16.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1054

Türklerle Uğraşanın İşi Çok Zor

Geçtiğimiz hafta Evliya Çelebi misali ülkemizin güzel şehirlerinin bazılarında kısa bir tur atarak değişik kalabalıkların içinde olduk.

İlkinde Ankara’da Türk Dayanışma Konseyi’nin toplantısına katıldık. Konsey içerisinde birçok sendika, vakıf, dernek, enstitü yöneticisi harıl harıl Türk Milleti, Türk Devleti ve geleceğimiz için kafa yoruyor. Fikir ve gönül dostlarının bu denli heyecanlı ve dinamik oluşu benim için çok sevindirici oldu.

Toplantı geç bitip uçak saatlerini kaçırınca, İstanbul’a dönmek için Ankara Otogarı’na gittim. Aman Allah’ım! Binlerce kadın, kız, erkek, her yaştan insan asker uğurlamak için otogarı doldurmuş. Asker uğurlayanlarda ve askere giden delikanlılarda bir sevinç ve bir gurur vardı ki; gerçekten görülmesi gereken bir tabloydu. Askere gönderilen delikanlılar Türk bayrağına sarmalanmış ve yüzlerce davul zurna eşliğinde halay çekiyordu. Bir an Mehteran Bölüğü’nün binlerce davul, zurna, zil ve köslerle Viyana önlerinde olduğunu düşündüm ve küffarın “susturun şu mehteri” diye yalvarışını hayal ettim. Çünkü tablo buna çok benziyordu.

Akabinde hemen Hocalı’daki kardeşlerimiz için Taksim Meydanı’ndaydık. Medyanın soysuzları, yeterince bu vakur yürüyüşü ve büyük toplanmayı aziz milletimize yansıtmasalar bile katılan topluluğun sayısı 100 binin üzerindeydi. Taksim ve İstiklal Caddesi ile çevre sokaklar ve caddeler, iğne atsanız yere düşmeyecek şekildeydi. Dosta güven verdik ve düşmana korku saldık. Sesimiz şimdilik çıkmıyorsa da buranın sahibi “Türk Milleti”dir mesajını, çok net yerine ulaştırdık.

Ardından yine bir Ankara yaptık. Bu kez de rotamız TBMM idi. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan aldığımız davetle, hem komisyona hem de mecliste karşılaştığımız siyasilere, hülasa “Türk Milleti” ve “Türk Devleti” diyoruz dedik. Onların da “oh be!” deyişi ve “neredeydiniz bugüne kadar” diye bize hissettirdiği duygu ve düşünceler, yorgunluğumuzu aldı götürdü.

Ankara’dan bu sefer yolumuz Isparta’ya yönlendi. Süleyman Demirel Üniversitesi’nden aldığımız davetle konferans vermek üzere, bu güzel şehrimize gittik. Üniversiteli gençlerin ve Ispartalıların memleket üzerine kafa yoruşlarını bir görmek lazım. Şehrin dışındaki üniversite kampüsüne gecenin sekizinde yoğun kar yağışına ve buzlanmaya rağmen ilgi gösteren salonu dolduran gençlerle ne kadar iftihar etsek azdır.

Ertesi günde Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’ndeydik. Aynı tablo ile orada da karşılaştık.

Bazen kendi kendimize şikayet ediyoruz. Ne oluyor? Ülke elden gidiyor mu? Gelecek ne olacak? Yeni nesiller ne yapacak diye? Eğer bazılarının dediği gibi millilikten uzaklaşmış halimiz bu ise milliliğe bürünmüş halimiz ne olur? İşte bunu görmek bir Türk evladı olarak insanı ziyadesiyle mutlu ediyor.

Evet; bazı oyunlar vardır. Türk Milletine, düşmanlarınca ve onların yerli işbirlikçilerince kurulan tuzaklar aşikardır. Ancak bir de bu plağın öteki yüzü vardır. O da “Türk Milleti” gerçeğidir.

Ben yurt sathında yaptığım bu kısa turda gördüm ki; Türk Milleti ile uğraşanın işi çok zor hatta imkansız. Hele Türk Milletine kefen biçmeye kalkanlar varya, onların akıbetlerini söylemeye dilim varmıyor. Onun için gelin “Türk Milleti” ile uğraşmaktan vazgeçin. Yurtta ve dünyada; insanca ve kardeşçe yaşamı tercih edin. Ben gittim, gezdim, gördüm ve paylaştım. Gerisi size kalmış.

 

 

Cennet ve Cennetliklerin Özellikleri – 2

Cenâb-ı Hakk, büyük lütuf ve ihsanı olan cennete girmek için belli bir emek ve çaba gerektiğini bildirmektedir: “Yoksa siz; Allah içinizden cihad edenleri (sınayıp) belli etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”(Âl-i İmrân, 3/142)

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın mü’minlere cennet vaad ettiği bildirilmiştir:“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel köşkler va’detti…”(Tevbe, 9/72) Allah’ın kendilerine cennetini vaad ettiği mü’minlerin belli başlı özellikleri de ayet-i kerimelerde şöyle belirtilmiştir:

Onlar, iman edip, salih amellerde bulunanlardır:

“İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, “Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!” diyecekler. Halbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”(Bakara, 2/25)

Cennet ehli takva sahibidirler:

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar Rablerinin, kendilerine verdiği şeylerle zevk ve mutluluk duyarak cennetlerde ve nimetler içinde bulunurlar. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.”(Tûr, 52/17-18)

Onlar Allah’a ve Resûlüne itaat edenlerdir:

“İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere koyar. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Nisâ, 4/13)

Cennetlik kulların diğer özellikleri de şu ayet-i kerimelerde açıklanmıştır:“Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.Onlar ki, zekâtı öderler. Onlar ki, ırzlarını korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır. Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler.Onlar ki, namazlarını kılmağa devam ederler.İşte bunlar varis olanların ta kendileridir.Onlar Firdevs cennetlerine varis olurlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”(Mü’minûn, 23/1-11)

“Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve sözleşmeyi bozmayanlardır. Onlar, Allah’ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riayet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır. Onlar, Rablerinin rızasına ermek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlardır. İşte bunlar için dünya yurdunun iyi sonucu vardır. Bu sonuç da Adn cennetleridir. Atalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla beraber oraya girerler. Melekler de her bir kapıdan yanlarına girerler (ve şöyle derler): Sabretmenize karşılık selam sizlere. Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!”(Ra’d, 13/20-24)

Cennette mü’minlere verilecek nimetlerin en büyüğü hiç şüphe yok ki, Allah’ın hoşnutluğu ve O’nun görülmesidir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:“…Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu, büyük kurtuluştur.”(Tevbe, 9/72), “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır. (O’nu göreceklerdir.)”(Kıyâme, 75/22-23) Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur:“Muhakkak ki siz, ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi de göreceksiniz ve o sırada izdihamdan dolayı birbirinize zarar da vermeyeceksiniz.”(Tirmizî, Cennet, 15)

Yüce Mevlâmız, kendisinden hakkıyla sakınıp, ibadet eden kullarını cennetine davet ediyor: “(Allah şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!(İyi) kullarımın arasına gir.Cennetime gir.”(Fecr, 89/27-30)“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”(Al-i İmran, 3/133)

Öyleyse; imtihan için gönderildiğimiz şu geçici dünya hayatını çok iyi değerlendirelim, Yüce Rabbimizin bizlere vadettiği cennete koşanlardan ve ona kavuşanlardan olalım.

Şikayetçiyim!

Hey koca tarih!
Gülmeyen bahtım, koruyamadığım tahtım, tutmayan ahtım adına özür bekliyorum.
Dağlarda kıl çadırlarda sürdüğümü saraylarda sürdürmeye uğraşıp, öksüz Türklüğümü cihana değiştirmeye çalıştığın için şikayetçiyim!!!

Yeni anayasa düzenlemelerine zemin arama uğruna kırk yamalı bohçalardan kim bilir küflenmiş daha neler çıkartılacak. Tarihin derin yazgısı seyre dalındığında kim kimden şikâyet edip, kim kime hesap soracak. Bir devlete adını veren milletin yalnızca ve yalnızca savaş alanlarında akla geldiğinin faturası kime kesilecek. Sen savaş! Ganimet bizleredür! Yemek içmek zevk-ü sefa senin ne haddine bre gafil! Dercesine elin tersiyle itilmek iktidar olanların muktedirliğindendir. Varsa bir sorun birkaç fil daha ekleyerek ancak çözüme ulaştırılır. Ey kadı zadeler bizde şikâyetçiyiz!

Psikolojim, sosyolojim, biraz da felsefem bozuldu, bu yüzden tarihten coğrafyadan şikâyetçiyim!

Beni alıp Altaylardan, Anadolu’da Kırk Haramilerin ortasına saldığın için şikâyetçiyim!
Kırk çerimi tamamlayıp azatlığıma kavuşacakken aniden bastıran yağmurdan şikâyetçiyim!
Katun kişinin otağında bağdaş kurmuş otururken hışımla kalkıp Roma’da esip gürleyen, atam Attila’dan değiştirdiği çağlar adına şikâyetçiyim!
Selçuklulardan, Türkmenlerin üstüne saldığı İğdişlere hakkını teslim etmediği için şikâyetçiyim!

Dünya ya hâkim olma hırsıyla aksaklığına bakmayan Timur’dan, görmeyen gözüne aldırmayan Yıldırım’dan şikâyetçiyim!
Ben zırhının şeceresini yazan Yavuz’dan Şah İsmail’den,
Bir gece ansızın şehzadeleri boğmak için kalkan cellâtların uykusuz kalışından şikâyetçiyim!

Sakarya kıyılarında evcilik oynayacakken Yunanlılarla, toz bulutu olup esen, hortumladıklarını Ege’de denize döken rüzgârdan şikâyetçiyim!

Dersim dört dağda ne arar? Bitlis’te neden beş minare var? Kütahya’nın pınarları neden akar? Antep gazi, Urfa şanlı, Maraş kahraman! Niye bu sandan yoksun Adıyaman? Şikâyetçiyim!
Giresun’un ardında büyük bir ordu, Kelkit vadisinde Gümüşhane, işgal görmediği halde en çok şehit veren illerin hakkı nerede? Şikayetçiyim!!!

Iğdır neden orucun Gökçeada’dan önce açar, ben yaklaştıkça Kıbrıs nereye kaçar? Kediyle kuyruğunu dalaştırmaksa maksat, daha ne malzemeler çıkar.

Hey koca tarih!
Gülmeyen bahtım, koruyamadığım tahtım, tutmayan ahtım adına özür bekliyorum.
Dağlarda kıl çadırlarda sürdüğümü saraylarda sürdürmeye uğraşıp, öksüz Türklüğümü cihana değiştirmeye çalıştığın için şikayetçiyim!!!

İstiklal ve İstikbalimizin Yazarı Mehmet Akif Ersoy

İstiklal ve İstikbalimizin Yazarı Mehmet Akif Ersoy
(İstanbul Fatih Sarıgüzel 1873- 1936 İstanbul Beyoğlu Mısır Apartımanı)
İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif Ersoy her şeyden önce bir Osmanlı Cihan Devleti vatandaşı ve bu medeniyetin bir ferdiydi. Bir cihan devletinin hem ihtişamını görmüş, hem çözülmesini yaşamış, entelektüel çıtası yüksek bir aydındı.
Babası Temiz Tahir Efendi’nin de talebesiydi. Çocukları Cemile, Feride, Suat, Emin ve Tahir’in de öğretmeniydi aynı zamanda. Kendisi gibi aile de hem batı ve hem de bir doğu dilini biliyordu. Vakti şekillendiren ve ebedi şimdinin bir insanıydı Mehmet Akif. Gözlem gücü yüksekti. Suudi Arabistan çöllerinden, Almanya’ya kadar geniş bir coğrafyada gezen ve gören bir insandı.
Milli Mücadeleye Katılan Şair
Asya’nın tecrübeli aklıyla, Avrupa’nın taze fikirlerinin farkındaydı. Kendi kendisi oldu, hiç bir zaman kimlik ödünç almadı. İmanı ve inancıyla ters düşmedi. Memleketseverliği samimi, ilkeli, pazarlıksız ve bütüncüldü. Bu vatana ve insana ait her güzellik, zenginlik ve değer Akif’in eserlerinde mevcuttu. İşini en iyi yapan ve dürüst bir insandı.
Arnavut bir ailenin çocuğu olmasına rağmen Türkçülerden fazla Türklüğünü seven bir milliyetçiydi.
Ata dedelerinin toprakları olan Balkanlar’daki, parçalanmaları, göçleri, ihanetleri ve katliamları yüreği kanayarak yaşamıştı. İstanbul’un batılı devletler tarafından işgal edildiğini görmüş. Dört bir yandan kuşatılmış son vatan parçası Anadolu’nun İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyanlar tarafından işgal edilmesi üzerine başlayan İstiklal Savaşı’mıza katılmıştı.
Sebilürreşad Cephede Dağıtılıyor
O günlerde başyazar olan Mehmet Akif Ersoy, Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip Fergan’a “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşad’ın klişesini al, arkamdan gel. Meşihattakilerle temas et harakat-ı milliye aleyhinde  bir halt etmesinler. Sebilürreşad’ı Anadolu’da çıkarırız” diyordu. Öyle de oldu.
Kışın kendisini iyice belli ettiği karlı bir günde İnebolu üzerinden Kastamonu ve Ankara’ya gitti. Savaş bütün cephelerde devam ediyordu. Sebilürreşad da Kastamonu’da yayınlanmaya başladı. Dergi her taraftan talep ediliyordu, El Cezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa gibi bir çok cephede Sebilürreşad yeniden tab ve teksir edilerek dağıtılıyordu.
Mehmet Akif Ersoy Sebilürreşad’daki yazıları gibi camilerdeki vaazlarında, ev ve  kahvelerdeki sohbetlerinde de halkı milli mücadeleye çağırıyor, onları yüreklendiriyordu. Zaten Mehmet Akif hiç bir zaman ümitsiz olmadı, hep ümitvar idi. Konya’daki bir isyanı bastırdı konuşmasıyla. Milletin O’na güveni tamdı.
Tacettin Dergahı’nda Yazılan Marş
En dikkat çeken vaazlarını ise Balıkesir Zağnos Paşa ve Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdi. O günler kutsi ve mübarek günlerdi. Herkes bir şeylerden fedekarlık yapıyordu. Şahsi emel ve ihtiraslar bir yana bırakılmış, Türk’ün istiklal ve istikbali için bütün  yürekler biraraya toplanmış, hep birlikte atıyordu. Şahsi husumetler ayaklar altına alınmış, meydanda sadece kardeşlik, dostluk, samimiyet bayrağı dalgalanmaya başlamıştı. Anadolu batılı işgal kuvvetlerine karşı tek yumruk olmuştu.
Milli Mücadele büyük bir heyecanla kazanıldı. Mehmet Akif Ersoy Büyük Millet Meclisi’nin kurucu milletvekili olarak Burdur’dan parlamentoya girdi. Maarif Bakanlığı teklifini aşırı mütevaziliğinden dolayı kabul etmedi, İrşad Komisyonu başkanlığına getirildi. Halkın çok eğitimini önemsiyordu.
Büyük Millet Meclisi’nde İstiklal Marşı yazılması için açılan yarışmaya para ödülü konulduğundan iştirak etmedi. Elemeye kalan 6 eser de milli mücadeleyi gerektiği gibi yansıtamadığından yeniden arayışlar başladı. Maarif Vekili(Bakanı) Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ısrarı ve ödülü almamak kaydıyla emrine tahsis edilen Ankara Samanpazarı’ndaki bağevi Tacettin Dergahı’na çekilerek marşı yazdı. Parlamento genel kurulunda Akif’in yazdığı İstiklal Marşı defalarca okunarak ayakta şiddetli alkışlarla karşılandı.
Milletin İstiklal ve Hürriyetine Dokunulamaz
Sözkonusu günde oturumu yöneten Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa şöyle diyor “Bu marş bizim inkılabımızı anlatır. İnkılabımızın ruhunu anlatır.  İstiklal Marşı’nda İstiklal davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur;
“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal”
Benim bu milletten daima hatırlanmasını istediğim vecizeler işte bunlardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur. İstiklal Marşı’nın bu parçası asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yar ve ağyar anlamalıdır ki Türk’ün her şeyi  hatta en mahrem hisleri bile  tehlikeye girebilir, fakat hürriyeti asla. Bu parçayı her zaman tekrar ettirmek bunun için lazımdır. Bu demektir ki efendiler; Türk’ün hürriyetine dokunulamaz.”
Türk ve İslam Düşüncesinin Temeli
İstiklal Marşı’mızdaki tema milli bağımsızlığımızdır. İnsanımızın ve ülkemizin temel düşünce ve kavramı bu marşta yatmaktadır. Mesela bayrak, mesela hakk’ı savunmak, iman ve vatan duyarlılığı, istikbale ümit ile bakmak, tarih şuuru ve fedakarlık. İşte bunun içindir ki en zor şartlar altında yılgın ve ümidini kaybetmeyen milletimizin neler yaptığını, neler yapabileceğini anlatıyor İstiklal Marşı. Kor ateşin her zaman yakacağının göstermek vardır İstiklal Marşı’nda şafak şafak. Batılı Efendilere ve hempalarına insan ve medeniyet fotoğraflarını hatırlatmak vardır.
İstiklal Marşı’nda mey’us olmaya karşı meydan okumak vardır, emperyalist Avrupalı ülkelere hürriyet ve “sömürüye hayır “dersi vermek vardır.
İstiklal Marşı bir tefekkürdür. Hikmettir. Heyecandır. Ruhtur. Destandır. Milli Kimliğimizdir. Bir dik duruştur. Özgürlüğün simgesidir.
Milli Mutabakat Metni
İstiklal Marşı bir milletin uzlaşma kitabesi ve örneğidir. Özgürlük simgesidir. Bir kararlılıktır.
Mehmet Akif Ersoy’a gelince, örnek bir şahsiyet, iman ve ahlak sahibi bir kişi. Mert ve sarsılmaz bir karakter. Milletin ta kendisi bir insan. Halkın derdini kendine dert edinmiş bir sanatçı. Milletin duygu ve düşüncesiyle kuşatılmış bir yiğit insan. İstikbali bütün refahıyla arzu eden bir mütefekkir. Dizeleri yüreği gibi vurucu bir sporcu, yol gösterici, düşünce adamı ve fikir önderidir Mehmet Akif Ersoy.
İstiklal Marşı’nı “Kahraman Ordumuza” ithaf eden ve Sahafat’a almayan Mehmet Akif Ersoy iyi bir aile babası, hisli bir eş, iddialı bir güreşçidir. Örnek bir akademisyendir, öğretmendir. Cömert ve mükrimdir. Azimli, vefalı, mütevazi, mahcup ama vakur, cesur, mukavim, yalnız, daima okur ve okutur, taassuba, cehalete, kolaycılığa, tembelliğe, hantallığa, tutuculuğa, hurafeciliğe sapına kadar düşman, müstağni, sözde ve özde gerçek müslüman, kahraman Türk milliyetçisi, yiğit bir memleketsever, müslümanlara islamı ve dünyayı yeniden okumaya çalışan; çıtası yüksek, entelektüel ahlak sahibi bir sanatçıdır Mehmet Akif Ersoy.
“Toprakta gezen gölgeme, toprak çekilince,
  Günler şu heyülayı da er geç silecektir,
  Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
  Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?”
dese de doğumunun 139., vefatının 76. İstiklal Marşı’mızın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün 91. Yıldönümünde minnet ve şükran anılıyor. Eserleri bütün dünya dillerine tercüme ediliyor. Mısırlı akademisyen Doçent. Dr. Hazem Sait Muhammed Montazir’in dediği gibi “Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı sadece Türkiye’nin değil, başta islam coğrafyası ve hatta bütün dünyanın şairi ve şiiridir. İstiklal Marşı benim de İstiklal Marşı’mdır.”
En Zor Ayrılık Vatan Hasreti
Mehmet Akif Ersoy ikinci dönem milletvekili olarak atanmadı. Üniversitedeki işine son verildi. İşsiz, parasız ve sürekli tarassut aldındaydı. Kadim dostu Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa’nın daveti imdada yetişti ve Kahire Üniversitesi’ne Türkçe dersleri vermek üzere Mısır’a gitti. Yaklaşık 11 yıl kadar kaldı. Büyük bir vatan özlemi çekti.
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,
 Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
 Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
 Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”
Mehmet Akif Ersoy ülkesine dönmek ve İstanbul’da ölmek istiyordu. Yakalandığı hastalık Akif’i mutazarrır etmiş, yataklara düşürmüştü. Lübnan’daki tedaviler hastalığı iyileştirmeye kafi gelmemişti. Vapurla İskenderiye’den Akdeniz ve Ege’ye yola çıktı ve Karaköy limanı’ndan İstanbul’a 16 Haziran 1936 günü ayak bastı. Dostu Abbas Halim Paşa’nın apartımanına yerleşti. Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerindeki Mısır Apartımanı’nda tedaviye başlandı.
“O Şiir Bir Daha Yazılamaz, Kimse de Yazamaz”
Loş ve sakin bir odada son günlerini yaşadığının farkındaydı. En büyük arzusu da sağlığı elverse İstanbul’u yeniden gezmek, dolaşabilmek, dostlarını ziyaret edebilmekti. Sevdiği arkadaşları ve bazı gazeteciler de ziyarete geliyordu Mehmet Akif Ersoy’u. Milli Mücadele ve İstiklal Marşı’na konu gelince parlıyor o hasta adam ve diyor ki;
-İstiklal marşı.. o günler ne samimi ve heyecanlı günlerdi. O şiir milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların, ızdıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse de yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.
“Allah Bu Millete Bir Daha İstiklal Marşı Yazdırmasın!”
Mehmet Akif Ersoy’u hasta yatağında Ankara hükümetine yakın önemli yazarları olan Hakkı Tarık Us ve Ruşen Eşref Ünaydın ziyaret ediyorlar. Asım Şakir’in anlattığına göre (18 Şubat 1988 Tercüman) sohbetin bir yerinde Hakkı Tarık Us Mehmet Akif’e diyor ki;
-Üstad, Gazi’yle birlikteydim. Sizden sevgi ve sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi ve hatta dikkat buyurun sözlerime  “kendilerine hissi bir adavetim yoktur. Eğer olsaydı Türkiye’ye dönmesine müsaade etmezdim. İstiklal Marşı’nı da kaldırırdım.”dedi.
Mehmet Akif’in, Hakkı Tarık’a cevabının bir bölümü genelde hatırlanmasına rağmen, detayları maalesef bilinmemektir. Akif şöyle diyor Hakkı Tarık Us’a;
-Demek öyle.. Hakkı Bey hatırlar mısınız? Biz Gazi’yle  harb sahalarında ön saflarda beraber gezdik, beraber yürüdük.. Meclis’te kendilerini sonuna kadar destekledik. Bu böyle iken Gazi Hazretleri’nin adavet kelimesini telaffuz  etmesine hayret ettim.. Beni memlekete sokmayabilirdi. Lütfettiler. Kendilerine minnettarım. İstiklal Marşı’na gelince onu kimse kaldıramaz. Nasıl kaldırılırdı ki Meclis’te ilk okunduğu gün Tunalı Hilmi hariç herkes ayakta dinledi. Kendileri de dahil. İstiklal Marşı bir daha yazılamaz. Kimse de bir daha İstiklal Marşı’nı yazamaz. Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.
Böylesi bir anektodun ardından Safahat’a dönersek Akif diyor ki;
“Diye dursun atalar!
-Kal’a içten alınır,
Yok ki işiten.. milleti merhume sağır.
Bir değil mahvedilen, devlet-i islamiyye,
Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye,
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, O’nu top sindiremez!.” Süleymaniye Kürsüsü’nden
Kimdir Bu Şair?
Mehmet Akif Mısır’a gideceği günlere yakın Diyanet riyaseti (1925) Kuran’ın tercüme görevini verdi. Ancak Kahire’de tercümeyi tamamlamasına rağmen aldığı 1000 liralık avansı iade edip, çalışmayı yakın dostu Müderris Yozgatlı İhsan Efendi’ye teslim etti. Akif, vefatından sonra da tercümenin yakılmasını istemiş. Netice de Akif’in istediği gibi olmuş.
Mehmet Akif Ersoy inanmış bir adamdı, inancı her şeyin önündeydi, Kur’an’a adanmıştı, İslama adamıştı kendisini. Milleti, Akif için her şeydi. Vatan ve toplum sevgisi için vardı. Türk’ün ve cemiyetin vicdanı bir şairdi. Toplum da Safahat’ın sesini duyduğu için Mehmet Akif Ersoy aramızdan hiç ayrılmadı. Saf, şeffaf ve billur gibidir nazım ve nesirleri. Türk’ün ve islamın ruhuna nüfuz etmiş bir sanatçı Mehmet Akif Ersoy. Terennüm ettiği hep milletimiz ve toplumumuz olmuştur.
Hamasetimiz, şehametimiz ve feragatımizdir Akif.
Yüksek fazilet ve seciye sahibiydi. Erkek bir sesti. İnsanı kamildi. İdealizminin şahikasındaydı. Ancak sessiz bir karakter yansıttı hep, mütevaziydi çünkü. Hayatı sanatından da önemli, inandığını ve hak bildiğini söyledi ömrü boyunca. Gösterişsiz ama azimli. Metanetli. Fakat hep ümitvar. Hür fikirli ve müsamahakar oldu ömrü boyunca. Statükoyu hiç önemsemedi. Formalitelere hiç aldırmadı.
Ruhumuzun gıdası ahlakı gaye bildi. Topluma saldırının ve zaafın ahlak yönünü iyi yakalamıştı. Dolayısıyla toplumun kurtuluşunu ahlakta gördü. Aile yapısını bozacak herşeyi eleştirdi. Bilimi ve tekniği hep önde tuttu, salık verdi.
Noksanlarımızı, zaaflarımızı, ilim, irfan, medeniyet ve ümran sahasındaki gerilememizi, etik açıdan çözülmemizi şiddet ve hiddetle hatırlattı, korkmadı.
Tekke, medrese, Tanzimat, Servet-i Fünün, ev ve sokak Türkçelerini çok iyi biliyordu.  Mizah, nükte, ironi, istihza, fıkra, homour, kurgu, mizansen ve latifede ustaydı. Cahil dindara hep karşı çıktı. Dinsiz ahlaka da inanmıyordu.
Türkçeyi Yüceleştiren Sanatçı
İlerleme, gelişme, terakki, medeniyet ve bilim kavramlarını hep ayrıcalıklı tuttu. İlhamını dilinden, dininden ve milletinden aldı. Hiç müteassıp olmadı. Gericiliğe,  geri kalmışlığa, üretimsizliğe, taassuba, hurafelere meydan okudu. Temiz, lekesiz ve sağlam, geri kalmışlığı yanlış din anlayışına bağlayan bir sanatçıydı Mehmet Akif Ersoy. Batıyı arazi, doğuyu esastan eleştirdi.
Türkçeyi yüceleştirdi.  Düşünen ve düşündüren bu öğretmen etkin, kısa ve yoğun anlam yüklü kelimeler kullandı hep. Atasözlerini, halk deyimlerini, sokaktaki insanın sözlerini, kıssaları, menkibeleri tercih etti ve milletiyle örtüştü. İslam coğrafyasının istiklal mücadelesi veren, hiç sömürge olmayan ülkemizin şairi Mehmet Akif Ersoy. Devleti ve milleti irşat görevi yaptı.
Bir Sosyal Bilimci ve Bir Kültür Tarihçisi Şair
Zihinsel çözümsüzlük üzerinde çok durdu. Erdemi ve bilimi önerdi. Akif’e göre müslüman çalışmalı, üretmeli, paylaşmalı ve araştırmalı. Bunlar için “Firavunla Yüzyüze” gelebildi. Müzikten etkilendi. Gözlem gücü yüksekti. Bir sosyal bilimci ve bir kültür tarihçisi gibiydi. Çağa talipti ve onu hep yakalamaya çalıştı.
Dostluğu çetin cevizdi.
Mehmet Akif Ersoy adına milletvekilliği yaptığı Burdur’da bir üniversite kuruldu. Türkiye genelinde 250’ye yakın ilk, orta ve lise muadili okul var. Yurtdışındaki bazı üniversitelerde adına anfiler ve kürsüler açıldı. Uluslararası ve ulusal sempozyum, panel ve çalıştaylarda kişiliği ve eserleri bilimsel olarak tartışıldı, değerlendirildi ve tebliğleri itibarlı neşriyatı olarak değişik dillerde yayınlandı. Mehmet Akif Ersoy hakkında bugüne kadar yazılmış 500’e yakın yerli ve yabancı eser bulunmaktadır. Türkiye’de çok sayıda semt, mahalle , bulvar ismi Mehmet Akif Ersoy olarak aydınlandı.
İstiklal Marşı ve Safahat Yazarı Mehmet Akif Ersoy’u rahmet ve şükranla anarız.

“Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun”muş

Yıl 2011. Günlerden 8 Mart.

Dünden beri her önüme gelen kadınlar günümü kutluyor yaaa…

Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu Olsunmuş.

Hangi kadınların gününden bahsediyorsunuz siz kuzum. Hangi kadınların gününden.

Özellikle kadınlar günümü kutlayan erkekleredir sözüm.

Efendim neymiş “Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun”muş.

Yahu siz erkekler değil misiniz kadınlara şiddet uygulayan.

Yine siz değil misiniz kadını köle gibi kullanan.

Siz değil misiniz kadın kuyruk sallamasa erkek peşinden gitmez diyen.

Siz değil misiniz üç kuruş para kazanacağım diye kızını sevdiği adama vermeyip, yaşlı ama zengin ağaya satan.

Siz değil misiniz kızım evlendin baba evinden çıktın artık, ancak kefeninle bu eve bir daha geri dönebilirsin diyen.

Siz değil misiniz kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin diyen.

Siz değil misiniz dul kadına hayat kadını muamelesi yapan.

Siz değil misiniz evlenince ben sana bakarım, senin çalışmanı istemiyorum hayatım, aslında gel karın tokluğuna benim kulum, kölem ol diyen.

Siz değil misiniz ya benim ya kara toprağın olacaksın diyen.

Siz değil misiniz, saçı uzun aklı kısa diyen.

Siz değil misiniz başınız yere gelmesin diye kızını tecavüzcüsü ile evlendiren.

Siz değil misiniz mayolu bikinili kadın fotoğraflarının teşhirini yapıp derginizin, gazetenizin satış rekorları kıracağını iddia eden.

Siz değil misiniz okumak senin neyine fotoroman okuyup aşık mı olacaksın kızım diyen.

Siz değil misiniz iş hayatında sadece kendisinin yorulduğunu zannedip, eve gelip iki seksen uzanan, suyunu bile sizinle aynı şartlarda çalışan eşinizden isteyen.

Siz değil misiniz eşini defalarca aldatıp aldatıp gelen af dileyen.

Yine iz değil misiniz eşim şımarır diye, “eline sağlık hanım, yemek ne kadar güzel olmuş” demekten gocunan.

Siz değil misiniz daha suçunun ne olduğunu bile bilmeyen kızlarınızı erkek kardeşlerine öldürten. Sonra da adını intihar koyan.

Siz değil misiniz sokak ortasında kadını saçından sürükleyerek öldüresiye döven.

Siz değil misiniz kadını bu halde dayak yerken görüp görmemezlikten gelip geçip giden.

Ya yeter ya yeter. Siz kimin kadınlar gününü kutluyorsunuz yaaaa…

Hangi kadınların günü bu ya. Hangi kadınların günü.

Kuşunuz, köpeğiniz, otomobiliniz ya da silahınız kadar değer vermediğiniz annenizin, eşinizin, kızınızın ya da gelininizin kadınlar gününü mü kutluyorsunuz.

Bu kadarına da pes doğrusu pes.

Ben bu yazdıklarınızın hiçbirini yapmadım, söylemedim, içimden dahi geçirmedim diyen erkek varsa ki olduğunu zannetmiyorum, onları da erkek egemenliği altında yaşadığımız dünyada tüm bu olanlara engel olmak gibi bir çabaları olmadığı için kınıyor, yazıma dahil ediyorum.

Anlayana sivrisinek saz. Anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az sevgili okur.

Güm be de güm güm. Güm be de güm güm. Güm be de güm güm güm güm güüüüümmmm.

Bugün ise 8 Mart 2012 Perşembe gününün ilk saatlerinden sesleniyorum size. Aradan koskoca bir sene geçti ama, yukarıda kaleme almaya çalıştığım, ülkemdeki kadının yaşadığı dramlar zerre kadar değişmedi.

Sağ Yanım Acıyor Anne

En çok karanlıktan korktuğum küçüklüğümle tutunduğum Besmele, ninemin yatmadan önce okuttuğu “Yattım Allah kaldır beni/Nur içine daldır beni/Can bedenden ayrılırken/İmanımla gönder beni.”duası ve bağdaş kurup tek bir sahana on kişinin kaşık çalıp sonrasında, verdiği nimetler için Yaradana şükür ile mayalanan ruhumuz satılık ve kiralık değildir bizim.  

Üşüyen taraflarımızın vahiyle ısıtılmasıdır yokluğun ve yoksulluğun değişmez yazgısı. Yetimlerin yetimiyle merhamet düşen toprağın her metrekaresine şehitlik, Tanrı Dağları’ndan Anadolu’ya kadar gönyelenmiş her meridyene yiğitlik süslemiş taraflarımın korkacak ve korkutulacak damarlarını binlerce yıldır biçip doğrayarak geldim ben. Yüreğimle geldim, İmanımla geldim. Sevişe sevişe, dövüşe dövüşe, öle öle ve öldüre öldüre geldim.

On binlerin yücelttiği tüm putların paramparça olduğu İbrahim’in elindeki baltanın değil; inanmışlığın sırrıdır bu. Denizleri ikiye bölen âsâdaki kudret değil; denizin karşı tarafından el sallayan korkuların üzerine yürümenin ve Allah’tan başkasına boyun bükmemenin adanmışlığıdır. Ve Arş-ı Âlâ’nın taht-ı ilahisinde Habib-i Kibriya’nın ümmetine merhamet bahşeden duası, cennetin kapısına Yaradan’ın mühürlediği Kelime-i Tevhid’in intifadasıdır.

Ki ben tüm putların, şirklerin ve müşriklerin üzerine; zalimlerin, hainlerin ve ölümlerin cümlesine, tüm korkularımın dehşetine Kelime-i Tevhid çekerdim de Hz. Peygamber Malazgirt’te ellerimden tutar, Çanakkale’de sırtımı sıvazlardı.

Sağ yanım acıyor anne!

Ancak Allah’a kulluk eden ve ancak O’ndan yardım isteyen imanım; sayıya, topa, tüfeğe ve makineye meydan okuyan yüreğim ve Allah için var olan, yine O’na dönecek olan bedenim acıyor.

Ebu Zer’den geriye komşusu açken tok yatanlar; Hz. Osman’dan geriye “En çok sevdiklerinizden infak etmedikçe gerçek mümin olamazsınız.” Vahyinden habersiz nice müsrif, cimri ve Karun iştahlı, yatlı, katlı, milyon dolarlılar kaldı. Mazluma sövülen, yetime vurulan, hainlere ve zalimlere el pençe divan durulan bir düzen kaldı.

Sağ yanım acıyor anne!

“İslam garip gelmiştir ve garip gidecektir. Ne mutlu o gariplere!” müjdesiyle avunan yüreğim, ölümü hatırlayan ve hatırlatan belleğim ve korkuları imanla dürüp bohçalayan; canlarını ve mallarını Allah’a satarak en güzel ticareti kesbeden zenginliğim acıyor.

Sağ yanım acıyor anne!

Nefesim daralıyor, adımlarım kısalıyor ve artık karanlıktan korkuyorum.

 

Federasyon vs.

“5. Dünya Su Forumu için İstanbul’a gelen Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, ,,,Nur Batur’a şu açıklamalarda bulundu: ‘Cumhurbaşkanı Turgut Özal, benden ve Barzani’den Musul’u istedi. Biz de ona, ‘Kürtlerin özerkliğini kabul etmeye hazırsanız düşünmeye hazırız’ dedik. Özal Türk – Kürt federasyonu fikrini açıkça da ortaya atmıştı aslında. Özal, Türkiye için de federasyona inanıyordu. Ama Almanya gibi bir federasyon düşünüyordu. Etnik kimliğine dayanan bir federasyon değil. Özal’ın ölümü hem Türk halkı hem de bütün dünyadaki Kürtler için büyük kayıp oldu.”  (Yeniçağ, 18 Mart 2009, s.9)

Bu haber bana senelerce önce okuduğum bir gazete haberini hatırlattı: Hatırladığım kadarıyla, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldükten sonra, gazetenin birinde, alıntı bir haber okumuştum. Londra’da Arapça olarak yayımlanan bir gazeteden  -El Hayat olabilir- iktibas edilen haberde: Abdullah Öcalan ve Talabani veya Barzani’nin şu demeçleri yer alıyordu. “Biz Turgut Özal’ın öldüğü gecenin sabahında, Özal’dan bir mesaj bekliyorduk. Öldü haberiyle şok olduk.”

Celal Talabani’nin günümüzdeki açıklaması; yıllar önceki gazete haberini doğruluyor ve doğrusu bizleri de, o nispette acı acı düşündürüyor.

X

“Tarlanızda kullandığınız suyun başına bir sayaç yerleştirmişler, metreküp başına para ödüyorsunuz. Kime mi? ‘Küresel sermaye’ dedikleri, aslında hiç de küresel olmayan iki buçuk milletin yönettiği dev şirketlere!

“İşte Türkiye’nin suları için plânlanan budur!

“Güney Amerika ülkelerinde bunu yaptılar! Şimdi sıra Türkiye’de!

“Türkiye’nin su kaynaklarını özelleştirmek istiyorlar…

“Hizmet-İş Başkanı Mahmut Arslan: ‘Dünya Bankası 1990’dan beri verdiği su yatırım kredilerinin yüzde 70’ini özelleştirme şartına bağlıyor.’

“Arslan’a göre Marmara Bölgesindeki yer altı sularının, neredeyse tamamına yakını çok uluslu şirketler tarafından ele geçirildi. Bazı belediyeler, suyu 30 – 40 yıllığına özel sektöre devrediyor.

 “Bilindiği gibi Avrupa Birliği Son Katılım Müzakereleri Çerçeve Belgesi’nde, Fırat ve Dicle suları havzasının, aralarında İsrail’in de bulunduğu uluslar arası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesi isteniyordu!

 “Eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, GAP’ta, sulama projelerinin senelerdir İsrail, ABD ve AB ülkeleri tarafından engellendiğini açıklamıştı.

 “Gökalp ‘Fırat ve Dicle’nin toplandığı suların havzası sadece Şanlıurfa veya Mardin’le sınırlı değildir. Kuzeyde Erzurum Palandöken Dağı’na kadar uzanır bu sınır. ‘Suların idaresi’ ne demek? Bu, Palandöken’den itibaren, idareyi onların eline vermektir. Ayrıca bu konsorsiyumda İsrail’in işi ne? Bu ülke Avrupa Birliği’nde midir? Belli ki ABD’nin AB’ye baskısıyla bu şart Türkiye’ye dayatılmaktadır. Bu şart asla kabul edilemez’ demişti.

 “Zaten ABD’nin yayınladığı, Büyük Kürdistan haritaları, su havzamızı da içine alıyor.” (Arslan Bulut, Yeniçağ, 17 Mart 2009  s.11)

 İsmail Habib Sevük’ün ta 1930’larda yazdığı ‘Edebî Yeniliğimiz’ adlı eserinde geçtiğini tahmin ettiğim şu tespitini hatırlamanın tam zamanıdır. Aşağı yukarı şöyle idi: “Bir ülkeyi fethetmenin / ele geçirmenin en iyi, en kolay ve en ucuz yolu; öncelikle o ülke insanlarının kafalarının içini fethetmekten geçer. Çünkü kafalarının içi ele geçirilmiş insanların topraklarını elde etmek işten bile değildir.”

3106

Demek ki, günümüzde bir ülkeyi fetih; artık o ülke topraklarına girmekten ziyade, o ülke insanlarını; kendimiz gibi düşündürtmekten geçiyor. Yani o ülke insanlarının aydınları, düşünür ve idarecileri bizim gibi düşünüyor, yaptıklarımızı yapıyor, istediklerimizi yerine getiriyor, yetkimizi yetkileri, tasarrufumuzu tasarrufları biliyor, her dediğimize evet diyor ve hattâ adâletimizi, kendi adâletlerinin üstünde görüyorlarsa, hele bir de -özellikle- millî müesseselerinin yüzde elli birini bize satmışlar ise, artık o ülkeyi fiilen işgale lüzum kalır mı?

O ülke aslında bizim sayılmaz mı?

İşte bugün dünyada olup biten budur. Kaleyi içten fethetmek. Sûreta bağımsız ülkeleri; kendi aleyhinde olan manevî, hukukî ve ticarî ilişkilerle kendimize kıskıvrak bağlamak! Onu kıpırdayamaz bir hale sokmaktır.

Nitekim küresel kriz; işte bu doymak bilmeyen küresel dev şirketlerin; kitlelerin tabiî olan haklarını, kendi menfaatleri için, ortadan silip süpürmek ve onların meşru haklarını, dünya yüzünden kürelemek isteyişleri yüzünden çıkmıştır.

Fakat bu, uluslar üstündeki uluslararası sülük hükmünde olan dev kuruluşlar; eştikleri kuyuya düşecekler; el mi yaman bey mi yaman, yakında görecekler ve bir daha eskisi gibi toparlanamayacaklar. 

 

Medeniyetlerin Doğuşu ve Çöküşü

Medeniyetler Sevgi, İlim, İman, Ahlak ve Adalet ile kurulurlar. Cehalet, İmansızlık, Ahlaksızlık ve Zulüm ile yıkılırlar.
Bugünkü medeniyetin karakteri…  Ruhunu, özünü, imanını, ahlakını, sevgini kaybetmiş bir madde yığını halindeki can çekişen bu günkü medeniyet geride şunları bırakmıştır.

Zulüm, kölelik, bunalım, kin ve nefret…

Bugünkü dünyanın genel durumunu özetlemek gerekirse:

İnsan hayatındaki birçok sınırların zorlanması çiğnenmesi ile hapishane, hastane, tımarhane, kumarhane, meyhane haline getirilen bir dünya.

İnançsızlık dalgaları arasında boğulan çelişki içerisinde bunalan anarşi içinde kıvranan, özünü aşkını kaybetmiş bir insanlık.

Ruhsuz, cansız, dilsiz bir medeniyet

Hazreti Mevlana söylüyor. “İlim ve hikmet helal lokmadan doğar, aşk ve rikkat helal lokmadan meydana gelir.”

Giderek haramın genişlediği, helalin daraldığı bir zamanda, faiz, kolonyalizm, emperyalizm gibi haram kazanından karnını doyuran bir beşeriyetten ilim ve hikmet, aşk ve rikkat nasıl meydana gelebilir?

Allah rızasının terk edildiği, korku ve menfaatin haset ve ihtirasın hakim olduğu beşeri münasebetlerden sevgi ve adalet nasıl doğabilir?

Çürük tohumdan, çorak bir topraktan sağlıklı bir mahsül nasıl alınabilir?

Karanlık kalplerden feyz nasıl fışkırabilir?

Kirli bir akılla, şeytani akıl ile gerçekler nasıl bulunabilir?

Bu günün medeniyetinin insanlığa verilecek bir mesajı kalmamıştır. Dereler, ırmaklar, denizler kurumuş felsefeler suskun mesaj kaynakları kurumuş. Fakat Erciyes’ten, Uludağ’dan, Ağrı’dan, Palandöken’den, Kaçkarlardan, Altaylardan, Tanrı Dağlarından göklere yükselen bir ses dünyayı titretiyor. Bizim ebediyen nurunu ve yüceliğini koruyacak olan mesajımız vardır.

LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH bugünkü medeniyet gerçekten çökmüştür. Eşcinsellerin nikâhına alkış tutan, çıplaklar kampına ruhsat veren, ahlaksızlık batağında çırpınan, iffetiyle arşın direği iman ve ihlâsı ile dinin yarısı olan kadını cinsel meta haline getiren;

Dünyanın en büyük imparatorluğu olan ailenin çöküş halinde bulunduğu, zulüm ve fitne NEMRUDU ve FİRAVUNU gölgede bırakan bugünkü medeniyete yaşıyor denilebilir mi?

 “Bir kavim küfür içinde bir müddet yaşayabilir, fakat zulüm içinde asla yaşayamaz.”

 

Aydınlar Ocağı’nın hizmetleri

Aydınlar Ocağı deyince biz durmak ve geçmişe bakmak gerekiyor. Aydınlar Ocağı’nın benim kültür hayatımda rolü ve önemi çok büyük. Kültür hayatıma yön veren gazeteci ve belgeselci olmama  önemli katkısı olan Aydınlar Ocağı’nı ben Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr.Süleyman Yalçın ve Dr. Metin Eriş ve merhum Ahmet Kabaklılarla tanımıştım. Türkiye’nin buhranlı ve karanlık dönemden geçtiği 1970’lerde Türkiye’ye hizmet eden hükümetlerin kurulmasında ve genel seçimlerde birlikte hareket edilmesinde yol göstermiş ve önderlik yapmış bir gönüllü sivil toplum kuruluşu Aydınlar Ocağı. Aydınlar Ocağı’nın Türkiye’ye bu anlamda çok büyük hizmeti var.
Aydınlar Ocağı’nın Kocaeli Şubesi’nin 1986’lı yollarda ilk kurulma aşamasında ben de severek üye oldum. Kuruluş şubesinin açılışı muhteşemdi. Ahmet Kabaklı Hoca  ile ilk kez orada el sıkışmış, Kocaeli’nin kültür ve siyasi hayatına yön veren bir çok kişi ile orada tanışmıştım.  Nihat Gürer Bey Kurucu başkanımızdı.  Ardından İbrahim Kahramanlar ve Ahsen Okyarlar başkanlık yaptı. Bir çok gönül dostu ile irtibatımız hep sürdü.
İlim İstişare Kurulu üyesi olarak Aydınlar Ocağı’ndaki görevimi sürdürüyorum. Önceki akşam ocağımızın Otel Asya’daki mezhepler Tarihimize ışık tutan konferansına katıldım. Bana da söz verildi. Ben de Türkistan coğrafyası ile ilgili bir konuşma yaptım. Orhun Abidelerinden, Çin Seddi’nden , Altay Dağları, Taşkent, Semarkand, Buhara, Belh Horasan , Herat, Urimçi, Kaşkar özetle Türkistan coğrafyasına bir kültür yolculuğu yaptık. Aydınlar Ocağı’mızın değerli başkanı Ruhittin Sönmez   bir de vefa ödülü tarafımıza verdi. Başta Aydınlar Ocağı Başkanı Ruhittin Sönmez’e teşekkür ederken Aydınlar Ocağı’nda  yapılan etkinlikle sizleri baş başa bırakıyorum.
Av. Ruhittin Sönmez Başkanlığındaki Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın Mart ayı toplantısında “Mezheplerin Stratejik Boyutu ve Mezhep Çatışmaları” konuşuldu.
Av. Ruhittin Sönmez’in açış konuşması ile başlayan toplantıda Ecz. Selçuk Arslan tarafından kürsüye davet edilen Devr-İ Alem Belgesel Program Yapımcısı ve Gebze Gazetesi sahibi İsmail Kahraman Türk Dünyasında gerçekleştirdiği çalışmaları ile ilgili bilgi verdi.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hasan Onat  “Mezheplerin Stratejik Boyutu ve Mezhep Çatışmaları” başlığı ile sunduğu konferansında; “Mezheplerin stratejik boyutu, beşeri oluşumdan başka bir şey değilken, her mezhebin sadece kendisini “fırkayı Naciye” olarak görmesinden, mezheplerin kendi görüşlerini bilerek ya da bilmeyerek dinle özdeşleştirmesinden ve mezhep farklılıkları yüzünden insanların birbirlerini öldürmekten çekinmemesinden kaynaklanmaktadır.
Bir kimsenin iyi Müslüman olması için herhangi bir mezhep, tarikat ve cemaate dahil olması gerekmez. Müslümanların ondört asrı aşan tarihlerinde yüzlerce mezhep çatışması yaşanmıştır. Bu çatışmalar, sadece Şiilerle Sünniler arasında değil, Hanefilerle Şafiiler arasında da geçmiştir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed zamanında bugünün faaliyet gösteren cemaat, tarikat ve mezhepleri yoktur. Şiilik meselesi Arap ve Farsların meselesi değil, bizzat Türklerin çözülmesi gereken meselesidir. Kur’an-ı Kerim’e göre şirkin sebebi insanın gurur ve kibiridir.
Bir kimsenin Müslüman olması için Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına (Tevhid, Ahiret, Nübüvvet) inanması yeterlidir. “Ben Müslümanım” diyen bir kimseye, hiç kimsenin “sen ne biçim Müslümansın?” diye soru sorma hakkı yoktur. İslam, hiçbir kimsenin, hiçbir mezhebin, cemaatin ya da tarikatın tekelinde değildir.
O zaman, yapılacak tek iş, İslam’ın ne olduğunun açık seçik insanlara anlatılmasıdır.” Dedi.
Büyük ilgi
Otel Asya’da Av. Ruhittin Sönmez ev sahipliğinde gerçekleşen yemekli toplantıya; Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu, Kocaeli Aydınlar Ocağı İlim ve İstişare Kurulu Başkanı Nihat Gürer, Süperlas AŞ Genel Müdürü Ahmet Balkaya,Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Banu Gürer, Kamu-Sen İl Temsilcisi Süleyman Pekin, Devr-İ Alem Belgesel Program Yapımcısı ve Gebze Gazetesi sahibi İsmail Kahraman, İl Vaizi Dr. Ali Vasfi Kurt, Kocaeli Devlet Hastanesi Başhekim Yardımcısı Dr. Mehmet Karanfil, Kızılay Kocaeli Şube Başkanı Muzaffer Şişmanoğlu, Kocaeli Kandıralılar Derneği Başkan Yardımcısı Günay Gülcü, Kocaeli Çukurovalılar Derneği Başkanı Erdoğan Davut, Erzurumlular Vakfı Başkan Vekili Mustafa Selimoğlu, Ardahan Posof Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Hamit Akbulut, eski İl Müftüsü Hikmet Kutlu, Başiskele Halk Eğitim Merkezi Müdürü Fuat Şahin, Kocaeli Yörükler Derneği Başkanı Mehmet Özer, İzmit Halk Eğitim Merkezi Müdürü Salih Aydın, Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay, Türkocağı İzmit Şube Başkanı Aygutşad Selçuk, eski Kuruçeşme Belediye Başkanı Ali Kahraman, Yazar A. Hazer Hızal, Makine Yüksek Mühendisi Hüseyin Taşar, Derince Öğretmen evi Müdürü Cemalettin Yaman, Ecz. Selçuk Arslan, Kimya Mühendisi Fevzi İkizoğlu, Sigortacı Erdal Baykara, İnşaat Mühendisi Cengiz Aslan, Ziraat Mühendisi Hasan Uzunhasanoğlu, Diş Hekimi Ömer Erdal, eski Bahçecik Belediye Başkanı İbrahim Gencer, Başkan şirketler Grubunun Yönetim Kurulu Başkanı Esat Muratoğlu, Tekstilci- İşadamı Serhat Duyar, Makine Mühendisi Müfit Zık, Mimar Sedat Onaran, Makine Mühendisi Çetin Mut, Gayrimenkul Danışmanı Zekeriya Tiryaki, Av. Selim Selami Çakıcı, Tarihçi Nihal Özgirgin, Burak Şirket Müdürü İbrahim Yılmaz, sigortacı Sait Yıldırım, emekli Seka Daire Başkanı İlhan Özsoy, Dr. İsmail Çapcı, eski İSKİ Yönetim Kurulu üyesi Musa Ordu, Dr. Ali Değirmenci, emekli bürokrat Nuri Avcı, İşadamı İsmail Araç, Petrolcü Ahmet Şimşek, Orman Mühendisi İsmail Şan, İlahiyatçı İsmail Oğul, Av. Naci Kara, Gıda Teknoloji Uzmanı Selahattin Türkmen, İşadamı Adil Gülez, Makine Mühendisi Mustafa Dağdeviren, Petkim emeklisi İdris Türkten, Gökalp İlhan ve çok sayıda Aydınlar Ocağı üyesi katıldı.

Prof. Onat’a Plaket
Gelen çok sayıdaki soruyu cevaplayan Prof. Dr. Hasan Onat’a, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Ruhittin Sönmez plaket, eşine de Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu’nun eşi Emel Cerrahoğlu Derneğin hediyesini takdim etti.

Hocalı Mitingi Gayr-ı Mücerret Ermeni Milliyetçilerini Fena Çarptı

Ermenistan’ın Hocalı’da yaptığı katliamı protesto etmek için düzenlenen Taksim mitingi, Gayr-ı Mücerret Ermeni milliyetçilerini fena çarptı. Efendilerin keyifleri kaçmış. Çünkü alışmışlar. Her gün Türk Milleti’ne hakaret edip aşağılamazlarsa kafayı bulamazlar. Hem hakaret edecek hem kimseden ses çıkmayacak ki “diaspora aşığı” demlensin. Yol göstersin, eğlensin, teknik küfürler icat etsin. Buna karşın hiç kimseden ses çıkmasın. Çünkü çöküş dönemini yeniden sahneleyen halklar ve onların iç ve dış uzantıları, ses çıkaranı damgalarlar. Nefretin ve şiddetin öznesi yaparlar. Bu bir alışkanlıktır. Diaspora aşığı alışmış ya, boş kalınca rahatsız oluyor.

Gayr-ı mücerret Ermeni milliyetçisi, 1915’in yüzüncü yılına gönderme yaparak tehdit savuruyor: “Devleti 2015 sendromu esir aldı. 2015 kasırgasını Ermenilerin soykırım yaptıklarını ilan ederek Azerbaycan’ın desteğiyle atlatmaya kalkışıyor. Tabii ki bu strateji gülle gibi geri tepecek.” Aşağılamayı hakaret haline getirmiş gayr-ı mücerret Ermeni milliyetçisinin sadece bu cümlesi bile “tedavisi mümkün olmayan hastalığı” açığa çıkartıyor. Öfke, kin ve şiddeti her nefesinde soluduğunu gösteren bir dille tehdit ediyor. Öfkenin ateşine tutulmuş nefis, tarihi unuttuğu için kendini de unutuyor.

Osmanlı Devleti, Ermeni milletini millet-i sadıka olarak adlandırmış ve hukukunu korumuştur. 1915 olayı, bağımsız devlet kurma idealine dayalı bir kalkışmanın eseridir. Bu kalkışmanın ebesi Rusya, İngiltere ve Fransa’dır. Osmanlı topraklarını paylaşmak isteyen güçler Ermenilere “devlet vaat etmişler” ve onları bu hayal uğruna “kullanmışlar”dır. Dış güçlere yaslanan Ermeni çeteleri Anadolu’yu kasıp kavurmuşlardır. İşler tersine dönünce devlet büyük bir kıyımı önlemek için tehcir yöntemini kullanmıştır. Bununla birlikte mevzii saldırılar durumunda karşılıklı çatışmalar olmuştur. Sözün özü: Ermeniler, yüzyıllardır çatısı altında yaşadığı bir milleti kriz esnasında vurmuştur. Batılı güçler, sınır muharibi olarak gördükleri Ermenileri yine kullanmak peşindeler. 4 Mart 2012’de düzenlenen halkların kardeşliği mitingi bunun bir provasıdır. Bunun arkası gelecektir.

Dış güçlerle ittifak edeceksin. Çeteler kurup milletin malına, ırzına tecavüz edeceksin. Sana kimse bir şey demeyecek. “Soykırım yapıldı!” deyip bir milleti katil ilan edeceksin, kimseden ses çıkmayacak. Bir milletin dinî tutumunu “Türk-İslâm sentezi” kalıbı altında nefretin ve ilkelliğin adresi göstereceksin, kimseden ses çıkmayacak. Herkese Ermeni diasporası şerbeti içirmeye kalkışacaksın, üstü örtük ifadelerle diasporanın propagandasını yapacaksın, kimseden ses çıkmayacak. Yaptığın aşağılamalara ve hakaretlere tepki gösterenleri kâmilen suçlu göstereceksin, kimseden ses çıkmayacak. Senin kinin, nefretin, tahrik eden dilin sevap olacak, bu dile ve tutuma tepki gösteren ise kinin ve nefretin öznesi olacak. Bu nasıl bir mantık? İzan ve akıl bu tutumun neresinde? Bu millet koyun mu ki istediğin gibi güdesin? İç ve dış mahfillerin ayartılmış uşaklarını yanına alarak her gün hakaret edesin. Bu nasıl bir haktır ve bu hakkı sana kim veriyor?

Böyle bir aymazlık ve şirretlik, masum ölüleri bile ayağı kaldırır. Senin derdin bütün milleti ayağı kaldırmak. Fakat bu millet basiretlidir. En büyük sermayesi de budur. Oynamak istediğin oyun ve kurmak istediğin tuzak boşa çıkacaktır. Etnik ayrımcılığı ve Türk Milleti’ne hakaret etmeyi “günlük dua haline getiren” bu hastalıklı zihniyetin hiçbir millete faydası olmaz. Her şeyi Ergenekon torbasına atarak şaibeli hâle getirme yönteminiz sinsi amacınızı örmeye yetmemektedir. Ermenistan’ın Hocalı’da yaptığı katliama tepki gösterenleri bu şekilde suçlamanın karşıt ifadesi şudur: “Gayr-i mücerret Ermeni milliyetçilerinin yaptıkları ve yazdıkları Ermeni diasporasının etkisi ve katkısından ibarettir.” Nasıl? Oldu mu?

Her gün katil dediğin milletin çocuğu kalkıp karşılık verdiğinde ağzının ivmesi bozuluyor. Nefret kusuyorsun. Bu bir aydın tavrı değildir. Bir aydına yakışan tarz, gerilime dayanan bu tür önermelerin aşırı ve yanlış olduğunu ortaya koymak ve birlikte yaşamanın gereği olan uzlaşmaya davet etmektir. Böyle bir ortamda Ermeni diasporasının sözcülüğüne soyunmak tahriktir ve kâmilen suçtur. Eğer bu tutumun ucu biraz uzatılırsa dış kaynaklı örgütlere kadar ulaşır. Açıktır ki siyasî-stratejik oyun oynuyorsunuz. Fakat biliniz ki Türk Milleti’nin zihnini aşağılamak sizin ifadenizle “gülle gibi” geri döner.

Taksim’de düzenlenen mitingde denilmiş ki “Hocalı olayı bir soykırımdır. Bunu yapanlar kan içici katillerdir. Bu kan yerde kalmayacaktır. Türk Milleti var olduğu müddetçe bunun hesabını yapacaktır.” Diaspora aşığı bu sloganları nefretle ve şiddetle damgalıyor. Eğer bu nefretse ve şiddetse sizler bunu her gün yapıyorsunuz. Bu ülkenin sağladığı demokratik ortamı ve ifade özgürlüğünü her gün kirli emelleriniz için kullanıyorsunuz.

Size soruyorum: Bir Türk Erivan’a gitse, Ermeni örgütlerin şehit ettiği elçileri anma adına her gün “Hepimiz Türk’üz!” yürüyüşü düzenlese ve her ağzını açtığında tarihine, kültürüne, inançlarına hakaret etse Ermenistan’da kaç gün durabilir?

Yüzyıl önce çıkarttığınız fitnenin hesabını ikinci bir fitne çıkartarak sorma çabası bütün unsurlarıyla açığa çıkmıştır. İnsan hakkı olan ifade özgürlüğünü “teknik küfürlerle sentezleyerek” Türk Milleti’ni katil gösterme çabası somutlaşmıştır. “Özgürlük ve barış” gibi değer içerikli kavramların gayr-i mücerret Ermeni milliyetçilerinin faaliyetlerini örtmek için kullanılan maske olduğu açığa çıkmıştır. Türk Milleti engin hoşgörüsü ve sabrıyla düşen maskenin altındaki kirli yüzü ibretle izlemektedir. Bundan şüpheniz olmasın!