1.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 104

İslâm Nişanı

    “Bismillah” sözcüğünü sırf dilimizle söylemekle yetinmek olmaz. Elbette “Bismillah”a sarılmanın ilk adımı sözel olacak. İkinci adımı ise gönülde yer tutmak, gönülde iz bırakmak, gönülde yerleşmek sûretiyle kendini göstermelidir. Üçüncü adımındaysa bu söz; sır, güç ve hissiyatımızda hâkimiyetini kurmak şeklinde tecellî etmelidir.

     Çünkü “Bismillah” lâfzını zikretmek; insanın sırf Allah’ı mânen görmesi, sırf O’nu bilmesi, sırf O’nu tanıması ve sırf O’nun istediği şekilde hareket edeceğini pekiştirmesi demektir. Yoksa, sırf lâfını ettiğimiz takdirde, bu sözün bizleri düşüreceği durum bizleri düşündürmeli. Çünkü hiç insan, “Ateş, ateş” diyerek ısınabilir mi? Zehir içip de, zehirlenmeyeceğini sanmak kadar şuursuzluk olabilir mi?

    “Bismillah” kelimesinin etkili olacağına, tabii ki inanacağız. Fakat gereğini yapmak şartıyla. Ancak üstümüze düşeni yerine getirmekle bu tılsımlı söz etkisini gösterebilir. Kendisinden bekleneni verebilir. Tılsımın açılması ise, tam bir teslimiyetten geçer. Ancak kalbi selimle açılır.

     Hz. Mevlânâ bir gün talebeleriyle bir çayırlığa gider. Otururlar. Hz. Mevlânâ’yı çepeçevre sarıp sohbetini dinlemeye başlarlar. Fakat hiçbir şey anlamazlar. Çünkü çayırdaki yüzlerce kurbağanın vırak vırakları, Hz. Mevlânâ’nın sözlerini bastırır ve anlaşılmasını engeller. Bu durum karşısında Hz. Mevlânâ, yerinden yavaşça doğrulur. Kurbağalara doğru döner. Yanındakilerin duyabileceği bir sesle şöyle seslenir:

    “Ya siz konuşun ben dinliyeyim. Ya ben konuşayım siz dinleyin!”

     Bir anda vıraklamalar kesilir. Çayırdan çıt çıkmaz olur! Nasıl oldu da, çayırlık sessizliğe büründü derseniz, derim ki: Hz. Mevlânâ Hazretleri, insan olarak yeryüzünün halifesi olduğunu kurbağalara karşı gösterebilmiş. Kendisine uymaları gerektiğini onlara hatırlatabilmiş. Daha doğrusu “Bismillah” kimliğiyle, “Bismillah” parolasıyla, “Bismillah” hüviyetiyle onların karşısına çıkmasını bilmiştir.

     Evet, “Bismillah” tılsımını bizim dudaklarımız da söylüyor. Söylüyor ama, dudaktan dudağa fark var! “Bismillah” lâfzını Papağan da söyleyebilir. Fakat ne olur? Ne olacak; sözü insan sözü, ama özü insan olmadığı için bir şey ifade etmez.

     İşte bizler de “Bismillah” lâfzını ağzımızdan eksik etmiyoruz ama papağancasına. Asıl olan ise insancasına söyleyebilmek. Lâkin sakın ha, bu sözlerim moralinizi bozmasın. Elbette herkes “Bismillah”ın hakkını tam olarak yerine getiremez. Bu bizi ümitsizliğe asla yöneltmesin. Çünkü ameller, niyetlere göre değer ve anlam kazanır. Biz her yerde, her zaman bu: “Ne büyük tükenmez bir kuvvet” olan “Bismillah” kelâmını söylemeli. Her yerde, her zaman bu: “Ne çok bitmez bir bereket” olan kelâmı dile getirmeliyiz.

     Çünkü niyetimiz hâlis, çünkü niyetimiz muhlis / ihlaslı, çünkü niyetimiz içten ve samimidir. İnşâllah bu parolamız, Allah katında makbul sayılacak, O’nun rahmet kapılarının açılmasına da vesile olacaktır. Bizler bu “Ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket” olan parola hükmündeki “Bismillah” kelâmını her fırsatta söylemekle, İlâhî mecrâda olduğumuzu da kanıtlamış oluyoruz. Mecrada olana ise netice müyesser olur. Öyleyse bu söze devam vesselâm.

     Kaldı ki “Yeis, mâni-i her kemâldir.” Yâni ümitsizlik, her gelişmenin engelidir. Yüce Allah’ın en sevmediği kul, kendisinden umudu kesen kimsedir. Velhasıl: “Ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket” olan “Bismillah” sözüne devam etmeliyiz. Çünkü bizler hep yolda olmakla yükümlüyüz. Vardırmak O’nun işi. Biz bize düşeni yapmaktan sorumluyuz. Tabii O’nun işine karışmamak da baş görevimiz. Hani karıncaya sormuşlar: “Nereye?” Cevap vermiş: “Kâbe’ye.” “Bu ayaklarla mı gideceksin?” diye sorduklarında ise şöyle karşılık vermiş: “Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya!”

     Evet bizler yolunca, yolda olmaktan geri kalmayalım. Varırız varmayız, sonuç alırız almayız, o bizim işimiz değil.

     Öyleyse bizler İslâm Nişanı ve her hayrın başı olan “Bismillah” denen bu mübarek kelimeyi, ömrümüzün sonuna kadar parolamız olarak telâffuz etmekle mükellef ve yükümlüyüz.

Türk Tarihinde Ağustos Ayının Önemi

       Türk zaferleri akla geldiği zaman, daima Ağustos ayı gözümüzün önüne geliyor. Malazgirt Meydan Savaşı,  Anadolu’nun kapısını Türklere açmış ve tarihe yeni bir sayfa olarak eklenmiştir. İşte bu büyük zafer, Hıristiyan dünyası tarafından hiçbir zaman unutulmamış ve her fırsatta Türklere karşı kin ve nefret duyguları beslemişler ve Türkleri Anadolu topraklarından atmak için oluşturdukları büyük ordularla Haçlı Seferlerini başlatmışlar. Suçsuz, günahsız Türkleri kılıçtan geçirerek kan dökmüşler ve bir soykırım yapmışlardır. Bu hesaplaşma 1071 tarihinden 1922 tarihine kadar sürmüş ve 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruzun başlamasına vesile olmuştur. 23 Ağustos 1921’de Sakarya Savaşıyla başlayan kurtuluş mücadelesi, Büyük Taarruzla devam etmiş ve düşmanın 09 Eylül’de İzmir’de perişan olmasıyla sonuçlanmıştır. Ağustos ayı zaferleri arasında 26 Ağustos 1071 tarihinde Sultan Alparslan ve Romen Diyojen arasında gerçekleşen Malazgirt Meydan Savaşı, Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olmuştur. Bu zaferin en önemli özelliği, Türklerin Anadolu’yu kalıcı bir vatan olarak benimsemeleri olmuştur.

       Milletlerin tarihinde çok önemli olaylar mutlaka vardır. İşte Türk milletinin tarihinde de Ağustos ayı zaferleri büyük önem taşıyor. Ağustos ayına zaferler ayı diye boşuna söylenmemiştir. İşte bu zaferlerin tarih sırasıyla en önemlileri Şunlardır:  26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi, 11 Ağustos 1473 Otlukbeli Zaferi, 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi, 24 Ağustos 1516 Mercidabık Zaferi, 29 Ağustos 1521 Belgrat’ın Fethi, 29 Ağustos 1526 Mohaç Zaferi, 01 Ağustos 1571 Kıbrıs’ın Fethi, 05 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi, 23 Ağustos 1921 Sakarya Meydan Savaşı’nın Başlaması, 26-30 Ağustos 1922 Büyük Taarruz.

       Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşına ait aşağıdaki satırları Türk tarihinde Ağustos ayının önemini ortaya koyuyor:

       “ Aylardan Ağustos. Günlerden Cuma

          Gün doğmadan evvel İklim-i Rum’a

          Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

          Yeni bir şevk ile gürledi gökler

          Ya Allah… Bismillah…Allahuekber “

       Zaferler büyük mücadelelerden sonra kazanılıyor. Yok olmamak için canla, başla çalışarak, birlik ve beraberlik içinde  zaferlere ulaşılabilir. Bu duygularla hareket eden Türk milletinin nasıl yeniden silkinişe kalktığına tarih şahit olmuştur. Binlerce şehit kanıyla sulanmış bu vatan topraklarına her zaman sahip çıkmak milletimizin şiarı olmalıdır.

       Ağustos ayı neden zaferler ayıdır?

       Prof. Dr. İlber Ortaylı bu konuda şunları söylüyor: “ Ağustos ayının seçilmesi, zamanın savaş teknolojisi ve Türk ordusu için belirlenen savaş stratejisinin bir sonucu. Osmanlı ordularının özellikle Avrupa seferleri için Ağustos ayını seçmesi, mevsime göre konaklama imkânlarının daha göz önüne alındığı bir planlamanın gereğiydi.”  Aynı konuda, tarihçi Prof. Dr. Fatma Ürekli de şöyle söylüyor: “ Türk tarihinde büyük savaşların ve zaferlerin Ağustos ayında yoğunlaşmasının tesadüf olmadığını, kış ve bahar ayları karlı ve yağışlı olduğu için yaz ayları Türk orduları için en elverişli dönem.  Buna göre orduların seferlere uygun mevsimde başlamaları tercih ediliyor, hedeflenen bölgeye elverişli iklim şartlarında ulaşılması planlanıyordu.”

       Bu vatan için, bu topraklar için canını ve kanını feda eden şehitlerimizi rahmetle anmak, gazilerimizi de şükran ve minnet duygularıyla yad etmek en büyük görevimiz olmalıdır.

       Makalemizi, Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Taarruz Zaferi için söylediği şu sözlerle bitirelim: Zafer zafer benimdir diyebilenlerindir! “

07 Ağustos 2024, İstanbul.

Kimin Cibilliyeti Bozuk?

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan İsrail’in Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesinden sonra Türkiye’de milli yas ilan edilmesini eleştirenlere çok sert cevap verdi:

“Ülkemizde bir günlük milli yas ilan ederek Filistin halkı ile dayanışmamızı gösterdik. Ama bazı ekranlarda bazı cibilliyeti bozuk olanlar bizim ona gösterdiğimiz o ilgiyi hazmedemedi” dedi.

Talihsiz bir beyan bu. Sebeplerini açıklamaya çalışayım.

“Cibilliyeti bozuk” demenin sözlük anlamı “soysuz, sütü bozuk” demek. “Soysuz” kelimesiyle de “soyunun özelliklerini yitirmiş” veya “soyunu inkar eden” kimse kastedilir.

Filistin Devleti Ve Hamas

Filistin halkı Türk soylu değil. Şu sıralarda Filistin konusunda ne düşünürseniz düşünün, soyumuzu ilgilendirmediğinden, sizi soylu veya soysuz yapmaz. Arap devletleri de İsmail Haniye için milli yas ilan etmedi. Demek ki Haniye için milli yas ilanı “soy sorunu” yani “cibilliyet meselesi” değildir.

Filistin bayrağı İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından “Osmanlı’ya karşı isyan bayrağı” olarak tasarlandı. Bayraktaki kırmızı üçgen, Arapların Türklere (Osmanlılara/ ecdadımıza) karşı yaptıkları isyanlarda akıttıkları kanların sembolüdür. Bu bayrakla 1916 yılında Şerif Hüseyin denilen “cibilliyetsizin”, İngilizlerin desteği ile başlattığı, Osmanlı Devleti’ne karşı Arap isyanını kutsallaştırıyorlar.

Filistin iki bölgeye bölünmüş durumdadır: 5.655 km2 olan Batı Şeria’da 3,2 milyon, 365 km2 alanı olan Gazze’de 2,2 milyon kişi yaşıyor.

Gazze’yi fiilen 1987’de kurulan bir silahlı örgüt olan Hamas yönetiyor. Hamas Mısır’daki Müslüman Kardeşler Cemiyeti’ne (İhvan-ı Müslimîn’e) bağlı olarak kurulmuş bir örgüt. “HAMAS, 2007’de Gazze’yi ele geçirdi, o tarihten bu yana merkezi yönetim Filistin Devleti ile kavgalı.”

Çoğu ülke, HAMAS’ı “terör örgütü” olarak kabul ediyor. RTE ise “Milli Mücadele sırasında Türkiye’deki Kuvayi Milliye ne ise Hamas da işte aynen odur” görüşünde.

Daha geniş bilgi için Tanzer Ünal’ın yazısını okumanızı tavsiye ediyorum. (https://www.kocaeligazetesi.com.tr/makale/21199063/mtanzer-unal/filistin-davasi-tantanasi)

******************************

Araplar Milli Yas İlan Etmediler

Filistin’in devlet başkanı Mahmud Abbas, Gazze’yi kontrol eden Hamas’ın lideri İsmail Haniye’nin cenaze törenine gitmedi.

Haniye’nin cenaze törenine katılmayan sadece Mahmud Abbas değil, Arap devletlerinden de katılımlar olmadı. Törene demokrasiyle yönetilen hiçbir ülke temsilci göndermedi. Sadece Türkiye ile Katar, İran, Pakistan ve Malezya’dan katılım oldu.

Hiçbir Arap ülkesi “Biz nasıl Karabağ’a girdiysek, nasıl Libya’ya girdiysek oraya da gireriz” gibi demeçler vermedi.

Haniye için, Türkiye ve Pakistan’dan başka, “milli yas” ilan eden de olmadı. İran da, Haniye Tahran’da öldürüldüğü için, kendisine karşı bir saldırı kabul ederek intikam bayrakları astı.

Eğer Haniye’nin öldürülmesi sonrası “milli yas” ilan edilmesi “soyluluk”, milli yas ilanını eleştirmek “soysuzluk” ise öncelikle Filistinlilerle aynı soydan olanlara “cibilliyeti bozuk” demek gerekirdi.

Oysaki CB Erdoğan kendisi gibi düşünmeyen (muhtemelen nüfusun %70-80’i kadar) kendi vatandaşına “cibilliyeti bozuk” demiş oldu.

Bu kabul edilebilir bir hata değildir. Şahsen ben de (34 askerimiz şehit olduğunda bile “milli yas” ilan edilmezken) Hamas lideri için, Suudi Kralı için milli yas ilan edilip bayrakların yarıya indirilmesini doğru bulmayanlardanım. Erdoğan’ın benim gibi düşünenlere “cibilliyeti bozuk” demesini şiddetle reddediyorum.

****

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu yaptığı paylaşımda, “Seviye ve seciyesi kendisine kefil olmayan kişiler, başkalarının cibilliyetlerini tartışma konusu yapamazlar! Şayet yaparlarsa, kendi cibilliyetleri tartışılır!..” dedi.

Büyük dertleri olan bir ülkenin devlet başkanının yarattığı siyasi iklime bakar mısınız? Böyle bir iklimde bir muhalefet liderinin de kendi görüşünde olanlara “cibilliyetsiz” diyen birine bu üslupla cevap vermesi şaşırtıcı değil.

******************************

HAMAS Terör Örgütü mü, Milli Mücadele Gücü mü?

BM Güvenlik Konseyi kararına göre, “Gazze, Batı Şeria ve doğu Kudüs İsrail toprağı değildir. 1967 sınırları haricinde İsrail işgalcidir.”

Bu yüzden “Filistin örgütlerinin sivilleri hedef alması kesinlikle yanlıştır ama bir devlet içinde meşru otoriteye karşı isyan etmiş değiller, işgalciye karşı savaşıyorlar. (Taha Akyol)

Bugerekçeyle Hamas’a terör örgütü demek doğru olmayabilir. Ancak radikal İslamcı bir silahlı örgüt olan Hamas’ı Kuvayı Milliye ile aynı görmek hiç doğru değildir.

Diğer görüşe göre ise “HAMAS’ı kurduran ve destekleyen ABD ve İsrail’dir.” Zaten ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki uyduları olan Suudi Arabistan ve Katar da Hamas’ı desteklemektedir.

Hamas’ın kurdurulmasındaki amaç Bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasını önlemektir.

Gazze’deki soykırımın eli kanlı katili Netanyahu, Mart 2019’da partili milletvekillerine yaptığı konuşmada bu amacı şöyle açıklamıştı: “Filistin devletinin kurulmasına köstek olmak isteyen kim varsa, Hamas’ın büyümesini desteklemeli ve Hamas’a para göndermeli. Bu Gazze’deki Filistinlileri Batı Şeria’daki Filistinlilerden izole etme stratejimizin bir parçasıdır.”

Hamas’ı hepimizden daha iyi tanıyan Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Hamas 7 Ekim 2023’te İsrail şehirlerine girip sivilleri öldürdüğünde, şöyle demişti:

“HAMAS’ın bu saldırısı, İsrail’in Gazze’ye saldırısı için bahane yarattı, gerekçe oluşturdu.”

Bu gerekçeyle İsrail Gazze’yi tarumar etti, 40 bin kişiyi öldürdü. Gazze nüfusunun büyük kısmını yaşadığı yerlerden uzaklaştırdı.

Yani orada olaylar karışık. Görünenin arkasında başka gerçekler var.

O halde “İhvan” sempatisiyle dozu kaçıran açıklamalar ve tutumlara girmemek lazım. Çünkü Mısır’da ve Suriye’de yapılan benzer hataların Türkiye’ye maliyeti çok ağır oldu.

Ayrıca “cibilliyetsiz” gibi kavramlar üzerinden milli birliği bozmamaya özen göstermemiz gerekir.

Yeni Bir Hikâye Yazılmasını Bekliyoruz!

Türkiye geçmiş tarihinde çokça görülmüş olan büyük buhranlardan birini yaşıyor…

Devlet anti demokratik uygulamalarla ne pahasına olursa olsun kendini korumaya almış durumda… Bu durum halkta büyük bir basınç yaratıyor!

Günlük yaşam çok zorlaştı. Asayiş yönünden inanılmaz olaylar medyaya yansıyor.

Ekonomi halkın büyük bir çoğunluğu için çok bozuk. Sadece küçük bir zümre rahat bir yaşam sürüyor!

Türkiye’nin üretimi kendine yetmiyor. Onun için ihracat ithalat dengesi bozulmuş durumda.

Aşırı borç yükü parametreleri çok zorluyor. Dış politikadaki yanlışlar ülke ekonomisinin döndürülmesine olumsuz etkiler yapıyor.

Stratejik sektörler olarak gördüğümüz tarım ve hayvancılıkta bir çöküş var.

Gençleri bir kenara bırakın toplumun bütün kesimleri yarınlardan umutlu değil. Herkes daha iyi bir yaşam umuduyla kapağı yurt dışına atma derdine düşmüş. Büyük bir beyin göçü var.

Sığınmacılar konusunda halkta bir sıkıntı var. Ekmeği paylaşmak yüzünden artık sığınmacılar ağır bir yük olarak görülüyor.

Ahlaki erozyon yüksek seviyelerde seyrediyor. İnsanlar kime inanacağını şaşırdı çünkü çoğunluk kendi menfaatlerini tatmin için konuşuyor ve davranıyor. Kimsenin kimseyi düşündüğü yok gibi duruyor!

İşte böyle zamanlarda toplumların yeni bir hikâye yazma ihtiyacı ortaya çıkar. Şimdi Türkiye böyle bir atmosfer içine girmiştir ve toplumu heyecanlandıracak umut dolu bir hikâye bekleyişindedir.

Türk aydınları, önderleri, akademisyenleri, askerleri, bürokratları, siyasetçileri toplumun önüne zaman geçirmeksizin böyle bir hikâye getirmelidir.

Bu hikâye bizim yaşam sevincimizi desteklemeli ve yarınlardan umut duymamıza neden olmalıdır.

Türkiye’ye iyilik yapmak istiyorsanız bu hikâyenin yazılımına katkı yapmalısınız. Ancak biliniz ki, bu hikâye siz olsanız da olmasanız da yazılacaktır… Önemli olan bu hikayeyi yazacak olanların bizden birileri olmasıdır!

Zaman daralmıştır ve Türk Milletinin vakit kaybına tahammülü yoktur.

İpteki Cambaz: İsrail

Doğayı ve doğanın kendi hinterlandındaki olayları anlayıp yorumlamak coğrafyacıların, astrologların, meteorologların işi; eşyanın zahiri aksiyonunu bilmek, yorumlamak, ondan sonuçlar çıkarmak fizikçilerin ve kimyacıların işi; insan ve toplum ilişkilerini gözlemleyip okuyabilmek, bunlardan bazı hakikatlere ulaşabilmek psikologların, sosyologların ve tarihçilerin hem işi hem görevi. Kişinin, kendisine bahşedilen ömrü içinde bunların tamamına hâkim olması mümkün değil.

Eşyanın ve olayların hakikatine bir bilim adamı mertebesinde ulaşmak mümkün olmasa dahi, varlık bilincine ve hakikatin künhüne sahip olmak, insanın bazı durumları kolayca anlamasına yardımcı olabiliyor.

İsrail adlı Siyonist devletin, ipteki cambaz olduğunu düşünüyorum. Netanyahu, İsrailli tetikçi.

İsrail, Gazze’deki son işgalde, soykırım hareketinde 40 bin kişiyi şehit etti, 120 bin kişiyi yaraladı, 82 bin ton bomba kullandı, Gazze’yi yerle bir etti, yaşanmaz hale getirdi, tarihte örneği az görülecek işkenceler uyguladı… bunların tamamı doğru. Fazlası var, eksiği yok. Bilgi olarak bize kadar ulaşan ve ulaşmayan bu denli oransız, ölçüsüz katliamı gerçekleştiren İsrail adlı cambazın arkasındaki üst beyin kim?

İsrail, bir vekildir, Ortadoğu’da, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bir vekalet işgali yaşanmaktadır. Ortadoğu’da huzursuzluğu politikasının gereği olarak sürdüren üst beyin, Siyonizm’in teolojik arzularını fırsat bilerek bu bölgede yangın çıkarmakta, yine aynı bölgedeki insanların enerjilerini yeterince tüketince bir söndürücü olarak sahada görünmekte ve yeni bir düzenin kurucusu olarak masadaki yerini almaktadır. Bu üst beynin adı, bana göre, İngiltere’dir.

Afrika yerlileri, “Nehirde kavga eden iki balık görürseniz az önce oradan uzun bacaklı bir İngiliz’in geçtiğini düşünmelisiniz.” der. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Doğu ve Güneydoğu sınırlarımızı iki buçuk devlete karşı koruduğumuzu, bu iki devletin Amerika ve İngiltere, buçuk devletin de Fransa olduğunu, Ortadoğu’da da üst aklın şu an devreye girdiğini söylediğini, “Artık, sahipleri İsrail’in tasmasını eline almalı.” diyerek istiare sanatına güzel bir örnek olabilecek cümle kurduğunu geçen hafta medyada okuduk. Biz zamanların efsane polis müdürü, daha sonra İçişleri bakanlığı yapan Sadettin Tantan’ın görev yaptığı yıllarda zaman zaman, Fransız ahlakının ürünü olan Tapınak Şövalyelerinden bahsettiğini hatırlıyorum. Batı’nın öne çıkan iki devleti, özellikle İngiltere ve halkı İngilizler, tarihin her döneminde, “güneş batmayan imparatorluk” iddiası ve unvanıyla, tarihin her döneminde insanlık aleminde huzursuzluğun, kaosun, entrikanın, zulmün arka plandaki beyni olmuşlardır. Kendileri monarşi ile yönetildikleri halde, dünyaya demokrasiyi ihraç etmektedirler. Sömürdükleri veya üzerinde egemenlik kurdukları ülkelerde, demokrat elbisesi giydirilmiş vekiller veya delegeler bırakmakta, demokrasi kumandasıyla devletleri yönetmeye ve sömürmeye devam etmektedirler. Uzaktan yönettikleri ülkelerin güçlenmesini, uyanmasını istemezler; o ülkelerin az gelişmişliği, kargaşa yaşaması, İngiltere’nin cihan hakimiyeti siyasetinin gereği, vazgeçilmez şartıdır. Batı’nın, Osmanlı yönetiminin en zayıf, Anadolu insanının en çaresiz kaldığı bir dönemde, topraklarımızı terk etmesine bir de bu gözle bakmak, yakın Türk tarihini bu açıdan değerlendirmek, tarihi doğru okumanın gereği ve bu çilekeş milletin hakkıdır.

Tarihin akışını, günümüz dünyasında yaşadığımız kargaşaları bu perspektiften yorumlamak doğru olacaktır. Osmanlı bakiyesi olan Türk derin devletinin, dedelerinin yaşadığı tecrübe dolayısıyla, olayların arkasındaki İngiltere faktörünü, yüksek sesle dillendirmese de, iyi gördüğünü ve devlet aklını buna göre kullandığını zannediyorum. Batı kültürü ile yetişmiş, kafası ve göbeğiyle Batı’ya bağlı aydınlarımızın ve medyamızın bu gerçeği görmediğini, görenlerin ise kabullenmek istemediklerini düşünmekteyim. Menfaat, gaflet; sebebi ne olursa olsun, artık bu körlükten vazgeçilmelidir.

Hiçbir tetikçi masum değildir. İsrail, bir tetikçidir. İsrail, Filistin topraklarına Batı, özellikle İngiltere tarafından bir tetikçi olarak yerleştirilmiştir. Yarım asırdır ayağına yer edinen İsrail, bozulmuş Tevrat’ın öğretilerinden aldığı güçle, yüzyılladır insanlıktan dışlanmanın hıncıyla ve Batılı ağalarından aldığı emirle Gazze’deki Müslümanlara zulmetmekte, İslam dünyası da ipteki cambazla oyalanmaktadır. Kimisi cambazı alkışlamakta, kimisi de cambaza küfretmektedir. Dünya sahnesinde oynan oyun, budur.

İpteki cambazı inkâr edemeyiz; doğru hedef cambazı ipe çıkaran ip sahibini deşifre etmek, perde arkasından çekmek olmalı.

Yurtta Sulh, Dünyada Sulh

            Avrupalı büyük güçler, Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, Birleşik Krallık, İtalya Krallığı ve Fransa Cumhuriyeti’nin ellerindeki silah, mühimmat ve hazır kıta askerleriyle uzun zamandır süregelen emperyalist dış politikaları ile 1. Dünya savaşının çıkmasına adeta bir bahane arıyorlardı. Bunların beklediği imdada; Avusturya-Macaristan tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir manyak Sırp milliyetçisi tarafından devletin başkenti Saraybosna’da öldürülmesi, beklenen savaşı tetikleyen sebep olmuştur.

            7 Ekim 2023 günü HAMAS askerlerinin İsrail de bir tatil köyünü basıp 1200 İsrailliyi öldürmesi, Filistin’de bugüne kadar 40 000 kişinin ölümüne sebebiyet vermiştir ve Filistin’de her gün halâ onlarca insan vahşice öldürülmektedir.

            Aslında gerek 1. Dünya Savaşında, gerekse HAMAS askerlerinin İsrail tatil köyüne saldırması birer bahane. Zaten New York Times’ın haberinde İsrail’in HAMAS’ın saldırı planını bir yıldan fazla bir süre önceden ele geçirdiğini iddia ediyordu. Yani bir yerde “Kuzunun kurdun suyunu bulandırma” hikâyesi, her iki vakada da gerçekleşmiş oluyordu.

            Bu görüşümüzü yazar Selçuk Erenerol, Milli Düşünce Merkezindeki: “Türkiye’de Kıyameti Zorlamak” başlıklı yazısında: “ 7 Ekim 2023’ten beri Filistin’de bir soykırım yaşanıyor. Siyonistler ve onların işbirlikçileri muhteşem bir oyunu ince eleyip sık dokuyarak sahneye koydu ve insanlığa yeniden büyük bir zulüm yaşatmaya karar verdi.” Yazısıyla bizi teyit ediyor.

            İnsanlıktan biraz olsun nasibini almış her insan, Filistin’deki katliama tarafsız kalamaz, orada yaşananlar kanayan vicdanları daha da kanatır cinsten. Yalnız mesele devlet düzeyinde ele alınacak olursa, olayları soğukkanlı reel politikalarla, ülke gerçeklerini düşünüp karar vermek icap ediyor.  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Temmuz tarihinde Rize’de yaptığı konuşmada: “Biz nasıl Karabağ’a girdiysek, nasıl Libya’ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız.(İsrail’i kastediyor) Yapmamak için hiçbir şey yok. Sadece biz güçlü olmalıyız ki bu adımları da ne yapalım? Atalım.

            Yalnız bu konuşmada Sayın Cumhurbaşkanı tepki çekeceğini bildiğinden olsa gerek Suriye’ye girdiğimizi söylemiyor. Hani Emevi camiinde namaz kılacaktık ya…Suriye’de verdiğimiz yüzlerce şehide mi yanalım, yoksa bizim Suriye’ye değil, 9 milyon Suriyelinin 2011 yılından bugüne kadar şehirlerimize girip işgal ettiğine mi?

            Aynı zamanda Cumhurbaşkanının Rize’de yaptığı konuşmadan bir gün sonra, 29 Temmuz’da, Azerbaycan Savunma bakanlığından haklı olarak: “Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarının kurtuluşu için yapılan savaşlara diğer devletlerin askeri personeli katılmadı” açıklaması geldi. Bırakalım yıllardan beri soykırıma uğramış bir millet, kazandığı zaferi gönlünce doya doya gururuyla yaşasın. Soydaşlarımızın sevinçlerine ortak olmak başka, kazandıkları zafere sahip çıkmak daha başka.

            Savaş çıkarmak kolaydır, zor olan içerde ve dışarda barışı korumaktır. Bunun için de tarihi olaylardan ders çıkarmak gerekir. Aksi takdirde: “Sözcü Gazetesi” yazarı Ege Cansen’in 1 8 2024 tarihli yazı başlığında dediği gibi: “Barışın bedelini ödemeyen savaşın bedelini öder

            57 yıllık ömrünün büyük bir bölümünü o cepheden bu cepheye savaşarak geçirmiş büyük komutan ve devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk hakkında Prof. Doktor Mehmet Gönlübol “Atatürk Araştırma Dergisi”ndeki yazısında bakın neler diyor.

            “Atatürk’ün barışın değerini bilmesinde, üstün asker yönünün büyük rolü vardı. Hassas, yumuşak huylu, barışçı bir kişiliğe sahip olan Atatürk, hayatının uzun bir dönemini geçirdiği muharebe meyanlarında, savaşın ne kadar büyük acılara ve yıkıma yol açtığını yakından yaşamıştı. Savaşın ne demek olduğunu çok iyi bildiği için her zaman barıştan yanaydı. İki savaş arası (1919 – 1939) dönemde, Avrupa’da barışın değil, savaşın erdemine inanan ve kitleleri peşinden sürükleyen ideolojilerin liderleri, askerlikten gelmeyen kişilerdi. Üstün askeri ve sivil değerleriyle Atatürk, militanlığa özenen bu sivil önderlerin, kendi milletlerine ve bütün dünyaya nasıl bir felaket hazırladıklarını önceden görebiliyordu. .”Prof. Dr. Mehmet Gönlübol: “Atatürk Araştırma Dergisi”

Osmanlı İmparatorluğu’nda Diplomasi ve Ağırlama

19. Yüzyılda İstanbul’un Önemli Konukları

Aşırı (belki de lüzumsuz) hassasiyet’ olarak değerlendirileceği bilinmesine rağmen kitabın çok değerli yazarlarının hoşgörüsüne sığınarak bu kıymetli esere yakışacak adın; ‘Osmanlı Cihan Devleti’nde Diplomasi ve Ağırlama / 19. Yüzyılda İstanbul’un Önemli Misâfirleri’ olduğunu belirtmek mecbûriyetindeyim. Okumakta olduğunuz bu yazıda kitap bu isimle anılacak,  sebebi ise yazının sonunda ‘Derkenar’ başlığı altında verilecektir.  

17 X 24 santim ölçülerinde, 90 gram mat kuşe kâğıda basılı 304 sayfa hacimli ve şık görünümlü kitapta yer alan konuların başlıkları:

*Diplomasiye Dâir. *Osmanlı Cihan Devleti’nde Diplomasi. *Osmanlı Cihan Devleti’nde Elçilik ve Ağırlama. *19. Yüzyıla Diplomasi Geleneği Açısından Bir Bakış. *19. Yüzyılda İstanbul’un Önemli Misâfirleri. *Prens Napolyon ile Cambridge Dükü George William Frederick Charles’ın Ziyâreti (1854). *İngiltere Veliaht Prensi Edward’ın (VII. Edward) Ziyaretleri (1862, 1869). *Fransa İmparatoriçesi Eugenie’nin Ziyâreti (1869) . *İtalyan Hanedan Üyelerinin Ziyâretleri (1862-1900). *Amerika Birleşik Devletleri 18. Başkanı Ulysses S. Grant’ın (1878) ve ABD Kongre Üyesi Abram S. Hewitt’in Ziyâretleri (1884). *Karadağ Prensi Birinci Nikola’nın Ziyâretleri (1883, 1899). *İsveç-Norveç Kralı İkinci Oscar’ın Ziyâreti (1885). *Japon Prensi Komatsu Nomiya Akihito ve Eşi Prenses Yoriko’nun Ziyâretleri (1887). *Alman İmparatoru İkinci Wilhelm ve Eşi İmparatoriçe Augusta Victoria’nın Ziyaretleri (1889, 1898). *Siyam Krallığı’ndan Prens Damrong’un Ziyâreti (1891). *Sırbistan Kralı Aleksandar Obrenovic’in Ziyâreti (1894). *İran Şâhı Muzafferüddin’in Ziyâreti (1900).

Eserin son sayfalarında notlar, kaynaklar ve dizin bölümleri bulunmaktadır.

Eskilerin tâbiriyle ‘el emeği, göz nuru ürünü’ olan eser, Osmanlı Cihan Devleti’nin ihtişamını bütünüyle okuyucuya aktarıyor. Fotoğraflar, her biri tek tek incelenen binlerce arşiv belgesi arasından seçilen yazılı metinlerden okuyucuya sunulan bilgiler büyüleyici bir havaya sâhiptir. 622 yıl hüküm süren Osmanlı Devleti, 300 yıldan fazla devam eden zaman boyunca dönemin tek muhteşem gücü idi. Bu güç Prof. Dr. Ayşe Melek Özyetgin önderliğinde, Doç. Dr. Ayşe Ersay Yüksel ve Öğretim Görevlisi Elif Tuğçe Kurt’un titiz çalışmalarıyla okuyucuya aynen sunuluyor.  Şüphesiz eser, yerli okuyucular kadar, belki daha fazlasıyla yabancılar tarafından alâka ile okunacaktır.

Osmanlı Devleti’nde arşiv bölgeleri, döneminin hiçbir devletinde eşine rastlanmayacak kadar düzgün ve derinliklidir. Bu özellik kitabın satır aralarında hissediliyor. Osmanlı’nın çağdaşı olan devletlerin, İstanbul’da dâimî temsilcilerinin bulunmasına rağmen, yabancı devlet erkânının kalabalık ekiplerle ziyârete gelmiş olmaları, Osmanlı’nın dünya devletleri nezdindeki yerini ap-açık ortaya koyuyor.

Okuyucu eserde; Osmanlı’nın devletlerarası ilişkileri hakkında faydalanılabilecek bilgilere ulaşma imkânı buluyor. Bu bilgiler doğrudur ve ilmî bir tarafsızlık prensibiyle kaleme alınmıştır.

15. yüzyılın ilk yarısı, özellikle İkinci Murad devri, Osmanlı tarih yazıcılığının başlangıcı olarak kabul edilir.

Ahmedî, Kâşifî, Oruç Beğ, Âşıkpaşazâde, Enverî, Dursun Bey, Sarıca Kemal ile başlayıp devam eden târihçilerimiz, kıymetli eserler telif etmişlerse de dönemin şartları gereğince Osmanlı diplomasisi hakkında noksanlıkları vardır. Noksanlığın 19. yüzyıl öncesi diplomasi târihinin de yazılması önemli bir hizmet sâhası olarak ilgilileri beklemektedir.

Eserin arka kapak yazısı:

19. yüzyıl boyunca dünyâ devletlerinin üzerinde uzlaşma sağladıkları milletlerarası prensiplerin dönüşmesi, protokol ve teşrifat sistemindeki değişiklikler, Osmanlı Cihan Devleti’nde kuruluş ve yükseliş dönemlerinden beri devam edegelen diplomatik teamüllerin ilkelerini, uygulamalarını değişim ve güncellemeye yönlendirmiştir. Bunun somut bir yansıması olarak İstanbul’un önemi daha da artmış ve şehir âdeta diplomatik ziyâretlerin merkezi hâline gelmiştir. Osmanlının bu dönemde tâkip ettiği denge politikasına bağlı olarak dünyânın batısından ve doğusundan gelen çok sayıda hükümdar, devlet başkanı, hânedan üyesi, diplomat ve elçilerden oluşan seçkin misâfirler farklı vesilelerle İstanbul’da özel teşrifat programları ile ağırlanmıştır. Söz konusu ziyâretler üzerinden yapılan protokol programları, plânlanan geziler, verilen yemek dâvetleri, karşılıklı hediyeleşmeler, ziyâretçiler için özel düzenlenen konser ve tiyatro temsilleri gibi renkli ve kültürle alâkalı temaslar hakkında yerli ve yabancı arşivlerde önemli bir külliyat mevcuttur.

***

Elinizdeki bu eser Sultan Abdülmecid Han, Sultan Abdülaziz Han ve Sultan İkinci Abdülhamid Han dönemlerinde Fransa, İngiltere, İtalya, ABD, Karadağ, İsveç, Japonya, Almanya, Tayland (Siyam), Sırbistan ve İran gibi farklı ülkelerden İstanbul’a gelen önemli misâfirlerin ziyâretlerini yepyeni bir bakış açısı ile sunmaktadır. Kitapta ziyâretler ve törenler, dönemin yerli ve yabancı arşivlerindeki yazılı ve fotoğraflı kayıtlarla desteklenerek anlaşılır ve akıcı bir dille işlenmiştir. Bu kitap bir siyâset kronolojisi olmaktan ziyâde diplomatik ziyâretlerin her iki taraf için de geçerli olan sosyal ve kültür etkileşimini ortaya koyan, Osmanlı Cihan Devleti’nin son yüzyılında kadim diplomasi geleneğimizle ilintili şekilde devam edegelen ziyâretlere akademik bir içerikle ışık tutan bir çalışmadır.

***

Eseri hazırlayanlar, kitaplaştıranlar, tebrik ve teşekkürleri hak etmişlerdir. 

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

Prof. Dr. AYŞE MELEK ÖZYETGİN 1970 yılında Ankara’da doğdu. 1991 yılında Ankara Üniversitesi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 1992 yılında aynı bölümün Eski Türk Dili Ana Bilim Dalında araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1993 yılında, aynı bölümün üniversitede yüksek lisans programını, 1999 yılında da yine aynı bölümde doktora programını tamamladı. A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün Eski Türk Dili Ana Bilim Dalında 2002 yılında Doçentlik unvanını, 2008 yılında da Profesörlük unvanını aldı. 2005-2006 yılında Çin/Pekin’deki Merkezî Milliyetler Üniversitesi’nin (The Central University For Nationalities) Uygur Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisansüstü dersler vermek üzere bir dönem için dâvetli misâfir öğretim üyesi olarak bulundu. 2006-2012 yılları arasında Türk Dil Kurumu’nda Güncel Türkçe Sözlük ve İmla Kurumun’da çalışma grubu üyesi oldu. 2010-2012 yılları arasında Türk Dil Kurumu Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. 2012 yılında altı aylığına Londra’da Yunus Emre Enstitüsünde ders vermek ve araştırma yapmak için bulundu. Prof. Özyetgin 2014 yılından itibaren UNESCO Türkiye Millî Komisyonu, Dünya Belleği İhtisas Komitesi üyeliğini devam ettirmektedir.  Ayrıca 2009-2012 yılları arasında Yunus Emre Enstitüsü Danışma Kurulu üyeliğine seçilmiştir. Prof. Dr. A. Melek Özyetgin, 2013 yılından îtibâren Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Aynı üniversitede 2014-2015 yılları arasında Sosyal İlimler Enstitüsü Müdür Yardımcılığı görevini, 2013-2019 yılları arasında Rektörlüğe bağlı Türk Dili Bölüm Başkanlığı görevlerini üstlenmiştir. Prof. Dr. A. Melek Özyetgin 2022 yılı Şubat ayından îtibâren de Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı görevini yürütmektedir. Ayrıca Prof. Özyetgin Yıldız Teknik Üniversitesi bünyesinde 2015 yılında kurulan Sultan İkinci Abdülhâmid Han Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürlüğü görevini de kuruluşundan îtibâren devam ettirmektedir. Prof. Dr. Melek Özyetgin’in ilmî çalışmaları, Altın Orda, Kıpçak ve Uygur dönemini kapsayan orta dönem Türk dili Târihi ve kültürü üzerinde yoğunlaşmıştır. Prof. Özyetgin’in yurtdışında ve yurtiçinde yayımlanmış kitap, makale ve bildirilerden oluşan 95 adet yayını bulunmaktadır. İngilizce bilen yazar evli ve bir çocuk sâhibidir.
Doç. Dr. AYŞE ERSAY YÜKSEL 1985 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu. İlk ve orta eğitimini Ankara’da tamamdı. 2006 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2008 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Sanatları Târihi Ana Bilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı. 2011 yılında Türk İslam Sanatları Târihi Ana İlim Dalı’nda ‘Ankara’da Dînî Yapılarda Mahallî Üslup’ başlıklı tezi ile yüksek lisansını tamamladı. 2017 yılında ‘Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhâmid Han’ın Sanat Himâyesi’ başlıklı teziyle Doktor unvanını aldı. 2017 ile 2021 yılları arasında Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Sanatları Târihi Ana İlim Dalı’nda doktor araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2019 yılında İran Tebriz İslâm Sanatı Üniversitesi’nde misâfir araştırmacı olarak Safevî dönemi sanat ve mimârisi konusunda araştırmalarına devam etti. 2021 yılında doktor öğretim üyesi oldu. 2022 yılında Doçent unvanı aldı Yazar, 2022’den îtibâren Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Sanatları Târihi Anabilim Dalında görev yapmaktadır. Çalışmalarını geç dönem Osmanlı sanatı ve mimârisi, Osmanlı sanat himâyesi, Osmanlı fotoğraf sanatı üzerinde yoğunlaştıran yazar alanı ile ilgili çok sayıda milletlerarası ve millî kongre, sempozyum ve seminerlere katılmış, bu konuda kitapları ve birçok makalesi yayımlanmıştır. Yazar Yıldız Teknik Üniversitesi Sultan İkinci Abdülhâmid Han Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin akademik danışmanlarındandır. Hâlen Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Sanatları Târihi Ana Bilim Dalı Başkanı olan yazar, İngilizce ve Arapça bilmekte olup, evli ve iki çocuk annesidir.
Öğretim Görevlisi ELİF TUĞÇE KURT 1992 yılında Erzincan’da doğdu. İlk ve orta eğitimini Erzincan ile İstanbul’da tamamladı. 2014 yılında İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyâset Bilimi ve Milletlerarası İlişkiler bölümünden mezun oldu. 2017 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal İlimler Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Târihi ana bilim dalında ‘Türk Milliyetçiliğinin Çağdaş Düşünürü Nevzat Kösoğlu, Hayatı ve Eserleri’ başlıklı tezi ile yüksek lisansını tamamladı. 2018 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi, Sultan İkinci Abdülhâmid Han Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde öğretim görevlisi oldu. 2020 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal İlimler Enstitüsü, Siyâset İlimleri ve Milletlerarası İlişkiler ana ilim dalında İkinci Abdülhâmid Han Dönemi Osmanlı Amerika Diplomatik İlişkileri’’ konulu ikinci yüksek lisansını bitirdi. 2020 yılında Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Târihi ana ilim dalı, Yakınçağ Târihi ilim dalında doktora programına başladı. Yakınçağ Osmanlı Târihi, Osmanlı Diplomasi Târihi, Osmanlı Fotoğraf Târihi, sosyal ve kültürel târih üzerine çalışmalarına devam eden yazar ‘Yıldız Sarayı Fotoğraf Koleksiyonu’ndan Amerika Birleşik Devletleri’ne Gönderilen Albümler Üzerinden Osmanlı Devleti’nde İmaj ve Propaganda’ başlıklı doktora tezini hazırlamaktadır. 2022 yılında görev aldığı Sultan İkinci Abdülhâmid Han Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde müdür yardımcısı olarak görev yapmaya başlayan yazar İngilizce bilmekte olup evli ve bir çocuk annesidir.

DERKENAR:

Osmanlı Cihan Devleti, İmparatorluk Değildir!

Osmanlı Devleti, Türk milletinin târih boyunca sâhip olduğu her bakımdan en büyük devlettir. Dünya târihinin de en büyük devletlerinden biridir. Devletin adı; batılıların isimlendirdiği gibi ‘Osmanlı İmparatorluğu’ değil,  kendisine uygun gördüğü isimle; ‘Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’dir. Bu isim günümüz Türkçesinde; ‘Pek Yüce Osmanlı Devleti’ demektir. Kısaca ‘Osmanlı Devleti’ demek gerekir. Devletin büyüklüğüne vurgu yapılmak isteniliyorsa, ‘Osmanlı Cihan Devleti’ denilebilir.

İmparatorluk’ kelimesi, ‘İmparator’dan gelmektedir. İmparator; Her biri ayrı devlet olabilecek nitelikteki çeşitli milletleri hâkimiyeti altında toplayan büyük bir devleti yöneten kimsedir.

Evet! Osmanlı Devleti, her biri ayrı bir devlet statüsündeki milletler topluluğunu yöneten bir cihan devleti idi. Fakat ‘İmparatorluk’ kelimesi asla kullanılmamıştır. ‘İmparatoriçemiz’ olmadığı gibi hiçbir zaman ‘imparatorumuz’ da olmamıştır.

Batılıların kurduğu imparatorluklarda, yönetimi altındaki devletlerden merkeze kaynak transferi söz konusudur. Bir anlamda, sömürü düzeni vardır. Osmanlı’da taşradan merkeze kaynak transferi ve sömürü olmamıştır. Aksine, merkezden taşraya kaynak transferi vardır. Merkezde yâni Anadolu’da sanat eseri, köprü, han, bedesten, sağlık merkezleri, câmi, türbe gibi ne tür mimarî eser varsa, taşrada da yapılmıştır. Bu gün onların çok büyük bir bölümünü yerlerinde göremiyorsak, bu durum, medenî denilen batı vandalizminin tahribatındandır. Osmanlı Devleti; Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarından ve hemen sonrasında başlayan Birinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra Balkanlardan çekildiğimizde, bölgedeki câmilerin sayısı 200’ün üzerinde idi. İslâmiyet oralarda yeniden neşvünemâ imkânı bulduktan sonra yapılan camilerle birlikte sanat eserlerin toplam sayısı 2000 civarındadır.

Avrupa’daki Türk izleri büyük ölçüde silinmiş olmakla birlikte, Vandallardan arta kalan ve ihtişamımızı simgeleyen eserler Türkiye’den yapılan desteklerle yeniden ihya edilmektedir.

Osmanlı pâdişahlarından hiçbiri, yabancı devletlerle yapılan anlaşmaların metninde, ‘imparator’ kelimesiyle kayda geçmemiştir.

Meseleye daha derinden baktığımızda çok önemli bir hakîkat ile karşılaşırız: imparatorluklarda birkaç kavim ve hâkim bir kavim vardır. Devletin yönetimi hâkim kavmin inhisarındadır. Diğerleri ise âdetâ ikinci sınıf vatandaştır. Osmanlı’da hâkim kavim yoktur. Arnavut, Sırp, Çerkez, Arap, Rum ve Ermeni… Türklerle aynı statüye sâhiptir. Sâdece ‘pâdişah’ olmamışlar, sadrazamlık dâhil, devletin her kademesinde vazife görmüşlerdir. Din farkı da gözetilmemiştir. 

Din farkı gözetilmediği gibi dil farkı da gözetilmemiştir. Hıristiyan Batı’nın oluşturduğu imparatorluklarda yaşayan yerli halkın çoğu, baskılar ve dayatmalar neticesinde hâkim unsurun dilini bilmek ve konuşmak mecburiyetine kalmışlardır. 

İşte bu sebeplerle Osmanlı Cihan Devleti’ne ‘İmparatorluk’ denilmesini uygun görmek mümkün değildir.

Osmanlı Devleti’ni yönetenlerden hiçbiri, ‘imparator’ unvanını kullanmamış, târihçilerden, devlet erkânından ve halktan hiç kimse, Osmanlı pâdişahlarından ‘imparator’ kelimesi ile söz etmemişler, ‘Sultan’ ve ‘Pâdişah’ unvanlarını tercih etmişlerdir.

Bu husus, çok mu önemlidir?’ Diye sorulacak olursa, ‘Yalnızca saygının gereğidir’ Deyip bu önemli konu böylece kapatılabilir.

‘KONUK’ KELİMESİ

‘Konuk’ kelimesi, Dîvânu Lugati’t-Türk’de bulunmakla birlikte asırlar öncesi, bilinmeyen bir sebeple kullanıştan düşen, Kamûs-Türkî’de ‘metruk’ (yâni: ‘bırakılmış’, ‘vazgeçilmiş’, ‘terk edilmiş’ olarak vasıflandırılan bir kelimedir. Böyle bir kelime diriltilip, mûsıkî ahengine sâhip‘misâfir’ kelimesinin yerine kullanılıyor.

Evet! ‘misâfir’ kelimesi, Arapçadan dilimize geçmiştir. Onu vaktiyle ‘gelin’ olarak evimize aldık, kısa zamanda ‘kızımız’ oldu. Çok da iyi oldu:

Misafirliğe gittik’ yerine ‘konukluğa gittik’; ‘misâfirhâne’ yerine ‘konukluk’ dangul-dungulluğuna mâruz kalmaktan kurtulduk.

Misâfir’ ve ‘konuk’ kelimeleri için; ‘İkisi de bir arada kullanılabilir’ diyenlere Gresham’a atfedilen Kanunu’nu hatırlatmak gerekir: ‘Kötü para, iyi parayı kovar.’ Maalesef bizde, kötü kelime de, iyi kelimeyi kovuyor. Öyle olmasaydı, ‘misal’ yerine ‘örneğim’, ‘hürriyet’ yerine ‘özgür’, ‘özür dilerim’ veya ‘af edersiniz’ yerine ‘pardon’, ‘ev’ yerine ‘konut’  ‘cevap’ yerine ‘yanıt’ kelimeleri dilimize yerleşemezdi.

Dilde devrim yaptık’ diyenleri Ahmet Kabaklı îkaz ediyor: ‘Dört konuda devrim yapılamaz: 1-Din, 2-Dil, 3-Ahlâk, 4-Mûsıkî.’

Rusya’da Lenin, Çin’de Mao; devrim yaptı. Her konuda, akla gelebilecek her konuda devrim yaptılar da… ‘Dil’e dokunmadılar. Neden acaba?

Cevap: İnsan kalabalıklarını millet hâline getiren ‘dil’dir. Dil bozulursa, millet yapısı da bozulur, insan kalabalıkları hâline gelir. Dilimizi kaybettiğimizde; candan aziz vatan toprakları dâhil, kaybedilecek hiçbir değerimiz kalmamış demektir.

 Mânâ-yı  Harfî

    “Bismillah” demek, her şeye “Mânâ-yı Harfî” ile bakmak. “Her şey; başkasının mânâsını gösteriyor.” diye düşünmek. “Bismillah” demek, her şeyin Yaratan’ın bilinmesine vesile olduğunu. Her şeyin Yaratan’a işaret ettiğini anlamaktır. “Bismillah” demek, her şeye sadece kendi şahsı ve zâtı için, bakmadığımızın da bir ifadesidir.

     Kısaca “Bismillah” demek, her şeye Allah için, Allah adına bakmanın, bakıyor olmanın en özlü biçimde dile getirilişidir. Çünkü, bizlere : “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” hadîsi şerîfini hatırlatıyor.  Sadece bu sebepten ötürü “Bismillah” lâfzını dilimizden eksik etmemeliyiz. Böylece sevdiğimizle beraber olmanın yolunu bulmuş, bunun sırrına ermiş oluruz. Çünkü “Bismillah” demek, en büyük mahbûb / sevgili olan Allah ile bir ve beraber olmanın en büyük delilidir.

    “Bismillah, her hayrın başıdır.” hükmü, aslında bir tekliftir. Öyleyse her şeye onunla başlamalı. Zaten böyle yapmak gerek. Kaldı ki, bu hükümde bir tebliğ, bir çağrı var. Buna uyup uymamak var! Söylenmesinde ise, güzel bir karşılık var. Söylenmeyişinde, zamanı gelince, Rabbin huzurunda ceza bile söz konusu olma ihtimali var! Bu durumda bize: “Artık sen bilirsin!” demek düşüyor. Ama unutmayalım ki, bizler bu tercih için varız! Bu sınav sırrı, bu seçme için yaratıldık! Zaten en şerefli yaratılan olmamız da, bu yüzden. Kaldı ki, bizden bu bekleniyor. Zira bu teklif, yalnız bize yapılıyor.

     Evet, bu söylemi yerine getirmek, insan olarak sırf bizden isteniyor ve bekleniyor. Zaten işte bundan dolayı, mahlûkatın en şereflisi olmadık mı? Anlayalım artık bu sözü, fikredelim artık bu sırrı, derk ve idrak edelim artık bu gizi.

     Neyi yapmak, neyi başarmak, neyi gerçekleştirmek istiyorsak; başta “Bismillah” demeliyiz.

     Nereye ulaşmak, nereye gitmek, nereye varmak istiyorsak; başlarken “Bismillah” demeliyiz.

     Kime kavuşmak, kime tutunmak, kime dayanmak istiyorsak; önce “Bismillah” demeliyiz.

     Zira her çeşit muvaffakıyet ve başarının yolu, her şeyden önce Allah’a dayanmaktan, Allah’a tutunmaktan, Allah’a sığınmaktan geçer. Çünkü her mes’elede ne kadar kuvvetsiz isek de, her hususta sonsuz kuvvet ve kudret sahibinin eline yapışmış oluyoruz. Böyle avukatı olan biri; dâvâyı kaybeder mi hiç?

     Madem ki, “Allah” kelâmı evrende görünen bütün Güzel İsimler’in anlamını içeriyor. Madem ki, Allah noksan sıfatlardan arınmış. Madem ki, Allah üstün sıfatlarla bezenmiş. Madem ki, kâinat / evren; Allah’ın sıfat ve isimlerinin yansımalarıyla dalgalanıyor. Madem ki evren; mükemmel sıfatlarla donatılmış. Madem ki, Allah; idrak edilemez. Akıl ona yol bulamaz. Akıl onu kavrayamaz. Çünkü O’nun zıttı yok ki, kavranabilsin. Çünkü O’nun misli yok ki, anlaşılabilsin. Çünkü O’nun benzeri yok ki algılanabilsin.

     İşte “Allah” dediğimiz zaman, aklımıza bunlar geliyor. “Bismillah” derken de, böyle vasıflarla sıfatlı bir “Allah”ı anmış. Bu gibi sıfatlarla bezenmiş bir Allah’ı zikretmiş. Evet “Bismillah” derken böyle niteliklerle vasıflanmış bir Allah’ı dile getirmiş oluyoruz.

    “Bismillah” demekle İlahî rahmetten uzaklaşmadığımızı belirtmiş. “Bismillah” demekle, İlahî rahmetten uzaklaşan Şeytan gibi davranmadığımızı göstermiş. “Bismillah” demekle, Allah’ın emri karşısında Şeytan gibi inat etmediğimizi ispatlamış. “Bismillah” demekle Allah’ın gösterdiği çerçeve içinde kalacağımıza söz vermiş oluyoruz. Aksi hâlde, Allah’ın mülkünde O’nun ismini kasten anmamak ne demek? Allah’ın sahipliğinde O’nun ismini, kasten söylememek nasıl bir cür’et?  Şüphesiz, bunun adına inat denir! İnat ise Şeytanî bir huy, Şeytanî bir vasıftır. Allah’ın mülkünde O’nu tanımaz duruma düşmektir.   

    “Bismillah” lâfzını ihmal  etmek ve onu hafife almak veya kayıtsız kalmak; Şeytan’ın yaptığını yapmak olup, insanı Şeytan’ın sıfatına büründürür. “Bismillah” lâfzını unutarak böyle bir gaflete düşmeyelim.

     Çünkü “Bismillah” sözü, bütün varlıkların bizim yardımımıza koşmasını sağlar.

     Bu sözü sarfetmemek; bize bütün mevcudatın düşmanlığını kazandırır!

     Ne büyük kazanç “Bismillah” demek. Ne büyük kayıp “Bismillah” dememek!

Sosyal İklimimiz Çoraklaştı

Süleyman Demirel kendi ailesini “Hakka hukuka riayetkâr, toplumdan rahatsız olmamış, toplumu rahatsız etmemiş mesut bir Anadolu ailesi idik” şeklinde tarif etmişti.

Gerçekten çoğumuzun ailesi böyleydi ve biz böyle ailelerden oluşan bir toplumduk.

Çok eski Türkiye’ye gitmeye lüzum yok, son 20 senede yaşadığımız sosyal ve kültürel değişim inanılmaz boyutta oldu. Bu değişimin olumlu yönde olan kısmı çok az, sosyal ve kültürel açıdan sorunlara yol açan olumsuz değişim miktarı çok fazla. Bunda çok hızlı şehirleşmenin, köyden şehirlere göçün büyük etkisi olduğu muhakkak. Ama devlet yönetimindeki eksik ve kusurlar daha çok etkili oldu.

Şimdi, “toplumumuz hakka hukuka riayetkar insanlardan oluşuyor” diyemiyoruz.

Hakka hukuka riayet etmek kendisi için hak ettiği kadarına razı olmak demek. Kendi çıkarı için başkasının haklarını kullanmasına engel olmak ve hatta başkalarının haklarını gasp etmek hukuk devletlerinde ve semavi dinlerde asla kabul edilmez. Çünkü böyle insanlardan oluşan toplum “mesut bir toplum” olamaz.

Soru çalarak sınav kazananlar, torpil ve rüşvetle makam mevki elde edenler, rüşvet ve yolsuz ihalelerden servet kazananları görenlerin topluma aidiyet duyguları azalır.  Bunlardan bir kısmı aynı imkanları bulduğunda aynı yöntemleri kullanmaktan çekinmezler. Ahlaki çözülme genişler, toplumsal iklim giderek çoraklaşır.

“İktidar nimetleri” diye bir kavram, “Bal tutan parmağını yalar” diye bir atasözümüz var. Yakın ve yandaşlarına kamunun kaynaklarını yani 90 milyon insanın hakkını peşkeş çekenleri bilenler bile “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” diye bir mazeret üretmiş. Müslüman ve alnı secdeli diye KUL HAKKI yiyenlere saygı duyuyor, haram paradan bir parçacık da bize versinler diye onları destekliyorlar.

Böyle bir toplumda huzur, mutluluk ve bereket olur mu?

*******************************

Toplumu Rahatsız Etmemek, Toplumdan Rahatsız Olmamak

Toplumdan rahatsız olmayan insan oranımız çok düştü. Çünkü müthiş bir kutuplaşma yaşıyoruz. Kendi dünya görüşüne yakın ve aynı siyasi tarafta olmayanlardan rahatsız olmayan yok gibi. Görmekten, bir araya gelmekten ve birlikte iş ve sosyal faaliyet yapmaktan kaçındığımız kesimler neredeyse toplumun yarısı kadar.

Haliyle çoğumuz bizi rahatsız eden kesimleri rahatsız etmekten de çekinmiyoruz.

Sadece siyasi görüş ve yaşama biçimi farklı insanlarla ilişkilerimiz sorunlu değil. Bu türlü ayrılıkların söz konusu olmadığı ilişkilerde de davranışlarımız medeni ülkelerde yerleşmiş kurallara uymuyor. Daha doğrusu bu kurallardan haberdar bile değiliz.

Bir toplu taşıma aracına binme, inme, seyahat esnasında yaşlı, hamile, sakat gibi öncelikli oturmaları gerekenlere yer verme gibi kurallara uyma oranı çok düşük. Bu araçlara iniş binişte, yürüyüş yollarında yürürken birbirimize çarpmadan yürümeyi bile öğrenemedik.

Piknik alanlarında çöp bırakma, ormanlarda ateş yakıp, cam şişe kırıkları bırakıp yangına sebep olma gibi ilkel davranışları düzeltemedik.

ÖFKELİ VE GÖRGÜSÜZ BİR TOPLUM OLDUK. Bunda yaşadığımız ekonomik ve sosyal sorunların etkisi var. Ama ben asıl sebebin eğitim sisteminden kaynaklandığını düşünüyorum.

Eğitim sistemimiz öncelikle Türkçe’yi güzel konuşma, dinlediğini ve okuduğunu anlama yeteneği veremiyor. İnsanlarımız kendilerini iyi ifade edemediği veya karşı tarafı iyi anlayamadığı için çok çabuk öfkeleniyor. En basit konular tartışma ve kavga ile sonuçlanıyor.

Yine Eğitim Sistemimiz medeni ülkelerde yerleşmiş görgü kuralları, trafik kuralları gibi temel davranış kurallarını öğretemiyor.

Mesela bir ATM’de işlem yaparken medeni ülkelerde sizden sonra sırayı bekleyen size en az 2 veya 3 metre mesafede bekler. Türkiye’de ise arkanızdaki kişi omuzunuzun üstünden bakarak sizin hesap hareketlerinizi öğrenmeye çalışır.

Mesela Japonya’da toplu taşıma araçlarına iniş binişte belli kurallara uyarlar ve asla bir çarpışma olmaz. Bizde ise bir tramvaya bile birkaç kişiyle çarpışmadan giriş çıkış yapamazsınız.

*******************************

Selamlaşmayı Öğrenemedik

Her şey bir yana bizler aynı vatanı paylaştığımız insanlarla bile selamlaşmayı öğrenemedik. Yabancı ülkelerde birbirini hiç tanımayan insanların güler yüzle selamlaşmalarını gördüğümüzde imreniyoruz.

“İslâm” kelimesinin köklerinden olan “silm” ifadesi barış, güven ve huzur; “selâm” ise mutluluk, esenlik ve güven demektir. Ama biz selam verme tarzından bile ayrılık ve nefret üretmeyi başardık.

Karşılaştığımız insanlarla “günaydın, iyi günler, selam, merhaba, selamünaleyküm” gibi sözlerle selamlaşırız. Ayrılırken “hoşça kal, iyi günler, sağlıcakla kal, esen kal, selametle, Allaha emanet ol, Allah’a ısmarladık” gibi sözler kullanırız.

Bu kelimelerden herhangi biriyle selam verdiğinizde veya ayrıldığınızda, kullandığınız kelimeye göre, sizi kendine yakın veya uzak sayan insanların yüz ifadesi değişiyor.

“Selamünaleyküm/ aleykümselam İbranice’den gelme. Merhaba’nın kökeni Arapça.” Ama insanlarımızın çoğu bunların “İslami birer kavram” olduğunu sanıyor, kutsallık atfediyor.

Türkçe kullanana Türkçe, Arapça kullanana Arapça karşılığını versek yani “günaydın” diyene “günaydın” desek, “selamünaleyküm” diyene “aleykümselam” desek ne kaybederiz?

Arapça ve İbranice kökenli yerleşmiş selamlaşma ifadelerinin dinin gereği olduğuna inananlar Türkçe selamlaşanları karşı taraf (hatta dinsiz) olarak görüyor. Türkçe selamlaşmayı savunanlar da “dini geleneklere” göre selamlaşmayı savunanlarla konuşamıyor, danışamıyor, tartışamıyor.

Dilimiz de önemli, dinimiz de önemli. Ama önce konuşabilmemiz lazım. Konuşursak kim kimi ikna edebilirse etsin. İkna edemeyen de kendisi gibi düşünmeyenlerden rahatsız olmasın, kendisi gibi olmayanları rahatsız etmesin.

“Mutluluk endeksinde” dünyadaki en mutsuz insanların yaşadığı ülkelerdeniz. 137 ülke arasında 106’ncı sırada olmamız üzücü. Ama sosyal iklimi bu kadar çoraklaşmış bir toplum için şaşırtıcı değil.