noktası bulmanın heyecanı içinde. Önce kendisinin dile getirdiği bir konunun Gülen Cemaatince de dile getirilmesinden hem mutlu, hem de “ben demedim sen önce dedin” kurnazlığı içinde. Akif Beki, hatırlanacağı gibi, Başbakan Erdoğan’a çok yakın, O’nun “canımız ciğerimiz” dediği bir isim ve eski Başbakanlık sözcüsü.

Beki, önce “MİT’e yabancı bir istihbarat servisinin saldırmış olma ihtimaline dikkat çekmişliğim var gerçi. Hakan Fidan’ın, ilk günden itibaren İsrail tarafından hedef tahtasına konulduğunu sıkça yazıp hatırlatmıştım. Bu son olayda da dış mihrakların dahlini gözden kaçırmamıştım” hatırlatmasını yapıyor.

Sonra da Mossad senaryosunun “tüm fikri mülkiyet haklarının, Zaman gazetesinin üç yazarı Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan ve Hüseyin Gülerce’ye ait” olduğunu söylüyor.

Akif Beki, Zaman Gazetesi yazarları ile mutabık olduğu müthiş senaryoyu şöyle sunmakta ve yazısını dehşetengiz bir soruyla bitirmekte:

“MOSSAD, CIA ya da başka bir gizli servis, her kimse, savcıyı manipüle edip yanlış yönlendirmiş olabilir mi?

Zaman yorumcularına göre, pekâlâ mümkün.

Diyorlar ki; ‘Savcı ajan olamayacağına göre, güvenlik sistemimize düşman ajanlarının sızmış olması lazım…’ Benim taslak senaryomdan daha ileri bir tasarım onlarınki.

Bir tek eksiği var, onu da izninizle tamamlıyorum: MİT, polis ve yargıda yabancı casus aramaya başlarsa ne olur?”

Süreci ve yukarıdaki yazıyı değerlendirdiğimizde şu sonuçları çıkarmak mümkün:

  • 1- TaraflarCemaat-AKP çatışması” senaryosunu rafa kaldırılma/ dikkatlerden kaçırma konusunda şimdilik mutabık kalmışlardır.
  • 2- Çatışmanın çıkış noktası olan “özel yetkili savcı” kurban seçilerek daha büyük zayiatın önüne geçilmek istenmektedir: “Savcı Mossad (veya belki de CIA veya başka bir gizli servis) tarafından manipüle edilip, yanlış yönlendirilmiştir.” “Savcı ajan olamayacağına göre, güvenlik sistemimize düşman ajanlarının sızmış olması lazım…”
  • 3- Başbakan Erdoğan MİT Kanununun değiştirilmesini sağladı ve bu suretle “MİT Müsteşarı üzerinden kendisine yönelen saldırıyı” önledi. Cemaat bir adım geri attı. Başbakan son konuşmasında Cemaatle çatışma istemediğini açıkladı. Ancak karşı taraf böyle bir çatışmaya tevessül ederse iktidarını paylaşmayacağını “seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz” cümlesiyle ortaya koydu. Adeta meydan okudu. Dengenin nerede oluşacağı belli değil. Durum şu anda AKP lehine.
  • 4- Güvenlik kuvvetleri ve yargı içinde düşman ajanları olarak tarif edilenleri “MİT aramaya başlarsa” sözü bir nevi tehdit kokmakta. Bazı Cemaat mensuplarının ajan olarak suçlanma ihtimalini çağrıştırmakta. Cümlenin anlamı galiba ‘polis ve yargı üstüne giderse MİT de karşılık verir’ demek. Bu üslup Başbakanın üslubuna çok benziyor.
  • 5- MİT, polis ve yargıda yabancı casus aramaya başlarsa ne olur?” sorusuna lüzum olmasa gerek. Güvenlik güçleri ve yargı içine sızmış casuslar varsa ve onlar savcıları manipüle edebiliyorsa, zaten Hem MİT ve hem de Emniyet kuvvetlerinin tabii görevi, bunları bulmak değil midir?
  • 6- MİT ve Emniyet kuvvetleri hazır bu aramaya başlamışken Ergenekon, Balyoz gibi davalarda çuvallar ve bavullar dolusu belgeyi gönderenleri de ararlar herhalde. Çünkü bu davaların sanıkları da gizli servislerin etkilerinden bahsetmekte idi. Hatta Milli Görüş’ün önemli ismi Oğuzhan Asiltürk bu davaları “Amerikancı olmayanların tasfiyesi” hareketi olarak nitelendirmişti.

Mademki Savcılar ve Mahkemeler “güvenlik ve yargı sistemimize girmiş ajanlar tarafından manipüle edilebiliyor”, bu davalar da en azından bir de bu yönüyle gözden geçiriliverirse iyi olmaz mı?

  • 7- MİT olayında MİT’in terör örgütü kurup yönettiği, müsteşarının da teröristbaşı olduğu suçlaması” aslında bana da mantıklı gelmiyor. “Bölgemizde sıcak gelişmeler yaşanmakta iken MİT’in iç hesaplarla uğraşmasının bir zafiyet oluşturduğuna da katılıyorum.

Ancak bazılarından farklı olarak, eski Genelkurmay Başkanı ve üst rütbeli komutanların terör örgütü üyesi olduklarına dair iddialar da bana mantıklı gelmiyordu. Bölgemizde ki sıcak gelişmeler ve içerideki terör belası varken, Ordumuzun üst komuta kademesinin neredeyse yarısının tutuklu olarak yargılanmasının da böyle bir zafiyet oluşturmadığı söylenebilir mi?

  • 8- İstihbarat işinde “görevin sınırlarını aşmak” konusunda “canları pahasına mücadele eden MİT mensuplarına” tanınması istenen toleransın, “terörle mücadelede görev yapan kahramanlara da” gösterilmemesini nasıl izah edeceksiniz?

 

Sürükleniyoruz (2)

0

 

Yeni kararımız şu:” Humus’un hesabını er geç sormak.” Peki, bunu tek başımıza mı yapacağız, birlikte mi yapacağız? Tek başımıza yapmamız fazla sorunlu görünüyor. Yanımızda mutlaka refiklerimiz olacak. Peki, kim bunlar? Başta ABD, sonra mesela Fransa’ya ne dersiniz ve tabi yanında bizi AB’nin kapısında bekletenler… Ne diyelim, kader utansın.

Dünyanın herhangi bir yerinde katledilen Müslümanların hesabını sormak gibi bir misyon edinen Türkiye, Telafer ve Kerkük katliamlarına niye sessiz kaldı?

Onların hesabını soramazdık, çünkü onu yapanlar, Türk Ordusunun başına çuval geçiren, aba altında gizlediği PKK destekli Kürt kartıyla Türkiye’ye;”ya kırk katır ya kırk satır” seçeneği sunan ABD ve yandaşı AB ve İsrail… Ve ABD stratejik ortağımız!..

ABD’nin, Türkiye ve bölge üstündeki planları hiç bitmedi; 1960 ihtilali, Menderes’in idamı, sağ-sol çatışmaları, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, PKK, Türkiye’nin ekonomik iflası vs. parmağının olmadığı yer yok.

Bölgemizde Afganistan ile başlayan, Irak ile köklenen, Tunus, Mısır, Libya, Yemen ile devam eden ve Suriye kapılarına dayanan ABD-İsrail planlarının asıl hedefinde İran var.

İran, ABD’ye biat etmedikçe bu plan işlemeye devam edecek ve Türkiye eninde sonunda Libya’da olduğu gibi İran işine bulaştırılacak.

Müslümanlar arasında mezhep savaşları başlatılacak ve İran’daki Azeri Türkleri ayaklandırılacak. Ayaklanan Azerileri bastırmaya kalkan İran’a Türkiye’nin de içinde olduğu dış güçler önceki örneklerinde olduğu gibi saldıracak.

İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in; “Halklarımızı ebedi düşman yapmayalım, bu yükü gelecek nesillere taşıtmayalım” diyerek İran’a yaptığı dostluk çağrısı dahi İran’a yapılacak harekâtın alt yapısını oluşturmaya ve dünya kamuoyunu kedi taraflarına çekmeye yöneliktir.

ABD’nin dümen suyundaki BOP maceramızın sonu oldukça kanlı bitecek. Saflar netleşiyor.

ABD, AB, İsrail, Arap Birliği ve Türkiye karşısında; Suriye, İran, Rusya ve Çin bloğu oluşmuş durumda.

Rusya’nın Akdeniz’deki tek üssü Suriye’nin Lâskîye kentinde. ABD istedi diye Rusya bu üsten asla vazgeçemez.

MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç paşa’nın, ABD’nin dayatmaları karşısında; Türkiye, İran, Rusya ve Çin bloğunda yer almayı stratejileri arasına almalıdır önerisinin kopardığı fırtınayı ve Cumhurbaşkanı Nejdet Sezer’in Suriye ilgisini şimdi daha iyi anlıyorum.

Sayın Erdoğan’ın, Hatay’da Suriye ile ortak yapılacak ‘Dostluk Barajının’ temel atma töreninde;

“Buradan İstanbul’a, Suriye’ye ve Filistin’e uzanan kaleler var. Bu kaleler, insanları Haçlılardan korumak için yapıldı. Kardeşler arasında mayınlı arazi olmaz” demesini ve yüksek düzeyli stratejik konseyin ilkini Suriye’de düzenlediklerinden bahisle Esad’a sahip çıkmasını ve ortak bakanlar kurulu toplamasını ve Suriye ile karşılıklı vizelerin kaldırılmasını devlet politikamızın devamı olarak algılıyorum ama kardeşliğimizin Habil ve Kabil kardeşliğine dönüşmesini anlayamıyorum.

Libya’da Kaddafi ile olan ilişkimizin benzerini şimdi Suriye ve Esad’a karşı oluşturuyoruz.

Elini tutup sarıldığımızın canına kasteder olduk. Sanki içimize cin kaçtı, bir gün kendimiz oluyoruz ertesi gün başkası…

Böyle böyle bir girdaba, bir kan denizine sürükleniyoruz.

Türkiye, kırk katır ve kırk satırlı iki seçenekten birini seçmek zorunda bırakılıyor ve biz bir üçüncü yol bulamıyoruz. Aslında o yol var; başka devletlerin iç işlerine karışmamak ve maalesef mümkün olamıyor ve bu beni Türkiye’nin geleceği adına korkutuyor. İnşallah yanılırım. (son)

Balkan Türklerinin Mensubiyet(Sizlik) Şuuru

 

Balkan Türkleri; Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun idari olarak Rumeli adını verdiği coğrafyada yaşamış ve halen de yaşayan insanlarımıza verdiğimiz isimdir.

Türk tarihinde, Balkan coğrafyası ve üzerinde yaşayan insanlarımız çok talihsiz ve kadersiz günler yaşamıştır.

Zulüm, kan, gözyaşı, tecavüz, sürgün, göç, katliam ve soykırım; Balkan Türklerinin başına gelenlerden sadece bazılarıdır.

Tarihçi olarak değer verdiğim bir uzman arkadaşım, tarih boyunca Türklerin üzerinden en az otuz kere, milletimizi silindir gibi ezen dalgaların geçtiğini bundan dolayı halen “Türküm” diyen insanlar kaldıysa, buna şükretmemiz gerektiğini söyler durur. Ben bunu Balkan Türkleri için en az iki misli daha artırmak isterim.

Bu kadar çok, üzerinden silindir geçen insanların günümüzde “Türk’üm” veya “Balkan Türkü’yüm” diyerek kendilerini tanımlamalarını da çok anlamlı bulurum. Türk Milleti kavramı ve şuurunun günümüze yansımasının doğuşu da, Balkanlarda ve Balkan Türkleri arasında vücud bulduğu birçok tarihçinin ittifak ettikleri dikkat çekici bir noktadır.

Ancak bugün Balkan Türkleri olarak nitelendirebileceğimiz ve kendini Balkanlı, Rumelili ve Trakyalı addeden insanlarımızın, lafzı olarak bir mensubiyet içinde olduklarını ifade etselerde, aslında bunun şuurunda olarak hareket etmediklerini görüyoruz. Yani bilinen ve kabul edilenin aksine Balkanlı, Rumeli ve Trakyalı olarak kabul ettiğimiz ve adına kısaca Balkan Türkü dediğimiz insanlarda mensubiyet şuurunun çok zayıf olduğunu söylemek mümkündür.

Eğer bir toprağa, inanca, kültüre ve fikre şuurlu bir yöneliş yoksa, varlığı dayandırdığınız noktada yani konumuz olan Balkan Türklüğünde bir aşınma ve erime var demektir.

Bunun en büyük delili, Balkan Türklerinin varlıklarını Balkanlarda sürdürmek için ölüm dahil birçok şeyi göz önüne almayarak, yönlerini Türkiye’ye çevirip, Anadolu’ya kolayca göç etmeleridir.

Günümüzde aynı anlayışı, Türkiye’nin ve Türk Milletinin karşılaştığı sorunlara karşı duyarlık göstermeyerek devam ettirmeleri de söylediklerimize bir delil teşkil etmektedir. Ve bu konu bilim adamlarınca bir araştırma konusu yapılmalıdır.

Bu nedenle, Türkiye üzerindeki etkileri sıfırlanan Balkan Türklerinin, genel anlamda şuurlu ve duyarlı bir mensubiyet anlayışının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum; karşılaştığımız meseleler karşısında Türk Milletinin idrak ve şuur noksanlığı içinde bulunmasını da tetikleyen bir nedendir.

Balkan Türkleri üzerilerinde yapılan psikolojik, kültürel ve sosyolojik çalışmalardan çok yüksek dozda etkilenmiş ve bu kara propagandaların yoğun etkisine boyun eğmişlerdir.

Dün Balkanları Türklerden ve bugün de Türkiye’yi Türklerden arındırma projesi; Balkan Türklerinin mensubiyet şuursuzluğu sayesinde hem Balkanlarda hem de Türkiye’de şaha kalkmış bir hale gelmiştir.

Düne kadar sınırların olmadığı Balkanlar’da haritalar üzerinde çizilen hayali çizgiler; öncelikle Balkan Türkleri’nin kafasında etkili olmuş ve birbirlerine yabancılaşmaya ve birbirlerini ötekileştirmeye başlamışlardır. Batı Trakyalı, Makedonyalı, Kosovalı, Bulgaristanlı, Bosnalı gibi. Bu yetmemiş Kırcaalili, Deliormanlı, İskeçeli, Gümülcineli, Üsküplü, Gostivarlı, Priştineli, Prizrenli vs. gibi sınırlar; akıllara ve ruhlara yerleşmiştir. Ve böylece fiziken, ruhen, inanç, kültürel ve sosyolojik olarak birbirine yakın olanlar, kapı komşu olsalar bile birbirlerine yabancılaşmışlardır.

Bu nedenle birbirinden süratle uzaklaşan Balkan Türkleri bu sayede gün geçtikçe insani, toplumsal ve milli değerlerden de kopmaktadır.

Bu değerlendirmelerimi, ne kadar ağır olursa olsun “tabak sevdiği deriyi yerden yere vururmuş”  misali değerlendirin. Böyle benzer tespitlerimi daha önce Ankara Belediye Başkanlığı görevinde de bulunmuş Razgradlı eski milletvekili ve bakan Ali Dinçer’in cenazesinden sonrada yapmıştım. Kimseden bir ses çıkmamıştı.

Şimdide tabutu ay yıldızlı bayrağı sarılı 1989 göçmeni Deliormanlı Gültekin Karaman’ın ardından yazıyorum.

Rahmetli Karaman; üç ay nezarethanede kaldığı Razgrad’da ömür boyu sürecek bir rahatsızlıkla böbreklerinden hastalanmış ve ardından yıllarca yattığı Belene’den onu 53 yaşında ölüme götüren nedeni meçhul(!) bir meret ile çıkmıştı. Ancak bunlar onu yıldırmadı ve ben şahidim ki; son nefesine kadar Balkan Türklüğü için mücadele etti. Peki cenazesine gösterilen vefasızlık neyin nesiydi? Neredeydi hemşerileri? Sadece kendi başkanlığını yürüttüğü derneğin 6000 üyesi vardı. Dernek önünde yapılan törende, çoğunluğu ailesi olmak üzere ancak 100 kişi bulunuyordu. Gerçi biz dört milyon Balkanlı, Rumelili, Trakyalının yaşadığı İstanbul’da 1989 Zorunlu Göçü’nü tel’in yürüyüşünde 1000 kişiyi zor toplamıştık. Hem de üstelik İstanbul’da en az yüzbin 1989 göçmeni Bulgaristan Türkü yaşamasına rağmen. Ya Atatürk’ün Selanik’teki evinin yakınına dikilen Pontus Soykırım Anıtı’nı protesto ederken ve de bildiriyi ben okurken topu topuna beş kişi olmamıza ne demeli? Hangi birini yazayım?

Hadi ölümün peşinden bir vefa göstermiyorsunuz! Bir sanatçımızı destekleyerek kültürümüzü de mi yaşatamıyorsunuz? İşiniz düştümü STK’ların kapısını aşındırıyorsunuz da peki niye örgütlü mücadeleden kaçıyorsunuz? Şimdi örneğin Kosova’nın 4. kuruluş yıldönümünü;  çalgılı, sazlı, tepinmeli kutlamaya hazırlanıyorsunuz da, Balkan Savaşlarının 100.yılında kaybettiğimiz bu toprakları ve 1.5 milyon insanımızı hatırlamak ve üstü örtülen bu konuyu Türk ve dünya kamuoyunun önüne getirmek için ne yapıyorsunuz? Bu nasıl bir idrak ve şuur anlamakta çok zorlanıyorum.

Mücahidinin arkasından vefa göstermeyen, sanatçısını destekleyerek kültürünü yaşatmayan, milli ve manevi değerlerinden uzaklaşan ve daima nefsini öne çıkartan bir anlayışın mensubiyet şuurundan (!) bahsediyorum. Bu mesele üzerinde çok şey söylenir ama ben kendi kendime “Utan be Özcan, utan” diye sesleneyim. Bu bana yeter de artar…

Ama, Hafız ve Şair

 

1940’tan sonra yirmi yıl içinde en önemli hastalıkların başında trahom, sıtma ve verem(tüberküloz) gelirdi. Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın İstanbul’u almak üzere başlattığı sefere yol üzerindeki Şam, Halep, Kilis, Gaziantep’i işgali sırasında trahom hastalığının askerleri tarafından yayıldığı bilinir. Kanser gibi ürküten hastalıklardı bunlar. Sözkonusu hastalıklarla mücadele için kamu ve sivil alanda çok sayıda örgütlenme olmuştu. Özellikle verem hastalığıyla alakalı Yeşilçam çok sayıda prodüksiyon üretmiş, romanlar yazılmış, besteler yapılmıştır.

Kentlerde bu amaçla kurulmuş dispanserler mevcuttu. İlk tedavi orada yapılırdı. Trahom için gözlere ilaç damlatılırdı. Ancak trahom hızla ilerledi ve çok sayıda insanın görme özelliğini kaybettirdi. Fakat görmeyen o genç insanlar toplumdan ve hayattan hiç bir zaman kopmadılar. Mesela “Körler Çarşısı”nda bütün esnaf “ama” idi, yani görme özürlüydü bunlar. Hafız Ahmet kamıştan hasır ve kendir örerdi, Hafız Mustafa sakalık yapar, eşeğiyle kaynak sular taşırdı evlere, Hafız Ali eski otomobil lastiğinden kova üretirdi. Tümü hafızlık eğitimi almış ve bir Osmanlı geleneği olan Ahiliği yerine getiriyorlardı. Mutluydular, aileleri vardı, çoluk çocuklarını okutarak eğitimlerine yardımcı oluyorlardı.

Yurtdışına Kaçış ve Ötesi

Sesi ve hafızası daha güçlü olan bir kısım amalar ise dini eğitim alarak bu konuda uzmanlaşıyorlardı. O yıllarda dini eğitim örtülü olarak yapıldığından ya kaçak, ya da yurtdışında böyle bir hizmete kucak açıyorlardı. En çok da eski cihan devleti Osmanlı’nın örnek şehirleri olan İstanbul ve Bursa gibi Bağdat, Şam, Kahire, Trablus ve Tunus medreseleri bu kaçak hafızlara eğitim veriyordu. Ama talebeler Arapça, Farsça, fıkıh, tefsir hadis, kelam, kıraat, edebiyat öğreniyorlardı. Kaçak olarak yurtdışına giden bu ama gençler, yine kaçak olarak Türkiye’ye dönüyordu. Ülkelerine dönen hafızlar eğitimlerini memleketlerinde de sürdürüyorlardı.

Hafız Kamil’in de en önemli hocası nakşibendi tekkesi şeyhi Şeyh Mehmet Vakıf Efendiydi. Sonra Kasapzade Sabit Hoca ve Kara Durmuş Efendi’den de nahif ve lügat ilimlerini öğrenmiş. Başta Suphe-i Sübyan ve Tuhfe gibi lügatlerin ezberinde olduğunu bilirdik. Cevahir’in de 1300 beytinin tümü belleğindeydi. Bir müddet işsiz kalsa da, halkın dine olan duyarlılığından bazı evlerde ve açık camilerde hatim indiriyor, mevlit okuyor, Kur’an-ı Kerim öğretiyordu. Geçimlerini önceleri bu şekilde karşıladı, sonra yönetimlerin dine olan tavrında biraz gevşeme olunca hafızlar cami ve mescidlere imam, müezzin ve kayyum atandılar, Kur’an kurslarına öğretmen oldular. Tümüne yakınının hiç bir sosyal güvencesi yoktu. Öyleki Ramazan ayında önemli bir bölümü başkent Ankara’ya giderek bir ay boyunca hatim indirirlerdi bazı kişi ve kuruluşların talebiyle.

Gündemi Yorumlayan Bir Aydın

İşte bu kahramanlardan biri de Kilisli Hafız Kamil Kıdeyş’di. Kendisini yakından tanıma fırsatım oldu. Oğlu İsmail İlmi Kıdeyş sınıf arkadaşımdı. Evlerimize sık sık gider, birlikte ders çalışırdık. Hafız Kamil Sebilürreşad ve Serdengeçti dergilerine ve Tercüman gazetesine aboneydi. Bir Kadircan Kaflı tiryakisiydi ayrıca. Son Havadis’ten Mümtaz Faik ve Adviye Fenik ile Orhan Seyfi Orhon, Milliyet’ten ise Peyami Safa ve Burhan Felek’in iyi birer okuyucusu yani okutucusuydu. Bu mecmua ve gazetelerin haber ve köşe yazılarını ya çocuklarına veya evine gittiğimizde bizlere okuturdu. Yorum yapardı yazılardan. Etkilenirdik.

Bir Ses ve Bir Nefes Sonrasında

Çoğu zaman radyosu açık olurdu,  her rastladığımda Türk Sanat Musikisi dinlediğine şahit olmuşumdur. Bizi de bilgilendirirdi solistler okurken “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey.. güzel bir şarkı.. Sadi Hoşses’in..” Belki de bir orta mektep talebesinin duyduğu ilk bestekar ismiydi bizler için. “İstanbul şen gönüller yatağı” diye bir solist şarkıya başladığında “Bu şarkı komşumuzun, Dr. Alaattin Yavaşca’nın. Kendisi hekim ama aynı zamanda bestekardır da.” derken gözlerinin içi güler, kendine de adeta pay ayırırdı. Komşu olmanın ayrıcalığını yaşardı. Radyonun ajans haberlerini de hiç kaçırmazdı.

Bir Mehmet Akif Ersoy hayranıydı. Tüm Safahat lügatler gibi ezberindeydi. Her gelişme karşısında muhataplarına Akif’ten bir dize ile cevap verirdi. Hele Mehmet Akif’in şiirinden bestelenmiş “Ezelden aşinanım ben..”i kendisi de bizzat söylerdi. Kullandığı Türkçe okumamızı, şiiri ve şarkıyı sevmemize yeter de artardı bile. Bazen okuduğu şiirlerin şairini sorardı bize. Lisede edebiyat okuyoruz ya, kibar kibar imtihan ederdi Fuzuli’nin Su Kasidesi’nde olduğu gibi. Bilmediğimiz kelimelerin manasını sormaz, bizzat açıklar ve izahı sözkonusu şiiri daha fazla sevmemize neden olurdu.

Sessiz Gemi’deki Gibi Fikr et o günü

Günün birinde “Fikr et o günü kendini omuz üstü tutarlar/ Pay aldı hayattan diye emvate(ölüler) katarlar/ Fikr et o günü derdini bilmez de tabipler/ Verdikleri macuna ya tedbire çatarlar/Fikr et o günü bol ecir almak tamaıyla(sevap)/ Eş dost birikip üstüne taş toprak atarlar/ Fikr et o günü sevdiğin en nazlı evinle/ Hep malını haraç mezat ağyara(düşman) satarlar” diyerek bir şiir okudu. Sonra bunun kalıbını sordu. Aruz ile yazılmış bir şiirdi hemen anlamıştı bütün arkadaşlarımız. Kalıbını da bulduk. Ancak merakımız bu şiirin yazarını  öğrenmekti. Hepimiz Mehmet Akif Ersoy diye hatırlatsak da, birkaç arkadaşımız “Sessiz Gemi”den esinlenerek “Yahya Kemal “dedi. Ölümü anlatıyordu dizeler.

Hiç birimiz bilememiştik. Bu şiirin şairi Hafız Kamil Kıdeyş’ti. Çok hoşumuza gitmişti, bir şair ile tanışmıştık, demek şairler böyle oluyor diye de aklımızdan geçmedi değil. Daha sonra her gittiğimizde bize Hafız Kamil şiirlerini okumaya başladı Safahat ile birlikte. Zaten çoğu da hafız olan bütün talebeleri, bu şiirleri biliyordu.

Bir Edebiyat Geleneği

Kendisine özellikle nefsine ders veren şiirlerinin yanında o yıllarda katliam yapan Suriye diktatörü Hafız Esad’a da seslenmişti “Bırak sapıklığı bırak/Edersin ateşi durak/ Mezalimden ol ırak/Macarlara ne etti bak/ Eli çekiç, dili orak”

Bir alim Hocası Baytazzade Mehmet Vakıf Efendi’nin ölümüne tarih düşmüştü şiiriyle. Bir usta esnaf Kelleci Mecit Usta’yı hatırlattı yeni nesillere, Rum mezaliminden etkilenerek Kıbrıs Gazeli yazmıştı. Mehmet Akif’e Hasret’inde “Gönüller o şiir imamına uyar/Uyar saba(altüst olmak), Muhammed Akif’i uyar/ Şiirleri bütün cemaati uyardı/ Uyar saba, Muhammed Akif’i uyar” diyordu.

Sadece tahmisleri değil, kente borularla evlere Narlıca suyunun gelişini, il olma arzusunu halkın,  Fatma Atik Camii’ne, kesik minare’ye hitabetini edebiyat geleneğimizden yola çıkarak dizelere dökmüştü.

Hafız Kamil Kıdeyş bir sorun karşısında kendisine gelenlere “Bir kitaba bakalım, ne diyecek”i çok iyi bilen fazıl, alim bir insandı şairliğinin yanında. Günlük gelişmeleri yakından takip eden, yorumlayan bir entelektüeldi, bir aydınlık insandı. Hep Kur’an’dan almış dersini, gönül gözüyle resmetmiş, arif biri olarak sağduyusunu yansıtmıştır. Hem sohbetlerinde, hem manzumelerinde hikmet aramak yanlış olmaz. Fakat hep derslerini kendi nefsine vermiş bir bilge kişidir Hafız Kamil. Öyle ki taşrada bir kentin, bir dönemin bilgi ve belgesini de manzumeleriyle kayıt altına almıştır.

Bazı manzumelerinde divan edebiyatının özgün ifadesini de bulmak mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse “İlmü irfanım evet din ile imanım hep/Mezhebim ile zehab-ı zehebim de nurdur” Zehab bir fikre uyma, zeheb altın anlamındadır.

Oğlu Okuduğu Eserden Tutuklanıyor

Hafız Kamil Kıdeyş’in bütün kültürü duyduklarına dayanır. Sesi güzeldi, hafızası ise kuvvetliydi. Şiirlerinin tümü ezberindeydi. Öğrencileri de ezberlemişti. İşte bundan dolayı bu manzumeler günümüze kadar gelmiştir.

Son yıllarını felçli olarak geçirdi. Ancak iç aydınlığından hiç bir şey kaybetmedi, şükrünü eda etmekten geri kalmadı. “Bir sakat deyip horlama Kamil’i/ Gün gelir felç kaçar, yürük at sürçer” diyerek acılarını hiç dert edinmemiştir, sabretmiştir. Hep nura talip olmuştur. Şöyle diyor dizelerinde “Rabbim Allah-ü veli, müntesebim de nurdur/Hakk’a binlerce şükür, müktesebim de nurdur”

27 Mayıs Askeri darbesinde 18 yaşındaki lise talebesi oğlu İsmail İlmi ve talebesi Şair Nihat Ferah okuduğu dini kitaplardan dolayı tutuklandığında üzülmüştü, yine teselliyi manzumesinde bulmuştu “Ne yazık şerefimi suç sayar ehl-i zülumat/ Tavsiyem onlar için ruz-ü şebim de nurdur”

Hafız Kamil şöyle diyordu tutuklamaya “Oğlum İlmi’ye bu derslerde büyük pay olacak/İki ay ile onsekizin tam olacak/İftira salgını var yavrum uzaklaş burdan/Dememiş miydi baban göz kamaşırken nurdan”

Divan-I Kamil Safalar Getirdin

Hafız Kamil Hocaefendi’nin talabeleri biraraya gelerek öğretmenlerinin şiirlerini okuyarak yazıya dökmüşler. Bir de bakmışlar ki bir divan olacak kadar hacimli bir çalışma ortaya çıkmış. Bir başka hafız, damadı Abdurrahman Sinanoğlu sponsor olmuş “Divan-ı Kamil” Adım Kitaptan yayınlanmış. Pek sevindim doğrusu. Şairler Nihat Ferah, Hasan Şahmaranoğlu, Prof. Dr. Nurullah Çetin, sesiyle bütün makamların ve dizelerin üstesinden gelen Durmuş Çarpın Hocaefendi,  bir başka hafız muallim Muzaffer Patlakoğlu, Yazarlar Mehmet Çetin, Mahmut Kaçarlar ve torunu İsmail Rıfkı Kıdeyş katkı vermiş eser neşredilerek kütüphanelerimize girmiş, raflarda yerini almış internete inat. Divan-ı Kamil hoş geldin!.

 

 

Karadeniz’in Kurtuluşu ve Şehitlere Vefa

Başta Karadeniz bölgesindeki il ve ilçelerimiz Olmak üzere Doğu Anadolu Bölgemizdeki bir çok il ve ilçe kurtuluş günleri organize ediyor. Giresun’un Görele ilçesi 13 Şubat’ta düşman işgalinden kurtulmuştu. 24 Şubat 1918’de Trabzon düşman işgalinden kurtuldu. Sırasıyla Doğu Karadeniz Bölgesindeki il ve ilçelerimizin düşman işgalinden kurtuluş günleri için anma toplantıları düzenleniyor.
Bazı derneklerimiz kurtuluş günlerini eğlencelerle , şarkılarla kutlarken, bazı derneklerimizde kurtuluş günlerinde şehitleri anma toplantıları organize ediyor. Gerçektende kurtuluş günlerinde kurtuluş coşkuları yapılırken şehitler ve gaziler unutulmamalı.
Gerek Karadeniz Bölgesi ve gerekse Doğu Anadolu’da organize edilen kurtuluş günlerine siyasilerimiz de ilgi gösteriyor. Bazı kurtuluş günleri adeta siyasi arenaya dönüyor. Kurtuluş coşkusu siyasetin gölgesi altında kalıyor.
Kurtuluş günleri gençlerimizin milli ve manevi tarih bilincine sahip olmaları için önemli bir fırsat. Bu fırsatlar iyi değerlendirilerek gençlerimize kültür, medeniyet ve zaferler tarihimizin önemi anlatılmalıdır. Bu konuda yaptığımız bir araştırma ve çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Karadeniz  İlleri  Kaç Şehit Verdi ?

Kurtuluş günlerinde şehitlerimizin unutulması üzerine harekete geçtik. Trabzon, Bayburt; Rize, Gümüşhane, Artvin, Giresun ve ordu illerinin düşman işgalinden kurtuluşu ilgili tarihi bir hizmete daha imza atarak Doğu  Karadeniz’in kurtuluş  belgeselini hazırlayarak şehitlerimize vefa borcumuzu ödedi.
Resmi belgelerdeki  bilgilere göre Doğu Karadeniz bölgesindeki  illerimizin kaç şehit verdiğini tespit  ettik.  İşte İllerimizin birinci cihan harbinde verdiği  şehit sayıları ; Artvin:211, Bayburt:249, Giresun:1076, Gümüşhane :329,  Ordu : 1233, Rize : 383, Trabzon :1230
Evet Karadeniz’in düşman işgalinden kurtuluşu zaferler tarihimizin dönüm noktasıdır.

*KOP DAĞINDAN HARŞİT VADİSİNE  KARADENİZ  DESTANI
Türk zaferler tarihine altın harflerle  geçen 1916-17 yıllarında   “Kop  Dağın’dan Harşit vadisine  kadar olan  bölge’de yaşanan destansı mücadele  henüz araştırılmadı. Bu bölgede  yer alan , Trabzon’dan Giresun’a, Bayburt’tan   Gümüşhane’ye  kadar olan yerler tarihin şanlı sayfalarında yerini aldı. Kop Dağı ve Karadeniz dağlarında yok olan siperler, mevziler ve  şehitliklerimizi  araştırmaya devam ediyoruz.

Geçen hafta  Trabzon’un  Akçaabat, Düzköy, Vakfıkebir’in yüksek dağlarında, Kayabaşı, Hıdırnebi, Karadağ,  Haçkalı Oba yaylaları  ile, Giresun’un  Harşit Vadisi  ve Gümüşhane’nin  Kürtün  bölgesini  adım adım gezerek araştırma yapıp, tarihe not düştük.

1. Cihan Harbinde  destansı mücadele verilen şehitlerimizin bu bölgedeki mezarları yok olmuş, siperler topraklarla örtülmüş. Vefasızlık ve  ilgisizlikten  kültür tarihimizde önemli bir yeri olan bu tarihi bölgedeki  değerler yok olmakla karşı karşıya.

Trabzonlu  gönül  dostum  Ali Öksüz rehberliğinde bölgeyi karış karış gezdik. Özellikle Karadağ Yaylası ve Işıklar Yaylasında 1. Cihan Harbi’nde yapılan siperleri ortaya çıkarmak için araştırma yaptık. Bulabildiğimiz  yaşlı insanlarla konuşarak, tarihe tanıklık eden  canlı  şahitleri gün yüzüne çıkardık.

*TRABZON’DAKİ YOK OLAN   ŞEHİTLİKLER
1. Dünya Savaşı’nda  Trabzon ve  Karadeniz dağlarında  şehit olanların  mezarlarında gördüğü  kerameti  bizzat yaşayan Hasan Öksüz adlı 87 yaşındaki  bir amcamızla Karadağ yaylasında konuşuyoruz. Hasan amca bizlere kendisinin bizzat yaşadığı olayı şöyle anlatıyor: “Bu dağlara nur iniyor.  Karadağ yaylası mezrasındaki evimizin  önünde 1. Cihan Harbi’nde kullanılan siperlere doğru bakıyordum. İkindiye doğru siperlerden 2 kişi çıktı, yaklaşık 50 metre yürüdükten sonra şehitlikte kayboldular. Bizzat bunu ben yaşadım.” Diyor ve “Buralara kimse sahip çıkmıyor. Ben bu yaşımda buralara sahip çıkmaya çalışıyorum. Ama Valilik, devlet yetkilileri buralara önem vermiyor, sahip çıkmıyor” diye de sitemde bulunuyor. Hasan Amca’nın anlattıkları karşısında heyecanlanıyoruz, tüylerimiz diken diken oluyor.

* MUHACİRLİK YILLARIN’DA  TRABZON
Karadeniz’in en acı yılları 1915-1916-1917 yılları arasında yaşanmıştır. MUHACİRLİK YILLARINDA , Artvin, Rize,  Trabzon ve Giresun’un  Harşit Vadisi’ne kadar olan bölgeyi   Ruslar işgal ediyor. 10 binlerce insan Karadeniz’den batıya ve güneye doğru göç ediyorlar. Bu göç esnasında çok acı çekiliyor. İşte bu dönemlere MUHACİRLİK YILLARI deniliyor. Bu yıllarda bölgedeki düşman güçleri kin duygularıyla vahşice davranıp yerli halka her türlü zulmü reva gördüler. Düşman istilasından kaçan halk paramparça olup, dağıldı. Halkın hayatı işkenceye döndü. Halk zorunlu olarak göç etmeye başladı. Zorlu muhacirlik yılları hasret ve acıyı beraberinde getirdi. Yaşlı, kadın ve çocukların canlarını ve ırzlarını kurtarmak için zorunlu muhacirlikten başka yapacakları bir şeyleri de yoktu.

İşte o yılları ikinci ağızdan dinledik. Babalarının, annelerin, dedelerinin kendilerine anlattıklarını bizlere aktaran ve bilgi veren yöre halkından o günleri araştırdık.
O yıllarda bu acı günleri yaşayanlardan birinin oğlu olan Ahmet Canım bey ile görüşüp bilgi aldık. Ahmet Bey ile uçakta tanıştık. Babasından dinlediği muhacirlik yıllarını anlattı. Rus Çetelerinin elinden nasıl kaçtıklarını, Bolu’ya kadar nasıl göç ettiklerini, yolda çektikleri çileli ve meşakkatli günleri anlatarak tarihin tozlu sayfalarında kalan ve gündeme gelmeyen o yılları anlatırken duygulanıyor ve gözleri nemleniyordu.
Muhacirlik yıllarında Ruslar Harşit Vadisi’ni aşamayınca bütün hırslarını Tirebolu ve Tirebolululardan çıkartmıştı. Ruslar büyük toplarıyla Tirebolu’yu yakıp yıkmıştı.
Burada yaşananları dinleyerek büyüyen Tirebolu Avcılar Köyünden Veysel Telli bizlere çok önemli bilgiler verdi. Veysel Telli 90 yaşında. Telli, Muhacirlik yılları ile ilgili babasından dinlediği tüyler ürpertici olayları anlatarak, o günleri bizlerle paylaştı.
Acı dolu o günlerde özellikle Rum ve Ermeni çeteleri yerli halka baskı ve işkence yaparak canından bezdirmiş. Binlerce kişi başta sıtma olmak üzere hastalıkla, açlık ve sefaletle mücadele etmek zorunda kalmış, cepheye yakınlığı nedeniyle de zorunlu göçe tabi tutulmuşlar.
Rum ve Ermeni çeteleri kadın, çocuk yaşlı demeden işkence ediyor, hamile kadınlarını karınlarını yararak bebekleri süngülerine takarak vahşice katlediyorlardı.
Harşit Vadisi Karadeniz’in Çanakkale’si olarak nitelendiriliyor tarihçiler tarafından.
Harşit Vadisi ve Harşitliler teslim olmamışlar Ruslara. Cansiperane mücadele etmişler on beş buçuk ay. Ruslara karşı büyük bir direniş göstermişler. Çok büyük sıkıntılar çekmişler ama Harşit’ten öteye koymamışlar Rusları. Bu konularda  en kapsamlı araştırmayı değerli  dostum , yazar ve araştırmacı   İsmai Hacıfettahoğlu yapmıştır. Araştırmalardan yararlanarak aşağıdaki yazıyı sizlerle paylaşıyorum.

*KARADENİZ’İN KURTULUŞ DESTANINDAN HABERİMİZ VAR MI ?

Rusların, Trabzon’un 90 kilometre batısındaki ‘ellerini kollarını sallaya sallaya’ Harşit’e
gidememiş, 22 Nisan’da işgal ettikleri Akçaabat’ın hemen üstündeki Hıdırnebi Tepesi’ne dahi büyük kayıplar vererek ancak 3 ay sonra çıkabildiler.  Hortokop’ta kahramanca direnen Türk  savunmasını  kırmak için  Ruslar  büyük kayıplar verir.
Dünyanın kan gölüne döndüğü Birinci Dünya Harbi dönemi, yani 1914-1918 yılları arası Trabzon tarihinin hicranlı dönemidir. Bu dönemde Trabzon ve Trabzonlu akıl almaz mezalimlere, ihanetlere, işgallere, muhaceretlere uğramıştır. Hastalık, açlık, sefalet ve çaresizliğin dayanılmaz acılarını çekmiştir. Muallim İbrahim Cudi Efendi, “Der Mesâib-i Harbi Umumî”, yani Harb-i Umumî Musibetleri başlıklı şiirinde harp esnasında Trabzon’da yaşananları kıyametin kopuşuna benzetir ve “Ya seyyid-el verâ kum!… kad kâmed-il kıyâma” diyerek Peygamberimizi yardıma çağırır.

Ruslarla – Türk birlikleri arasında  Trabzon’un  Baltacı Deresi, Madur Dağı, Sultan Murat, Kalafka, Hortokop, Hocamezarı, Hıdırnebi, Şinik, Haçka, Beypınarı, Karaabdal, Karadağ, Çataltepe, Sis, Görele ve  Harşit  Vadisi’nin birçok yerinde  çetin çarpışmalar oldu.

Bu çarpışmalarla ilgili Genel Kurmay’ın ilgili yayınları, Fevzi Çakmak’ın eserleri, Hasan Umur’un, Muzaffer Lermioğlu’nun, Mehmet Bilgin’in, Altay Yiğit’in, Sadi Selçuk’un kitaplarında çok önemli bilgi ve araştırmalar yer almakta.

*KARADENİZ’DE MUHACİRLİK YILLARI
Rus kuvvetleri Trabzon’u karadan ve denizden abluka altına aldığında ve bilahare işgal ettiğinde Trabzonluların tavrını üç grupta inceleyebiliriz. Trabzonluların düşmana direnecek gücü olmayanlardan bir kısmı; canlarını, namuslarını düşman ayağı altına düşmekten kurtarmak, esir olmamak için evlerini yurtlarını terk etmişlerdi.

Rus donanmasının denizden, Rus birliklerinin karadan, uçaklarının havadan ateş yağdırdığı, çoluk çocuk demeden katliamların yapıldığı bir sırada imkânları onlarla baş etmeye yetmeyen insanlar namus ve canlarını kurtarmak için  Trabzon’dan hicret etmişlerdir. Kaçabilecek yani  muhacir olacak  güce malik olmadıkları için içleri kan ağlayarak esarete boyun eğenlerdir.

*TRABZON’DA  RUM ve ERMENİ MEZALİMİ

Trabzon’daki Rus  işgalinde müslüman  Türk  halkı  kan ağlarken, yaşlı dedeler , kadın ve çocuklardan oluşan  muhacirler yolda ölürken, yerli Rum ve Ermeniler   Rus işgalini çılgınca eğlenerek Rus askerlerine tezahüratlar yaparak, sevinç çığlıkları atarak karşılamışlardı. Yüzyıllarca bir arada iç içe yaşadığımız, her türlü hukuklarını koruduğumuz, yerli rum ve ermeniler  en zor zamanında Trabzon halkına  ihanet etmişlerdi.
Sahilden kaçan Trabzonlular  İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun şiirinde belirttiği gibi Rusları dağlara davet ettiler.
İsmet Zeki Eyüpoğlu “Kara zıpkalılar” adlı şiirinde Trabzon’da yaşanan mezalimi ve vatan müdafaası için dağlarda sürdürülen o mücadeleyi şöyle anlatır:

Hendek boyu süngülenmiş iki canlılar,
Yediden yetmişe, eşikten beşiğe cana kıydılar.
Böyle olur gâvurun da kahpesi,
Kara zıpkalılar “Allah!.. Allah!… dağlar bizimdir” dedi.
Kanıma kan diye sesler yükseldi.
En büyük efkârıydı altmışlık Emine’nin..
“Bubam afkursun” demiş, “Gayri unutmam bunu.”
Hey Allahım Honefterin günü müdür?
Karaptalda dernek mi var?
At bindiler, kılınç kuşandılar kara zıpkalılar
Kıyasıya vuruştular günlerce,
Bire on veren başak misali kırıldı Urus, Urum, Ermeni.
* İsmail Hacı Fettahoğlu anlatıyor
Değerli dostum  İsmail Hacıfettahoğlu açıklamasında şu görüşlere yer veriyor.
….. ”  İsmail Hacıfettahoğlu  olarak  sahilden kaçıp dağlarda direnen böyle bir ailenin mensubuyum. Dedelerim Halim Ağa ve İlyas Ağa çete reisleri olarak, azıcık kuvvetlerine rağmen, Tonyalı, Akçaabatlı, Vakfıkebirli diğer çetelerle birlikte, Şinik’ten Hıdırnebi’ye, Karadağ’dan Erikbeli’ne bir çok mevkide Ruslara kan kusturmuşlar, büyük zayiatlar verdirmişlerdi. Sonra Karadağ da düşer. Nokta bozuldu ve Rus birlikleri Harşit’e kadar dayanır. Benim dedelerim de işte o zaman ailelerini alarak, götüremedikleri hayvanlarının bağlarını çözüp  Trabzon’dan hicret ederler.. Hem de ne  hicret…Kürtün’den Şebinkarahisar’a, Merzifon, Osmancık üzerinden taa Adapazarı’ına. Oradan da Hendek İlçesinin Beynevit köyüne kadar giderler. 24 Şubat 1918 sonrasında ise deniz yolu ile hasretiyle kavruldukları vatanlarına geri dönerler…
Ben, diğer akranlarım gibi, dedemin, ninemin göz yaşları dökerek anlattıkları bu muharebeleri ve muhacirlik günlerini, göz yaşları içinde dinleyerek büyüdüm. “Trabzon’dan çıktım başım selâmet” türküsünü göz yaşlarımı zaptederek sonuna kadar dinleyemem. “Çavuşluya geldim koptu kıyamet” mısrası beni o günlere götürür, hıçkırıklara boğulurum. Rus donanmasının muhacir çıkan halkın üzerine ateş yağdırmasını ve çoluk çocuk demeden, genç ihtiyar demeden yüzlerce masumu katledişini hatırlarım. Bu benim ve  Trabzonumun acı tarihi..
Bir  çok Trabzonlu Rus donanmasından, Rus ve onun yanında yer alan Ermeni ve Rum azınlıkların zulmünden kaçtı. Trabzon merkezinden de birçok ailenin deniz yoluyla, kara yoluyla Trabzon’dan hicret ederek Giresun’a, Ordu’ya, Samsun’a gittiler.

*TRABZON UŞAKLARI  KURTULUŞ SAVAŞI’NDA

Trabzon’un  kurtuluşundan  sonrası Trabzon  uşakları  derhal vatanlarına döndükleri gibi, kendi dertlerini unutarak ülkenin kurtarılması için ilk teşkilâtı yaparak Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’ni kurmuş, Erzurum Kongresi’ni toplamış insanlardır. Onların ön safında  gazeteci  Faik Ahmet Beyler, Ömer Fevzi Beyler, Meşveretçi Naci Beyler vardı. 

İsmail Hacıfettahoğlu;  “Pontus’un Yitik Kızı Tama” kitabı’nın yazarı  ile ilgili tespitleri ise çok   önemli .  Birlikte okuyalım.
 …. ”  Bazı  kurumlar tarafından geçtiğimiz yıllarda  Trabzon’da  Barış (!) ve dostluk (!) ödülü  adı altında   Yorgo Andriadis’e ödül verilmesi üzücü’ Yorgo ödül aldığı Tamama adlı kitabında kendince Trabzon’un Ruslar tarafından işgali esnasında yaşananları anlatır ve şöyle der:
“Özellikle Trabzon’da Hıristiyanlar, kendinden geçip bir ulusal gururu yaşıyorlardı. Uzun kölelik yıllarından sonra, sonunda, “her şey yine bize aitti”. Yüzyıllarca beklenen bir düş gerçekleşmişti.
Hıristiyan Trabzon ayaktaydı. Uluslarının yüzyıllarca köle olarak çektiği bütün acıların intikamını Müslüman halktan almak isteyen bir sürü ateşli Rum vardı. Ama Başpiskoposun gölgesi her yerde hazır ve nazırdı. Müslüman erkekler korkudan muhacir olup, kaçıp gitmişti. Aileleri ve küçük çocukları ise savunmasız kalmıştı.”
Görüldüğü gibi Yorgo; Cihan Harbinde Galiçya’dan Hicaz’a, Kafkasya’dan Çanakkale’ye kadar, her cephede eli silâh tutan Trabzonluların, vatanları için savaştıklarını görmezden ve bilmezden geliyor. Kahraman ecdadımızı utanmadan ve sıkılmadan, karılarını ve çocuklarını esaret altında bırakarak korkup kaçmakla itham etmek alçaklığını gösteriyor. Bu alçaklık da bizden sayılan birileri tarafından ödüllendiriliyor. Yorgo, bize duyduğu kin ve düşmanlık dolayısıyla bunu yapabilir. ” Diyor  sayın Fettahoğlu.
*PONTUS’UN YİTİK KIZI TAMAMA KİTABI ÜZERİNE

Bende sayın   İsmail HacIfetahoğlu’nun yukarıdaki  tesPitlerine şunu ekliyorum. PontUs’un Yitik Kızı Tamama kitabı bir çok dile çevrilmiş  bir zamanlar Karadeniz  bölgesinde yok  satması gerçekten  üzücüdür. Ben  Karadeniz’de Pontus hayalini  hortlatmak isteyen bu kitabı okuduktan sonra  Karadeniz’de şehitlerimizi araştırmaya çalıştım ve Karadeniz’le ilgili bir çok tv programı çekerek  zaferler tarihimize ışık tutarak  ecdadımıza karşı  vefa borcumu ödemek istedim…
Ezcümle; Birinci Dünya Harbinin öncesinde, içinde ve sonrasında Trabzon’da akla, havsalaya sığmayacak derecede büyük kahramanlıklarla dolu olaylar yaşanmış…. Kurtuluşun şenliklerle kutlanması 1948 yılında başlamış. Trabzon Halkevi’nin önayak olmasıyla Trabzon’un işgalden kurtuluşunun 30’ncu yılında kurtuluş şenlikleri Trabzon merkezde olduğu gibi, Trabzonluların yoğun olarak bulunduğu İstanbul’da da yapılmıştı.
Kurtuluşun nedeni; İkinci Dünya Harbi sona ermek üzereyken Gürcü profesörlerin bildirisiyle 1945 yılı sonlarında başlayan, Giresun’da dahil olmak üzere Doğu Karadeniz’den Rusların toprak talepleri, Trabzon başta olmak üzere ülke genelinde tepkilere sebep olmuş, gazetelerde haberler, makaleler yazılmış, nümayişler tertip edilmişti. Boğazlar, elviye-i selâse dediğimiz iller Moskova Konferansı’nda gündem olmuş ve Rusya bize nota vermişti. Konuyla ilgili Fuat Köprülü’, Osman Turan ve Fahrettin Kırzıoğlu önemli  yazıları vardır.
Trabzonlu’nun askeriyle birlikte vatanını bütün gücüyle savunduğu, işgale karşı sonuna kadar kahramanca direndiği  tarihi  bir gerçektir.. Ruslar  Trabzon şehir merkezi hariç, işgal boyunca hiçbir zaman yüksek  bölgelerde  tam bir hâkimiyet kuramamıştır.
Kop’dan  Harşit’e  Karadeniz bölgesinde yaşanmış  mücadeleler hiç bir zaman unutulmamalı. Şehitler minnet ve şükranla  yad edilip ruhlarına fatihalar okunmalı.
*ŞEHİTLERİMİZİN  İSİM İSİM  LİSTESİ
Gazetemiz Arşivi ve  Devr-i Alem  Belgesel  tv programı  Kütüphane ve araştırma merkezindeki bilgi ve  belgelerde yer alan  bilgilere göre  Türkiye’nin 81  ilinden birinci cihan harbi ve kurtuluş savaşında  şehit olanların isim isim listesini tespit ederek  şehit torunları ve araştırmacıların bilgisine  sunuyoruz.
• İŞTE 81 İLİMİZİN  ŞEHİT SAYILARI

İşte illerimizin şehit sayısı ; Adana :1781, Adıyaman : 193, Afyon : 3273, Ağrı : 35  Aksaray : 604, Amasya : 751, Ankara : 4219, Antalya : 2132, Ardahan : 31, Artvin : 211, Aydın : 2638, Balıkesir : 4043, Bartın : 798 , Batman : 8, Bilecik : 1585 , Bayburt : 249, Bingöl : 106 , Bitlis : 282, Bolu : 3206, Burdur : 1023, Bursa : 6121, Çanakkale : 2210, Çankırı : 1930, Çorum : 3238, Denizli : 3625 , Diyarbakır : 497, Edirne : 1822, Elazığ : 718, Erzincan : 702, Erzurum : 910, Eskişehir : 1615, Gaziantep : 1626 , Giresun : 1076, Gümüşhane :329, Hakkari : 21, Hatay : 585, Isparta : 1516, İçel : 2272, İstanbul : 3177, İzmir : 2805, Kahramanmaraş : 784, Karaman : 895, Kars : 41, Kastamonu : 5160, Kayseri : 2127, Kırıkkale : 505, Kırklareli : 693, Kırşehir : 1074, Kocaeli : 1377, Konya : 4787, Kütahya : 2488, Malatya : 643, Manisa : 2200, Mardin: 182, Muğla : 1363, Muş : 105, Nevşehir : 1069, Niğde : 1072, Ordu : 1233, Rize : 383, Sakarya : 1465, Samsun : 1243, Siirt : 153, Sinop : 2438, Sivas : 1575, Şanlıurfa : 710, Şırnak : 8, Tekirdağ : 980, Tokat : 1224, Trabzon : 1230, Tunceli : 77, Uşak : 1093, Van : 343,Yozgat : 2053, Zonguldak : 2091.
 Not: Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki illerimiz  birinci cihan harbinde  işgal altında olduğu için illerdeki şehit sayıları tam olarak yer almakta.   Savaşlara  gönüllü gidenler, hasta, esir kamplarında şehit olanlar ve  firariler bu rakamlara dahil değil.  

*İLİNİZ  NE ZAMAN  İŞGALDEN  KURTULDU ?
Türkiye Cumhuriyeti’nin  il, ilçe  ve beldelerinin    düşman  işgalinden  kurtuluş günlerinin tarih, ay ve günlerini  açıklıyoruz. Bu günlerde resmi ve özel   düzenlenen   kurtuluş şenliklerinde şehitler unutulmakta ve kurtuluş  günleri şenliklerle  kutlanmakta. Kurtuluş şenliklerinde  şehitler  unutulmamalı,  şehitler için hatimler okutulup  anma toplantıları da  düzenlenmeli.
*OCAK  AYINDA  KURTULAN İL  VE İLÇELERİMİZ
İçel                           3 Ocak
Adana                      5 Ocak
Adana/Ceyhan         5 Ocak
İçel/Tarsus               5 Ocak
Osmaniye                 7 Ocak
Hatay/Erzin              8 Ocak
Hatay/Dörtyol          9 Ocak
Bingöl/Kığı             10 Ocak
*ŞUBAT  AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Kahramanmaraş/Merkez 12 Şubat
Erzincan/Merkez             13 Şubat
Giresun/Görele               13 Şubat
Trabzon/Vakfıkebir         14 Şubat
Gümüşhane/Torul         14 Şubat
Gümüşhane/Merkez     15 Şubat
Trabzon/Tonya             15 Şubat
Gümüşhane/Kelkit        17 Şubat
Trabzon/Akçaabat        17 Şubat
Erzincan/Çayırlı            20 Şubat
Bayburt                         21 Şubat
Erzincan/Tercan           22 Şubat
Ardahan/Merkez           23 Şubat
Ardahan/Çıldır              23 Şubat
Ardahan/Hanak            23 Şubat
Ardahan/Posof             23 Şubat
Trabzon/Merkez           24 Şubat
Trabzon/Arsin               24 Şubat
Trabzon/Yomra            24 Şubat
Trabzon/Maçka            25 Şubat
Erzurum/İspir               25 Şubat
Trabzon/Araklı             25 Şubat
Trabzon/Sürmene       26 Şubat
Trabzon/Çaykara        27 Şubat
Trabzon/Of                  28 Şubat
*MART AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Rize                                2 Mart
Erzurum/Aşkale              3 Mart
Adana/Kadirli                  7 Mart
Artvin                              7 Mart
Artvin/Ardanuç                7 Mart
Artvin/Borçka                  7 Mart
Erzurum/Çat                   9 Mart
Rize/Çayeli                     9 Mart
Rize/Pazar                    10 Mart
Erzurum/Ilıca                 11 Mart
Rize/Fındıklı                  11 Mart
Artvin/Arhavi                  12 Mart
Rize/Ardeşen                 12 Mart
Erzurum                         12 Mart
Erzurum/Pasinler           13 Mart
Artvin/Hopa                    14 Mart
Erzurum/Hınıs                14 Mart
Erzurum/Tekman           15 Mart
Erzurum/Horasan           16 Mart
Erzurum/Karayazı           16 Mart
Erzurum/Narman             18 Mart
Erzurum/Tortum              21 Mart
Adana/Feke                     22 Mart
Erzurum/Oltu                   25 Mart
Artvin/Şavşat                   27 Mart
Erzurum/Olur                  28 Mart
Adana/Düziçi                  28 Mart
Muş/Varto                       31 Mart
*NİSAN AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Van/Erciş 1 Nisan
Van/Gürpınar 1 Nisan
Van 2 Nisan
Van/Muradiye 2 Nisan
Van/Özalp 3 Nisan
Erzurum/Şenkaya 7 Nisan
Şanlıurfa 11 Nisan
Hakkari 12 Nisan
Ağrı/Diyadin 14 Nisan
Ağrı/Doğubeyazıt 14 Nisan
Ağrı/Hamur 14 Nisan
Ağrı/Patnos 14 Nisan
Ağrı/Taşlıçay 14 Nisan
Ağrı/Tutak 14 Nisan
Ağrı 15 Nisan
Ağrı/Eleşkirt 16 Nisan
Van/Başkale 22 Nisan
Muş 30 Nisan
MAYIS ( YOK)

*HAZİRAN AYINDA  KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Adana/Kozan                 2 Haziran
Zonguldak/Ereğli          18 Haziran
Kocaeli/Kandıra            21 Haziran
Sakarya                        21 Haziran
Zonguldak                    21 Haziran
Sakarya/Sapanca        22 Haziran
*TEMMUZ AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Kocaeli/Karamürsel 4 Temmuz
Hatay/İskendurun 5 Temmuz
Hatay/Kırıkhan 5 Temmuz
Hatay/Reyhanlı 8 Temmuz
*AĞUSTOS AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Bitlis/Merkez 8 Ağustos
Afyon 27 Ağustos
Manisa/Demirci 30 Ağustos
Uşak/Sivaslı 31 Ağustos
*EYLÜL AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Eskişehir/Seyitgazi 1 Eylül
İzmir/Kiraz 1 Eylül
Uşak 1 Eylül
Eskişehir 2 Eylül
Uşak/Karahallı 2 Eylül
Uşak/Ulubey 2 Eylül
Balıkesir/Dursunbey 3 Eylül
Denizli/Güney 3 Eylül
İzmir/Ödemiş 3 Eylül
Kütahya/Emet 3 Eylül
Kütahya/Tavşanlı 3 Eylül
Manisa/Selendi 3 Eylül
Uşak/Eşme 3 Eylül
Balıkesir/Bigadiç 4 Eylül
Bilecik 4 Eylül
Bilecik/Bozüyük 4 Eylül
Denizli/Buldan 4 Eylül
İzmir/Bayındır 4 Eylül
İzmir/Tire 4 Eylül
Kütahya/Simav 4 Eylül
Manisa/Kula 4 Eylül
Manisa/Sarıgöl 4 Eylül
Aydın/Kuyucak 5 Eylül
Aydın/Nazilli 5 Eylül
Aydın/Sultanhisar 5 Eylül
Balıkesir/Sındırgı 5 Eylül
Balıkesir/Susurluk 5 Eylül
Bilecik/Pazaryeri 5 Eylül
Kütahya/Domaniç 5 Eylül
Manisa/Alaşehir 5 Eylül
Manisa/Gördes 5 Eylül
Manisa/Salihli 5 Eylül
Aydın/Söke 6 Eylül
Balıkesir 6 Eylül
Balıkesir/Balya 6 Eylül
Balıkesir/Gönen 6 Eylül
Balıkesir/Savaştepe 6 Eylül
Bursa/İnegöl 6 Eylül
Bursa/Yenişehir 6 Eylül
Manisa/Akhisar 6 Eylül
Manisa/Turgutlu 6 Eylül
Aydın 7 Eylül
Aydın/Germencik 7 Eylül
Aydın/Kuşadası 7 Eylül
Balıkesir/İvrindi 7 Eylül
İzmir/Torbalı 7 Eylül
Manisa/Saruhanlı 7 Eylül
Manisa/Turgutlu 7 Eylül
Balıkesir/Burhaniye 8 Eylül
Balıkesir/Havran 8 Eylül
İzmir/Kemalpaşa 8 Eylül
İzmir/Selçuk 8 Eylül
Manisa 8 Eylül
Balıkesir/Edremit 9 Eylül
İzmir 9 Eylül
İzmir/Bornova 9 Eylül
İzmir/Menemen 9 Eylül
Bursa/Orhangazi 10 Eylül
Bursa 11 Eylül
Bursa/Gemlik 11 Eylül
İzmir/Foça 11 Eylül
İzmir/Seferihisar 11 Eylül
Ankara/Haymana 12 Eylül
Bursa/Mudanya 12 Eylül
İzmir/Urla 12 Eylül
Manisa/Kırkağaç 12 Eylül
Manisa/Soma 13 Eylül
Balıkesir/Manyas 14 Eylül
Bursa/Karacabey 14 Eylül
Bursa/Mustafakemalpaşa 14 Eylül
İzmir/Bergama 14 Eylül
İzmir/Dikili 14 Eylül
Balıkesir/Ayvalık 15 Eylül
İzmir/Çeşme 16 Eylül
Balıkesir/Bandırma 17 Eylül
Balıkesir/Erdek 18 Eylül
Çanakkale/Biga 18 Eylül
Çanakkale/Çan 18 Eylül
İzmir/Karaburun 18 Eylül
Çanakkale/Bozcaada 20 Eylül
Eskişehir/Mihalıççık 20 Eylül
Eskişehir/Sivrihisar 20 Eylül
Çanakkale/Ayvacık 21 Eylül
Afyon/Emirdağ 22 Eylül
Çanakkale/Ezine 22 Eylül
Afyon/Bolvadin 24 Eylül
Çanakkale/Lapseki 25 Eylül
Kars/Sarıkamış 29 Eylül
Kars/Selim 30 Eylül
Ardahan/Göle 30 Eylül
*EKİM AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
İstanbul/Üsküdar 5 Ekim
İstanbul 6 Ekim
İstanbul/Şile 7 Ekim
İstanbul/Çatalca 8 Ekim
Kocaeli/ Gebze 12 Ekim
Çanakkale/Gökçeada 17 Ekim
Adana/Saimbeyli 18 Ekim
Kars 30 Ekim
*KASIM AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
İstanbul/Silivri 1 Kasım
Tekirdağ/Çorlu 1 Kasım
Tekirdağ/Saray 1 Kasım
Kırklareli/Vize 1 Kasım
Tekirdağ/Muratlı 2 Kasım
Kars/Arpaçay 3 Kasım
Kars/Susuz 3 Kasım
Bursa/İznik 8-9 Kasım
Kırklareli/Lüleburgaz 8 Kasım
Kırklareli/Pınarhisar 9 Kasım
Kırklareli/Babaeski 9 Kasım
Kırklareli/Pehlivanköy 9 Kasım
Kırklareli 10 Kasım
Kırklareli/Kofçaz 11 Kasım
Kırklareli/Demirköy 11 Kasım
Tekirdağ 13 Kasım
Iğdır/Aralık 14 Kasım
Iğdır 14 Kasım
Tekirdağ/Hayrabolu 14 Kasım
Tekirdağ/Malkara 14 Kasım
Gaziantep/Islahiye 15 Kasım
Hatay/Hassa 15 Kasım
Tekirdağ/Şarköy 17 Kasım
Edirne/Uzunköprü 18 Kasım
Edirne/Keşan 19 Kasım
Edirne/Meriç 19 Kasım
Edirne/İpsala 20 Kasım
Bingöl/Kiğı 20 Kasım
Mardin 21 Kasım
Edirne/Enez 23 Kasım
Edirne/Havsa 23 Kasım
Edirne 25 Kasım
Çanakkale/Eceabat 26 Kasım
Çanakkale/Gelibolu 26 Kasım
Edirne/Lalapaşa 27 Kasım
*ARALIK AYINDA KURTULAN İL ve İLÇELERİMİZ
Kilis 7 Aralık
Tunceli/Pülümür 17 Aralık
Gaziantep 25 Aralık
* ÖNEMLİ DUYURU
Bu listede  yer almadığı halde, resmi ve özel   törenlerle  kutlama  günleri düzenlenen  il ve  ilçelerden  bilgi  ve belge   gelmesi halinde   bu listede  yayınlayabiliriz. Resmi, özel kurumlar, vakıf ve  derneklerimize  önemle duyurulur.

 

 

 

Casus Belli

0

Türkiye, bir türlü kendi başına bırakılmıyor! İçten dıştan daima kafası meşgul ediliyor! Dikkati dağıtılıyor! Kendisi, kendisinden uzak tutulmaya çalışılıyor!

Kıbrıs 1974’de sulh ve sükuna kavuştuğu halde, hala mes’ele edilmesi.

Ege’de Türkiye, denize açılamayacak bir duruma sokulmak istenmesi.

Kurulmak istenen Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK)’nin karar safhasından NATO mensubu olduğumuz halde – dışlanmamız. Yani (AGSK)’nin ihtiyaç anında NATO’dan faydalanması mes’elesinde, adeta davul Türkiye’nin omuzlarında, tokmak AB elinde olacak şekilde düzenlemekte ısrar ve baskı yapılması.

En tabii haklarını savunmakta ciddi ve şahsiyetli bir kararlılık politikası güden Türkiye’yi -akıllarınca –  dolaylı yoldan yola getirmek için bir anda ekonomik gidişatını alt üst etmeleri.     Sonra da suret-i haktan görünerek, zor duruma soktukları Türkiye’ye  – taahhüt edilen THY ve Telekom’un özelleştirme suretini başlatmak gibi, hayati tavizler sonunda –  güya el uzatmış olmaları.

Bu kadarı yetmezmiş gibi, vatanseverliğinden zerrece şüphe etmediğimiz, kahraman polislerimizi en yaralı bir anından istifade ederek sokaklara dökmeleri çok düşündürücü.

Bütün bunlar beni yıllarca önce, Ahmet Sağırlı’nın Türkiye gazetesinde “Hayatın İçinden” başlıklı sütununda “Öz vatanında ‘garip’ kalanlar!” serlevhası / başlığı altında yazdığı bir makaleyi tekrar hatırlamama vesile oldu.

Evet, olayların bir dış, bir de görünmeyen iç sebepleri var. Menfaat ve çıkarlarının devamı uğrunda, Batı’nın Ortadoğu ve Batı Asya’da  – daha doğrusu dünyanın her yerinde –  nasıl tezgahlar kurduğunu ve bugün de kurmayı sürdürdüğünü ibretle okuyalım:

“1920 yılında Topal Molla lakabıyla tanınan bir zat, Afganistan’da bir tekke kurmuş.

“Topal Molla’nın müridleri 3 yıl içinde 200 bine ulaşmış. Müridlerinin sayısı 1925 yılında 300 bini aşan Topal Molla, devlete karşı ayaklanma hareketini başlatmış. Bir yıl boyunca Afganistan’da kan gövdeyi götürmüş.

“O yıllarda Afgan Emiri olan Emanullah Han, memleketini terk etmek zorunda kalmış. Ülkesinden ayrılan Emanullah Han, Afgan sınırına geldiğinde yanına bir ‘adam’ sokulmuş ve çok güzel konuştuğu Urduca’sıyla sormuş: ‘Beni tanıdın mı, demiş Emir’e. Ben meşhur Topal Molla’yım…Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye dönüyorum.’

” ‘Seni tanıdım, demiş Emir. Ben senin bir İngiliz casusu olduğunu biliyordum. Fakat halkıma o kadar çok tesir etmiştin ki, senin casus olduğuna onları inandırmanın çok zor olacağını düşündüm.’

“Sarıklı, sakallı Topal Molla, sakalını kesmiş, sarığını atmış, İngiliz kıyafetini giymiş, başına silindir şapkasını oturtmuş ve İngiltere yoluna koyulmuş.

……

“Mes’ele budur, gerisi bahane.”

 

 

 

517 – 519

Prof. Dr. Orhan Kavuncu ile Türk Dünyası’nın Çevre Problemleri üzerine sohbet

Prof. Dr. ORHAN KAVUNCU ile  Türk Dünyası’nın Çevre Problemleri üzerine sohbet.
GİRİŞ:
İnsanoğlu’nun ve bilumum canlı varlıkların, üretime katkı sağladıkları için canlı varlık sayılan hava, su ve toprağın bulunduğu her yer, çevre olarak kabul ediliyor. Çevremiz giderek kirleniyor. Çevrenin kirlenmesi sebebiyle; insan hayatı ve hayatın devamı için gerekli maddelerin üretimi zorlaşıyor.
Çevre kirliliği, toprağın verimini azaltıyor. Su ve havadan yararlanma imkânlarını kısıtlıyor. İnsan sağlığını tehdit eden olumsuzluklar çoğalıyor.
Yakın zamanlara kadar insanoğlunun amacı, rahat ve çağdaş şartlarda yaşamaktı. Bu amacın gerçekleşmesi için,  kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi sınırsız bir şekilde kullanıldı. Çevre kirliliği denilen oluşum hiç akla getirilmedi. Bu gün gelinen noktada, kaynakların sonsuz olmadığı, tabiatın da kirlenebileceği ve kirlenme sebebiyle kaynakların verimlerinin azalabileceği anlaşıldı. Olumsuzlukların farkına varılınca yeni standartlar, kavramlar ve ilkeler geliştirilmesi gündeme geldi.  Bu yeni düzenlemelerin kamuoyuna tanıtılması ve kirliliğe dikkat çekilip önlem alınması şuurunun yerleştirilmesi için  bütün dünyada Çevre ile ilgili günler, haftalar ihdas edildi.
Çevre ile ilgili çalışmaların ilmî metotlarla yürütülmesi için üniversitelerde Çevre Mühendisliği bölümleri açıldı. Çevre mühendisleri bir taraftan insanlarda çevre bilincini oluşturmaya çalışırlarken, diğer taraftan çevrenin kirlenmemesi için araştırmalar yapıyorlar, kirlenen çevrenin temizliği için projeler geliştiriyorlar.
Türk dünyasındaki çevre tahribatı, geliştirilen projelerle de onarılabilecek durumda değil. Oralarda çevre faciası il insanlık faciası iç-içedir. İçler acısı bu durumu, bölgeyi ve konuyu çok iyi bilen Ziraat Yüksek Mühendisi Orhan Kavuncu ile konuştuk.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Oğuz Çetinoğlu: Türk Dünyası, çevre problemlerinin çok olduğu bölgelerin başında yer alıyor. Özellikle Aral Gölü, Doğu Türkistan, Kazakistan ve Türkiye…
Uygun görürseniz, Aral Gölü’nden başlayalım… Aral Gölü’nü, çevre faciasının yatağı hâline getiren sebepler ve bu günkü durumu hakkında bilgi verir misiniz?
 Prof. Dr. Orhan Kavuncu: Söylediğiniz çok doğrudur. Çevre problemleri, ‘Yeryüzünde nimetlerle külfetlerin dağılımında dengesizlik’ diye ifâde ede geldiğimiz duruma tipik bir örnek teşkil ediyor. Sadece Türk Dünyası değil, dünyanın başka yerlerindeki çevre problemlerine de bakarsanız bu kolayca görülür. Meselâ nükleer denemeler: Fransa niye Avrupa’da kendi topraklarında değil de Güney Doğu Asya’nın okyanus uzantısı olan yerlerinde yaptı? Rusya niçin Moskova’ya yakın bir yerlerde değil de, Kazakistan’ın Semipalatinski vilâyetinde yaptı? Amerika Birleşik Devletleri niçin Kaliforniya’da veya Florida’da değil Kızılderililerin yaşadığı Nevada çöllerinde, Çin niçin Lop Nor havzasında yaptı?
Aral faciası da bunlardan biridir. Sovyetler Birliği döneminde Moskova’dan yapılan merkezî planlamaya göre 15 cumhuriyetin her birinin ne yapacağı, ne üreteceği belirlenmiş, oldukça detaylı bir ekonomik bütünleşme ile cumhuriyetler birbirine ve hepsi Moskova’ya bağlı hâle getirilmişti. Buna göre sulak ve verimli topraklarında yüzlerce senedir pamuk yetiştiriciliği yapılan Özbekistan’a pamuk üretimi düşmüştü. Aslında pamuk trajedisi Türkistan’da komünizmden önce 19. asır sonlarında başladı. Komünist rejim, tarım tekniklerini, toprağı erozyona ve çoraklığa karşı koruma tedbirlerini bir tarafa bırakarak ülke tarımını, bir pamuk mono kültürüne dönüştürdü. Aral’ı besleyen Sırderya üzerinde 750 kilometre uzunluğunda Fergana sulama kanalı ve Amuderya nehri üzerinde 1100 km. uzunluğunda Karakum (eski adı Lenin) kanalı açıldı. Barajlar ve hidroelektrik santral ünitelerindeki kaskadlar da, suyu kanal veya baraj yatağında tutabilme teknikleri dikkate alınmadığı için, devamlı su kaybetti. Sonunda Aral beslenemez hâle geldi ve kurudu.
1960’larda 68.000 kilometre kare olan Aral, dünyanın dördüncü büyük iç deniziydi. Bugün Aral ¾ oranında küçülmüştür. Yani, Aral’ın kuruyan kısmı 41.000 kilometrekareden daha fazladır. Tuzluluk oranı çok yükselmiştir. Tatlı su balıkçılığı yapılan gölde bugün ancak bazı tuzlu su türleri yetiştirilmeye çalışılmaktadır. 1960’ta Seyhun ve Ceyhun’dan yılda 110 kilometre küp su alan Aral, 1990’larda neredeyse beslenemez duruma düşmüştür. Göl bugün ikiye ayrılmış durumdadır. Başta Biyolojik mücadele silâhlarının üretildiği yer olarak şüphelenilen Vozdrejdenya adası ve diğer birçok ada ana karayla birleşmiş ve Aral’ı ikiye bölmüş durumdadır:  Kuzeyde küçük bir bölüm, Göçük (Küçük) Göl, güneyde ise Büyük Göl. Aral ölü bir denizdir. Aral Gölü yerine şimdi Aralkum denilen bir çöl oluşmuştur.  
Çetinoğlu: Gölün, bu günkü durumu ile çevre insanına verdiği zararlardan söz eder misiniz?
Kavuncu: Çeşitli milletlerarası gözlem raporlarına göre, bugün balıkçılık ölme noktasına gelmiştir. Dolayısıyla nüfus da azalmıştır. Aral’da suyun azalması, üzerinde yükselen buhar duvarını kaldırmıştır. Bu düzensiz bir iklimin oluşmasına sebep olmuştur. Düzensiz rüzgârlar, Aral’ın su çekilen çorak tabanından tuzlu kumlar kaldırmakta, bunların Japonya’nın çeltik tarlalarına kadar savrulduğu söylenmektedir. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) 2009 yılı ‘Değişen Dünyayla Yüzleşme: Kadınlar, Nüfus ve İklim’ başlıklı raporunda, Aral Denizi’nin küçülmesi, mahallî bir sağlık krizine yol açacak dramatik boyutlardaki çevre bozulmasına örnek gösterildi.
Bu rapora göre, Aral Denizi bölgesindeki tüberküloz, hepatit ve solunum yolları ve ishale bağlı hastalıklar gibi vakaların görülme oranı ve tekrarlama sıklığı eski Sovyetler Birliği ülkelerinin tamamı arasında en yükseklerde yer alıyor ve millî ortalamaların oldukça üstünde bulunuyor. Kalp rahatsızlıkları, farklı kanser türleri, böbrek rahatsızlıkları, hipertansiyon ve solunumla ilgili hastalıklar gibi kronik sağlık problemlerinin yükselen oranları da bölgedeki çevre yıkımıyla ilişkilendiriliyor. Anemi oranları son 20 yıldır sürekli artıyor. Bölgede, benzer biçimde, 20 yılı aşkın bir süredir üreme sistemi hastalıklarında yüksek oranlar gözleniyor.
Çetinoğlu: Aral Gölü, çevreye, ekonomiye ve insanlığa nasıl kazandırılabilir, bu yönde neler yapılıyor?
Kavuncu: Aral, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) gibi bir Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BMT) çerçeve sözleşmesine konu olmalıdır, Aral’ı kurtarma bir BMT faaliyeti haline gelmelidir. Bu durumda bile, Aral eski durumuna dönmez. Kazakistan tarafındaki daha küçük kuzey parçada ıslah çalışmaları bir miktar sonuç vermiş gibidir. Ancak büyük parça olan Güney Aral’da hem sudaki kimyevî kirlilik çok yüksek düzeydedir; hem de su kaybı telâfisi çok zorlaşmış boyutlardadır. Yine de milletlerarası ilgi Güney Aral’da da olumlu sonuçlar doğuracaktır. Şunu unutmamak lazımdır: Aral’ı bu hale getiren irâde, bölge sakinlerinin irâdesi değildir. Aral’ın katili, Sovyet dönemi yönetim anlayışıdır. BMT Aral’ı ıslah çalışmalarını finanse ederken bu gerçeği dikkate alarak malî destekleyici aramalıdır. Bölge ülkelerinin gücü buna yetmez.
Aral ile Hazar’ı birleştirecek bir kanal projesinden bahsediliyor. Baykal Gölünden su taşımaktan bahsediliyor. Bunlar, gerçekçi olmayan çözüm önerileridir. Tabiatın kendi mecrasında çözümler aramak durumundayız. Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin pamuk sulama suyu atıklarından arındırılması, kanallarla bu nehirlerin suyunun çöle akıtılması önlenmelidir. Aral’ı besleyen bu nehirlerin oluşturduğu delta tekrar eski haline kavuşturulmalıdır.
Bütün bunlar için 1993 yılında beş bölge cumhuriyeti tarafından oluşturulmuş Milletlerarası Aral’ı Kurtarma Fonu (IFAS), BMT ve diğer milletlerarası kuruluşlardan ciddî destek almalıdır. Kuzey ile Güney Aral’ı birleştirmek yerine araya bir set (Gök Aral) koyarak iyice bölmeye çalışma projesi iyi düşünülmelidir. Nitekim oluşturulan set, Sır Derya’nın bol suyu ile 1999’da yıkılmıştır. Şimdi onu daha sağlam malzemeyle yeniden yaptılar. Güney’deki Büyük Aral da Amu Derya’nın suyu ile besleniyor. Tabii haline kavuşturmaktır asıl çözüm.
Türkistan cumhuriyetleri arasında halen de anlaşmazlık sebebi olan yeni barajlar, hidroelektrik santraller oluşturma çalışmaları Aral’ı kurtaracak yönde bir sisteme kavuşmalıdır. Aral öldükten sonra elektrik ne işe yarayacak ki?  
Çetinoğlu: Aral Gölü’nün bir kısmını toprakları içerisinde bulunduran Kazakistan’da, çevre adına olumlu gelişmeler var. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev; ülkesini bölge lideri konumuna yükseltecek nükleer çalışmalardan vazgeçti. Büyük bir fedakârlıkla, çevreyi ve insanı korumaya yönelik projeleri uygulamaya koydu.  Bu teşebbüsüyle Nobel Barış Armağanı’na aday gösterilmesi teklif ediliyor. Konu ile ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?  Kavuncu: Niçin olmasın? Batılıların gözüne soksanız yine de görmez bazı gerçekleri. Kazakistan lideri Nursultan Nazarbayev, ülkesinde huzur ve barışı bütün etnik çeşitliliğe rağmen koruyabilmiştir. Kırgızistan’daki son etnik çatışma bunu bir kere daha hatırlatıyor, Nazarbayev’in kıymetini anlıyoruz. Türkler günümüz dünyasında gerçekten görülmesi gereken işler yapıyor. Nazarbayev’den sonra, 2011 yılı Nobel Barış ödülüne aday olması söz konusu olan diğer bir isim de Kırım Türklerinin efsanevî lideri Mustafa Cemil Kırımoğlu’dur. 1944’te Stalin zamanında yurdundan sürülen Kırım Tatarlarının bugün 300.000 kadarı yurduna dönmüştür. Kırım Türklerinin hakkını arayan, yurtlarına dönme mücadelelerine önderlik eden ve bunu silahsız, barışçı ama ısrarlı bir yöntemle başarıya götürmekte olan Mustafa Cemil Kırımoğlu bütün hürriyet mücadelelerine örnek olabilecek bir yol izlemektedir. Batılılar bilmese de, Nobel Barış ödülü alamasalar da her iki lider ülkelerini ve toplumlarını barış ve huzur içinde başarıya taşımaktadırlar. Kendi ülkelerinde ve çevrelerinde, dolaysısıyla küresel barışa katkıda bulunmaktadırlar.
Çetinoğlu: Nazarbayev’in gayretlerine rağmen Kazakistan, çevre problemlerinden tamamen arındırılabilmiş değil. Ahmet Yesevî Milletlerarası Üniversitesi’nin bulunduğu Çimkent Eyâleti’nin Türkistan Bölgesi’nde mâden üretimi yapılan 11 adet ocak, bölgenin ekolojik dengesini tehdit ediyor. Durum hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Kavuncu: Türkistan’a 30-40 kilometre mesafedeki Kentav şehrindedir bu ocaklar. Kentav, yanlış hatırlamıyorsam Kazakça ‘maden dağı veya maden ocağı dağı’ gibi bir anlama gelmektedir. Bölgede maden arama çalışmalarından daha ziyade Aral’ın kurumasının yol açtığı bir iklim değişmesi ve düzensizliği söz konusudur. Kimyevî zehirlenme bakımından da pamuk sulamasının atıklarının yol açtığı kirlilik maden ocaklarındakini kat be kat geçmektedir. Bununla beraber, maden ocaklarında da insan sağlığını doğrudan tehdit eden eski usullerden vazgeçilmesi gerekir. Hatırladığım kadarıyla bu ocaklar,  1995’lere kadar çalışmıyordu. Ondan sonra faaliyete geçtiyse, elbette teknikleri yenilemek gerekir.
Çetinoğlu: Sovyetler Birliği döneminde Kazakistan’da yapılan nükleer çalışmalar, bağımsızlıktan sonra durdurulmuş olmakla birlikte olumsuzluklar devam ediyor. Gelişmeler hakkında bilgi verir misiniz?
Kavuncu: Semipalatinski, şimdiki adıyla Semey eyaleti Kazakistan’ın doğusunda bir vilayettir. 1945’ten sonra Semey şehrinin 150 kilometre yakınında Beria tarafından, ‘insan yaşamıyor’ denilerek bir nükleer test alanı belirlendi. Oysa burada insan yaşıyordu; birkaç ayrı yerde kurulan poligonların çok yakınlarında köyler vardı. 1949’daki ilk denemeden 1989’daki son denemeye kadar tam 456 deneme yapıldı.
1987 yılında meşhur Kazak şair ve yazarı Olcas Süleyman, Nevada Semey Anti Nükleer Halk Hareketi’ni kurdu. Bazı Rus aydınlarının, bilim adamlarının da desteğini alarak ciddî çalışmaklar yaptı. Test bölgesi 1991 yılı Ağustos ayında resmen kapatıldı. Şu anda Kazakistan’daki dört nükleer reaktörden üçü bu vilayette bulunuyor. Bu reaktörlerin faaliyeti hâlen devam ediyor. Bu santrallerin teknolojileri hakkında şahsen bir bilgim yok. Çernobil faciasını hatırlayınca insan korkuyor. Ama Kazak kardeşlerimizin böyle bir faciaya imkân vermeyecek dikkatte olduklarını sanıyorum.
2006 yılında beş Türkistan cumhuriyeti bir anlaşmayla Semipalatinski’yi (şimdi adı Semey) Nükleer silahtan arınmış bölge ilan etti. Dolayısıyla artık burada nükleer denemeler yapılmayacak. Önceki denemelerin etkisi hakkında ise ciddî bir çalışma yapılmadığı için bir şey söylemek zor. Ancak o 456 denemenin insan ve diğer canlılara yaptığı olumsuz kalıcı etkilerinin çok uzun süre devam edeceğini bilmek ve bir şey yapamamak insanı üzüyor.
Çetinoğlu: Aynı bölgede, içme ve kullanma suyunun da sağlığa zararlı olduğu söyleniyor…
Kavuncu: Baykal Gölü Türkistan’ın en önemli su kaynaklarından birisidir. Aral faciasını dengeleyebilmek için bir ara Baykal’ın temiz suyunu taşımaktan bahsedildi. Bu yanlıştır. Kaldı ki Baykal’ın da radyoaktif zehirlenmeden etkilenmesi söz konusudur. Aral, Aral’ı besleyen ırmaklar pamuk ziraatında kullanılan gübre ve ilaçların artıklarıyla olarak kirlendi. Bölgede artık bu sular içilemiyor. Aral’da balıklar öldü, şimdi yeni türler yaşatılmaya çakışılıyor. İkinci sorunuzu cevaplarken bahsettiğim BMT Nüfus Fonu’nun raporu, suyun kimyevî kirlenmesinden kaynaklanan çok önemli hastalıklara işaret ediyor.
Kırgızistan’daki Issık Göl de, kimyevî ve radyoaktif zehirlenmeye mâruzdur. Orası da bir sayfiye yeri olmaktan çıkmaktadır.
Çetinoğlu: Çin Halk Cumhuriyeti’nin Lop Nor Çölü’nde yaptığı atom bombası denemelerinin çevreye ve çevrede yaşamakta olan Doğu Türkistan Türklerine verdiği zararlardan söz eder misiniz?
Kavuncu: Doğu Türkistan’ın güneydoğusundaki Taklamakan Çölü’yle Kurugtag çölleri arasında tarım havzasında yer alan göl yatağı üzerinde mevsimle ilgili olarak su tutan yerler vardır. Aslında Lop Nor eski çağlardaki 10.000 kilometrekarelik Tarım Gölü’nün küçülmesinden arta kalan bir göl olup 3.000 kilometrekare büyüklüğündeydi. 20. yüz yılın başlarında bu kalan göl de kurumaya başladı ve bugün mevsimlere bağlı olarak su tutan bölgeleri olan bir kum çölü durumundadır. Burada Çin ilk nükleer denemesini 1964 yılında yaptı. İlk Hidrojen bombasını da yine burada 1967’de attı. 1995’e kadar 45 nükleer bomba denemesi yapıldığı belirtilmektedir.
Bunun verdiği zararlar da tam olarak ölçülebilmiş değildir. Zararın görünen boyutu, radyoaktif zehirlenmeden dolayı ortaya çıkan hastalıklar, somatik anormalliklerdir. Fakat daha da ürkütücü olan boyutu, genetik yapıdaki kalıtımla ilgili değişmeler, yani mutasyonlardır. Bunları gelecek nesillerde nelere yol açacağı, anomalilerin kaç generasyon devam edeceği tam olarak söylenemese de yapılacak tahminler bizi gerçekten endişeye sevk edecektir.
Çetinoğlu: Türk dünyasının; içilebilir ve kullanılabilir su miktarı ve kalitesi konusunda bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Kavuncu: Su kaynaklarında azalma ve bunların da kirli olması bir vakıadır. Bunun sebebi nedir? Kimi idarecilere sorarsanız Türkistan’da nüfus artışını sebep olarak gösteriyor. Bu tamamen yanlıştır. Türkistan cumhuriyetlerinde nüfus 1920’den bugüne en fazla üç misli artmıştır. Bunun da önemli bir bölümü Rus, Koreli ve sürgünlerle gelen diğer göçmenlerdir. Doğum ortanı çoktur ama ölüm ortanı da çoktur. Türkiye’nin nüfusu aynı dönemde beş misli artmıştır. Bizdeki su problemi bu nüfus artışına bağlanabilir belki ama birincisi bizde su problemi Türkistan’dakine kıyasla çok önemsizdir. İkincisi asıl sebep olarak itiraf edilmesi gereken yanlış sulama politikalarından kaynaklanan çoraklaşma ve su kirliği Çumra havzasında meselâ tipiktir. Dolayısıyla Türkistan’daki sıkıntıların da asıl sebebi, Moskova merkezli yanlış planlamaların doğurduğu pamuk mono kültürüne dayalı tarımdır. Dolayısıyla hem suyu artırma hem de kalitesini düzeltme yolunda yapılacak ıslah çalışmalarında Rusya’nın ciddî para ödemesi gerekir.
Çetinoğlu: Kyoto Protokolü’nün Türkistan Türk Cumhuriyetlerindeki uygulamalarının sonuçlarından ümitli misiniz?
Kavuncu: Kyoto protokolü, 1992’de Rio’da imzalanan BMT İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin bir uygulama protokolü olarak 1997 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde imzalandı. Protokolün amacı, sera gazları olarak bilinen gazların atmosfere salımını azaltmaktır. Protokolün doğrudan Türkistan Cumhuriyetlerinin ekoloji problemlerinin çözümüne katkı sağlayacak bir maddesi yoktur. Ancak ormanların geliştirilmesi gibi konularda bir yardım söz konusu olabilir. Bu konuda, Milletlerarası Aral’ı Kurtarma Fonu’na (IFAS) yardım eden BMT’nın diğer kuruluşları ve başka milletlerarası kuruluşlar ve Sivil Toplum Kuruluşları vardır. Bunların yardımının gereken seviyede olmadığını düşünüyorum. Rusya Federasyonu’nun elini taşın altına koyması gerekir. Oysa Rusya bir kenara çekilmiş olayları dışarıdan bir aktör gibi seyrediyor, hatta 1980’li yıllardan kalan baraj ve Hidro Elektrik Santralleri (HES) projelerini hayata geçirmeleri yönünde Tacikistan’ı ve Kırgızistan’ı teşvik ederek Türkistan’ın su problemini bir anlamda kaşımaya devam ediyor.
Çetinoğlu: Türkiye, çölleşme tehdidine karşı yeterli derecede korunaklı mı? Gelişmeler, hâli hazırdaki durum ve muhtemel sonuçları ve alınması gerekli tedbirler hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Kavuncu: Sürdürülebilir kalkınma modelleri geliştirmemiz lâzım. Çumra ovasında yanlış sulama projelerinin yol açtığı erozyon ve buna bağlı çoraklaşma ve çölleşme hâlâ hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Bir taraftan sulanabilir tarım arazisine ihtiyacımız var. Diğer taraftan da yanlış sulamanın yol açacağı yeni çoraklaşmalar söz konusu. Sulama yapmadan olmaz ama doğru sulama yapmak gerekiyor.
Öte yandan yeni ve küçük HES projeleri çok iyi yapılmış etütlerle hayata geçirilmelidir. Karadeniz Sinop’ta kurulması düşünülen nükleer reaktöre karşı çevreci endişelerle karşı çıkanlar, bir nükleer santralin kaç tane HES’in veya termik santralin sağlayacağı enerjiyi üretebileceğini dikkate alırlarsa sanırım daha gerçekçi olurlar. Enerji ihtiyacını karşılayacak yollar aramaktan vazgeçemeyiz. Burada Türkiye çok radikal projelere cesâret etmelidir. Yeni enerji kaynakları ve alternatif enerji teknolojileri geliştirmek için Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu TÜBİTAK ve ilgili bölümler çok çalışmalıdır. TÜBİTAK bünyesinde bazı projelerin çalışıldığını biliyorum. Bunlar için ayrılan tahsisat çoğaltılmalı, yeni projeler teşvik edilmelidir. Hidrojen enerjisi üzerinde daha yoğun çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Güneş enerjisini daha küçük kolektörlerle toplayacak araştırmalar yapmak lazım. Bir zamanlar bir oda büyüklüğündeki bilgisayarların yerini alan mini bilgisayarlar onların birkaç milyon fazlası hafızlara sahipler ve onlardan yüzlerce daha hızlı çalışıyorlar. Bunun gibi, güneş ve rüzgâr enerjisi için de benzer şekilde daha küçük alanlarda daha çok enerji toplayabilecek teknolojiler düşünülmelidir.
Çetinoğlu:  Marmara Denizi’nde, çevre kirliliği açısından, yakın bir gelecekte olumsuz gelişmeler yaşanacağından endişe ediliyor. Görüşlerinizi alabilir miyim?
Kavuncu: Sanayi ve kanalizasyon atıklarının denize dökülmemesi lazımdır. Karadeniz’de bir zamanlar ortaya çıkan meçhul varillerin içinde neler vardı kim bilir? Petrol, madenî yağ ve benzeri kimya maddeleri atıklarının deniz ekolojilerini mahvettiğini, ekosistemlerin bozulduğunu dehşetle izliyoruz. Endişelere katılmamak mümkün değil.
Ancak endüstriyel çalışmalardan da vazgeçemeyiz. O halde yapılması gereken şey insanî gerçekliğimize uygun bir anlayışla üretim yapmaktır. ‘Ne yaparsam daha çok kazanırım?’ sorusunu soran insan bunun yanında ‘Ne yaparsam tabiata daha az zarar veririm?’ sorusunu da eklemelidir. Ekonomik bilinç yanında ekolojik bilinç… Bütün dünyada ilköğretim müfredatında çevrebilim derslerinin konması gerektiğini düşünüyorum. Sadece insanın değil, bütün canlıların çevresini koruma bilincine sahip nesiller yetiştirebilmeliyiz. Tabii ülkeleri yönetenler çok eğitimli olmalı.
Bir Türk Milliyetçisi olarak şöyle düşünüyorum: ‘Avustralya bizden çok uzakta bir coğrafya. Orada meydana gelen bir ekolojik dengesizlik benim ülkeme kadar uzanan bir -zincirleme etkiler- meydana getirebilir. Orası yok olursa ben de yaşayamam. O halde benim milletimin var olması için dünyanın, hatta evrenin bir bütün olarak var olması lazım. Onun için hiç bir ülke, ötekinin ekolojik problemini umursamazlık edemez. Gemi bir yerden su alırsa tümüyle batar. Onun için bir Türk Milliyetçisi olarak Türk Milletinin refahını ve Türk Ülkesinin yaşanabilirliğini dünyanın geri kalanından bağımsız düşünemiyorum.”  
Oysa bugün BMİDÇS ve Kyoto Protokolüne taraf ülkelerin yıllık toplantılarında (16’ncısı 13-15 Aralık 2010 tarihinde Meksika’nın Cancun şehrinde yapıldı) ülkelerin bencil ve câhilane bir milliyetçilik sergilediklerini, batan gemide herkesin kendi kamarasını kurtarmak gibi bir imkânsızla uğraştığını görüyoruz.
Dünyayı bu hale getiren materyalist telâkkilerin kurtarma çalışmalarında böyle davranması sürpriz değildir. Bu bir zihniyet meselesidir. Bizim kültürümüzün kodlarında diğerlerini ötekileştirmek değil, Allah’ın bir emâneti olarak algılamak vardır. Dolayısıyla ihtiyacımız olan ‘küresel adalet’, biz güçlü olursak sağlanabilir. Türk genci bu özelliğini idrak ederek, kendi büyüklüğünün farkında olarak yetiştirilmelidir.  
Tabii bazı ülkelerin böyle bir yüksek bilince erişmesi, diğerleri ilkel ve câhil bencilliğe devam ettiği sürece bir işe yaramayacak. Yüksek bilinçli ülkeler affedersiniz ‘keriz’ durumuna düşecekler. O bakımdan BMİDÇS ve Kyoto Protokolü’nün yükümlülükleri yerine getirmeyi, ülkeleri serbest bırakarak sağlamak yerine mecburiyetler ve müeyyidelerle sağlamaya çalışmak, insan gerçekliğine ne yazık ki daha uygun bir yaklaşım olacaktır.
Prof. Dr. ORHAN KAVUNCU
Aslen Özbekistan Türklerindendir. 1949 yılında Adana’nın Bahçe İlçesi’nde doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kahramanmaraş’ta tamamladı. Üniversite tahsilini, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde yaptı.
Akademik hayata, aynı üniversitede devam etti. 1977’de Zirai Genetik ve İstatistik bilim dalında doktorasını tamamladı. 1981-1982 yıllarında Kanada Alberta Üniversitesinde doktora üstü çalışmalar yaptı. 1984’te Doçent, 1991’de Profesör oldu.
1985-993 seneleri arasında Türk Ocakları’nda çeşitli görevlerde bulundu. 1993-1995 senelerinde Kazakistan Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde Kurucu Rektör Vekilliği ve Mütevelli Heyet Üyeliği görevlerinde bulundu.
1995-1999 yılları arasında Büyük Birlik Partisi Adana Milletvekili olarak görev yaptı.
Mayıs 2000-Haziran 2002 arasında Avrupa Nizam-ı Alem Ocakları (Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği) Genel Başkanlığını üstlendi.
Hâlen Türk Ocakları Genel Merkezi’nde Genel Sekreter ve Ankara Ticaret Odasında Danışman olarak hizmet görmektedir.  
Prof. Kavuncu; evli ve üç çocuk babası ve üç torun dedesidir. İngilizce ve Türk lehçelerinden Kazakça ve Özbekçe bilmektedir.