1.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 103

Sporda ve Ekonomide Başarısızlık

2024 Paris Olimpiyatları’ndan Türkiye 40 yıl sonra ilk defa altın madalyasız döndü. Ülkemizi temsil eden sporcularımız sadece 3 gümüş ve 5 bronz madalya alabildi ve oyunları 64’üncü sırada tamamladık.

Oysaki, 2020 Tokyo Olimpiyatlarında,2 altın, 2 gümüş ve 9 bronz olmak üzere toplamda 13 madalya kazanmıştık. Ülke sıralamasında 35’inci sırada yer almıştık.

Sporun başındaki zat bile açık başarısızlığı inkâr edemedi. Yapılan eleştiriler üzerine Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak, Türkiye’nin “spor federasyonlarına bunun hesabının sorulacağını” söyledi.

Nüfusumuz ve ekonomimizin büyüklüğü gibi ölçütleri dikkate alırsak Türkiye’nin Olimpiyatlarda madalya sıralamasında ilk 20’ye girmesi gerekirdi.  Küçücük ülkelerin aldıkları madalyalarla Türkiye’yi geçmesi utanç verici. Mesela nüfusu 3-5 milyon olan ülkelerden Çekya, Sırbistan, Bulgaristan, Gürcistan 3’er altın madalya kazandı.

Kardeş Özbekistan 8 altın, 2 gümüş, 3 bronz madalya ile 13’üncü sırada… Kardeş Azerbaycan ise 2 altın, 2 gümüş ve 3 bronzla 30’uncu sırada yer alarak bizi sevindirdiler.

Türkiye’nin ilk 20’ye girmesi hayalimiz bir yana 64. sıraya gerilememiz büyük hayal kırıklığı yarattı.

****

Peki, son dört yılda ne oldu da sporda böylesine bir gerileme yaşadık?

Acaba madalyaları Olimpiyat Komitesi değil de TÜİK saysaydı bu kadar kötü bir sonuç çıkar mıydı?

Bu gerileme sadece son 4 yılın eseri değildir. Son on beş yılda iktidarın yönetim anlayışının gittikçe partizanlaşmasının eserlerinden biridir bu.

Devlette ve kurumlarda liyakat esasının tamamen terk edilip, “yeter ki bizden olsun” diye “liyakatsiz” ve “söz dinleyen” kişilere teslim edilmesinin acı meyvelerini son dört yılda iyice görmeye başladık. Eskiden kalan kısmen ehil ellerdeki kurumlarla mevcudu muhafaza edebiliyorduk. Artık ehliyetli kadrolar o kadar azaldı ki, eskiyi de koruyamadığımız görülüyor.

******************************

Ekonomide Başarısızlığı TÜİK Bile Örtemiyor

Ekonomide de son yıllarda yaşadıklarımıza bakınca üzülüyoruz.

01 Temmuz 2020’de 1 dolar 6,85 TL imiş. Şimdi 1 dolar 33,5 TL. Milli paramızın değeri 4 yılda neredeyse beşte bire düşmüş. Enflasyonu en yüksek birkaç ülkeden biriyiz.

Son verilere göre, Sanayi üretimi düşüyor, işsizlik yükseliyor. Mahfi Eğilmez, Hakan Kara gibi ekonomistler 2024 yılının 3. çeyreğinde “STAGFLASYON” yani durgunluk içinde yüksek enflasyon yaşanacağını söylüyor.

“Ekonomide hem durgunluk hatta daralma hem de işsizlikte yükselişin aynı anda yaşandığı” bir durumun eşiğindeyiz.

Hakan Kara’ya göre, “Son dönemde enflasyonun alım gücünü eritmeye devam etmesine rağmen ücret artışlarının sınırlı yapılması ve elektrik-doğalgaz-ulaştırma gibi seçim sonrası gecikmiş zamların hayata geçirilmesi nedeniyle üçüncü çeyrekte stagflasyon yaşanacak. Yılın kalanı vatandaş için zor geçecek.”

Dar ve sabit gelirliler yani asgari ücret civarında ve altında gelirleri olan çalışanlar, emekliler ve işsizler zaten çok zor durumda. Bir de işsizlik artarken fiyatların da yükseldiği yeni sürecin yarattığı yeni yoksullar katılacak aramıza.

******************************

İşsizlik

TÜİK’in açıkladığı “geniş tanımlı işsizlik oranı” yüzde 29,2’ye yükseldi. İşsiz olduğu halde iş aramayanlar ile mevsimlik çalışanların da içinde olduğu bu veri “gerçek işsiz sayısını” veriyor.

Geniş tanımlı işsiz sayısı son bir yılda 2,7 milyon, son bir ayda 1,7 milyon kişi arttı! Geniş tanımlı kadın işsizliği yüzde 37 oldu.

Neredeyse çalışabilir her üç kişiden biri işsiz. Rakamla söylersek 11 milyon 810 bin işsiz var ve önümüzdeki dönemde bu sayının daha da artacağı öngörülüyor. Resmi işsizlerin bile yaklaşık yüzde 90’ı işsizlik ödeneği alamıyor!

Rakamlar acıyı anlatmaz. Evinize, akraba ve komşularınıza bakın. Tuzu kuru sınıf hariç, hemen her ailede gördüğünüz en az bir işsizin yaşama sevincini kaybedişini göreceksiniz.

******************************

Türkiye Zenginleşiyormuş!

TÜİK’in kişi başına milli gelir rakamlarına bakıp “Türkiye zenginleşiyor” diye sevinebilir miyiz?

Dünya Bankası’na göre, “kişi başına düşen Milli Geliri 4.516 $ ile 14.005 $ arasında olan ülkeler Orta-Yüksek Gelirli ülkeler grubunu oluşturuyor. Geliri 14.005 $’ı aşan ülkeler ise yüksek gelirli ülkeler grubunu oluşturuyor.”

“Eğer milli gelir rakamı 14.005 doları aşarsa, Türkiye yüksek gelirli ülkeler grubuna dâhil olacak.”

2013 yılında kişi başı milli gelir 12.578 $’a kadar yükselmişti. Sonra düşüşe geçti, 2020 yılında 8.639 $’a kadar düştü. Tekrar yükselişe girerek 2024 ilk çeyreğinde 13.100 $ oldu.

TÜİK’in milli gelir hesabında Türkiye’de yaşayan ve bir şekilde ekonomik faaliyetlere katılan 10 milyon civarındaki sığınmacı ve kaçakların ürettiği gelirler dahil ediliyor. Fakat kişi başına düşen milli gelir hesaplanırken bunlar nüfusa dahil edilmiyor. Bunlar vatandaş değil ama milli gelirden pay alıyor. Yani bunları da dahil etseniz (bence edilmeli) kişi başına milli gelir rakamı yüzde 12 daha az çıkacaktır.

Kaldı ki açıklanan rakam doğru olsa bile; Türkiye’de yaşayanların zengin olduğu söylenemez. Küçük bir kesim Milli Gelirin büyük kısmına sahip. Yani gelir dağılımı bozuk. Bu yüzden ortalama rakamın fakir kesim için bir anlamı olamaz.

Açlık ve yoksulluk sınırı altında olanlar açıklanan ortalama rakamla karınlarını doyuramazlar.

****

2013’teki Seviyeyi Yakaladık mı?

Kişi başına düşen milli gelirde “11 sene sonra 2013’teki seviyeyi yakaladık” tespiti doğru mu?

ABD’de de enflasyon olduğu için 11 sene öncesinin 100 dolarının bugünkü değeri 135 dolar civarında. (Alım gücünü sabit tutabilmek için dolar olarak 11 sene önceki gelirin yüzde 35 daha fazla artmış olması gerekli.) 2013 yılındaki kişi başı milli gelirin yani 12.578 $’ın güncel değeri yaklaşık 17.000 dolar ediyor.

Yani hala 11 sene önceki Kişi Başına Düşen Milli Gelir’in hayli gerisindeyiz.

Yanlışım varsa düzelten olursa sevinirim.

Haddini Çoktan Aşan Patrik

Biz Türkler tarih boyu İslamiyet dışındaki dinlere de saygılı olmuşuzdur. Dün ve bugün insan haklarının en çok saygıyı gösteren bir milletiz ve devletiz. Koru kolla – yaşa yaşat ilkesine bağlı kalmışızdır. İhanet kokan siyasi faaliyetler, Türk düşmanlığı, vatan topraklarımızda gözleri olanların işbirlikçisi olmadıkları sürece onlara saygı göstermişizdir.

            Maalesef Fener Patriği TC vatandaşlığının değerini bilmeden yıllardır çirkin hayallerin peşinden koşmuştur. Bilhassa yurtdışı gezilerinde Türkiye aleyhine beyanlardan da çekinmemiştir.

            Batı Trakya’da Yunanistan ne yapıyorsa biz de aynısını yapmalıyız. Bu kişinin faaliyetleri dolayısıyla vatandaşlıktan çıkarılması en isabetli yoldur. Bu mevkiye layık bir Rum vatandaşımızı tayin etmeliyiz.

            Dini olmaktan ziyade siyasi amaçlı faaliyetleriyle öne çıkan, Pontus hayalleri kuran sözde vatandaşımız çoktan haddini aşmış; ancak layık olmadığı saygıyı görmüştür. Aşırı saf ve bilgisiz bazı vatandaşlarımızın desteği ile ona Trabzon’da Sümela Manastır’ında ayin izni verilmesi son derece yanlış ve dışarıya cesaret verici bir gösteridir. Eğer dış baskı varsa bunları çöpe atmak ve gereğini yapmak zamanıdır. Eğer direnme gücü bazılarında kalmadıysa direnebilecekleri ve milli şuurlu olanları görevlere getirelim. Sümela’da yapılmak istenen ayinlerin Trabzon’un kurtuluşuna rast getirilmesi de tesadüf olamaz. Birçok Müslümanın uçurumlara ve taşlara atılarak şehit edildiği bu mekânı iyi tanıyalım; işgüzarlığı ve aşırı saflığı bırakalım.   

Yapay Zekâ Teknolojisinde Enerji Tüketimi: Verimliliğin Geleceğine Bakmak

Değerli okuyucular, bugün sizlerle yapay zekâ (AI) teknolojisinin perde arkasına, yani bu muazzam teknolojinin enerji tüketimine bir göz atacağız. Ve bu konuyu, enerjinin ustası Hüseyin Çevik’in rehberliğinde ele alacağız. Çevik, Türkiye’nin önde gelen sanayi kuruluşlarından biri olan Assan Alüminyum ’da uzun yıllar boyunca enerji yöneticisi olarak görev yaptı. Bu süreçte, ISO 50001 Enerji Yönetim Sistemi’ni başarıyla kurdu ve birçok enerji verimliliği projesine imza attı. Şimdi, bu tecrübe ve bilgi birikimiyle, yapay zekânın enerji tüketimindeki kritik noktaları ve geleceğe dair önemli ipuçlarını bizimle paylaşıyor.

Çevik’in söylediği gibi, “Yapay zekâ, teknolojinin ön saflarında yer alıyor, ancak bu yeniliklerin arka planında önemli bir enerji yükü var. Bu enerjiyi nasıl yöneteceğimizi bilmek, sürdürülebilir bir geleceğin anahtarıdır.” O zaman gelin, bu konuya daha yakından bakalım.

Yapay Zekâ Teknolojisinin Enerji Tüketimi Çevik, yapay zekâ teknolojisinin devasa bir enerji ihtiyacı gerektirdiğini vurguluyor: “Yapay zekâ, karmaşık algoritmalar ve büyük veri kümeleri üzerinde çalıştığından, yüksek işlem gücüne ihtiyaç duyar. Bu da büyük miktarda enerji tüketimi anlamına gelir. Mesela, bir yapay zekâ modelini eğitmek için yüzlerce bilgisayarı saatlerce, hatta günlerce çalıştırmak gerekebilir. Bu sadece ekonomik maliyetleri artırmakla kalmaz, aynı zamanda çevresel sürdürülebilirliği de tehdit eder.”

Son yıllarda, özellikle derin öğrenme ve makine öğrenimi gibi alanlarda enerji tüketiminin dramatik bir şekilde arttığına dikkat çeken Çevik, “Büyük ölçekli derin öğrenme modellerinin eğitimi sırasında yüzlerce megavat saat (MWh) elektrik tüketildiği ortaya çıkıyor. Bu miktar, bir hanenin yıllık elektrik tüketimine eşdeğer. Bu durum, çevresel etkilerle ilgili ciddi endişeleri beraberinde getiriyor,” diye ekliyor.

Yapay Zekâ Teknolojisinde Enerji Tüketimi Neden Bu Kadar Yüksek?

Şimdi asıl merak edilen soruya gelelim: Yapay zekâ teknolojisinin enerji tüketimi neden bu kadar yüksek? Hüseyin Çevik, bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Yüksek enerji tüketiminin başlıca nedeni, büyük veri kümeleri ve karmaşık hesaplama gereksinimleridir. Yapay zekâ, devasa veri setlerini işlemek ve karmaşık algoritmalar oluşturmak için inanılmaz bir işlem gücüne ihtiyaç duyar.

Ancak burada durmuyoruz, seçilen donanımların da bu denklemin önemli bir parçası olduğunu unutmamak gerek. Örneğin, GPU’lar (grafik işlem birimleri) ve TPU’lar (tensör işlem birimleri) gibi özel donanımlar, hesaplama hızını artırırken aynı zamanda enerji tüketimini de önemli ölçüde artırıyor.”

Enerji Verimliliği Nasıl Optimize Edilir?

Peki, yapay zekânın bu devasa enerji tüketimini nasıl daha verimli hale getirebiliriz? Bu konuda üç temel strateji öneriyor: algoritma optimizasyonu, donanım seçimi ve bulut hizmetlerinin etkin kullanımı.

Çevik, “Algoritma optimizasyonu, hesaplama gereksinimlerini azaltarak enerji tüketimini düşürmenin en etkili yollarından biridir. Parametre sayısını azaltmak, modeli hafifletmek veya daha verimli öğrenme yöntemleri kullanmak bu konuda önemli adımlar olabilir,” diyor. Yani, bir modelin karmaşıklığını azaltarak, enerji tüketimini doğrudan etkileyen hesaplama yükünü düşürebiliriz. Bunun yanı sıra, toplu işleme (batch processing) gibi yöntemler kullanarak verimliliği artırmak ve eğitimi hızlandırmak mümkündür.

Donanım Seçimi: Enerji Tüketimini Optimize Etmenin Bir Diğer Yolu

Donanım seçiminin de enerji verimliliğinde kritik bir rol oynadığını vurguluyor: “Yüksek performanslı ancak enerji tasarruflu işlemciler, yapay zekâ sistemlerinin verimli çalışmasını sağlarken enerji tüketimini de minimumda tutar. Örneğin, Tensör İşleme Birimleri (TPU’lar), yapay zekâ işlemlerinde optimize edilmiş donanımlar olarak öne çıkar ve enerji verimliliğini artırır. Ayrıca, soğutma sistemlerinin optimizasyonu da göz ardı edilmemeli; sıvı soğutma sistemleri gibi yenilikçi çözümler, enerji tüketimini azaltmada etkili olabilir.”

Bulut Hizmetlerinin Kullanımı:

Bulut hizmetleri de enerji verimliliğini artırmanın güçlü yollarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

“Büyük bulut sağlayıcıları, veri merkezlerinde enerji verimliliğini optimize etmek için ileri teknolojiler kullanır. Örneğin, Google Cloud ve AWS, veri merkezlerini en verimli şekilde çalıştırmak için sürekli olarak enerji tüketimini azaltıcı çözümler geliştiriyor. Bulut hizmetlerinin ölçeklenebilirliği, gerektiğinde sadece gerekli olan kaynakları kullanarak enerji tasarrufu sağlamanıza olanak tanır. Bu, özellikle yapay zeka projeleri için büyük bir avantajdır, çünkü kaynakları talep üzerine ayarlayarak enerji israfını önlersiniz.”

Örneğin, Google’ın yapay zekâ tabanlı soğutma sistemi, veri merkezlerindeki enerji tüketimini %40 oranında azaltmış durumda. Microsoft ise daldırmalı soğutma teknolojisiyle veri merkezlerinde enerji verimliliğini artırmada büyük başarı elde etti. Bu başarı hikâyeleri, yapay zekânın enerji verimliliği konusundaki potansiyelini gözler önüne seriyor.

Enerji Verimliliğinde Devrim Yaratacak Yaklaşımlar

Yapay zekâ teknolojisinde enerji verimliliğinin geleceği hakkında umut verici öngörülerde bulunarak: “Yeni nesil algoritmalar, donanımlar ve enerji verimliliğini artıracak yenilikçi teknolojiler, yapay zekânın gelecekteki sürdürülebilirliğini belirleyecek. Özellikle kuantum hesaplama gibi yenilikçi yaklaşımlar, enerji verimliliğinde devrim yaratabilir. Kuantum hesaplama, geleneksel bilgisayarların çok ötesinde bir hesaplama kapasitesi sunar. Kuantum bilgisayarlar, klasik bilgisayarların çözmesi yıllar alacak problemleri saniyeler içinde çözebilir. Bu da enerji verimliliği açısından muazzam bir potansiyel taşıyor.”

Kuantum bilgisayarların sunduğu bu inanılmaz hız, aynı zamanda enerji tüketimini de ciddi şekilde azaltabilir. Örneğin, 2020 yılında Google, kuantum üstünlüğüne ulaştığını duyurduğunda, bu teknolojiyle bir problemi sadece 200 saniyede çözdü. Aynı problemi çözmek için klasik bir süper bilgisayarın yaklaşık 10.000 yıl boyunca çalışması gerekirdi! Bu, kuantum bilgisayarların belirli görevlerde ne kadar enerji tasarrufu sağlayabileceğini somut olarak ortaya koyuyor. Ancak, kuantum hesaplamanın tam anlamıyla uygulanabilir hale gelmesi için hala kat edilmesi gereken bir yol var. Bu teknolojinin geliştirilmesi ve yaygınlaşması, muhtemelen önümüzdeki birkaç on yıl içinde gerçekleşecek. Ama bu gerçekleştiğinde, yapay zekânın enerji tüketimi konusunda devrimsel bir dönüşüm yaşanabilir. Bu kapsamda Amerika Birleşik Devletleri, TOBB ETÜ ve ASELSAN arasında yapılan anlaşma ile dünya devlerinin milyar dolarlar yatırdığı AR-GE çalışmaları Turkiyede uretilecek. Ve Türkiye’nin yerli ve milli ilk kuantum bilgisayarı üretilmiş olacaktır.”

Çevik, sürdürülebilir yapay zekâ teknolojisinin geliştirilmesi konusunda önemli adımlar atıldığını da belirtiyor: “Birçok şirket, veri merkezlerini yenilenebilir enerji kaynaklarıyla çalıştırarak çevreye duyarlı bir yaklaşım benimsiyor. Bu, güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir kaynakların kullanılmasıyla gerçekleşiyor. Ayrıca, algoritmaların daha verimli hale getirilmesi ve enerji tasarruflu donanımların kullanılması da sürdürülebilir yapay zekâ teknolojisi için önemli adımlar.”

Sonuç: Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Enerji Verimliliği:

Çevik, sözlerini şöyle noktalıyor: “Yapay zekâ teknolojisinde enerji verimliliği sadece bir gereklilik değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. Enerji tüketimini azaltarak hem maliyetleri düşürebilir hem de çevresel etkileri minimize edebiliriz. Bu, teknolojinin sadece bugünü değil, geleceği de sürdürülebilir bir şekilde şekillendirmesini sağlar. Unutmayalım ki, enerji verimliliği üzerine yapılan her yenilik, geleceğin daha yaşanabilir bir dünya olmasına katkı sağlayacaktır.”

Ben kimim, ben!

Kimse sormadı, yine de söyleyeyim. Herhangi bir partiyi tutmuyorum. Yerel seçimler gibi çok pusulalı seçimlerde karışık oy kullanıyorum.

Fakaaat! Bir siyasetçi bir başka siyasetçiye hakaret etti mi üzülüyorum, alınıyorum.

Bir kere, bana hakaret edilmiş gibi hissediyorum. Çünkü fikirlerini beğensem de beğenmesem de hakarete hedef yapılan kişinin arkasında  milletimin bir cüzü var. Ona hakaret eden, o kadar insana da hakaret ediyor, onca insanı da aşağılıyor. Belki ben de bugün değilse yarın o kişiye veya partisine oy vereceğim. Edepsizlik değil mi yapılan?

İkincisi, küfürbaz siyasetçi adına da üzülüyorum. Aynı sebeplerden, çünkü o da hakaret etmekle, diğerlerini aşağılamakla kendini küçültmüş, aşağılamış oluyor. Bizim kültürümüzde “Kem söz, kalp akçe sahibine aittir.” diye bir atasözü vardır. Ya ilerde ben de o kem sözü söyleyeni seçmek, desteklemek zorunda kalırsam. Kem sözün sahibini nasıl desteklerim.

King Kong’lar

Atasözünün “kalp para” kısmı herhâlde enflasyonla ilgili. Enflasyon size fiyatların artışı gibi gelir ama aslında paranızın değersizleşmesidir. Paranızın kalp akçe, züyuf akçe hâline gelmesidir. Neyse, şu anda konumuz bu değil.

Özetle küfürbaz siyasiler bilsin ki her hakaretlerinde ben onların yüzlerine karşı – ama içimden – ettikleri hakaretleri, bazen aynen bazen misliyle iade ediyorum.

Hakaretler böyle. Bir de “Sen nesin ne? Ben kimim, kim?” cinsinden aşağılama ve böbürlenme var. “Biz bunları senden mi öğrencez?” Bu beni alelâde hakaretten daha fazla yaralıyor. Böyle aşağılamalar, eb az hakaretler kadar edepsizce ve fazlası da var. Aşağılama, sözün sahibini, homo sapiens sapiens değil, daha iptidai bir türe dönüştürüyor. Hissettiğim şu. Karşımda göğsünü yumruklayan bir primat var. Hiç King Kong filmi seyrettiniz mi? Veya Maymunlar Cehennemi serisinden bir film? İşte öyle. Erkek şempanzelerin güç gösterisi sırasında yaptıkları bir hareket daha var. Onu tasvire terbiyem mani. Siz tahmin edin.

Eskiden süper lider yokmuş

“Ben kimim kim!” Bu sözün yerinde sarf edilmiş olma ihtimali hiç mi yok? Ya bunu söyleyen siyasi, biz fanilerden de diğer siyasilerden de gerçekten çok ama çok yükseklerdeyse! O zaman onlar gibi davranmaması, onlara karışmaması, ihtilattan kaçınması daha doğru değil mi?  Bir zamanlar, mesela geçen asırda, bizim bütün liderlerimiz üç aşağı, beş yukarı aynı seviyedeymiş. Bunu nereden anlıyoruz? Seçimlerden önce birlikte televizyona çıkıp politikalarını anlatır, tartışırlarmış. YouTube’a “liderler açık oturum” yazın bakın kaç tartışma programı çıkıyor. Hemen her seçimden önce: 1989, 91, 95… Ecevit, Demirel, Erbakan, Türkeş ve diğerleri. Bunlardan biri, diğerlerinden çok ama çok yüksek bir seviyede olsa ve diğerlerine, “Ben kimim, kim?” çekseydi, o açık oturumlar mümkün olur muydu?

Biliyorsunuz ABD başkan adayları da başkanlık seçimlerinden önce televizyona çıkıp tartışır. Gelenektir. Demek ki onların liderleri arasında da aşılmayacak seviye farkları yok.

Son seçimlerden önce de bazı siyasiler, bir salon dolusu gencin karşısına çıkıp sorularını cevaplandırdı. Demek ki o kadar yüce seviyede değilmiş, oraya çıkanlar.

Ne soracağını bilmeden olmaz

Bunlara mukabil, katiyen karşıtlarının seviyesine inmeyecek, öyle ne soracağı belli olmayan güruhların karşısına çıkmayacak yücelikte olan siyasiler de vardır. Kimlerdir? Şimdi aklıma gelmiyor ama muhakkak vardır. Böyle bir yüce liderle karşılaşırsanız, onu tanımanız için bir ipucu vereyim. Onu dinleyen hayranları o konuşurken sürekli ayakta alkış tutar. Oradan anlarsınız çok yüce bir zatla karşı karşıya olduğunuzu. Az önce aklıma gelmedi demiştim. Şimdi geldi. Mesela Kuzey Kore lideri Kim Jong Un böyledir. Partisine hitap ederken partinin bütün üyeleri ayaktadır ve sürekli alkış tutarlar.

Peki, açık oturum? Böyle yüce insanlar hata yapmazlar ki onları tenkit edesiniz veya onların fikirlerinden başkaca bir fikri onlara karşı savunasınız. Beşer şaşar deriz. Beşer öyledir. Yüce liderler şaşmaz. Onlarca yıl liderlik makamında kalırlar ama tek hatalarına şahit olmazsınız. Öyle ya, hata yapsalardı çıkar, “Ben yanılmışım, aslında o mesele benim söylediğim gibi öyle değilmiş, şöyleymiş. “ derlerdi değil mi? Demek ki hiç yanılmadılar. Aldatılmış olabilirler. Çünkü o seviyedeki insanların kalbi olağanüstü temizdir ve aldatılmaları mümkündür. Fakat yanılmaları, asla.

Yüce liderler ne soracağı bilinmeyen güruhun karşısına çıkmaz dedim. Geçen asırda bir diplomattan aldığım dersle bitireyim: Ne karar alınacağını bilmediğin toplantıyı düzenleme; cevabını bilmediğin soruyu sorma; sonucunu bilmediğin oylamayı yaptırma. https://millidusunce.com/ben-kimim-ben/

Dünyâ Savaşı’ndan Kurtuluş’a İZMİR  (1914-1922)

İzmir, 4.479.525 kişilik nüfusu ile İstanbul ve Ankara’dan sonra Türkiye’nin en büyük üçüncü şehridir. Yüzölçümü 12.012 km2dir. Türkiye’nin en gelişmiş vilâyetlerinden biri olan İzmir, Türk İstiklâl Savaşı’nın sembol şehridir. Milâttan önce 11. yüzyılda şehir devleti olarak, İyonyalılar tarafından kuruldu. O dönemdeki adı ‘Smyrna’ idi.

Doğu Roma İmparatorluğu döneminde Emevîler, Selçuklular, Haçlılar ve Cenevizliler şehri ele geçirmek için birbirleriyle savaştı. Emevîler 672 yılında denizden zapt edip İstanbul’a yaptıkları akınlarda bir üs olarak kullandı. Türkler ise ilk defa 1081 yılında Selçuklu akıncılarından ve ilk Türk denizcisi olan Çaka Bey’in komutasında İzmir fethedildi. İzmir’den hareketle Ege Adaları ve Çanakkale Boğazı’na düzenlediği akınlarla Bizanslılara korku salan Çaka Bey’in ölümünden sonra Bizanslılar 1098 yılında şehri geri aldı. 1204 yılında ise şehrin kıyı tarafı Rodos Şövalyeleri’nin eline geçti.

1310 yılında Aydınoğlu Umur Bey İzmir’in tamamını fethetti. 1344 yılında Cenevizliler kıyıdaki Aziz Peter Kalesi’ni ele geçirdi. Cenevizliler aşağı şehri kontrollerinde tutarken Aydınoğulları Beyliği yukarı şehir olarak anılan Kadifekale’de hâkimiyet kurdu. O bölge, ‘Gâvur İzmir’ olarak anıldı. Şehrin tamamı için bu ifâdenin kullanılması yanlıştır, iftiradır. 1398 yılında Osmanlı Devleti İzmir üzerinde hâkimiyet kurdu. Ankara Muharebesi’ni kazanarak Osmanlı Ordusunu mağlup eden Emir Timur’un yönettiği ordu, Aralık 1402’de yaptığı İzmir Kuşatması neticesinde şehri Hospitalier Şövalyeleri’nin elinden alır ve Aziz Peter Kalesi’ni tamamen yıktı. Bu fetih Timur’un Hıristiyan güçlere karşı yapmış olduğu tek savaş olması sebebiyle önemlidir. Osmanlı Devleti’nin toparlanmasından sonra 1422 yılında Fâtih Sultan Mehmed Han’ın babası İkinci Murad İzmir’i fethetti.

İzmir Birinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra 15 Mayıs 1919 târihinde Yunan ordusu tarafından işgal edildi. Bu işgal 9 Eylül 1922 târihinde İzmir’in Kurtuluşu ile sona erdi.

İzmir 13 Eylül 1922 sabahı târihinin en büyük felâketlerinden birini yaşadı. Basmane semtinde başlayan yangın sebebiyle 2.600.000 metrekarelik alanda 20.000’den fazla ev ve iş yeri kül oldu.  Yangın alanının bir bölümünde bugün Kültürpark bulunmaktadır.  

Celal Öcal, 15,5 X 23 santim ölçülerinde, 496 sayfalık eserinde, 1914-1922 yılları arasındaki İzmir olaylarını anlatıyor:

‘Önsöz’den alıntılar: 

Harb-i Umumî’nin İzmir Cephesi’nde yaşanan olayları günbegün anlatmayı hedef aldığımız araştırmamızla, harbin başlangıcından sonuna kadar İzmir’de meydana gelen olayları, atalarımızın altın harflerle târihe yazdığı İzmir Savunması’m tanıtmaya çalıştık.

Birinci Dünyâ Savaşı’nda Çanakkale, 5. Ordu’nun sorumluluk alanlarından sâdece biri idi. Çanakkale Deniz ve Kara Savaşları’nın sona ermesi ile 9 Ocak 1916’da Çanakkale Savaşı bitmiş olsa da 5. Ordu bölgesi içinde olan İzmir’de ve Antalya’da savaş, Mondros Mütârekesi’ne kadar devam etti.

Ancak Çanakkale Savaşları’nın, Çanakkale bölgesi savaşı olarak gören anlayış; İzmir’in denizden ve havadan bombalanmasını, Antalya Kaş’ta Mustafa Ertuğrul bataryasının üç gemiyi batırmış olmasını görmezden geldi.

Târih kitapları İzmir’in 1914-1918 döneminden söz etmiyordu. ‘Mondros Mütârekesi ilân edildi, Yunan İzmir’e çıktı, Hasan Tahsin ilk kurşunu attı ifâdeleri ile yetiniliyordu. Oysa gerçek hiç de öyle değildi.

Araştırmamıza, Hocam Necmi Ülker’in ‘İzmir Sancakkalesi ve Şehitliği’ tebliği ilham verdi. Birinci Dünyâ Savaşı’nın 100. yılı hâtırâsına ithaf ettiğimiz ‘Birinci Dünyâ Savaşı nda İzmir Savunması’  eserimiz ortaya çıktı.

Konu ilk defa 18. Türk Târih Kongresi’nde ‘103 Yıldır Bilinmeyen Gerçek, İtilaf  Donanması’nın İzmir’i İşgal Teşebbüsü’ tebliği ile Târih çevrelerine duyuruldu.

Sancakkale konusuna, Maltepe Askerî Lise öğrencileri Fethullah Sahan ve Râsim Kahraman hazırladıkları Târih projesiyle katkıda bulundu.

Yaptığımız araştırmayla: Atatürk’ün iki defa ziyâret ettiği Reşadiye Köşkü, Birinci Dünyâ Savaşı döneminde halkın silah eğitimi aldığı Şehzadepaşa Köşkü, Târihi boyunca İzmir’i birçok defa düşman saldırısından koruyan Gazi Yenikale (Sancakkale) gerçeği ortaya çıktı. Bu üç yapı için daha derin araştırma gerekiyordu. Araştırma talebimiz yasaklarla engellendi.

Kitabımız Târih bilgisi dışında, Târihî yapıların ortaya çıkartılması yönünde de iz sürüyor. Şikâyet dilekçeleri vererek, saklanan hususları Türk kamuoyu ile paylaşıyor:

1-Sancakkale’nin deniz yönünden çekilmiş fotoğrafında görünen bir anıtın, günümüzde bulunmadığı fark edildi. Bu anıt, İtilaf Donanması’nın İzmir’e yaptığı saldırının önlenmesi hâtırâsına dikilmiş olabileceğini düşündürüyordu. Dönemin Güney Deniz Saha Komutanlığı yetkilileri tarafından kaldırılmasının sebebini ve anıtın akıbetini sorduk? Cevap alamadık.

2-İzmir Eski Gümrük binasındaki Emir Çaka Bey Askerî Rıhtımı’ndan İkinci Karakol Filotilla Komodorluğu’nun tahliyesi sırasında ortaya çıkan ve sonra kaybolan Sultan İkinci Abdülhamid Han dönemine ait üç kitabenin akıbetini sorduk, Cevap alamadık.

3-Türkiye’de Atatürk’ün ziyâret ettiği her yapının müze olarak korunması güzel uygulaması dışında tutulan, 3. Tayyare Alayı Karargâh binası Reşadiye Köşkü’nün, 3. Tayyare Alayı Atatürk Havacılık Müzesi olarak açılması yönünde girişimde bulunduk. Cevap alamadık.

4-Yenikale Şehitliği’nin düzenlenmesi, Sancakkale’nin müze olarak açılması talebini, İzmir Vâliliği’ne, İzmir İl Kültür Müdürlüğü’ne, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ilettik. Cevap alamadık.

Türkiye’de Askerî bölgelerde bulunan kültür varlıklarının durumu: İzmir örneği’ raporunu hazırladık, Millî Savunma Bakanlığına gönderdik. Cevap alamadık…

İzmir’in ve Türkiye’nin Yenikale’nin farkına varmadan geçen 367 yıllık kayıp zamanının telâfisi, konunun Türk kamuoyu tarafından öğrenilmesi, bilinmeyen yönlerin araştırılması yönünde çalışma başlattık.

Bu yönde:

-Necmi Ülker ‘Sancakkale Şehitleri ve İzmir Târihindeki önemi’ konulu konferansını verdi. 11 Mart 2006 günü Yenikale’yi ziyâret etti.

-İtilaf Donanması’nm 5 Mart 1915 günü yaptığı bombardıman ve İzmir’i işgal girişimi, 106 yıl sonra ilk defa 5 Mart 2021 günü Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun da iştirakiyle Yenikale Şehitliği’nde düzenlenen törenle anıldı.

-TRT Haber, Yenikale gerçeğini ‘İzmir’in unutulan destanı’ programıyla tanıttı.

-İzmir Valisi Mustafa Toprak’a kitabımızı hediye ettik, İzmir Vali yardımcısı Fatih Kızıltoprak Balçova Kaymakamı Ahmet Hamdi Usta ile görüştük, dilekçeler verdik.

5 Mart 2022 günü Prof. Dr. Necmi Ülker’in iştirakiyle ‘İzmir’in Yenikale Şehitliğini ziyaret’ törenini düzenledik.

Bilinmeyenin öğrenilmesi, unutulanların hatırlatılması,’ ifâdesiyle özetlenecek Atatürk’ün Türk Târih Kongresi’nde paylaştığı ‘Türk çocuğu, atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır’ düşüncesinin bir örneğinin, İzmir Yenikale olduğunu gördük.

Çanakkale Deniz Savaşı’ndan önce 5-10 Mart 1915’te, Türk Ordusu’nun İzmir’de İtilaf Donanması’na gemi kayıpları verdirerek geri çekilmesini sağladığının, Birinci Dünyâ Savaşı’nda İtilaf Donanması’nın ilk başarısızlığa İzmir’de uğradığının bilinmesi gerekiyordu. Bu hâdise, böylesine önemli bir olayın, Târih kitaplarında neden bulunmadığı sorusunu gündeme getirdi.

Henüz savaş ilânının olmadığı bir dönemde İzmir’de yaşananlar, alınan savunma tedbirleri, İtilaf Donanması’nın İzmir’e denizden ve havadan yaptığı bombardıman hiç bilinmedi. Birinci Dünyâ Savaşı İzmir’ini anlatan kitaplarda, hâtırâlarda, Türk Hava Kuvvetleri’nden hiç bahsedilmiyordu. Oysa İzmir’de üç tayyare bölüğümüz görev yapmıştı!

Hava saldırıları, tayyarelerimizin Ege Adalarına yaptığı keşif uçuşları, hava muharebeleri, düşürdüğümüz düşman uçakları, Kösten (Uzunada) Ada’mızın işgale uğraması, Birinci Dünyâ Savaşı’nın Türk cephelerinde ilk ve tek amfibi harekâtıyla Uzunada’yı kurtarmamız, derinliğine inildikçe büyük bir Târihî cazibe olarak karşımıza çıkmıştı.

Araştırmalarımızla;

1-Osmanlı döneminde başlayan ve reddedilen Uzunada üzerinde yabancıların hak iddiasının, Cumhuriyet döneminde de açıldığı ve devam etmekte olduğu,

2-İzmir’in gazi toplarının İzmir’den götürüldüğü,

3-Yenikale Şehitliği’nde olması gereken şehit mezarlarının Narlıdere Şehitliği’nde bulunduğu, Karantina Adası’mn bombalanması sırasında şehit düşen iki meçhul askerimizin Sağlık Bakanlığı Karantina Mezarlığı’nda bulunan mezarlarının kötü durumda olduğu görüldü.

4-Henüz karşılıklı harp ilânının yapılmadığı 1 Kasım 1914’te İngilizlerin teslimini istediği Beyrut ve Kınalıada gemilerimizi Urla İskele’de batırdığımız öğrenildi.

Bu gerçeklerin ışığında Birinci Dünyâ Savaşı’nı İtilaf Donanması’nın Çanakkale’ye yaptığı saldırıyla başlatan’ bütün Târih kitaplarındaki bilginin değişmesi gerekiyordu. Birinci Dünyâ Savaşı’nın İngiliz Donanmasının Akabe ve İzmir’e yaptığı saldırıyla haşladığı yazılmalıydı! Ycnikale’nin bilinmeyen târihini bir fırsat olarak değerlendirmek, ‘Yenikale’yi UNESCO kültür mirasına aday göstermek, üniversitelerin çeşitli bölümlerinin katkılarıyla ‘Disiplinlerarası İzmir Savunması Çalıştayı’ düzenlemek gerekirdi. Bu takdirde bütün Dünyâ Yenikale’yi görmek için İzmir’e gelecek, Yenikale İzmir’in ve Türkiye’nin turizmine de büyük katkı sağlayacaktı.

UNESCO’nun Çanakkale ve Gelibolu’yu, Polatlı’yı ‘Birinci Dünyâ Savaş alanı Dünyâ mirası geçici listesine alması gibi; İzmir Sancakkale Târihî Alan Başkanlığı’nın kurulması, cephede hayatlarını kaybetmiş şühedânın son istirahatgâhlarının tespiti, imarı ve ihyası, alanın târihî kültürel ve tabîi değerlerini geleceğe aktarmak’ yönünde çalışma başlatılması gerekiyordu.

Bu noktada İzmir Sancakkale’nin Birinci Dünyâ Savaş alanı olduğu gerçeğinin bilinmesi ve koruma altına alınması yönünde İzmir’in yöneticilerine görev düşüyordu.

Bu yönde, Yenikale, Şehzâdepaşa Köşkü ile Reşâdiye Köşkü’nün durumları hakkında mahallî yönetimlere raporlar verildi.

Yenikale’nin 367 yıllık büyük Târihi, 108 yıl önce İzmir ve Türkiye’nin kaderi üzerinde oynadığı büyük rol bilinmiyormuş, varsın bilinmesin, umursamazlığı üzerine bir de yasaklar getirilmiş olunması kabul edilemezdi!

Târih araştırması, halkın târihine sâhip çıkmasını asla engellenmemeliydi!

Kitabımızla, Yenikale’nin, Şehzâdepaşa Köşkü’nün, Reşadiye Köşkü’nün bulunduğu saklı târih vâdisini İzmir’de ortaya çıkarttığımızı Türkiye’ye ve dünyâya duyuruyoruz.

Önemli bilgi kaynağı İzmir Şehir Yıllıklarında, İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Kent Ansiklopedisi’nde bu yapılar ve İzmir’in Birinci Dünyâ Savaşı dönemi hakkında bilgi bulunmadığını da belirtiyoruz.

Güzel görüntüsü 1864’lere kadar birçok yabancı ressamın İzmir tablosuna konu olan Sancakkale’nin, günümüzde savunma özelliği kalmayan toprak tahkimatının kaldırılmasının gerektiğini düşünüyor, bu önemli değişiklikle Sancakkale’nin İzmir’e denizden girişte ayrı bir güzellik kazandıracağını belirtiyoruz.

Bir İtalyan’ın önerisiyle Türkiye’de bulunan 11. ve 15. yüzyıllar arasında ticâret kolonileri kuran Ceneviz yapıları üzerine çalışma başlatılmış, İstanbul’daki Galata Kulesi ve Yaros Kalesi, İzmir’deki Foça ve Çandarlı kaleleri, Bartın-Amasra, Düzce-Akçakoca ve Sinop kalelerini kapsayan ‘Ceneviz ticâret yolunda Akdeniz’den Karadeniz’e kadar kale ve surlu yerleşimler’ projesi ile bu yapılar 2013’te UNESCO geçici miras listesine alındı ve tescili yapıldı.

Türk kaleleri ile ilgili benzer çalışma da yapılmalıydı. İzmir Sancakkale (Yenikale) bir Türk kalesi olarak çok önemliydi.

Devlet Arşivleri Başkanlığı Dünyâ genelinde Osmanlı eseri 66 kalenin bulunduğu bilgisini paylaşmıştı.  Kars (Arap Tabya), Erzurum, Van (Satmanis), Sinop, Çanakkale (Kilitbahir) (Kumkale), İzmir (Yenikale) Türkiye’deydi. Bu kaleler arasında, halkın görmediği, hakkında en az bilgi bulunan kale, İzmir Sancakkale’dir. Kitabımız bu olumsuz duruma dikkat çekmek için yazıldı.

Sultan İkinci Abdülhâmid Han döneminde Çanakkale’ye yaptırılan tahkimat gibi, İzmir’de de tahkimat yapılmış, Hamidiye İstihkâm-ı Hümayunları inşa edilmişti. İngiliz istihbaratı 1915 saldırısı öncesi Bademlik Bataryası ve Batery of Hills adını verdikleri iki Türk bataryasının yerini öğrenmiş, savaş devam ederken gravürünü basınıyla paylaşmıştı. İzmir savunmasının başarılı olmasının yolunu açan bu bataryalar, Hamidiye İstihkâm-ı Hümâyunu nereleri kapsıyordu? İngiliz biliyor, ne yazık ki biz bilmiyorduk! Araştırmaya da izin verilmiyordu ve bu konuları araştırmakta geç bile kalınmıştı.

İzmir’de ortaya çıkardığımız saklı târih vâdisi ödüllendirilmesi gereken bir çalışmadır. Yasaklara rağmen girilemeyen yerlere girilmiş, Osmanlı Arşivleri araştırılmıştır. Sâdece târih kitabı yazılmamış, konuyu kamuya mal etmek yönünde görev üstlenilmiştir. Hiçbir devletin târihinde İzmir’deki gibi 367 yıldır bilinmeden kalmış bir târihî gerçek yoktur. 21. yüzyıl Türkiye’sinde Târihî yapıların yasaklarla engellenmiş olması ayıp bir durumdur. Özellikle İzmir üniversitelerinde Sancakkale konusunda çalışma yaptıkları bilgisine rastlanılmamıştır.

Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi, bilse sorardı’ deyişi gibi, İzmir’in vâlisi, belediye başkanları, İzmir’in milletvekilleri, İzmir basını, Sivil Toplum Kuruluşları (STK)lar Sancakkale’yi, Reşâdiye Köşkü’nü, Şehzâdepaşa Köşkü’nü bilmemektedir. Bu yapılar hakkında hazırladığımız raporları ilettiğimiz yetkililer, İzmir uzmanları, eski hukukumuz bulunan İzmir milletvekilleri, STK başkanları, Balçova, Konak belediye başkanları ilgisiz kalmıştır.

Halka ve araştırmacılara kapalı Yenikale, Şehzadepaşa Köşkü, Reşâdiye Köşkü, İzmir’in Birinci Dünyâ Savaşı dönemi hakkında bilgi sunarken 21. yüzyıl Türkiye’sinde yasaklarla kapalı tutulmaya devam eden kültür varlıklarımıza sâhip çıkma, yasakları sona erdirme yönünde Türk aydınını, Türk yöneticisini göreve dâvet ediyoruz.

5-10 Mart târihlerinin, İzmir Sancakkale Şehitleri saygı haftası olarak anılmasını istiyoruz.

İzmir Yenikale’yi (Sancakkale) görmemizi sağlayan Emekli Koramiral Lütfü Sancar’a, Emekli Deniz. Kurrmay Albay Ali Rıza İşipek’e, İzmir Reşadiye Köşkü’nü görmemi sağlayan Emekli Pilot Albay Zübeyir Batur’a, İzmir’in, Türkiye’nin şükran duygularını sunuyorum. Değerli arkadaşlarım Şahap Osman Aras’ı, Hayati Özcan’ı ve Şehzadepaşa Köşkü’nü görmemi sağlayan Yaşar Güzelyazıcı’yı, kitaplarından yararlandığım merhum Ruhi Cebeci’yi saygı ve rahmetle anıyorum.

Yenikale Zafer Anıtı’nın, Yenikale’deki gazi topun varlığının belgesini, bilgisini bizlere sunan Ulaştırma. Çavuşu Osman Yalçın’a, Mehmet Karaavcı’ya, Hasbi Genç’e, Terminal Taburu Bot Bölüğü grubuna, kitabımın hazırlık safhasında yardımcı olan Fırat İtmeç’e, Selçuk Kolay’a, İsmail Çeşmeci’ye, Turan Akkoyun’a, Tosun Saral’a, Şerif Antepli’ye, Turgut Tür’e, Mürselin Güney’e, Uluç Hanhan’a, Turhan Turgut’a, Şerif Yücel’e, kitabımın basımında yardımcı olan Cihangir Hür’e, Gökçe Öcal’a, Mengü Öcal’a, sevgili eşim Nalan Öcal’a çok teşekkür ediyorum.

İzmir’in Yunan işgali faciasından kurtuluşunun, İstiklal Savaşı Zaferimizin, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kuruluşunun 100. yılı armağanı kitabımızı, Atatürk’ün şahsında tüm şehitlerimizin, gazilerimizin aziz hatırasına, Türk milletine ithaf ediyorum.

İLERİ YAYINLARI                                                                                                                                             Yılanlı Ayazma Sokağı, Yıldız Sanayi Sitesi Nu:18/208 Zeytinburnu, İstanbul. Telefon: 0.212-481 45 56              E-posta: ileri@ileriyayinlari.com   www.ileriyayinleri.com 

CELAL ÖCAL 1949 yılında Balıkesir’de doğdu. Babası Nurettin Öcal hava astsubayı, annesi Melahat Öcal ise ilkokul öğretmeni idi. İlk uçuşunu ilkokulda babasıyla yaptı. İlk ve ortaokul tahsilinin bir kısmını babasının şark hizmeti sebebiyle Diyarbakır Ziya Gökalp İlk ve Ortaokulu’nda tamamladı. Zaman içinde T-6, Beechcraft AT-11, C-47’de uçtu. Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni 1979 yılında bitirdi. Tuzla Piyade Okulu’ndan Piyade Asteğmen olarak mezun oldu. Kilis Martavan Seyyar Jandarma Hudut Taburu’nda takım komutanlığı yaptı. Sosyal Sigortalar Kurumu Kırklareli Hastanesinde meslek hayatına başladı. Adapazarı Depremi’nde yardıma giden ilk sağlık ekibinde görev aldı. İzmir Tepecik Ege Doğumevi ve Kadın Hastalıkları Hastanesi’nden emekli oldu. 1992 yılında kurucularından olduğu İzmir’de bulunan Türk Dünyâsı Kültür ve İnsan Hakları Demeği’nde uzun yıllar başkanlık ve yöneticilik yaptı. Türk Dünyâsı Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultaylarında İzmir delegesi olarak bulundu ve değişik konularda tebliğ verdi. İzmir Emir Sultan Türbesi’ne sahip çıkılması yönünde çaba sarfetti. Atatürk’ün sahip çıktığı şehitlerimizden olan Boğazlıyan Kaymakamı Millî Şehit Mehmet Kemal Bey’in kızı Müşerref Gürenci ile yaptığı röportaj sonrasında aile arşivinin kamuoyu tarafından bilinmesini sağladı. Türk ârihi ve kültürü ile ilgili çeşitli makaleleri Orkun, Türk Dünyâsı Târih, Töre, Türk Yurdu, Bahçesaray, Târih ve Düşünce, Türk Solu, Kadıköy Life, İzmir Life dergilerinde, Hür Efe, Ege Manşet, Yalıçapkını, Seferihisar gibi İzmir mahallî gazetelerinde yayımlandı. “Kurtuluş Savaşı’mıza Sanatıyla Katkıda Bulunan İtalyan Ressam Vittorio Pisani’ ve ‘Birinci Dünyâ Savaşı’nda İzmir Savunması’ isimli kitapları bulunan Celal Öcal evli ve üç çocuk babasıdır.

Hodri  Meydan  Diyebilmek

     İnsan yeryüzünün halifesidir. İnsanı bu makama bizzat Yüce Allah seçmiştir. İnsanı bu makama bizzat Yüce Allah lâyık görmüştür. Allahü Zülcelal Hazretleri demek istiyor ki:

    “Ey bütün varlık âlemi! Ben tümünüzü insan için yarattım. İnsanı ise kendim için var ettim. Öyleyse Bana itaat ettiğiniz gibi, O’na da itaat edeceksiniz! Çünkü insana itaat, Bana itaat demektir. Hadi bakalım, göreyim sizi. Emirlerimi nasıl yerine getireceksiniz?

    “Fakat bir şartla insana itaat edeceksiniz. Yeryüzünün halifesi olduğunun belgesi niteliğinde olan “Bismillah” sözcüğünü söylediği takdirde. “Bismillah” lâfzını sarfettiği sürece; Benim mülkümde, Benim sahipliğimde, Benim adımı anarak bir işe kalkıştığı müddetçe. Benim çizdiğim çerçevede kaldıkça. Ey bütün varlık âlemi! İnsan denen kuluma itaatle mükellefsiniz.”

     İşte itaatle mükellef / yükümlü oluşa, yaşanmış bir somut örnek:

     Üstad bir zâtın mübarek bir talebesi; Van’ın tatlı meyillerine yaslandığı, haşmetli Erek dağının arkasında hocasıyla inzivada iken; yalçın dağlara bakan, derin bir vâdiyi gören, ürkütücü bir tabiat köşesinde uzlet hâlinde olup, her hafta Cuma namazı için Van’a inmektedirler. Bir Cuma, yine şehre inmiş. Bir Cuma’yı daha eda etmiş. Tekrar Erek dağının yolunu tutmuşlar. Etrafta dağ köyleri var. Kocaman, ürkütücü ve vahşi çoban köpekleri bulunmaktadır. Cuma dönüşünde, bu saldırgan köpeklerin hücumuna uğrarlar! Dağdan büyük bir hışımla, kendilerine doğru koşmaktadırlar.

     Talebe, hemen yerden taş toplamaya başlar. Fakat hocası taşları attırmaz! Talebenin şaşkın bakışları arasında, elindeki şemsiyeyi köpeklere doğru uzatır. Onlara hitaben: “Biz der, hain değiliz, yolcuyuz. Görevinizi yaptınız. Artık çekilin önümüzden.” Köpekler bu hitap karşısında, talebenin korkulu bakışları arasında, bir anda oldukları yere, âdeta çakılıp kalır! Saldırgan hâllerini terkeder! Havlamayı keser! Hoca ve talebesi de, yollarına sâkince devam ederler!

     Fakat bu işin söylendiği kadar, pek kolay olmadığı da bir gerçek. İşte misali:

     Van’da bir kış gecesi. Bir sohbetten dönüyorum. Sokaktayım. Yürüyorum. Vakit gece yarısı. İn cin top oynuyor! Issızlık her şeye hâkim. Birden irkildim! Geçmem gereken sokağın ortasında, beş altı tane iri köpek dolaşmakta! Olsun, diyorum içimden. Geçer giderim aralarından. Değil mi ki, Allah’ın ismiyle hareket ediyorum. Kim dokunabilir ki bana? Korkma dal geç aralarından. Endişe etmene hiç gerek yok.

     Fakat o da ne? Ayaklarıma bir türlü söz geçiremiyorum! Sanki gerisin geriye gidiyorlar! Oysa şehrin ortasındayım. Üstelik bu köpekler, insana alışkın olmalı. Ama bütün bu kendi kendimi telkinata tâbi tutmam fayda vermedi! “Bismillah” deyip köpeklerin arasına bir türlü dalamadım! Belki de hiçbir şey olmayacaktı. Elbette inançlıydım. Elbette Allah’ın dediği olurdu. Elbette herkesin dizgini, O Büyük Yaratıcı’nın elindeydi. Öyleyse neydi bu şaşkınlık? Nerden çıkıyordu bu tereddüt, bu kararsızlık?

     Çünkü sevgili okur! O sokaktan geçmeden de, eve gidebilirdim. Biraz yukardan başka bir sokaktan geçerek eve ulaşabilirdim. Evet, eve varmakta başka yolların oluşu; tevekkül yâni Allah’ı vekil edinme inancıma gölge düşürmüş. Allah’a teslimiyetime gevşeklik vermişti. Deyim yerindeyse, istemiyerek gizli şirke girmiştim! İşte böyle yaralı bir ruh hâlimle, ne yapacakları meçhûl, o azgın köpeklerin arasından geçmeyi, bir türlü göze alamazdım. Nitekim alamadım.

     Evet sevgili okur! Gördüğünüz gibi, sarfedilecek sözün  aynı olması yetmiyor!

     Dudak farkının da, aradan kalkması lâzım.

     Nerde kaldı?

     Benim Halife-yi Rûy-i Zemin olarak kendimi kanıtlamam.

     Nerde kaldı?

     Benim mânevî hüviyetimi ibraz etmem.

     İşte, bizim gibilerin, kendilerini kanıtlamaktaki aczleri.

     İşte bütün mes’ele bu. Tam bir dirayet, tam bir irade ile tüm yaratılmışa karşı, kimin kulu olduğumuzu ispat edemeyişimiz! Mahlûkatın itaat etmesi gereken kul olduğumuzu gösteremeyişimiz. Kısaca: “Hodri meydan!” diyemeyişimiz!

Muayenehanelerden Özel Hastanelere-CİHAN

2004 de başlayan sağlıkta dönüşüm programı muayenehane hekimliğini zorlaştırmıştır.2007 deki şartlarda hekimlerin bir kısmı bürolarını kapatıp tam gün kamudaki görevine dönerken bir kısmı ise istifa edip tıp merkezi-özel hastane gibi yerlerin açılmasına yönelmiştir.

Cankat Tıp Merkezi: Şehrimizin tanınmış hekimlerinden bazılarının iş ve imkân birlikteliği ile kurulmuştur. Yenişehir Mah. Tramvay yolu No 110’daki 4 katlı bir binanın düzenlenip yapılandırılması ile 7/24 hizmet veren küçük cerrahi müdahalelerinde yapılabildiği bir merkezdir. 2013 de açılan cihan hastanesini kuran hekim grubunun çalışmasıdır. Bunlardan öncü olan isimler şunlardır:

Dr. Metin ÖZTÜRK: Kocaeli Devlet Hastanesine 1989 de gelmiştir. Birçok akrabasının bu şehire yerleşmiş olması bunda etkilidir. Kısa sürede çalışkanlığı ve hizmetleriyle güvenilen ,sevilen ve aranılan bir hekim olmuştur. O’nun ultrason ve endoskopi bilgi ve uygulamaları daha aranılır bir hekim olmasını sağlamıştır. 2008 de emekli olup muayenehanesini kapatmış olup kurucu olduğu Cankat Tıp Merkezi ve daha sonra Cihan Hastanesinde mesleğini sürdürmüştür.2021 de hastanenin satılması ile buradan ayrılmış, yeni açtığı muayenehanesinde hekimliğe devam etmektedir.

Dr. Uğur-Funda DOĞAN: Uğur hariciye, Funda kadın doğum uzmanı olup 1994 de mecburi hizmetli olup çalışmaya başladıkları Malatya’dan çocuklarının eğitimi gereği 2004 de Kocaeli Devlet Hastanesine gelmişlerdir. Her ikisi de hem hastanede hem de muayenehanelerinde sevilip sayılan hekimler olarak 2008’e kadar çalışmışlardır. Bu tarihte emekli olup muayenehanelerini kapatarak kurucusu oldukları Cankat tıp merkezinde ve daha sonra Cihan Hastanesinde mesleklerine devam etmişlerdir. Dr. Funda DOĞAN 2020 de yakalandığı covid-19 hastalığını atlattıktan sonra hekimliği bırakmıştır. Uğur DOĞAN ise 2021 de aynı zamanda genel müdürlüğünü yaptığı Cihan Hastanesindeki görevini ve hekimliği de bırakmıştır.

Dr. Ali – Lale Hürmeydan: 1985 de Derince Askeri Hastanesine tbb. Asteğmen olarak gelmiştir. Dr. Lale ise eş durumundan Kocaeli Devlet Hastanesine anestezi uzmanı olarak atanmıştır. Dr. Ali Bey aynı zamanda muayenehane de açmış ve askerlik sonrası Kocaeli Devlet Hastanesine atanmıştır. Kendi alanında sevilen güvenilen bir hekim olarak bilinmiştir. 2008 de muayenehanesini kapatmıştır.2012 de emekli olup 2013 de açılan Cihan Hastanesinin kurucu ortağı ve başhekimi olmuştur. Her ikisi de 2023 den itibaren mesleği bırakmış olup şehrimizde yaşamaktadırlar.

Dr. İbrahim – Sevil Kılcı: Dr. Sevil Ark(Kılcı) İzmitli olup önce 1978 de SSK da pratisyen hekim olarak çalışmıştır. Daha sonra 1988 de eşi olan üroloji uzm. İbrahim Kılcı ile birlikte cildiye uzm. olarak Kocaeli Devlet Hastanesine gelmişlerdir. Aynı zamanda muayenehane de açarak çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Dr. Sevil 2008 de emekli olup Cankat’ın kurucusu,2013 den itibaren ise her ikisi de muayenehanelerini de kapatarak kurucusu oldukları Cihan Hastanesinde çalışmalarına devam etmişlerdir. Dr. İ. Kılcı 2020 de vefat etmiştir. Dr. Sevil Kılcı aynı hastanede çalışmaya devam etmektedir.

Dr. İsmail Kuru: 1985 de Derince Askeri hastanesine KBB uzmanı olarak gelmiş ve askerlik sonrası Kocaeli Devlet Hastanesine atanmıştır. Muayenehane ve hastane hekimliği ile şehrimizin sevilen KBB uzmanlarındandır.1997-1999 yıllarında başhekimlikte yapmıştır 2005 de emekli olmuş,2008 de muayenehanesini de kapatmış ve daha sonra Cihan Hastanesinin kurucularından olmuştur. Halen burada hekimliğine devam etmektedir.

Dr. Mehmet Ataman: 1988 de Kocaeli Devlete kadın doğum uzmanı olarak kendi isteği ile gelmiştir.2008’e kadar hem hastane hem de muayenehanesinde hizmet veren sevilen bir hekimdir. 2008 de emekli olup muayenehanesini de kapatarak Cankat tıp’ın ve Cihanın kurucu ortağı ve çalışanı olmuştur. 2022 de hekimliği bırakmıştır.

Cihan hastanesinin hikâyesini anlatmadan önce İzmit merkezdeki şu bilgileri de hatırlamamız gerekir.

Özel İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Sağlığı Merkezi: Dr. Ahmet Doğruöz, Dr. Ertan İzgiç ve Dr. Demet Boyacı. Bu üç kadın doğum uzmanı 2008 de hastanelerinden istifa edip muayenehanelerini kapatarak yapı sanat okulunu yan sokağı olan Halit molla sokak no7 deki binada kendi alanlarında çalışmak üzere bu tıp merkezini kurmuşlardır. Bu üç hekim aynı zamandan Cihan hastanesinin de kurucu ortaklarındandır. 2015 de Dr. Ahmet Doğruöz buradan ayrılıp Cihan Hastanesine gelmiş olup halen çalışmaktadır.

İzmit Kardioloji Merkezi: Kocaeli Devletin sevilen kalp doktorlarından Murtaza Şerifi ve Kerim Jaberi 2008 de istifa edip Tahsin Marmara sok.N0:8 deki bu merkezi kurmuşlardır. Burası kalp hastalıklarının teşhis ve takip ve tedavisinde hizmet vermektedir. Bu iki hekimimiz Cihan Hastanesinin kurucu ortaklarındandır.

İzmit KBB Merkezi: 80 li yıllarda İzmit SSK hastanesine gelmiş olan KBB Uzmanı Saim TOKER ve 90 lı yıllarda gelmiş olan DR. Atilla Yüksel hastanelerinde ve muayenehanelerinde hizmet verirken 2008 lerde kamu görevlerini bırakıp emekli olmuş ve iş birliğine giderek alemdar caddesindeki can Apt. 2. katında bu KBB merkezini kurmuşlardır. Bu ikili Yahya Kaptan da daha büyük bir KBB merkezi çalışması yaparken Dr Saim Toker in rahatsızlığı buna fırsat vermemiştir. Burası 2016 da Marmara hastanesinin  Derince deki polikliniğine devredilerek kapanmıştır. Dr Saim Toker 2021 de vefat etmiştir.

Dr.T uncel Çaylı: 1982 de Derince Askeri Hastanesine Biyokimya uzmanı olarak gelmiş ve yine aynı yıl Yaşam lab.  kurmuştur.halen alemdar caddesinde ki yerinde hizmet vermekte olup Cankat’ ın ve Cihan’ın kuruluş ve çalışmasında yardımcı olmuştur. Cihan hastanesinin kuruluş ortaklarındandır.

Dr.H. İbrahim Kahraman: Mecburu hizmet kurası ile İzmit SSK hastanesine gelmiştir. Aynı yıl Kocaeli Tıbbi Tahlil Laboratuvarını açmış ve kendi alanında burada da hizmet vermiştir.1988 den itibaren tam gün serbest hekim olarak çalışmaya devam etmiş ve Cankatan’ın ve Cihan’ın Mikrobiyoloji biriminin kuruluş ve çalışmasında yardımcı ve ortağı olmuştur. 2019 da özel laboratuvarını kapatmıştır. Bu tarihten itibaren Cihan Hastanesinin Bakteriyoloji ve Enfeksiyon hastalıkları doktorluğunu yapmamaktadır.

Kapsam: Cankat’ın yan kuruluşu olarak işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında hizmet etmek üzere 2010 da kurulmuştur.2013 de ise devredilmiş olup halen bağımsız bir şekilde çalışmasını sürdürmektedir.

Tıp merkezinden cihan hastanesine geçiş devam edecek

Her Konunun Çözüm Adresi Cumhurbaşkanı

Eski AKP milletvekili Şamil Tayyar X’te (Twitter), sokak köpekleri ile alakalı kanun sonrası uygulamayı eleştiren bir mesaj paylaştı. Bu paylaşımda sorunun kendisi kadar, çözümün arandığı adres ilgimi çekti.

“Kanuna aykırı olarak, hiçbir kurala uyulmaksızın köpeklerin zalimce katledilmesini” durdurmak için Şamil Tayyar yasal yollara başvurmuyor, doğrudan Cumhurbaşkanına şöyle sesleniyor:

“Sayın Cumhurbaşkanım. Ülkenin her köşesinde köpek avı başladı. Niğde, Bartın, Altındağ, Ahlat, Silivri başta olmak üzere birçok yerde köpekler hiçbir kurala uyulmaksızın zalimce katlediliyor.

Zehirlenen köpeklerin o can çekişen görüntüleri yürekleri parçalıyor. Kanun böyle bir zulmü öngörmese de katil ruhlu alçakları harekete geçirdi. Allah rızası için bu zulmü durdurun. Bir sözünüz yeter.”

Kanunda öngörülmeyen bir zulüm yapılıyorsa, bir vatandaşın C. Savcılıklarına suç duyurusunda bulunması bu kötü uygulamaları durdurmaya yetmeliydi. 

Şamil Tayyar’ın “Katil ruhlu alçaklarla mücadele için devletin mekanizmaları çalışmıyor, vatandaşların bu mekanizmaları harekete geçirmesi mümkün değil” diye düşündüğü anlaşılıyor. Meseleyi en yetkili makama arz ediyor. Çünkü devletin kurumlarının bu sorunu çözmeye gücü yetmez ama Reis’in “bir sözü yeter” inancında.

Muhalefetin “katliam yasası” dediği bu yasa muhalif eleştiriler ve görüşler dikkate alınarak Meclis’te ciddi bir çalışmadan sonra kabul edilseydi, uygulamada hatalar daha az olurdu. Yasada öngörülen köpek öldürme uygulamalarını yapmayan “belediye başkanlarına hapis cezası verilecek” gibi ifadeler olmasaydı “bu zulüm” söz konusu olabilir miydi?

********************************

Muhalifler de Kurumlardan Ümidini Kesti

Ekonomist Prof. Dr. Özgür Demirtaş yıllardan beri yanlış ekonomi politikaları konusunda yönetimi uyarıyor. Uyardığı hemen her konuda haklı çıktı. İktidar O’nun “aman yapmayın” dediği şeyleri yapmaya devam ettiği için ekonomide mevcut travmayı yaşıyoruz.

Bu iyiniyetli akademisyen “doğru söyleyeni dokuz köyden kovmayı adet edinenlerin” hedefi oldu. Hocanın aktroller ile başı dertte. Son olarak bir “aktrolün” kendisi hakkında yazdığı yalan ve iftiralara uzun bir cevap verdi. Bunlarla hukuki yoldan mücadele etmenin, suç duyurusunda bulunmanın çare olmayacağından emin olmalı ki “hükümete iki çift lafım var” diyerek Cumhurbaşkanının sekretaryasına seslendi: “Vatandaşlarınızı ayrıştırmayın. Bu trol yapılarını beslemeyin. Haklarında gerekli hukuki işlemleri yapın.”

Oysaki Özgür Demirtaş bir vatandaş olarak yasal işlemlerin yapılması için C. Savcılıklarına başvurabilirdi. Ama “bu sineklere hem dokunulamaz ve hem de bataklığı kurutmaz” diye düşünmüş olmalı ki çözümü hükümette (Cumhurbaşkanında) aramış.

Oysaki ülkede kurumlar görevini yapsa ve kurallar herkes için işlese devletin kurumları sorunu yasal zeminde çözerdi.

********************************

Bize Kral Değil Kural Lazım

Türkiye R.T. Erdoğan ve D. Bahçeli ikilisinin sayesinde kendine özgü bir başkanlık sistemine girdi. CB sisteminde kamu yönetimi tamamıyla şahsileşti. Demokrasinin olmazsa olmazı “kuvvetler ayrılığı” kalktı.  Bağımsız olması gereken kurumlar, yargı, eğitim, diyanet gibi alanlar bile siyasallaştı. “Güçlü adam” bütün kurum ve kuruluşların yöneticilerini atama yetkisini eline almış durumda.

“Türkiye’nin güçlü adama değil, kurallara, kurumlara ve rasyonel politikalara ihtiyacı var. Bize Kral değil kural lazım” diyenlerin sözü dinlenmiyor.

Kurumlar ve kurallar yerine tek adamın dedikleri ve yaptıkları öne çıkınca, ortak akıl ve ortak vicdanın sesi kesiliyor. Bir kişinin “faiz sebeptir” gibi “rasyonel olmayan” politikaları dayatmasının yarattığı sıkıntılar ortada.

Diyelim ki köpeklere yapılan zulmü durdurmaya CB’nın bir sözü yetti. Diyelim ki aktrolleri durdurmaya da yetti. Peki, rasyonel olmayan ekonomi politikalarını düzeltmeye ve yarattığı hasarı gidermeye neden yetmiyor? Türkiye gibi bir devlet bir tek kişinin aklı ve vicdanı ile yönetilemez.

Ortak akıl, maşeri (ortak) vicdan, kuvvetler ayrılığı, denge ve denetim sistemleri istemek zorundayız.

Yasaya ve vicdana aykırı eylemler için başvuracağımız kurum kalmamış ve kuralların bazılarına uygulanmayacağı kanaati yerleşmişse asıl sorun budur.

********************************

Fatih’in Hukuka Saygısı

Fatih Sultan Mehmed’in hukuk karşısındaki tavrını anlatan bir kıssa vardır. “Evliya Çelebi Seyahatnâmesi”nin Millet Kütüphanesindeki yazma nüshasında anlatılan bu olay şöyledir:

Fatih Camiinin Rum mimarının bir hatasına kızan Fatih Sultan Mehmed mimarın elini kestirir. Mimarın şikayeti ile o zamanın hukukuna göre yargılama yapılır. Kadı, padişah ile Rum mimarın hukuk önünde eşit olarak yüzleşmesini sağlar. Sonunda “kısas” kararı yani padişahın da elinin kesilmesi kararını verir.

Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiştir. Fakat kararı dehşet ve hayretle izleyen Rum mimar bu yüksek adalet anlayışı karşısında davasından vaz geçer ve Müslüman olur. Padişahın cezası maddi tazminata çevrilir. Padişah, kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden öder.

Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadıya döner. “Padişahtır diye iltimas edip hukuka aykırı bir karar verseydin başını şu kılıcımla kesecektim” der.

Kadı şöyle cevap verir: “Siz de padişahlığınıza mağruren hükmü tanımasaydınız, billahi bu topuzla başınızı ezerdim.”

Bu kıssa hakkında Prof. Dr. Süheyl Ünver’in kanaati şudur: “Tarihler böyle şey yazmaz. Şarkta uydurma efsâne yoktur. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat bunun aslını bilmiyoruz. Hele bu makalede yazıldığı gibi de cereyan etmemiştir.”

Aslı olsa da olmasa da halkın devlet yöneticilerinden beklediği hukuka saygıyı ve bağımsız yargı talebini gösteren bu kıssadan ders alabiliriz.

****

İktidarın Anayasa Mahkemesi Kararına Saygısı

Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarına rağmen Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay tahliye edilmedi ve Meclis’te vekilliği düşürüldü. Ancak AYM Meclis’te alınan bu kararın hukuka aykırı ve “yok hükmünde olduğuna” karar verdi.

Meclis’te milletvekilliğini düşüren işlemin yok hükmünde olması “Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliği hiç düşmemiştir” demek.

Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını uygulamak anayasal bir mecburiyettir.

Fakat iktidarın küçük ortağı ile Cumhurbaşkanı danışmanları AYM kararını yok saymakta direniyorlar. AYM Kararının uygulanması gereğini hatırlatanlara alenen ayar veriyorlar.

Böyle yazılı kuralların uygulanması için kurumsal karar gereken bu durumda bile gözümüz Cumhurbaşkanında. Çünkü hukukun uygulanması veya uygulanmaması için “O’nun bir sözü yeter.”

Umarım gelecek nesillere gururla anlatacağımız bir sonuç ortaya çıkar.

Kimlik Kartı

    “Bismillah” sözünün İslâm Nişanı olduğu hakikatine gelince; nasıl ki, her doğan çocuğa bir kimlik çıkarılır. Nitekim her çocuğun resmen edindiği ilk şey kimlik kartıdır. Böylece çocuğun vatandaşlığı resmen gerçekleşmiş olur. Çünkü vatandaşlık bir intisap, bir bağlanış ve bir mensubiyettir. Bu şekilde doğan çocuk devletle irtibatlandırılmıştır.

     Artık o, devletin bir ferdi ve bireyidir. Sırasında kimliğini göstermesi ondan istenir. Bundan dolayıdır ki, ancak bu şekilde hür ve rahat dolaşım imkânına kavuşmuş olur. Ancak bu şekilde rahat yaşama hakkını elde etmiş sayılır. İstendiğinde kimliğini gösteremediği takdirde tutuklanır. Vatandaşlık haklarından mahrum edilir. Hürriyetinden olur. Âdeta bir tutsak muamelesi görür. Çünkü kimliksizdir. Kimliğini, yâni devletin vatandaşı olduğunu belirten resmî belgesini kaybetmiştir.

     Demek ki, yurt içinde bile, kişinin kimliksiz dolaşması, başına çok işler açar. Onu zor durumlarda bırakır. Çünkü kimliksiz olmakla, ortada kalmıştır. Devletle irtibatını ve bağını sağlayan belgenin bulunmayışı, onun daima başına iş açacaktır.

     Kimlik kartı, yurt içinde nasıl önemliyse, yurt dışında da kimlik kartı yerinde olan pasaport, o nisbette önemlidir. Yurt dışına pasaportsuz çıkamadığımız gibi, yurt dışında pasaportsuz dolaşamayız da. Çünkü pasaport almamakla, o dış ülkeyle bağ kurmamış, o ülkenin iznini almamış, o ülkenin bilgi dairesine girmemiş oluruz. Bu da bizim ilk fırsatta tutuklanmamız veya sınır dışı edilmemizle sonuçlanır.

     Aynen bunun gibi, kimlik / pasaport / parola yerinde sayılan “Şu mübarek kelime (yani “Bismillah” lâfzı) İslâm Nişanı’dır.” O’nsuz / Bismillah’sız olarak, yeryüzünde istediğimiz gibi hareket edemez. Kendimizi cansızlar, bitkiler ve hayvanlar karşısında yalnız hisseder. Hattâ onların düşmanlığını bile üzerimize çekeriz. İşte “Bismillah” söylemi varlıklara karşı, sözlü bir pasaport ibrazıdır.

     Nitekim geceleyin kendisini yoklayan subayına bile asker “Dur kimdir o?” diye seslenir. Yaklaşmasını yasaklar. Subay durmak zorunda kalır. Ancak parolayı söylediği takdirde, nöbetçi erin yanına gelebilir. Aksi hâlde asker; parolayı bilmediği halde yaklaşmak isteyen herkese; kim olursa olsun ateş açıp vurabilir ve bu yaptığından dolayı sorumlu olmaz.

     Aynen bunun gibi, dünya da Allah’ın bir ordugâhıdır. Bütün mahlûkat Allah’ın askeri olup, insan ise subay hükmündedir. Askerlerin subaylarına itaat etmeleri lâzım geldiği, bütün erata bildirilmiştir. Er, nerede olursa olsun, subayının buyruğuna girmeyi kendine vazife bilecektir.

     Fakat buyruğa girmesinin, emre uymasının tek bir şartı vardır. Subay da, subay olduğunu göstermeli, yani subaylık kimliğini ortaya koymalıdır. Bu ise resmî üniformasını daima giyip kuşanmakla sağlanır. Sivil giyinmiş bir subayın, subay olduğu anlaşılmadığı için, emrine itaat edilmez.

     Öyleyse insanın “Bismillah” lâfzını, her zaman her yerde kullanması, onun kimliğinin bir nişanesi.

     Diğer mahlûkata karşı üstünlüğünün belirtisi.

     Âdeta diğer mahlûkata karşı kimliğini anlatan parolası.

     Sanki diğer yaratılmışlardan kendisini ayıran resmî elbisesidir.

     Bu elbise ve bu parolayla insan, emniyetle her yere girip çıkabilir.

     Bu bildiriş, bu görünüş ona bütün mahlûkatın saygı duymasını temin eder.

     İnsan ancak bu üniforma ile yâni “Bismillah” parolası ile hürriyetini eline almış olur.

     Evet, “Bismillah” bir intisaptır demiştik.

     Çünkü “Bismillah” Allah’a bağlı oluşun resmidir.

     Bütün bunlar tüm varlıklara karşı Allah katındaki yerimizi göstermek,

     Allah yanındaki değerimizi belirtmek içindir.

     Bütün bunlar Allah adına hareket ettiğimizi,

     O’nun adına varlıklar üstünde tasarruf hakkımız olduğunu duyurmak içindir.

Senail Özkan ile Bilinmezlikler Diyârında Ufuk Turu…

Oğuz Çetinoğlu: İçerisinde bulunduğumuz dönem için ‘bilgi çağı’ deniliyor. Bilgi her zaman vardı. ‘Bilgiye ulaşma çağı’ demek daha doğru bir ifâde olsa gerek. Fakat bu târif, bilginin değerini azaltmaz, düşürmez. Sizinle bilgi ile alâkalı bilinmezlikleri konuşmak istiyorum. Bilginin nasıl doğduğundan başlayalım. Bilgi nasıl doğmuş?

Senail Özkan: Bilgi, büyük şüphecilerin kafasından doğmuştur. Gazali, Descartes ve Kant üç büyük şüphecidir. Fakat üçü de sâdece şüphe etmek için şüphe etmezler. Üçü de aslında şüpheden kurtulmak, bilgiyi şüpheden arındırmak için şüphe ederler. Bu filozoflara Edmund Husserl’i de dâhil etmek gerekir. Çünkü Husserl felsefeyi ‘kesin bir ilim’ hâine getirmek için çok gayret sarf etmiştir. Adı geçen filozoflar, kesin bilgiye ulaşmak için metotlu şüpheye önem vermişlerdir. Descartes, ‘Her şeyden şüphe edebilirim, ama şüphe ettiğimden asla’ diyor. Şüphe ettiğime göre düşünüyorum, öyleyse varım (coğito ergo sum). Hatta Descartes, şüphecilere galip gelen kötü cin hakkında diyor ki: ‘O istediği kadar beni aldatsın, şu anda düşünmemem için bir şey yapamaz; düşününce de varım.’

Husserl biraz da müstehzi bir tarzda kendisinin şüpheciliğinden bahseder: ‘Ben bir şüpheciyim. Çünkü dâima kendimden çok başkalarına inanıyorum.’ Buna rağmen o, şuur alanında ‘Mutlak’ı keşfettiğine inanıyordu. Husserl, ‘Yalnızlaşan insan filozoftur. Felsefe, filozof insanların mükellef ve inziva hâlindeki düşüncelerinden neşet eder.’ derken de bizzat kendi varlığı (Existenz) ve felsefesi hakkında bir anahtar sunmuş oluyordu. Husserl’in burada kastettiği yalnızlık Descartes’in ‘şüphe’sini andırmaktadır. Yalnızlaşan insan, dünyâdan ve yakın çevresinden uzaklaşır ve inzivaya çekilir. Bundan böyle o, daha çok kendi varlığıyla alâkadar olur, dünyâ ile ilgilenmez. İşte kendi transandantal varlığına dönen Husserl da, bundan böyle dünyâ, dünyânın dağları, nehirleri, ağaçları ve manzaralarıyla ilgilenmez; bunların varlığı veya yokluğu konusunda her hangi bir fikir beyan etmez. Hattâ kendi bedenî varlığını da hâricî dünyâdan addeder. Bütün maddî âlemi paranteze alır. Şimdilik o, tamamen kendi ‘transandantal Ego’suyla meşguldür. Öylesine ki, ‘Ben tamamıyla transandantal bir Ego hâline geldim.’ der. Bu, fevkalâde önemli bir tespittir; çünkü Husserl’ın felsefesi bir transandantal ego felsefesidir.

Çetinoğlu: Bu sözleriyle kast ettiği nedir?

 Özkan: Husserl’in burada Yûnus Emre ile aynı bilinç seviyesine yükseldiğini söylemeden önce, Kısaca Husserl, ‘saf şuur’a ulaşmak için metotlu şüphe enstrümanını kullanmaktadır. O, buna fenomenolojik Reduktion (fenomenolojik indirgeme) diyor. Fenomenolojik reduksiyonla Husserl, evvelâ dünyâyı ve bütün ilimleri paranteze alır; geriye sâdece ‘ego’ yahut ‘saf şuur’ kalır.

Çetinoğlu: Böylece ‘saf şuur’a, ‘saf ben’e, ‘mutlaka’ ulaşılmış olur mu?

Özkan: Hayır, çünkü ‘saf ben’e ulaşmak için daha geride elenmesi lâzım gelen insanın kendi bedeni ve psikolojik bilinç vardır. Bunun için fenomenolojik reduksiyon transandantal reduksiyon ile ikmal edilmeli, bütünlenmelidir. Transandantal reduksiyon eleği ile bize ait olan, psikolojik şuur ve burada tortu olarak ne varsa elenmelidir. Mesele tamamen saf, anonim şuura ulaşmaktır. Husserl’in fenomenolojik Reduktion eleği ile Yunus’un şeyhi Taptuk Emre’ye atfedilen şu kritik nefis terbiye usulü arasında bir benzerlik yok mudur? Hani Yunus’u Tapduk’a getirmişler. Tapduk Emre Yunus’u bir kazanda kırk gün kırk gece kaynatmış, kazandan çıkardıktan sonra koklamış ve: ‘Git! Hâlâ dünyâ kokuyorsun demiş!’

Pek tabîi her kültür kendi kavramlarını, kendi sembollerini ve kendi metaforlarını yaratır. Ancak mecazlar ve kavramlar farklı olsa da neticede gaye ve görülen iş aynıdır.

Çetinoğlu: Husserl’in ‘Fenomenolojik Reduktion’ metoduna dönecek olursak…

Özkan: Oraya gelmek üzereydim: Akla şu soru gelebilir. Peki, ama bu ‘fenomenolojik Reduktion’ ile insanı, insanın psikolojik şuurunu, şuuraltını ve dünyâyı elediğimizde her şey tâmâmen kaybedilmiş olmuyor mu? En azından böyle bir risk yok mu? Aslında bu risklerin farkında olan Husserl burada nâmütenâhi bir âlem keşfettiğini söylüyor:

İmdi kavrayıcı ve teorik olarak araştırıcı nazarlarımızı kendi mutlak varlık alanı olan saf şuura yöneltelim. Böylece istenilen fenomenolojinin temel alanına intikal edilmiş olur; bu alan fenomenolojik Residium, yâni arta kalan alandır. Tabîi bu alan canlıları, insanı -bizzat kendimiz de dâhil olmak üzere- bütün dünyâyı ve onunla ilgili her şeyi paranteze aldığımız hâlde arta kalmıştır. Bununla birlikte biz aslında, burada hiçbir şey kaybetmiş değiliz, tam aksine bütün mutlak bir varlık kazanmışızdır. Doğru anlaşılmak lâzım gelirse bu mutlak varlık dünyâ ile ilgili bütün transandantalları ihtiva etmekte ve onları kendi içinde kurmaktadır.’

Görüldüğü üzere, şüphe bir taraftan bir değirmen taşı gibi her şeyi öğütürken, diğer taraftan canlara can vermektedir. Her şey kaybedilmiş görünürken, birdenbire her şey kazanılmış olur. Zulmete mağlup olduk zannederken, zihinlerimizden daha parlak bir ziya fışkırıverir.

Çetinoğlu: Yunus’un bütün bunlarla ne alâkası olabilir? Ruhunu inanılmaz bir samîmiyet, sâdelik ve masûmiyetle bizlere açan, hiçbir gösteriş ve kibirlenme belirtisi olmadan ilâhilerini terennüm eden bir derviş, ‘şüphe’, ‘kesin bilgi’ ve ‘saf şuur’ gibi muhataralı mevzularla niçin ilgilensin?

Özkan: Yunus’un bir bilgi meselesi var mıdır? ‘Kesin bilgi’ onun için neyi ifâde eder? Yunus metafizik konulara kafa yormuş mudur? Şüphenin kırbacını etinde hissetmiş midir? Bilgi, varlık felsefesi (ontoloji) ve metafizik gibi mevzularda ne kadar derin sulara dalmıştır? Bu soruların cevapları elbette çok önemlidir. Yunus’un düşünce derinliğini ve tefekkür koordinatlarını anlamak bakımından bu neviden sorular hiçbir şekilde geçiştirilemez. Netice itibariyle Yunus bir şâirdir; hissin, kalbin ve aşkın şâiridir. Pek tabii bir şâirden bir filozofun derin, sistemli ve kat’i düşüncelerini bekleyemeyiz. Kaldı ki şâirlerin sözüne aldanmamak lâzımdır. Çünkü şâirler çoğu defa yalan söyler. Şâirler pek hassastır; hissî, kırılgan ve melânkoliktir…  Oysa düşünce sert kayalar misâli şüphenin çetin ayazına dayanan filozofların işidir. Felsefe ise kalbin değil, aklın işidir. Yunus’un nasıl bir gerilim, nasıl inkıraz ve nefs muhasebesi yaşadığını şu mısralar yeterince ortaya koymaktadır:

Öd ağacı gibi yanar vücudum

Tütünüm göklere seher yelidir

Çetinoğlu: Yûnus haksız mı?

Özkan: Bunlar bize haklı itirazlar gibi gelebilir. Doğrusu bu neviden itirazlarda bulunanlar pek haksız sayılmazlar. Ancak unutmamak gerekir ki önemli filozofların birçoğu aynı zamanda şâirdir.  Platon, İbn Sinâ, Nietzsche… Hatta Heidegger dahi biraz şâirdir; pek güzel olmasa da şiirleri vardır. Dahası Heidegger en eski ontolojik ve metafizik meseleleri Goethe, Hölderlin, Eichendorf, Georg Trakl vb. büyük Alman şâirlerin şiirlerinde geçen söz, kavram ve imajlarda uyuklamakta olan kadîm mânâyı uyandırmak suretiyle çözme yoluna gider. Her halükârda Heidegger’in felsefesine mitolojiden ve büyük şâirlerin mısralarından devşirdiği imajların zenginlik kattığını söylersek abartmış olmayız.

Çetinoğlu: Yunus’un şüphe, bilgi, ‘saf şuur’ ve ‘ego’ konusundaki düşüncelerine bir göz atabilir miyiz?

Özkan: Yunus bir beytinde:

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır.

Bu mısralarda Yunus, ‘ilim’le neyi kastettiğini net bir şekilde söylemektedir. Yunus burada bilgiyi hâricî âleme intibak etmek ve hayatı kolaylaştırmak için bir enstrüman olarak anlamamaktadır. Ona göre bilgi süje ile obje arasındaki cilveleşmenin muhayyilemize akseden renkli görüntüleri değildir. Yunus ‘ilim’ ve ‘bilmek’ kavramıyla, insanın dünyâ ve objeler üzerine kurduğu hâkimiyeti asla kastetmez. Bilgi, ‘ak üzerine kara yazmak’ değildir. Esasen ‘her dem’  değişen şâir, bir akış hâlindeki varoluşu bilemeyeceğini pekâlâ bilmektedir. Zâten o, bir çelişkiler yumağı olan dünyâyı bilgi ile kavramak ve tanzim etmek niyetinde de değildir. Onun derdi daha içteki, daha derinlerdeki ‘Ben’e, ‘saf ego’ya ulaşmaktır. Kırk yıl şeyhine ormandan düz odun taşıyan, tasavvuftaki seyr-i sülûkun ne olduğunu pek iyi bilen bir mutasavvıf olarak Yunus, ‘saf şuur’a, gerçek ‘Ben’e ulaşmanın ne kadar zor olduğunu fevkalâde bilmektedir.

Dikkat edilecek olursa bu basit mısralarda Yunus, herkesin anlayacağı sâde bir Türkçe ile çok komplike metafizik bir bilgiden söz etmektedir. Bu bilgi insanın kendi hakîkatinin bilgisidir; ‘saf ben’in, ‘mutlak şuur’un, ‘özün özü’ne dâir bilgidir.

Çetinoğlu: İnsanın kendi ‘ben’ini bilmesi mümkün müdür?

Özkan: Descartes’in ‘metotlu şüphe’ ve Husserl’in ‘fenomenolojik Reduktion’ (fenomenolojik indirgeme) usulüne atfen denilebilir ki Yunus ve dolaysıyla mutasavvıflar bir iç arınma, bir ref-i teayyün, bir estetik sezgi ve temaşa ile bu ‘saf şuur’a ulaşılabileceğine ve ‘hakîkat-i mutlaka’nın içselleştirilebileceğine inanmaktadırlar. Buradan elde edilen bilgiler, bizatihî ‘saf ego’ya âit bilgilerdir.

Çetinoğlu: Bunlar mistik tecrübeyle alâkalı metafizik spekülasyonlardır, diye itiraz edilebilir.

Özkan: Bu neviden düşüncelerin ve spekülasyonların ispatı kabil değildir; bunları epistemolojik alana taşımak son derece tartışmalı ve risklidir; çünkü bu durumda ilim adına felsefî spekülasyonlara kapı aralanmış olacaktır. İyi ama ‘varlık’ (Sein) da ispatı kabil olmayan bir düşünce değil midir? 

Yunus’un düşünce dünyâsında ego, sâdece dünyânın, objeler dünyâsının ve fenomenler âleminin kapısı değil, aynı zamanda ‘Mutlak Hakîkat’in, ‘saf şuur’un da kapısıdır. Ego’yu tanımadan, ‘Mutlak Hakîkat’i yahut ‘saf şuur’u, ‘saf fenomenler’i, ‘transandantal ben’i tanımak imkânsızdır.

Çetinoğlu: Neden?

Özkan: Çünkü ‘küllî ben’ bu ‘ben’de, bu ‘saf şuur’da tecelli eder. Bu yüzden Yunus buyuruyor ki:

Beni bende demen bende değilim

Bir ben vardır bende benden içeri

Demek oluyor ki Yunus, tıpkı Descartes, Kant, Pascal ve Husserl gibi, bu ‘transandantal ego’ya, ‘saf şuur’a, ‘ballar balı’na, kalbin nurlu özüne ulaşıncaya kadar nice dağlar aşmıştır. Hiç şüphesiz o bu yolda çok ıstıraplar çekmiş, kendi ifâdesiyle ‘öd ağacı gibi’ yanmış; ama güçlü irâdesiyle, irâdenin ve vecdin elmasıyla şüphenin ‘taş bağırlı dağlar’ını eritmiştir. Onun, ballar balını buluncaya kadar nice acıyı bal eylediğini, bir tarantula gibi üzerine gelen şüphe ve korkuyu nasıl alt ettiğini ve bu uğurda ne büyük mücadeleler verdiğini mısralarında hissetmek mümkündür.

Ben isteyüp buldum anı ol ben isem ya ben kanı

Seçemezem andan beni bir kezden ol oldum ahı

Münkir kişi duymaz anı dertlülerün sezer canı

Ben ol ışk bağı bülbülyem ol bağçeden geldüm ahı

Nitekim ben beni buldum bu oldı kim Hakk’ı gördüm

Korkum anı buluncaydı korkudan kurtuldum ahı

Yunus bu ‘saf transandantal şuur’un, bu mâsivadan arınmış ‘transandantal ego’nun bütün hakîkatlerin hazinesi olduğunu görür.

Çetinoğlu: ‘Hakîkat hazinesi’ni bulan Yunus, duygularını nasıl terennüm ediyor? 

Özkan: Şöyle terennüm eder:

Canlar canını buldum bu cânum yağma olsun

Assı ziyandan gecdüm dükkânum yağma olsun

Ben benliğümden geçdüm gözüm hicabın açdum

Dost vaslına irişdüm gümânum yağma olsun

İkilikten usandum birlik hânına kandum

Derdi şarabın içdüm dermânum yağma olsun

Varlık çün sefer kıldı dost andan bize geldi

Vîran gönül nûr toldı cihânum yağma olsun

Geçtüm bitmez sağınçdan usandım yaz-u kıştan

Bostanlar başın buldum bostânum yağma olsun

Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin

Ballar balını buldum kovanım yağma olsun

Çetinoğlu: Niyazi Mısrî’nin de benzer beyitleri var…

Özkan: Mısrî hakîkat için, hakîkat-i mutlaka için fânî varlığını kızıl bir gül misâli hoyrat ellere teslim etmiştir:

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,

Bürhân aradım aslıma aslım bana bürhân imiş.

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,

Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.

Yunus da, onun ruh atmosferinde şekillenen Niyazi Mısrî de ‘hakîkat-i mutlaka’ya ulaşmak için bir yanardağ gibi için için yanmaktadır. Bu yanış, bu arayış ahde vefanın gereğidir; zira ezel bezminde verilen söz belki de âşıkların unutamadığı yegâne sözdür. Âşık ebedî olarak ‘asl’ına, yaratılışın ötesine, ‘transandantal Ben’e kanatlanmak ister; ancak önünde ‘taş bağırlı dağlar’ vardır. Buna karşılık âşıkın bu dağları kirpiğinin ucuyla eritecek kadar kavi irâdesi vardır. Nitekim Yunus olsun Niyazi Mısrî olsun saf şuura ulaşmak, aslına vasıl olmak için pervane misâli kanatlarını, fâni varlıklarını çoktan aşkın ateşinde yakmışlardır.

Onların aslına bürhan aramaları, candan içeri olan canı ve ‘Ben’den içeri olan ‘Ben’i arama macerâları Feridüddin Attar’ın ‘Mantıku’t-Tayr’ adlı eserinde naklettiği simurg hikâyesindeki kuşların macerâsını andırır.

Çetinoğlu: Hikâyeyi hatırlatır mısınız?

Özkan: Rivâyet olunur ki, simurg bilgi ağacında yaşar ve her şeyi bilirmiş; yanarak öldükten sonra tekrar kendi küllerinden dirilirmiş. Dünyâdaki bütün kuşlar simurgun kurtarıcılığına inanır, işler kötü gittiğinde onu beklemeye koyulurlarmış. Ne var ki, simurg hiçbir yerde görülmezmiş. Derken bir gün simurgun kanadından bir tüy düşmüş dünyâya ve bütün kuşlar toplanıp yardım istemek üzere simurga gitmeğe karar vermişler.

Simurgun yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için istek, aşk, mârifet, istisna, tevhid, hayret ve yokluk vâdilerini geçmek gerekiyormuş. Bu çetin yolculukta kuşların çoğu yolda dökülmüşler… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Burada öğrenmişler ki simurg, otuz kuş demek. Böylece bu kuşlardan her biri aradıkları simurgun, yâni hakîkatin bizzat kendileri olduğunu anlamış.

Yunus yukarıdaki mısralarında mutlak bir sübjektiviteden bahsetmektedir; o, bütün hakîkati kendi aslında, öz benliğinde, kalbinin en iç mekânlarında yaşar. Onun mistik tecrübeyle, vecd ve hâl (extase) ile ulaştığı saf şuur, saf kalp bütün hakîkatlerin ambarıdır. Duyularla ulaşılan bilgiler, aklın sebepleri ve gerekçeleri kalbin hazinelerine kıyasla gerçek varlık ambarıdır; hakîkat orada tecrübe edilir. O yüzden Yunus der ki:

Hak cihâna doludur kimesne Hakk’ı bilmez

Anı sen senden iste o senden ayru olmaz

SENAİL ÖZKAN: 
1955 yılında Gümüşhane’de doğdu. 1974’te başladığı Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden 1978’de ayrılarak Almanya’ya gitti ve burada 1979-1985 yılları arasında Bonn Üniversitesi’nde Felsefe, Alman Edebiyatı ve Sosyoloji tahsil etti. 1998’de Türkiye’ye dönen Senail Özkan, Felsefeci, yazar ve mütercim olarak çalışma hayatını devam ettirmektedir. Mevlâna ve Goethe (2006), Nietzsche: Kaplan Sırtında Felsefe (2004), Schopenhauer: Paradokslar Üzerinde Raks (2006), Aşk ve Akıl Doğu ve Batı (2006), Ölüm Felsefesi (2013) gibi telif eserlerinin yanı sıra Goethe’den Doğu-Batı Divanı (2009), Genç Werther’in Istırapları (2014), Faust (2022); Hammer’den İstanbul ve Boğaziçi 1 (2011); Katharina Mommsen’den Goethe ve İslâm (2012), Goethe ve Dünya Kültürleri (2015); Annemarie Schimmel’den Yunus Emre ile Yollarda (1999), Ben Rüzgârım Sen Ateş (1999), Muhammed İkbal (2007), Şark Kedisi (2009) gibi tercümeleri neşredilmiştir. Doğu-Batı Divanı tercümesiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin Tercüme armağanına (2009), tercüme ve telifleriyle Türk kültürüne katkıları dolayısıyla Star Gazetesi tarafından verilen Necip Fâzıl Kısakürek Ödülü’ne (2015) lâyık görülmüştür.