Türk Milleti, kendisine unutturulmak istenen bir dönemin bayramı ve zafer günü olan 30 Ağustos’u, bir kez daha gurur ve sevinçle idrak ediyor.
İşte böylesine milli bir karakter taşıyan bayram gününde, bizde satır aralarında gezerek, Türk Milleti adına gerçekleri yakalayabilirmiyiz dedik…
Araştırmacı – yazar Aytunç Altındal 29 Ağustos 2013 günü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında ilginç tespitler yapıyor. Bunlardan bazıları şunlar; “Türk halkı denen amorf yapı, zaten birçok tarihi olayın iç yüzünü bilmez… Dünyada hiçbir halk olayların iç yüzünü bilmez. Zaten bilmesi de gerekmez, halkın ilgisini çeken ya futbolcudur ya da sinema oyuncusu bilmem kimdir. Onun don giyip giymediği, kimlerle yatıp kalktığı daha önemlidir…”.
Burada hem bir aşağılama hem de bunun yanında doğru tespitler bulunmaktadır.
Aytunç Altındal; Türk Milletinin “amorf” bir yapı içinde olduğunu söylüyor. Amorf demek; şekli olmayan, biçimsiz olan, sürekliliği bulunmayan, tanımlanması zor, dağınık, belli bir düzene sahip olmayan anlamlarına geliyor. Benim bunu, Türk Milleti açısından kabul etmem mümkün değil. Ancak ne yazık ki Türk Milleti, Altındal’ın kast ettiği gibi olmasa da böyleymiş gibi bir görüntü vermektedir. Bu sebeple, Türk Milleti, içinde bulunduğu durumu iyi görmelidir…
Yine Altındal: “Ben “1980’lerde CIA, Ankara’dan İran ve Irak darbeleri düzenledi ve başkan Roosvelt’in oğlu Kermit Roosvelt Türkiye’den bu işleri yönetiyordu” diye yazdığım zaman; Türk halkı “Olmaz öyle şey” dedi ama o zamanlar MİT’deki maaşların bile CIA tarafından ödendiğini bilmiyorlardı…”. Altındal bunları 1980 için söylüyor. Ben de yazdıkça ve konuştukça “Olmaz öyle şey” tepkileri alıyorum. Bu da bize, gelişmelerin kendisinden gizlendiği anlaşılan Türk Milleti’nin, halen akıl gözünün açılmadığını gösteriyor…
30 Ağustos elbette bir zaferdir. Ancak bugün kendimize sormamız gereken sorular; “bu zaferle elde ettiklerimizi koruyup koruyamadığımız ile gelecekteki akıbetimizin ne olacağıdır”.
Bu soruları doğru cevaplayabilmeniz için, size Türkiye’nin başına gelen bazı olaylardan bahsetmek istiyorum.
Türkiye’de, 1923 ile 1950 yılına kadar muazzam bir havacılık sanayisi oluşmuştur. Hatta 1950 yılında Türk mühendis ve teknisyenlerinin yaptığı ve Danimarka’ya sattığımız THK – 5 ambulans uçağı, 1961 yılına kadar uçmuştur.
Ancak uçak ve uçak motoru fabrikamız “siz tarım ülkesisiniz” denilerek traktör ve tekstil makineleri fabrikalarına sonrada malzeme deposuna dönüştürülmüştür. Ve sonraki yıllarda bugünde devam ettiği gibi Amerika ve Avrupa’dan uçak alma yarışına girilmiştir. THY’nin büyümesi nedeni ile ABD ve Avrupa’ya ödenen milyar dolar uçak paralarını bir düşünün!
Türkiye’nin 1950 yılından sonra yön değiştirmesinde; Hilts, Baker ve Thornburg adı verilen raporların büyük etkisi vardır.
ABD Federal Kara Yolları Bürosu Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in adını taşıyan raporda “Türkiye’nin demiryolundan vazgeçmesi ve öncelikle karayollarını yapması” telkin yada başka bir deyişle dikte edilmiştir.
Dünya Bankası yöneticisi Baker’in adını taşıyan rapor ise savaştan yeni çıkan Avrupa’nın gıda ve hammaddeye ihtiyacı olması sebebiyle, Türkiye’nin Avrupa’nın tarım deposu olacağı varsayımına yönelik olarak Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçerek tarıma yönelmesini emretmiştir. Sözde Türkiye, Avrupa’nın tarım ihtiyacını karşılayacak, Avrupa ise Türkiye’ye sınai mallar ihraç edecektir. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Dış ticaret açığımızın ulaştığı rakamlar korkutucudur.
Üçüncü rapor ise 1949 – 1950 yıllarında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda petrol danışmanı olan Max Weston Thornburg’un adını taşıyan rapordur. Bu Thornburg’un 1956 yılında Başbakan Menderes’in danışmanı olduğu birçok yerde yazılmıştır. Thornburg’un başında bulunduğu heyetin raporun da “özelleştirmelerin önünün açılmasından, Sümerbank, Etibank, Karabük Demir – Çelik gibi kuruluşların satılması veya tasfiye edilmesi gerektiğinden, uçak ve uçak motoru fabrikalarının kapatılmasından” bahsedilmektedir. Ne kadar tanıdık ve bildik talepler değilmi?
Bu raporları yazan Hilts, Baker ve Thornburg’lar; tehdit ile bu raporlardaki hususların hemde Türk Milletinin aleyhine olmasına rağmen hayata geçirilmesini sağlamışlardır. Acı olan ise, Türkiye’yi yönetenlerin, bu yabancıların baskı ve tehditlerine boyun eğerek, raporlarda yazan hususları yaşama geçirmeleridir.
Soruyorum size, tarih 30 Ağustos 2013, değişen ne var?
Bu gerçekleri bilmeden ve anlamadan “Zafer Bayramı” kutlasak ne olur kutlamasak ne olur?
Millet olarak, içeriden ve dışarıdan hakarete uğruyoruz. Zafer Meydanlarında kan dökerek vatanı bize emanet eden ecdattın yüzünü kara çıkartıyoruz. Sonra da hamasetle Alparslan, Fatih, Mustafa Kemal diyoruz!
Ben hepinize söylüyorum ki; uyanık, mücadeleci, şuurlu ve gerçekten 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlamayı hak edenlerin bayramı kutlu olsun… Diğerleri Aytunç Altındal’ın dediği gibi zaten bir şey bilmezler ve bilmeleri de gerekmez!!! Öyleyse kutlanacak bir şeyleri de yoktur.
Türk Milletinin bir bütün olarak elde ettiği milli zaferlerimiz sürekli ders almamız gereken örneklerdir. Zaferler milli varlığımızın genç nesillerce korunmasını, gelecekte de sürdürülebilmesini sağlayan uyarı ve derslerle doludur. Zaferler milli beraberlik şuuru ve yüce bir sevgi olan Peygamber sevgisiyle beraber vatan sevgisinin muhafaza edilmesini ve sürdürülmesini sağlarlar. Bu konuda “Vatan sevgisi imandandır” hadisi hiçbir zaman unutulmamalıdır. Zaferler milletleri var eden fedakârlıklarla elde edilir. Egemenliğin ve milli bağımsızlığın sürekli kılınmasına yol açar. Bu bakımdan zaferler milli bağımsızlığın çimentosudur. Bizde 27 Ekim 2023 Cuma günü maalesef hutbede rahmetli Atatürk ve şehitler için Fatiha okunması bile unutulmuştur.
Milli Mücadele ve 30 Ağustos acaba olmasaydı Anadolu’nun çehresi nasıl olurdu? Anadolu’nun ortasına sıkışmış, egemenliğini ve bağımsızlığını kaybetmiş, itilen ve kakılan bir millet ne dinini, ne de Türklüğünü koruyabilirdi. 30 Ağustos Türk’ün ve kendilerini Türk olarak hissedenlerin, işgalcilerin kışkırtmalarına rağmen, emperyalizme karşı kazanılan bir büyük zaferin mührüdür. Dünya değişik bölgelerde emperyalizmin tokadını yedikçe onu daha iyi tanıyor ve anlıyor. Doğu Türkistan’da, Bosna’da, Kıbrıs’ta, birçok Türk bölgelerinde ve son olarak da Filistin ve Gazze’deki soykırım ve Müslüman nüfusu ortadan kaldırma çabaları İslam dünyasında kolay kolay unutulmamalıdır. Eğer emperyalizme boyun eğip emir kulu oluyorsanız ne dindaşlarınızı, ne de soydaşlarınızın insan haklarını düşünebilirsiniz. Eğer insan katilleri ve işgalcilerle aynı bölücü ve yıkıcı fikirleri paylaşırsanız maalesef onlardan bir parça olursunuz.
Bu bakımdan, Anadolu’da Dar-ül Harbi Dar-ül İslam’a çeviren Milli Mücadele’nin muzaffer komutanı başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, çeşitli cephelerde şehit düşmüş bütün vatan evlatlarını rahmet ve minnetle anmak her Türk vatandaşının önemli görevidir. Bu anlayış ve şuur içinde 30 Ağustos Zafer Bayramınızı tebrik ediyorum.
“Değerli okuyucular, bugün sizlerle enerji dünyasının en önemli konularından birini, yani elektrik üretim verimliliğini konuşalım. Ama merak etmeyin, bu konuyu öyle sıkıcı teknik terimlerle değil, gayet anlaşılır ve samimi bir şekilde ele alacağız.
Öncelikle, elektrik üretim verimliliği nedir diye soranlarınız olabilir. Basitçe ifade etmek gerekirse, elimizdeki enerjinin ne kadarını gerçekten elektriğe dönüştürebildiğimizi gösteren bir ölçü bu. Diyelim ki 100 birim enerjiye sahibiz ve bunun sadece 20 birimi elektriğe dönüşüyor, işte bu durumda elektrik üretim verimliliğimiz %20’dir. Yani, aslında elimizdeki enerjinin büyük bir kısmı başka bir şeye dönüşmeden boşa gidiyor.
Peki, enerji kaynaklarına göre bu verimlilik nasıl değişiyor? Örneğin, su gücünden (hidroelektrik enerji) elektrik ürettiğimizde, bu verimlilik neredeyse %80’e kadar çıkabiliyor. Bu oldukça yüksek bir oran ve bu yüzden hidroelektrik santraller çevre dostu ve verimli enerji üretimi açısından önemli bir yere sahip. Öte yandan, güneş enerjisi kullanarak elektrik üretmek istiyorsak, bu verimlilik genellikle %15-20 arasında kalıyor. ‘Neden bu kadar düşük?’ diye sorabilirsiniz. İşte bu noktada bazı teknik detaylar devreye giriyor ama merak etmeyin, basitçe açıklayacağım.
Güneş enerjisinin verimliliği neden düşük, biliyor musunuz? Çünkü güneş ışığının tamamı elektriğe dönüşmüyor. Güneş ışığı, farklı dalga boylarında gelir ve bu dalga boylarının hepsi güneş panelleri tarafından elektriğe dönüştürülemez. Yani, sadece belirli dalga boylarındaki ışık elektrik üretiminde kullanılıyor, diğer dalga boyları ise ısıya dönüşüp kayboluyor. Bu da verimliliği düşüren en önemli faktörlerden biri. Bir başka deyişle, güneş ışığının sadece belirli bir kısmını kullanabiliyoruz, geri kalanı ise işlevsiz kalıyor.
Bununla da bitmiyor. Güneş panelleri zamanla performans kaybeder, kirlenir, tozlanır ve bu da verimliliği daha da düşürür. Özellikle sıcak havalarda panellerin yüzey sıcaklığı arttığında, verimlilik ciddi şekilde azalır. Bu yüzden, güneş enerjisi kurulumlarında panel açısı, yerleştirme yönü gibi faktörler çok önemli hale gelir; çünkü en küçük bir hata bile verimliliği etkileyebilir.
Ancak, enerji verimliliği sadece sayıların yarışından ibaret değil. Her enerji kaynağının kendine göre avantajları ve dezavantajları var. Mesela, hidroelektrik enerji üretimi çok verimli olabilir ama devasa barajların inşası hem pahalıdır hem de çevresel etkileri olabilir. Öte yandan, güneş enerjisi her evde bile kolayca kurulabilir. Evet, verimlilik daha düşük ama sürdürülebilirliği ve çevreye olan katkısı tartışılmaz.
Bir diğer önemli enerji kaynağı ise termik santraller. Termik enerji üretimi, fosil yakıtların (kömür, doğalgaz, petrol) yakılmasıyla elde edilen ısı enerjisinin elektrik enerjisine dönüştürülmesi sürecidir. Burada verimlilik oranı genellikle %30 ile %40 arasında değişir. Yani, fosil yakıtların büyük kısmı atık ısı olarak kaybolur. Ancak, termik santraller büyük miktarda elektrik üretme kapasitesine sahiptir ve enerji ihtiyacının büyük bir kısmını karşılar. Sürekli enerji üretimi sağlar ama çevreye zararlı gazlar salınımı yapar. Haliyle, bu tür santrallerin gelecekte yerini yenilenebilir enerji kaynaklarına bırakması bekleniyor.
Rüzgâr enerjisi üretimi ise doğanın gücünü kullanmamızın başka bir yolu. Rüzgârın kinetik enerjisini kullanarak elektrik üreten türbinler, çevre dostu ve sürdürülebilir bir enerji kaynağı sunar. Verimlilik oranı genellikle %30 ile %40 arasında değişir. Bu, rüzgârın gücünü ne kadar iyi kullanabildiğimizle ilgilidir. Ancak, rüzgârın sürekli esmemesi, enerji üretiminde dalgalanmalara neden olabilir. Yani, rüzgâr enerjisi çok temiz ve yenilenebilir bir kaynak olsa da, her zaman güvenilir bir enerji üretim kaynağı olmayabilir.
Gelelim nükleer enerjiye. Nükleer enerji üretimi, uranyum gibi radyoaktif maddelerin fizyon yoluyla bölünmesi sonucu büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bu enerji, suyu buhara dönüştürür ve bu buhar türbinleri döndürerek elektrik üretir. Verimlilik oranı yaklaşık %33 civarındadır. Nükleer enerji, karbon emisyonu üretmeyen ve yüksek enerji yoğunluğuna sahip bir kaynak olarak öne çıkar. Ancak, radyoaktif atıkların yönetimi ve olası nükleer kazalar, bu yöntemin risklerini artırır. Fukushima gibi kazalar, nükleer enerjinin güvenliği konusunda büyük soru işaretleri doğurmuştur.
Jeotermal enerji üretimi ise yerin derinliklerinden gelen sıcak su ve buharı kullanarak elektrik üretir. Bu yöntemin verimliliği yaklaşık %20 civarındadır. Jeotermal enerji, sürekli bir enerji kaynağı olmasına rağmen, yerel çevresel etkileri ve düşük verimlilik oranı nedeniyle sınırlı bir kullanım alanına sahiptir.
Biyokütle enerji üretimi, biyolojik kaynakların (odun, tarım atıkları gibi) yakılması veya gazlaştırılmasıyla elektrik üretir. Bu yöntemin verimliliği de genellikle %20 civarındadır. Biyokütle, yenilenebilir bir kaynak olmasına rağmen, büyük ölçekli elektrik üretimi için pek uygun değildir ve kar elde etmek zor olabilir.
Son olarak, güneş enerjisi üretimi, elektrik üretmek için güneş ışığını kullanır. Güneş panelleri, ışığı emerek elektrik enerjisine dönüştürür. Ancak, güneş enerjisinin verimliliği %15 ila %20 arasında değişir. Güneş enerjisi her ne kadar düşük verimli bir yöntem gibi görünse de, kurulum kolaylığı ve sürdürülebilirliği nedeniyle oldukça popülerdir.
Özetle, enerji üretim verimliliği, sadece rakamlarla ifade edilen bir başarı kriteri değil. Enerji kaynağının türü, kullanım amacı, maliyetler ve çevresel etkiler gibi birçok faktör bu verimliliğin değerlendirilmesinde önemli rol oynar. Dolayısıyla, enerji üretiminde tek bir doğru yol yok; önemli olan her kaynağı etkin ve sürdürülebilir şekilde kullanabilmek.
Peki, bizler ne yapabiliriz?
Enerji üretim verimliliği sadece büyük enerji santrallerinin sorunu değil; bu, aynı zamanda bizim de günlük yaşamımızda dikkat etmemiz gereken bir konu. Hep birlikte enerji verimliliğini artırarak hem çevreye katkıda bulunabilir hem de faturalarımızı azaltabiliriz.
Evlerimizde ve işyerlerimizde uygulayabileceğimiz bazı basit ama etkili adımlar:
Herkesin bildiği klasik yöntemler yerine, günlük yaşamımızda daha fark yaratabilecek uygulamalara odaklanabiliriz:
1. Mikrogritler ve Yerel Enerji Üretimi: Kendi evinizde veya mahallenizde bir mikrogrit kurmayı düşünün. Bu, yerel enerji üretimini artıran ve enerji kaybını minimize eden bir sistemdir. Güneş panelleri ve küçük ölçekli rüzgar türbinleri ile kendi elektriğinizi üretebilir, komşularınızla enerji paylaşımı yapabilirsiniz. Bu, şebekeye olan bağımlılığı azaltır ve enerji verimliliğini artırır.
2. Beyaz Boya Kullanarak Enerji Tasarrufu: Evinizin çatısını veya dış duvarlarını özel yansıtıcı beyaz boyalarla boyayarak yazın soğutma ihtiyacınızı %10’a kadar azaltabilirsiniz. Bu boyalar, güneş ışığını yansıtarak iç mekânların daha serin kalmasını sağlar ve bu sayede klima kullanımını düşürür. Bu basit adım, özellikle sıcak iklimlerde yaşayanlar için oldukça etkilidir.
3. Dijital Karbon Ayak İzi Ölçerler: Enerji verimliliğinizi artırmak için sadece elektrik tüketiminizi değil, dijital alışkanlıklarınızı da gözden geçirin. İnternetteki karbon ayak izi ölçer araçları kullanarak, çevrimiçi aktivitelerinizin enerji tüketimini analiz edebilir ve buna göre düzenlemeler yapabilirsiniz. Örneğin, video izleme kalitenizi düşürmek veya gereksiz çevrimiçi veri depolamadan kaçınmak bile fark yaratabilir.
4. Yapısal Termal Pencereler Kullanımı: Evinizin pencerelerini yenilerken, içlerinde şeffaf yalıtım malzemeleri bulunan yapısal termal pencereler tercih edin. Bu pencereler, görünmez ısı yalıtım katmanları sayesinde enerji kaybını minimize ederken, doğal ışığın eve girmesini sağlar.
5. Enerji Verimliliği Oyunları ve Eğitimleri: Çocuklarınız ve kendiniz için enerji verimliliği hakkında interaktif eğitimler ve oyunlar oluşturun veya bunlara katılın. Özellikle çocuklar için geliştirilen bu tür oyunlar, enerji tasarrufu bilincini eğlenceli bir şekilde kazandırır. Bu tür uygulamalar, enerji tüketimini azaltma konusunda davranış değişikliği yaratabilir.
6. Yapay Zekâ Destekli Enerji Analizi: Yapay zeka tabanlı araçlarla enerji tüketiminizi analiz edin. Bu tür araçlar, enerji kullanım alışkanlıklarınızı inceleyerek size özel tasarruf önerileri sunar. Özellikle büyük evlerde ve iş yerlerinde enerji tüketim kalıplarını optimize etmek için faydalıdır. Bu adımlar, sadece bireysel düzeyde enerji verimliliğini artırmanın ötesinde, toplumsal bir fark yaratmanıza da olanak tanır. Bu yenilikçi yöntemleri uygulayarak hem evinizde enerji tasarrufu yapabilir hem de gelecek nesiller için daha sürdürülebilir bir yaşam tarzını benimseyebilirsiniz. Enerji verimliliği konusunda farkındalığı artırmak ve daha sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek için her birimizin yapabileceği çok şey var. Unutmayın, küçük yenilikçi adımlar büyük değişimlere yol
İnsanın elinde ihtiyaç, zaaf, fakr ve aczinden başka bir şey yok! Üstelik insan her yerden, her yönden hücumlara uğramakta. Sayısız musibetlere düşmekte. Sayısız düşmanlarla karşılaşmaktadır. Bütün bunlarla karşı karşıya kalan bîçare / zavallı ve çaeresiz insanın ömrü çok kısa, hayatı ise gayet dağdağalı olup, sıkıntı ve zorluklar içinde geçmekte. Geçim derdiyle bocalayıp durmakta. Kalbi acılarla kıvranmakta, daima ayrılık belâsı içinde yanıp kavrulmaktadır.
Gaflet içinde olduğu için, kabir ve mezarlıkları daimî karanlık bir kapı şeklinde görmekte! İnsanların birer birer, grup grup mezar denen, o karanlık kuyuya atıldıklarına şahit olmakta. Aslında böyle olmadığı hâlde, böyle sanmakta. Bu da insanı dehşete düşürmektedir. Çünkü Allah kuluna, kendisine nasıl muamele edeceğini sanıyorsa, ona öyle davranacaktır. Çünkü Allah, bir kudsî hadiste mealen: “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim.” diyor.
Evet insan, aczi ve düşmanlarının çokluğundan dolayı, dayanacak bir istinat noktasına muhtaçtır ki, düşmanlarını def’ etmek için, o noktaya sığınabilsin. Ve bunun gibi ihtiyaçlarının çokluğu ve fakrının şiddeti dolayısiyle de, bir istimdat / yardım isteyecek bir noktaya muhtaçtır ki, onunla ihtiyaçlarını giderebilsin. Çünkü insan, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayansın. Ona güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona yönelsin. Tıpkı ayna gibi. Aynanın nesi var, mülküm diyebilecek? Herşeyi akisten ibaret. Zaten varlığı bu hiçlikten, bu mülkiyetsizlikten kaynaklanıyor. İnsan da bu vasıfta kendini görmeli ki, var olsun. Demek insanın varlığı yoklukta! Yokluğu varlıkta! Yâni insan kendini var bilirse yoktur. Kendini yok bilirse, vardır. İşte insanın fakrı, bu mânâda anlaşılmalı.
Güneşten ışık alan Kamer / Ay gibiyiz. Evet tıpkı ışığını Güneşten almakla ışıklanan Ay misali. Ay nasıl ki, ışığını Güneşe borçludur. İnsan da varlığını, hayat ışığını Güneşler Güneşi, her şeyin kaynağı Rabbü’l-âlemîn olan Allah karşısındaki fakrını bilmeye borçludur. Aksi takdirde varken yok hükmündedir. Yokluk bilinci ise varlığını gösterir. İşte insan, fakrını böyle idrak etmeli. Varlığını: “Vücûdunu, mûcidine feda et.” hükmünde ifadesini bulan yokluk bilincinde aramalıdır.
İnsan yaratılıştan gayet zayıftır. Halbuki, her şey ona ilişir, onu üzer, ona acı verir. Hem gayet âcizdir. Oysa belâları ve düşmanları pek çok. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyaçları pek ziyade. Hem tembel ve güçsüzdür. Oysa hayatın külfeti son derece ağır. Oysa insan oluşu onun kâinatla ilişki kurmasını gerektirir. Üstelik sevdiği, alıştığı şeylerin göz önünden bir bir gidişi ve onlardan ayrı ve uzak kalışı, onu daima incitir. Bütün bunlara rağmen aklı, ona yüksek maksat ve baki meyvelerden haber veriyor. Fakat eli kısa, ömrü kısa. İktidarı, gücü, kuvveti ve sabrı azdır.
Evet, yeryüzünü bir nimet sofrası yapan. Bahar mevsiminde arzı, bir çiçekistan gibi süsleyip, üstüne nice rızıklar serpen; çok cömert bir zâtın misafirine yani insana; fakr ve ihtiyaç içinde bulunması, nasıl acı gelebilir? Nasıl ağır olabilir? Aksine fakr ve ihtiyacı, hoş bir istek ve arzu suretini almalı. İştiha gibi fakrın artmasına sebep olmalı. Onun içindir ki: Kâmil, mükemmel ve olgun insanlar fakr ile fahretmiş / övünmüşlerdir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Allah’a karşı fakrını hissedip O’na yalvarmaktır. Yoksa fakrını halka karşı gösterip, dilencilik durumu almak değildir.
Evet, Allah ârifi / Allahı lâyıkıyla bilen, aczden lezzet alır. Allahtan korkmaktan gerçekten mânevî bir haz alır. Evet, havf / Allah korkusunda tarifsiz bir lezzet vardır. Eğer, bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sorulsa: “En lezîz ve en tatlı hâlin nedir?” belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp, annemin tatlı tokatından korkarak, yine annemin şefkatli sinesine sığındığım hâldir.” Halbuki bütün anaların şefkatleri, ancak Rahmetten tecellî eden bir parıltıdır. Onun içindir ki: Kâmil / olgun insanlar, aczde ve Allahtan korkmakta öyle bir tad bulmuşlar ki, kendi kuvvetlerinden şiddetle kaçınıp, Allaha acz ile sığınmışlar. Acz ve Allah’tan korkmayı kendilerine şefaatçi yapmışlar.
Kaldı ki, Cenabı Hakk’a ulaştıracak yollar pek çoktur. Bütün hak yollar Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha genel oluyor. O yollar içinde, Kur’an’dan alınan “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür.” yolu en güzeli olup, Aşk gibi, insanı kulluk ve ibadet yoluyla mahbubiyete, yâni sevilen bir kul olmaya ve Rahman ismine eriştirir.
Altı yaşındaki torunum Asil, Apple ürünlerindeki bilgisayar yazılımı SİRİ’yi kullanmayı keşfetti. Bilindiği gibi SİRİ akıllı telefon ve bilgisayarlarda bir kişisel asistan ve bilgi gezgini olarak kullanılan yapay zekânın adı. Yalnızca sesinizi kullanarak kolayca arama yapmanızı, mesaj göndermenizi, uygulamaları kullanmanızı ve işlerinizi halletmenizi sağlıyor.
Torunum, Siri ile her konuda konuşmaya ve taleplerde bulunmaya başladı. O kadar çeşitli konularda soruları ve talepleri oldu ki Siri’yi şirazeden çıkardı diyebilirim.
Asil’in zihninde Siri nasıl bir varlık olarak şekillendi bilemiyorum. Ama bir ara “Hey Siri bana gerçek yüzünü gösterir misin?” diye sordu. Bu soru ve Siri’nin “ben görünmezim” cevabı beni hayli düşündürdü.
İnsanlar da çok karmaşık ve gelişmiş birer bilgisayara benzetilebilir. Bir bizim gözümüzle gördüğümüz fiziksel yapı (donanım) ve bir de içinde göremediğimiz zekâ, vicdan, merhamet, sevgi, adalet ve yardımlaşma duygusu gibi doğuştan yüklenmiş yazılımlar söz konusu. Yazılımlar insanın etkileşimde bulunduğu çeşitli etkenler sebebiyle sürekli güncelleniyor. Yapılan güncellemeler donanımın kullanımının etkinliğini veya doğuştan yüklü yazılımların çalışıp çalışmamasını belirliyor.
******************************
Hâkimler De İnsandır
Bir avukat olarak mesleğe başladığımda en çok şaşırdığım konulardan biri özellikle ceza hâkimlerinin en ağır cezaları verirken bile sıradan bir olay gibi soğukkanlı olmalarıydı. Bu doğaldı, çünkü mesela bir gün ağır ceza mahkemesi başkanı dostum “bugün çeşitli sanıklara verdiğim cezaların toplamı 500 senenin üzerinde oldu” demişti.
İster ceza, isterse hukuk davalarında verilen kararların çoğu taraflar için telafisi imkânsız çok ağır sonuçlar doğurabiliyor. Ama kararları veren hkimlerin davanın tarafları gibi etkilenmesi beklenemez. Tıpkı ağır ameliyatlar yapılan hekimlerin hastalarının yaşadıklarını aynen yaşamasının beklenmemesi gibi.
Ancak kendi HATASI ile hastasının ölümüne yol açan doktorun vicdan azabı çekmesi yaratılış kodlarına daha uygun bir davranıştır. O soğukkanlı görünüşün arkasındaki “gerçek yüzünü” görebilseydik bu tür hekimlere daha çok saygı duyardık.
Hakim ve savcıların da kendi hatalarıyla, haksız olarak, canlarından, hürriyetlerinden veya malvarlıklarından ettiği insanları düşününce rahat uyku uyuyamaması gerekir. Yargı sistemimiz hakim ve savcıların hata yapma ihtimalini büyüten bir yapıdadır. Ancak adaletin tecellisi için bir hukukçudan azami dikkat ve özeni göstermesini beklemek hakkımızdır.
Bu konuda duyarsızlık veya mesleki kanıksama içinde olan bir hakim insani vasıflardan soyutlanarak bir makineye dönüşmüş demektir ki bu hakimlik mesleği için kabul edilemez bir durumdur. Artık kalbi taşlaşmış bir hâkimin gerçek yüzünü görmek bizde hiç güzel bir duygu oluşturmayacaktır.
******************************
Prof. Dr. Sami Selçuk’tan Bir Hatıra
Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami SELÇUK Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli hukukçulardan biridir. Mesleğinin ilk yıllarında bir ilçede görev yaparken ilçe kaymakamının kayınbabası olan ve ağır ceza mahkemesi başkanlığından bir emekli hâkimin kendisini ziyaretinde anlattıklarını hiç unutmamıştır:
“Görevini yaparken tasarlayarak insan öldürme suçundan birini, mahkeme olarak oybirliğiyle ölüm cezasına çarptırdıklarını, Yargıtay’ın onamasından, TBMM’den geçtikten ve cezanın yerine getirilmesinden sonra bir gün, yolda birinin ellerine sarılarak kendisine “hayatımı size borçluyum” diyerek teşekkür ettiğini, nedenini sorunca da “O adamı, sizin astığınız adam değil, ben öldürmüştüm” dediğini, o günden sonra da kendisinin doğru dürüst hiç uyuyamadığını anlatmaya ve ağlamaya başlamıştı.”
“Ve o başkan, birkaç ay sonra da ölmüştü. Ben ise, ömrüm boyunca ne bu anıyı ne de elbette o merhum başkanı hiç, ama hiç unutamamış, belleğimden hiç silememişimdir.”
******************************
Hata ile Değil Kasten Yanlış Karar Verenler
Hâkim ve savcıların içindeki çürük elmaların oranı, toplumun diğer kesimlerindeki oran ne kadarsa yaklaşık o kadardır. Ancak yargı sistemi bu çürük elmaları ayıklamak yerine ödüllendirir ve kritik yerlerde yetkilendirirse durum vahim olur.
Çürük elmadan kastım hukuki ve adil olmadığını bilerek -rüşvet, iltimas veya baskı altında kalmak gibi sebeplerle-yanlış kararlara imza atanlardır.
“FETÖ yargısının” hakim olduğu dönemde TSK’nın seçkin subaylarını hapislere atarak tasfiye eden hakim ve savcılar verdikleri kararların adil ve hukuki olmadığını biliyorlardı. Fakat yaratılıştan gelen vicdan ve ahlak gibi programlarını formatlayıp silip atan bir cemaat etkisi altındaydılar.
Fetö yargısının tasfiyesinden sonra getirilen belli bir kadronun da “hükümete uyumlu karar vermek” üzere formatlanmış olduğu anlaşılıyor. Siyasi içerikli davalarda “söz dinlemeyen” vicdanlı hâkimler yerine “söz dinleyen” formatlanmış hakimlerin tayin edilmesini nasıl açıklayabiliriz.
“Fetö borsası” iddiaları, İstanbul Anadolu C. Başsavcısının HSK’ya gönderdiği dilekçede anlattığı yargının içindeki rüşvet skandalları ahlaki bozulmanın yargıya yansımış örneklerindendir. “İş takibi ve aracılık yapan, rüşvete tevessül eden yargı mensuplarıyla” ilgili ne yapıldı bilmiyorum.
Uyuşturucu kaçakçılarının, yasadışı bahisçilerin, milyonlarca lira gasp edenlerin rüşvetle tahliye edildiğine dair anlatılanlar adalete güven duygusunu yok etmektedir.
Bir organize suç çetesi lideri ile eski İçişleri Bakanı eski Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, bir Yargıtay üyesi ve daha başka bazı yargı mensuplarıyla bağının olduğuna dair iddialar utanç vericidir. Hukuk Fakültesinde Anayasa hukuku hocam olan merhum bir bilim adamı/ politikacının uyuşturucu baronlarıyla ilişkisine dair okuduklarım içimi acıtmıştır.
Kötü örnekler yüzünden, “Yargı vasıtası ile hakkını alabileceğini kesin olarak düşünenlerin oranı, yüzde 80 civarında olması gerekirken, yüzde 20 civarında.” Yargıya güvenin bu kadar azalmasından özellikle “siyasi davalarda” hâkimlerin tarafsız davranacağına inananların sıfıra yakın olduğu kanaatine varıyoruz.
Yargının tarafsız ve bağımsız olduğuna olan inancı katleden iddia ve olaylar devletin temeli olan adalete güveni yok ediyor. Keşke bütün iddiaların muhataplarının “gerçek yüzünü” görebileceğimiz bir teknik imkânımız olsa.
Muhammed Binici’nin hazırladığı 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 176 sayfalık eseri; eşcinsellerle alâkalı incelemelerin, araştırma ve soruşturmaların notlarıdır.
Kitabın konusuyla uzaktan-yakından hiçbir alâkası olmayan bir toplantıda kitaplarını imzalarken berâber olduğum Sosyolog Prof. Dostum yanına gidip kendi adına kitap imzalatıp aldıktan sonra, yazarına benim için de imzalı kitap talep etti. İmzalarken, mâhiyetini bilmediğimden, tanıtım yazısı yazıp yayınlattıktan sonra kendisini bilgilendireceğim için telefon ve e-posta adresini de yazmasını istedim. Yazdı. Böylece aramızda bir sözleşme akdedilmiş oldu. Bir müddet sonra kitabı okuma fırsatı bulduğumda, kitabın ilk yarısındaki ‘Biz eşcinseller, sorumsuz anne ve babalarımızın günahlarıyız’ (s: 21), ‘Eşcinselliğimizin kökenleri, derinlerdeki âile dinamiklerimizde gizli bir pusuda yatar’ (s: 22), ‘Kahraman babası olmayanın, ne yazık ki yabancı erkekler kurtarıcısı oluyor’ (s: 23), ‘Eşcinsellik sapıklık değildir’ (s: 39) cümleleri, eşcinseller hakkındaki olumsuz düşüncelerimi pekiştirdi.
Filmlerde eşcinsel figürlerin sempatik gösterilmesi, müzikle ilgili sahne sanatkârlarının eşcinselmiş gibi görünmeleri ve öyle görünenlerin ön plâna çıkarılması… Ve benzeri durumlar hep canımı sıkardı.
İlk aklıma gelen düşünce, ‘sözleşmeyi bozmak’ oldu. Öteden beri eşcinsellerin, kader kurbanı, eşcinselliğin hastalık olduğu ileri sürüp eşcinsellerden yana tavır koyanların toplumu yanlış yönlendirdiğini, onların müdafaasını yapmanın gençleri eşcinselliğe yönlendirmek olduğunu düşünür, konu ile gizlice ilgilenmeyi bile kendime yakıştırmazdım. Yayınevi sâhibini de tanıdığım için böyle bir kitabı nasıl olup da yayınlamayı kabul ettiğini düşündüm, mâzeret bulamadım.
Tanıdığım ve güvendiğim Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın kitaba ‘Takdim’ yazısı yazdığını görünce; düşünce ve görüşlerimde hafif bir kırılma olduğunu hissettim. Sayfaları hızlı bir şekilde gözden geçirdim. İkinci yarıdan sonraki sayfalara geldiğimde, sözleşmeyi iptal etmeye gerek kalmadığını, taahhüdümü yerine getirebileceğimi anladım.
Netice: Onları dışlayarak, toplumu eşcinsellerden kurtarmanın değil, eşcinselleri, eşcinsellikten kurtarmanın doğru olduğunu düşünmeye başladım. Toplu taşıma araçlarında özellikle de karşılıklı oturma imkânının bol olduğu metroda, gördüğüm eşcinselleri belli etmeden ve dikkatli bir şekilde tetkik ettiğimde hemen hepsinin mahcubiyet hatta utanç içerisinde olduğunu anladım. Hepsi öyle değildi. Olsun… Sayıları azalınca onların da mahcubiyetten kıvranacaklarını düşünüyorum. Sayılarını azalttıkça başarıya ulaşma şansımız artar.
Bilinmeli ki asıl suçlu eşcinseller değil, çocukları ve gençleri, çeşitli yollarla eşcinselliğe yönlendirenler ve özendirenlerdir.
***
Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın Takdim Yazısı:
Soner tıbbiyeyi yeni bitirmişti. Anne-baba çok sevdikleri çocuklarının doktor olduğuna sevinememişti. Çünkü onu evlendirmek isteyen ebeveyninden Soner önce bahanelerle kaçmış. Üzerine fazlaca gidilince eşcinsel (homoseksüel) olduğunu açıklamıştı. ‘Bu erkeklik oyununu daha fazla devam ettiremezdim’ diye kederli ifâdeyle durumunu izah ediyor ve ekliyordu, ‘Ben buyum, kendimi değiştirmek istedim, ama olmadı.’
Annesi gözyaşlarına engel olamayarak Soner’in açıklamalarını dinliyor ve çâresizlik içinde, ‘Bir şeyler yapın doktor bey. Oğlumun bu hâlini kabullenemiyorum. Lütfen bana ümit verin’ diyordu.
Eşcinsel Olmak
Homoseksüel olduğunu fark etmek, sadece ebeveyne değil, ergenin kendisine de acı verir, üzücü tepkiler doğurur: Suçluluk, korku, utanç, ayıp, reddedilme, yalnızlık, inançsızlık, öfke ve kendinden iğrenme duyguları yaşanabilir. İşin ilginci eşcinselliği savunan, toplumda âşikâre yaşamalarını isteyenler de çocuklarının eşcinsel olmasını istememektedir.
Vakamız Soner bu aşamaları geçmiş, artık yeni cinsel kimliğini benimsemiş durumdadır. Ancak eşcinsel dürtüleri olanların pek çoğu Soner gibi kabullenmeye yanaşmaz, sıkıntılar içinde kıvranır durur. Kabullendikleri takdirde ise fıtratlarıyla ve toplumla çatışma başlar, kişi yine mutsuz olur.
Sebebi Ne?
Acaba insanlar niçin karşı cinsi değil de hemcinsini şehvet objesi olarak tercih ederler? Bu konuda yapılan sayısız araştırma, belirli bir sebep bulamamıştır. Çünkü normal ve eşcinsel şahıslar arasında organik, genetik, yapı, biyolojik ve hormonlarla ilgili bir fark bulunamamıştır.
Yani eşcinsel bir şahısla normal cinsel yönelimli birinin kandaki hormon seviyeleri arasında bir fark olmadığı gibi kromozomları da aynıdır. Ancak eşcinselliğin ortaya çıkışında birçok teori ileri sürülmüştür:
•Bu teorilerden ilki, uygunsuz veya mevcut olmayan baba rolünün önemli olduğunu vurgulamaktadır. Aşırı sert, gaddar bir baba tipi kadar silik, şahsiyeti zayıf veya ilgisiz babaların çocukları da eşcinsellik riski altındadır. Veya babanın yokluğu durumunda, genellikle kadınlardan oluşan ortamda büyüyen çocuklarda da aynı risk vardır.
•Ayrıca çocuklukta cinsel tecavüze uğramak, ağır bir travma olarak eşcinsellik dürtülerini ortaya çıkarabilmektedir.
•Yine bazı anne ve babaların işledikleri bir hatayı da belirtmek gerekir. Bu ebeveynler, çocuklarına ‘keşke karşı cinsten olsaydın’ demekte, hatta onlara karşı cinsin elbiselerini giydirerek, karşı cinsiyetteymiş gibi davranarak büyütmektedirler. Anne-baba, bu ve benzer sözlerin ve davranışların çocuklar üzerinde yapacağı zararı hesaplayamamaktadır. Bu gibi telkinler kadını erkekleşmeye, erkeği kadınlaşmaya sürükler. Yaradılışı değiştirmeye kalkışmanın kötü sonuçlar vereceği herkesçe bilinmektedir.
•Hormonlu gıdaların artışı da suçlanmaktadır.
İnternete Girince
Maalesef bugün psikiyatri ilmi, eşcinselliği üçüncü bir cinsiyet olarak kabul etmekte, çözümün olmadığını ileri sürmektedir. Böyle eğilimleri olan ergen bunları internette okuyunca artık her şeyin bittiğine, kalıcı olarak eşcinsel olduğuna inanmaktadır. Yardım için başvurdukları hekim ise ona, ‘Boşuna uğraşma, kendini böyle kabullen’ telkinini vermektedir.
Ama insanlar, erkek veya kadın olmak üzere tasarlanmıştır; üçüncü bir cinsiyet yoktur. Dahası medeniyet târihi gösteriyor ki bir takım problemlerine rağmen insanın tabii (yâni anne-baba ve çocuklardan oluşan âile), gelecek nesillerin yetişmesi için en uygun ortamı oluşturur. Târih boyunca bütün devirlerde ve bütün topluluklarda durum böyledir.
Toplumda Yer Bulma
Bâzen normal erkek rolü oynayarak evlenip çoluk çocuğa kavuşan, ancak erkeklikten nefret eden veya cinsiyetine soğuk olan babalar gelir, toplumun baskısıyla böyle bir konumu seçtiklerini ve mutlu olmadıklarını söylerler. Ben ise kendilerine içinden gelen sapkın dürtüleri bastırmaya devam etmelerini tavsiye ederim ve eklerim: ‘Eğiliminizin gerektirdiği gibi davranacak olursanız inanın daha da berbat olursunuz. Ancak şimdi hiç olmazsa dinî ve vicdanî suçluluk hissetmiyorsunuz. Sabredin ve inşallah sabrınızın karşılığını bu dünyada da öbür dünyada da görürsünüz.’
Bu kişiler evlenip baba da olsalar, ömür boyu eşcinsel dürtülerini inkâr da etseler bu duygular onların peşini kolay kolay bırakmaz.
Bu yüzden onların çektikleri ıstırabı bilmeden, acı içinde kıvrandıklarının farkına varmadan acımasızca yargılamaktan kişi ve toplum olarak uzak durmalıyız. Çevremizde böyle kişileri gördüğümüzde onların problemlerini anlamaya ve yardımcı olmaya çalışmalıyız. Çünkü onlar ağır dürtülerin tesiri altındadırlar ve bâzılarının zannettiği gibi keyfî ve irâdî olarak bu yolu seçmiş değillerdir.
Sonra eşcinsel deyince sadece televizyon ve basında izlediğimiz gibi küstahça davranışlar sergileyen, kıvırtarak yürüyen, kadınsı giysiler giyen ve makyajlar yapan, olmadık maskaralıklar sergileyen tipler aklımıza gelmemelidir. Gerçek eşcinselleri gördüğümüzde onların normal cinsî eğilimli olduklarını düşünürüz. Tabii içlerinde kopan fırtınanın farkına bile varmayız.
Anne-Babanın Paniği
Oğullarında eşcinsel eğilim hisseden ebeveynin endişe duyması tabiidir. Bugünkü ortamda eşcinsel eğilimi olan ergenin karşılaşacağı o kadar çok problem vardır ki… Bâzı eşcinsel ergenler şiddetli bunalıma girerler. Ancak anne-babanın paniği sorunu çözmez. Aksine sıkıntıyı artırır.
Bazen Kuruntu Olabilir
Bazı durumda genci bunalıma sürükleyen eşcinsellik değil de eşcinsel olma korkusu veya kendini böyle sanma saplantısıdır. Bununla ilgili birçok örnek biliyorum.
Selim, kalçası masaya değince zevk duyduğunu söylüyordu. Bundan eşcinsel olabileceği sonucunu çıkarmış ve bunalıma girmişti. Olayı inceleyince kuruntulu bir tip olduğu ortaya çıkmıştı.
Ahmet 17 yaşına gelmesine rağmen sesinin inceliğinden ve sakallarının çıkmayışından yakınıyordu. ‘Acaba eşcinsel miyim?’ diye tedirginliğe girmişti. Hâlbuki ergenlik bulguları bazı kişilerde gecikebilirdi ve bu tamamen normaldi, eşcinsellikle ilgisi yoktu.
İsmet ise arkadaşları tarafından gayrimeşru ilişkiye teşvik edilmişti: ‘Zaten haram, bir de teklif edilen kadını iğrenç ve çirkin buldum’ diyordu. Bu haldeyken cinsel ilişkiye girmekte başarılı olamayınca eşcinsellik kompleksine sürüklenmişti.
Bu gibi durumlarda muhakkak bir psikiyatri uzmanından yardım istenmelidir. Böylelikle korkuları giderilir, gencin içinde kopan fırtınalar yatışır ve hayata daha olumlu bakar.
Eşcinsellik ‘Gey’likten Farklı
Bazı insanlarda eşcinsel eğilimler olabilir. Ancak mücâdele ile bunları yenebilir, bastırabilir veya gizleyerek yoluna devam edebilir.
Eşcinsellikle ilgili uzun yıllar araştırma ve terapi çalışmaları yapan, iki değerli eseri dilimize de çevrilmiş olan ABD’li Dr. Joseph Nicolosi, ‘Homoseksüel olduğu halde ‘gey’ etiketini ve bu etiketin îma ettiği her şeyi reddeden erkekler var’ diyor. Böyle olunca da, ‘homoseksüellik (eşcinsellik)’ ile ‘gey’lik iki ayrı kategori hâline geliyor. ‘Bu erkekler’ diyor Dr. Nicolosi, ‘Psikolojilerinde inkâr edemeyecekleri bir homoseksüel yönleri olsa da ‘gey’ kavramının işâret ettiği yaşama biçimini ve değerleri benimsemiyorlar: Bu yüzden de değer yargıları ile cinsel eğilimleri arasında çatışma yaşıyorlar. Bu tür erkeklerin kişilik gelişimi hikâyeleri eşcinsel arzularla yüklü olmasına rağmen, bu duygulara boyun eğmek yerine homoseksüel yönelimlerinin üstesinden gelmeyi hedefliyorlar .’
Sağlıklı Âile
İdeal âile tipi demek olan sağlıklı âilede baba otoriter roldedir; yani dışa karşı âileyi savunan, düzeni sağlayan, âile birliğini elinde tutan, gelir sağlayan kişidir. Her şeyden önce eşi ve çocukları için güven kaynağıdır. Çocuklar babayı anneye göre daha güçlü, daha bilen, daha çok saygı uyandıran kişi olarak bilirler. Anne ise çocuğun yanındadır. Şefkat doludur. İlgi ve sevgisini bebeğe dengeli ve tutarlı şekilde verebilir. Babanın yardımcısıdır, besleyen, büyüten, evde sıcaklık ve sevgi sağlayan kişidir. Âile ortamı sıcaktır ve muhabbet doludur. Böyle âilede büyüyen çocuk sevmeyi öğrenir. Sağlıklı âilelerde baba başkan, anne de yardımcısıdır. Eşler uyumludur. Anlaşamadıkları konuları birlikte konuşurlar. Konuşarak çözüm bulamadıkları çok ender durumlarda ise, son kararı verme sorumluluğu erkektedir.
Anne Otoriter ve Baba Silik Roldeyse
Günümüzde kadının statüsü gittikçe değişmekte, daha çok aktif olmakta, çalışmaya yönelmekte ve âdeta erkeksi rollere bürünmektedir. Kadını erkekten ayıran ruhî farklar bu şekilde törpülenmekte, kadın da erkek gibi hissi açıdan fakir ve bencil olmaktadır. Böylece evde kadının hâkim olduğu ‘anne tipi âile’ler gittikçe artmaktadır.
İşte annenin otorite rolünde olduğu, silik bir baba modelinin bulunduğu âilelerde erkek çocuk kendisine örnek ve rol model olarak baba yerine güçlü gördüğü anneyi seçebilmekte, davranışlarını annesine benzeterek ve taklit ederek kişiliğini ve cinsiyetini geliştirebilmektedir. Böylelikle bedenen erkek, ancak zihnen kadınlığa yatkın yâni cinsel kimliği bozuk şahıslar ortaya çıkabilmektedir.
Çocuklarımızı Eşcinsellikten Koruma
Günümüzde bu yüzden babalara büyük görev düşmektedir.
Babalar çocuklarına, özellikle onu örnek alacak erkek evlâdına daha çok vakit ayırmalıdır. Çocuğun en iyi arkadaşı olabilmek ümidiyle, coşku ve hevesle dürüst bir duygu ve sevgi alışverişine girmeye can atmalıdır. Çocuğunu yetiştirirken onun hayatında daha etkili ve aktif rol almayı istemelidir, içinden geldiği gibi hareket etmeli, çocuğuna baba sevgisi yaşatmalıdır. Otoriter yönünün olduğu kadar anlayışlı ve yumuşak tarafını da göstermelidir. İlgisini, sevgisini ve bağlılığını göstermek hevesiyle hareket etmelidir, işinde, meşguliyetinde varmak istediği hedeflerine bütün zamanını ayırmamalı, muhakkak çocukları dünyaya getirmenin sorumluluğunu yüklenmeye daha çok gayret göstermelidir.
Ne Yapmalı?
Eşcinsel eğilimleri olan çocuğu olduğunu öğrenen anne-baba en başta paniğe kapılmaktan kaçınmalıdır. Soğukkanlı olmakta fayda vardır. Delikanlı ile arkadaşça konuşmalı, problemini anlamaya çalışmalıdır. Duruma göre psikiyatristle görüşerek olayın boyutuna göre gence yardımcı olmaya çalışmalıdır.
Önemli olan da hemen bu gençleri damgalamamak, muhakkak neler yapılması gerekiyorsa tatbik etmelidir. Bu yüzden durumun erken farkına varıp gerekli tedbirleri almalıdır.
En yakınlarına dahi öyle bir dürtülerinin olduğunu açıklayamayan ve aslında dinen günah olduğunu bilmesine rağmen içlerinde gizlediklerini sürekli bastırmak için çıkar yol bulamayan bu insanlar için terapi ve tedâvi imkânları düşünülmelidir.
Muhammet Binici dostumuzun ‘Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi’ adlı eseri bu yüzden çok önemli. Âilelerin içine atılan bu LGBT bombasının tehlikesini, sebeplerini ve korunma yollarını şiirsi üslubuyla ve toplumdan gerçek vaka örnekleriyle anlatıyor. Hepimize sağlıklı âilenin ne kadar elzem olduğunu ve neler yapmamız gerektiğini izah ediyor.
Dostumuzu tebrik ediyor, bu hârika eserini evlilere ve evlenecek olanlara hararetle tavsiye ediyorum. Eline, koluna, o güzel zihnine sağlık Muhammet Binici. Daha nice böyle yararlı eserler ortaya koyman istek ve arzusuyla teşekkür ve tebrik ediyoruz.
MUHAMMET BİNİCİ: 1979 yılında Sivas’ın Suşehri ilçesinde doğdu. Gazeteci, yazar ve prodüktör olan Binici, ilk eğitimini Boyalıca Köyü’nde tamamladı. Daha sonra İstanbul-Pendik İmam Hatip Lisesi’nden, ardından Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. 2016 yılında Akit TV’de televizyon programcılığına adım atan Muhammet Binici, çeşitli konularda geniş bir yelpazede dikkat çekici programlar hazırlayıp sundu. Eğitimden âileye, ekonomiden siyâsete, teknolojiden kültüre kadar birçok alanda izleyicileriyle buluştu ve Teknovia, Yakın Mercek, Kardeşlerimiz, Genç Görüş, Referanduma Doğru, Söz Meydanı ve Gece Ajansı gibi programlarla ön plana çıktı. Ege TV’de özel programlar hazırladı. 2021-2023 yıllarında Lalegül TV-FM’de Hafta Sonu Ana Haber Bülteni ve her Cumartesi canlı olarak yayınlanan ‘Nesli Müdafaa’ programlarını hazırlayıp sundu. Görev yaptığı kurumların tamamında özel dosya haberlere imza attı. Binici ayrıca, BNC Medya Haber başta olmak üzere çeşitli internet sitelerinde makaleler yazdı ve İttifak Gazetesi’ndeki köşesinde aktüel yazılarına devam etmektedir. Gençlere yönelik okullarda birçok proje geliştiren ve yüzbinlerce öğrenciye ulaşan Binici, Tekno-Şenlik gibi etkinliklerle de tanınmaktadır. ‘Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi’ adlı belgeseli ‘Benim Âilem’ programıyla ekranlara taşıdı. Bilişim teknolojileri ve Sosyal Medya uzmanı olan Binici, bu alanda 15 yılı aşkın süredir EMBİ Bilişim Teknolojileri’nde proje danışmanlığı yapmaktadır. Orta derecede İngilizce ve Arapca bilen Binici, evli ve iki çocuk babasıdır.
DERKENAR:
LGBT: Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel kelimelerinin baş harflerinden oluşan kısaltmadır. Cinsel bozuklukları bulunan insanların tamamını ifâde eden çatı kelimedir.
Interseks kelimesinin ilâvesiyle LGBTI, Queer kelimesinin eklenmesiyle: LGBTIQ Şeklinde geliştirilmiştir.
Lezbiyen: Bir kadının başka bir kadına fizikî ve/veya hissî alâka hissetmesidir. Eşcinsel kadın anlamına gelmektedir.
Biseksüel: Hem kadınlara hem de erkeklere çekim hisseden kadınlarla; hem erkeklere hem de kadınlara karşı cinsî arzu duyan erkeklere ‘biseksüel’ denilir. (Alâkanın veya çekimin aktif veya pasif mi olduğu hususu belirlenememiştir)
Transseksüel: Şahsın, kendisini doğuşundaki cinsiyetine ait hissetmeyerek karşı cinsten olduğunu hissetmesidir. Cinsel yönelim değildir. Farklı cinsiyete sâhip olma durumudur.
Interseks: Hem erkeksi hem de kadınsı cinsiyet özelliklerine sâhip olan insanların durumunu belirtir. İnterseksüel olmak bâzı durumlarda fizikî, bâzı durumlarda da fizikî olmasa da hormonal anlamda çift cinsiyetli olmak durumudur. İnsanlar, içinde hem erkek hem kadın özellikleri taşıyabilir.
Queer: ‘Kuir’ okunur. Aslen erkek veya kadın olmakla birlikte, tavır ve hareketleriyle karşı cinsten olmakla aşağılanan insan.
Bir önceki yazımızda İzmit’te muayenehanesi olan hekimlerden bir kısmının iş ve imkân birliği yaparak Cankat Tıp Merkezi’ni kurması ve burada mesleklerine devam ettiklerini yazmıştık. Bu yazıda ise, bu grubun öncülüğünde kurulan Cihan Hastanesi’nin hikâyesini okuyacaksınız.
Burası, Yenişehir Mahallesi, Özden sokak no:125’de, Bekirpaşa belediye başkanı Abdullah Çakmak döneminde, 1996 yılında sağlık alanı olarak planlanan bir yerdir. Belediye, kadın doğum ve çocuk hastanesi şeklinde hizmet vermek üzere burayı planlamıştır. O dönemde, Refah Yol hükümeti vardır ve başbakan Necmettin Erbakan’dır. Bu binanın temeli bizzat başbakan tarafından atılmıştır. O tarihlerde İzmit Büyükşehir Belediye Başkanı Sefa Sirmen’dir.
Burası alt belediye olan Bekirpaşa Belediyesi’ne ait olup yerel yönetimlerin imkânları bu tür sosyal projeler için yeterli olmadığından bu çalışmaya gerekli kaynak aktarılamamıştır. Bu durum binanın satış mecburiyetini doğurmuş olup 1997 yılında Cihan A.Ş tarafından satın alınmıştır.
Bu şirket, bölge insanlarımızın çoğunlukta olduğu bir şirkettir. Ortakları arasında Abidin Özkaraslan (sendikacı) , Dr. Fahrettin Özkan (Derince Hastanesi Başhekimi), Dr. Ahmet Uzar (Belediye Hekimi) , Dr. Faruk Demirhan, Prof. Dr. Davut Aktaş, Abdurrahman Yıldırım (iş insanı) gibi isimler vardır. Bu kurucu ortaklara daha sonra Ecz. Hüseyin Gezer, iş insanı Ferit Yağız, Mehmet Uzunoğlu, Sami Aydın, Muhasebeci Ali Deniz Ecderoğlu gibi isimler de katılmıştır. Bu grup, bir taraftan inşaatı tamamlamaya çalışırken; bir taraftan da Sağlık Bakanlığı üzerindeki işlemleri bitirmeye uğraşır ama 1999 depremi çalışmalara ara verdirir. Depremden sonra çalışmalara devam edilerek A Blok tamamlanmıştır. Bu şirket, işletme sermayesi ve hastane donanımı için bakanlıktan kredi ve teşvik işlemlerinden sonuç alamayınca bina geçici olarak 2007’de SEDAŞ’a kiraya verilmiştir. Bina, 2010’da SEDAŞ tarafından boşaltılmıştır. Bu günlerde, Abidin Özkaraslan tarafından buranın hastane olarak açılabilmesi için ilgi ve destek talebi tarfımca Dr. Uğur Doğan ile paylaşılmıştır. Bu konunun, Cankat Tıp Merkezi ortakları tarafından düşünülen hastane arayışına uygun olduğu değerlendirilmiştir. Buranın satın alınıp hastane olarak açılabilmesi için Cankat grubu tarafından yeni ortaklar arayışına gidilmesi kararı alınmıştır. Bu arayış ile Prof. Dr. Sefa Müezzinoğlu, Prof.Dr. Haluk Akbaş, Prof. Dr. Melih Çulhan, Prof.Dr. Yetkin Özer, Dr. Necati Günaltay, Dr. Kemal Kaşmer, Dr. Çağdaş Öztürk, Dr.Gültekin Uzun, Dr. Zeki Hamşioğlu, Dr. M.Zeki Eren, iş insanı Mahmut Eriş ve Gökhan Tanrıverdi gibi isimler bu ortaklığa evet demişlerdir. Cihan A.Ş yönetiminden ise Hüseyin Gezer ve Sami Aydın da bu düşünceye katılarak, binanın 2011’de Cihan A.Ş tarafından bu gruba satışı gerçekleşmiştir. Satışta hastanenin adının Cihan Hastanesi olması şartı konulmuştur. Bu yeni şirket binanın yeniden planlayıp, B Bloğu da ekleyerek gecikmeden inşaata başlamıştır. İnşaatının tamamlanması ve sağlık bakanlığındaki işlemlerin 2013’de bitirilmesi ile hastane önce 74 yataklı olarak ve daha sonra 44’ü yoğun bakım olmak üzere 124 yataklı olarak hizmete sokulmuştur. Cankat Tıp Merkezinin hekimlerine ek olarak Dr. Çağdaş Öztürk (KBB) , Dr. Zeki Hamşioğlu (Üroloji), Dr. Gültekin Uzun (Fizik tedavi) , Dr. Nuran Burcu Akal (Nöroloji) , Dt.Özlem Eriş iş ve görevlerinden ayrılıp bu hastanenin kadrosuna katılmışlardır. Cihan Hastanesi, güven veren bu hekim kadrosu ile kısa sürede şehrimizin iyi hizmet veren bir sağlık kuruluşu olmuştur. Başhekimliğini Dr.Ali Hürmeydan, genel müdürlüğünü Dr. Uğur Doğan, şirket yönetim kurulu başkanlığını Dr. Metin Öztürk’ün yönetiminde 2020’lere gelinmiştir. Covid-19 pandemisinin getirdiği şartlar, ek ekonomik kaynak ihtiyacı doğurmuştur. Bu durumun hastane ortakları tarafından değerlendirilmesinde hastanenin ya hastane çalışanları tarafından satın alınması ya da hastanenin satılmasını gündeme getirmiştir. Bu süreç, 2021 sonunda hastanenin iş insanı Kemalettin Akkurt tarafından satın alınması ile sonuçlanmıştır.
Böylece, Akkurt Grup Yalova’daki Hastanesi, Bursa Orhangazi’deki Cerrahi Tıp Merkezi ve Gemlik’teki Tıp Merkezi’ne Cihan Hastanesi’ni de ekleyerek Atakent Grup olarak sağlıkta daha geniş bir hizmet alanı ve güce kavuşmuştur. Yeni dönemde bu hastanemiz 2007’den beri, sağlık alanında çalışmakta olan Latif Sezgin’in genel müdürlüğü, halen ortağı ve çalışanlarından KBB uzmanı Dr.Çağdaş Öztürk’ün tıbbıkoordinatörlüğünde yeni hekimler ve bölümleri de bünyesinde ekleyerek 7/24 hizmet vermeye devam etmektedir.
“Biz, Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Sünni, armut ve elma tek milletiz!” Sık sık duyduğumuz bir tekerlemenin kalıbı bu. Neresinden tutsam? Tutacak yeri olmadığını iyice göstermek için meyve isimlerini de ekledim. O cümlede anayasamızda tarif edilen Türk milleti var. Kürt, Arap, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bazı etnisitelerin adlarıdır. Sünni bir mezheptir. Armut ve Elma da toplanamayacaklara örnek diye kullanılan iki meyve. Ama bu tekerlemeye yakışır. Bu kafa karışıklığı içinde o “tek milletiz”deki milletin adını sorarsanız işte bunun cevabı yoktur.
Bu durumda milletin adı bir türlü söylenemez. Adı yoktur ama sıfatları vardır. Tek millet, aziz millet, büyük millet… Galiba meclisteki “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” yazısı üzerinden gelişen bir konuşmada, rahmetli Deniz Baykal, Sayın Erdoğan’a, “Bu milletin adı nedir?” diye sormuş, o da “Türk milleti” cevabını vermişti. Fakat yukarıdaki ifadede “tek milletiz” yerine “Türk milletiyiz” derseniz anlam kayboluyor. Türk hem bütünün hem parçanın adı olabilir mi? O hâlde ya “Türk…” diye başlamayacaksınız yahut milletin adına “Türk milleti” demeyeceksiniz.
Onlar millet, biz değiliz
Sonuçta “Türk milleti” sadece anayasada kaldı. Onu da pek ciddiye almıyoruz ve yenisini yazıyoruz zaten. Hadi, gözünüz aydın.
Bu son cümle ironi tabii. Bazen anlaşılmıyor da bu sefer açıkça yazayım dedim.
Peki bu cümlenin doğrusu nasıl olur? Bir kere cümlenin kendisi gereksizdir. Ama diyelim ki illa sarf edeceksiniz, o zaman Türk yerine Türkmen, Yörük, Avşar, vs. diyebilirsiniz. Yine de gereksiz bir cümle. Siz hiçbir ABD başkanının, “Burada Alman var, İngiliz var, Bantu var, Çinli ve Japon var, Katolik var, Şintoist var…” diyeceğini düşünebiliyor musunuz? Hele o cümleye, “Burada Amerikan var…” diye başladığını. Bu arada Amerikan milletinin adı, kendilerinin kullandığı ad, “Amerikan”dır. Amerikalı değil. Veya Fransız Başkanı’nın, “Burada Fransız var, Arap var, Bask var, Brötön var, Müslüman var, Protestan var… hepimiz tek milletiz!” diyeceğini.
Bir zamanlar Türk milletiydik
Onlar bu hatayı yapmıyor da biz neden yapıyoruz?
Bunun veciz bir cevabını hafta başında Sözcü TV’nin Aklın Yolu programında Prof. Dr. Sait Yılmaz verdi. Prof. Yılmaz’ın söyledikleri mealen şöyle: “Bu benim NATO’da çalıştığım yıllarda şahit olduğum bir proje. İdeoloji kalktığına göre Orta Doğu’yu nasıl düzenleriz? Kimlik problemleri yaratırız. Ülkelere bakın. Libya kaça bölündü… Çünkü niye kimlik problemi var. Çünkü Ortadoğu ülkelerinde kavmiyet esası var milliyet yok. Bunlar bir millet değil evet kavim. Bunları bölmek çok kolay zaten. Orta Doğu böyle bir domino taşı gibi bölünmeye hazır vaziyette bekliyor.” Prof. Yılmaz devamla, Libya’dan başka Irak’ın üçe, Suriye’nin beşe bölünmesini misal olarak veriyor… Türkiye için alınacak ders de açık.
Yılmaz Hoca’nın çözümlemesinde taşıyıcı sütun, “Bunlar millet değil kavim!” tespiti. Türkiye’nin 21. asırda başlayan, iktidarıyla, muhalefetiyle kapıldığı kimlik şaşkınlığının temeli de bu tespitte yatıyor. Daha önce biz kim olduğumuzu biliyorduk. Biz Türktük. Etnik kökenimiz Türkmen veya Avşar veya Kürt veya her ne ise olabilirdi ama biz Türk milletiydik.
Sonra hatlar karıştı. Hadi sağda Müslüman milleti, büyük millet, aziz millet yuvarlanıp gidiyor. Siyasal İslam, Bilimsel Sosyalizm’le, yani komünizmle birlikte millet kavramının iki baş düşmanından biridir. Onun için bu ideoloji taraftarlarının “Türk Milleti” diyemeyişini anlarız. Peki, merkez sola ne oluyor? Siz Cumhuriyet Halk Partisi’nden “Türk Milleti” sözünü en son ne zaman duydunuz? Atatürk’ün partisi olmakla övünen CHP’nin değerleri Atatürk’ün değerleriyle uyuşuyor mu? Basit bir test: Mesela kamuoyu önünde Gençliğe Hitabe’yi okusunlar okuyabilirlerse.
Millet yok kavim var, ırk var
Hatlar karıştı. Ne zaman karıştı dersiniz? Prof. Yılmaz’ın konuşmasında hatların ne zaman karıştığının da kimin karıştırdığının da şifreleri var. “İdeolojiler bittiğine göre…” İdeolojilerin bitişi SSCB’nin dağılmasıdır. Bu çöküş 9 Kasım 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla başlar, Kremlin’de 25 Aralık 1991’de orak çekiçli bayrağın indirilip yerine Rus bayrağının çekilmesiyle biter. O halde Orta Doğu’nun yeniden “design”ı da 1990’larda başlıyor.
Bu yeni tasarımın Türkiye’ye etkisini de artan şiddette görüyoruz. Maaşlı trollere bakın: Türk edebiyatı değil, Türkiye edebiyatı. Türk diyene ırkçı deyin. Türk bir ırkın adıdır. Türk bir kavmin adıdır. Ama Türkiye’de yalnız Türk ırkı yok. Şu ırk da var, bu ırk da var. Görevimiz ırkçılık. Millet kavramını kafalardan silip onun yerine ırkı yerleştirmek. Sonra da Türk milletini ırklara bölmek. Burada Türk var, Kürt var, Arap var… Yoksa da ithal ederiz.
İnsan, Yüce Allah’ın her şeyi kapsayan ilminden şehadet, yâni görünür âleme getirildi. Ete kemiğe büründürülerek Ayşeler, Fatmalar, Ahmetler ve Mehmetler olarak dünyada yerlerini aldı. Kısa kâinat yolculuğundan dönüş hâlinde. Gerçi dünyada iken de yolcu olup, oradan oraya koşturuluyor.
Evet sevgili okur! Herkes birer seyyah ve gezgin hükmünde. Şu dünya ise bir çöldür! “Çöl mü? Nasıl çöl olabilir?” diye sorar gibisiniz. Dünya şırıl şırıl akan ırmaklarıyla, yemyeşil çimenleriyle, göğe uzanmış ağaçları ile, çeşit çeşit meyvaları ve renk renk çiçekleriyle; nasıl olur da çöl sayılır. Hele dünyanın üçte ikisi sularla kaplıyken; bu şekildeki vasıfları saymakla bitmeyen dünya; nasıl olur da çöl sayılır? Üstelik dünya, uzaydan mavi bir bilye gibi gözükmekteyken. Bütün bunlar geçici olmakla beraber, her şeyiyle dünya elbette güzeldir. Güzel ne kelime, güzeller güzelidir. Kâinatın bir tanesi, evrenin gül tanesi. Kısaca dünya, âlemlerin nadide incisidir.
Peki öyleyse, niçin dünya “Çöl” olarak nitelendiriliyor? Derseniz, derim ki: Dünya bu hâliyle, elbette Cennet gibidir. Güzeldir. Çünkü güzel olan Allah’ın güzel isimlerinin yâni Esmaü’l-Hüsnâ’sının tecellî ettiği, aksettiği ve göründüğü yerdir. Fakat dünyanın bütün bu güzellikleri, Cennet’le kıyaslanınca, çöl hükmündedir. Bir an yemyeşil, zümrüt gibi incir ve hurma ağaçlarıyla, yerden fışkıran sularıyla, cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle bir vaha düşünün. Bir an bu vahanın etrafında yer alan çöle bakılırsa. Vahaya nazaran çölün, vaha karşısında nasıl sönük kalacağı apaçık görülür.
Cennet karşısında bir çöl hükmünde olan dünya da, o derece sönük kalır. Yoksa dünya, şüphesiz çok güzeldir. Fakat Cennet’le kıyaslanınca; vahaya nisbetle çöl neyse, Cennet karşısında dünya; ancak bir çöl gibidir. Çünkü dünya âdeta gölgeler âlemidir. Asıllarının yeri ise, Cennettir. Yâni Esmaü’l-Hüsnâ’nın / Allah’ın Güzel İsimleri’nin asıl tecellîleri / yansıma ve görünüşleri Cennet’te zuhur ediyor ve edecek. Dünyadaki zuhûrat ise, Esmaü’l-Hüsna’nın gölgeleridir. Gölgeleri bile böyle güzel bir dünya oluşturuyorsa, elbette asıllarının oluşturduğu Cennet; dünyadan kat be kat güzel ve muhteşemdir. İşte dünyanın çöl diye nitelenmesindeki hikmet budur.
İşte ey mağrur nefis! Sen bir seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın / ihtiyaçların nihayetsizdir. Buna rağmen, bazan demirden sert. Ama çok zaman pamuktan yumuşaksın. Nitekim hastalıklar seni yere serer, bir anda sararır soldurur. Evet, çok acizsin. Açlığa dayanamaz. Fakat çok da yiyemezsin. Susuz kalamaz. Fakat çok da içemezsin. Uykusuz edemez. Fakat devamlı da uyuyamazsın. Hele yalnız hiç yapamazsın. Soğukta kalamaz. Sıcağa gelemezsin. Sözün ne yere geçer ne göğe. Olacaklar karşısında elinden bir şey gelmez. Kendi vücuduna bile hâkimiyetin çok sınırlı. Bedendeki iradeli ve isteğe bağlı hareketlerin sayılı.
Velhasıl: İnsan olarak acz ve fakrın hadsizdir. Evet insan, fakirdir. Fakat bu fakirlik bizim anladığımız anlamda “Yoksulluk” mânasına gelen bir fakirlik değildir. Eğer böyle sanılmış olsaydı, Peygamber Efendimiz: “Veren el, alan elden üstündür.” demezdi. Şayet böyle anlaşılmış olsaydı: “Çalışanı Allah sever.” anlamında hükmedilmezdi. Böyle bir mâna taşısaydı Kur’an-ı Kerîm: “İnsana, ancak çalıştığı vardır.” (Necm: 39) demezdi.
Maalesef menfî felsefenin karanlık kanunları; hayâle, dünyayı dehşetli bir âlem olarak gösteriyor! Çünkü yaşlı dünya yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, insan yürüyüşüyle 25 bin senede alınabilecek bir mesafeyi, bir senede devretmektedir. Kaldı ki bu köhne dünyanın her an dağılması ve parçalanması mümkün. Çünkü dünyanın içi zelzelelidir. Kendisi ihtiyar ve çok yaşlı. İşte zavallı insan, âlemin sonsuz fezasında böyle bir dünya üstünde seyahat etmekte.
İnsanın bu vaziyeti, vahşetli bir karanlık içindeymiş gibi görünüyor. Bu durum insanın başını döndürüyor, gözünü karartıyor. Âleme bu gözle bakıldığında, bu âlem çok karanlık, çok zulümatlı ve çok dehşetli görünmekte olup, dehşetinden feryat ve figan edilir. İnsana “Eyvah!” dedirtir.
Halbuki, insanın ebede uzanmış arzuları, emelleri var. Çünkü insanın kâinatı kapsayan tasavvurları, fikirleri var. Çünkü insanın; kendisine ebedî saadeti / Cenneti kazandıracak, gayet ciddî himmet ve istidatları var.
“Bu yazı milliyet, vatan ve devlet severliği şiar edinmiş olanların bundan sonraki süreçte nasıl davranmaları konusunda bir yol göstermek için yazılmıştır… “
Günümüzde hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Türk Milleti tuzaklarla dolu çetrefilli yollardan geçmektedir.
Elbette bu tuzakları boşa çıkarmak ve Türk Milletinin geleceği için doğruları yapmak zorundayız. Zaman menfaatlerimizi gözeteceğimiz ya da nefsimizi öne çıkartacağımız bir zaman değildir.
Eş dost, yoldaş, fikirdaş ve bizi takip eden arkadaşlar bana sık sık “ne yapacağız” diye soruyorlar. Onlara aklımın yettiği dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyorum ama bu kez de, açık olarak kamuoyu ile “ne yapmalıyız”ı paylaşmak istedim.
Ben hep öyle lafı sözü ortada gezdirip hiç bir şey yapılmamasından yana hiç olmadım… Şartlar ve konjonktür Türk Milleti için neyi gerektiriyorsa onu yapmaya çalıştım. Önerilerim de bu açıdan değerlendirilmelidir!
Türk Milleti özellikle bir kaç konuda ki bunlar; yeni anayasa, ağır bir ekonomik kriz ile yoksullaştırma, sığınmacılar ile demografik yapıyı değiştirme, terörün legalleştirilmesi ve siyasi çaresizlik gibi konularla adeta sınanıyor. Bunlara irili ufaklı birçok çok sorunu da eklemek mümkün.
Şimdi esas konumuz bu günlerden çıkış için ne yapmalıyız sorusuna cevap aramak… Bunun için ne gibi çareler üzerinde durmalıyız? Bu konularda yoğunlaşmak zorundayız.
En önemli konu bütün yurt sathında “milliyetsever, vatansever, yurtsever” dediğimiz vatandaşlarımızın yaşlı genç demeden fikri ayrılıklarını bir yana koyarak birleşmelerini ve birlikte hareket etmelerini sağlamalıyız.
Türk Milleti oluşturacağı böyle bir “direnç cephesi” ile yeniden ayağa kalkışın ilk adımını atacaktır.
Bu hareketler meşru bir zeminde demokrasi yolu ile gerçekleştirilmelidir.
Bunları yapabilmek için;
1-) Kurulmuş bir siyasi parti içinde yoğun yani kitlesel bir biçimde yer almak…
2-) Bu olmuyorsa yeni bir siyasi oluşum gerçekleştirmek…
3-) Üçüncü aşamada ise birinci veya ikinci maddenin gerçekleşmesi halinde biribirine benzer bütün siyasi partileri, STK’ları ve düşünce platformlarını bir “milli ittifak” ile bir araya getirmektir.
“Kurulmuş bir siyasi partinin içinde yer almak” hususunun değerlendirilebileceği partilerin başında liderliğini Ümit Özdağ’ın yaptığı Zafer Partisi gelmektedir. Duruşu ve fikirleri itibarıyla herkes veya toplumun önemli bir kısmı Zafer Partisi’nde toplanabilir.
Bu konuda yani birleştirme ve toparlama konusunda yıl sonuna doğru kurultayını toplayacak olan Zafer Partisi’ne ve Ümit Özdağ’a büyük bir görev düşmektedir. Yapacakları “Büyük Kurultay”da kadro tercihi ve bununla verilecek mesajlar ile bu birleşme bütünleşme yolunu açabilirler. Bu ol(a)madığı takdirde mutlaka başka alternatifler aranmalıdır.
Eğer bu arayıştan bir netice alınamazsa; milliyetsever, vatansever, yurtsever, demokrat, sosyal demokrat, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Türk Solu velhasıl adına ne derseniz deyin Türk Milletinin önderleri bir ortak noktada buluşup vakit geçirmeksizin bir siyasî yapı kurmaya yönelmelidir. Böylece birinci maddedeki husus vücut bulmadığı takdirde derhâl ikinci madde hayata geçirilmelidir. Bundan sonra birbirine benzerlerin yani üçüncü maddenin tahakkuku için elden ne geliyorsa yapılmalıdır.
Üzülerek ifade etmeliyiz ki, Türk Milleti karşı karşıya olduğu ağır sorunların tam manasıyla farkında değildir.
Oysa ki, “yeni anayasa” denilerek Türk Milletinin hükümranlık hakkı sona erdirilmek istenmektedir. Medyaya yansıyan açıklamalardan bu anlaşılmaktadır.
Bu bile bizlerin şartsız ve koşulsuz bir araya gelmemiz için yeterli bir sebeptir!
Açlıkla imtihan edilen Türk Milletinin; anayasa, demografi, terörün legalleşmesi ve dış politikadaki yanlışlıklar maalesef önceliğinde yer almamaktadır. Halbuki bunlar can alıcı sorunlardır…
Bu sebeple Türk toplumunun önderleri öncülük ederek bir “direnç cephesi” oluşumuna katkı sunmalıdır.
Önümüzde yapılacak olan ilk seçimlerde milliyetsever ve vatana gönülden bağlı en az 100’ün üzerinde milletvekili TBMM’ye gönderilmeli ve seçilecek cumhurbaşkanının kim olacağına doğrudan etki edilmelidir. Bu geleceğin teminat altına alınması için yapılacak işlerin başlangıcı olacaktır.
Oyun bozmak, tuzakları fırlatıp atmak için yapılacak ilk işler bunlardır… Neyin nasıl olacağını yani işin gerisini konuşmak, ilk adım olan bu hususların yani üç maddede yer alan konuların yerine getirilmesinden sonra olacaktır.
Bu birleşmeye ve bütünleşmeye rıza göstermeyip karşı çıkanların, bizi bu hale getirenlerden bir farkının olmadığının hiç bir zaman unutulmayacak olması muhataplarınca iyi bilinmelidir!