14.8 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 10

Avukatların Pîri ve Halaskârı Ahmet Vekilî Hazretleri

            Molla Ahmet’in İstanbul ulemasını münazarada alt etmesinden üç ve Kadı Burhanettin’in Sivas’ta kendi devletini kurmasından tam yüz yıl sonra, İstanbul o dönemde çok nadir görülen bir davanın haberi ile çalkalanmaktadır. Eminönü serserilerinden Kerpiç Ziya ile Gedikpaşa Hamamı’nın baş tellağı Külhani Cevdet’in şikâyet ve şahadetleri sonucu, Müslüman taifesinden Abdullah kızı Hayriye Hanım, kapının önünden geçen Arnavut ciğerciyi evine aldığı iddia ve gerekçesiyle zina suçundan yargılanmaktadır.

            Yargılama faaliyeti Eminönü Kadısı Çimenzade Yahya Efendi tarafından gerçekleştirilmektedir. Nadir görülen bir dava olduğu için İstanbul halkının yoğun katılımı söz konusudur. İstanbul halkının sevgi ve hürmetini kazanan Molla Ahmet de izleyiciler arasındadır. Kadı Çimenzade Yahya, Abdullah kızı Hayriye Hanım’ı huzuruna çağırtır, hakkındaki iddiaları söyler ve savunmasını ister. Hayriye Hanım göz yaşları içinde böyle bir ahlaksızlığı asla irtikap etmediğini, kendisine iftira atıldığını ve kendisine iftira atanlardan iki cihanda da şikayetçi olacağını ifade eder. Kadı Efendi peşinden şahitler Kerpiç Ziya ile Külhani Cevdet’i huzura alır. Her iki serseri de yemin billâh ederek, Hayriye Hanım’ın Arnavut ciğerciyi evine aldığını, evde saatlerce baş başa kaldıklarını ve sonrada Arnavut ciğercinin suratından keyif akan bir eda ile evden ayrıldığını anlatırlar. Bu sözler izleyicileri galeyana getirir ve aralarından bazıları Hayriye Hanım’a karşı galîz küfürler ederler.

            Kadı Efendi’nin yüzünden de anlatılanlardan ikna olduğu ve biraz da izleyicilerin galeyanının da tesiriyle Hayriye Hanım’a ceza verme niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Kadı Efendi tam hükmünü açıklayacaktır ki, izleyiciler arasından biri öne çıkıp Kadı Efendi’ye seslenir. “Müsaadenizle kadı efendi!”

            Herkes dönüp sesin sahibine bakar. Kadı Efendi’ye seslenen bu kişi Molla Ahmet’ten başkası değildir.

            Molla Ahmet, “Kadı Efendi, öyle görünüyor ki burada yargılaması yapılan Hayriye Hanım şeriatı bilmemekte ve kendisini şeriata göre savunamamaktadır. Bu yargılamanın adil olması için şeriatı bilen birisinin Hayriye Hanım’a vekil olması ve Hayriye Hanım’ın şeriata uygun bir şekilde yargılanmasını sağlaması gerekmektedir. Müsaade buyurursanız kendimi Hayriye Hanım’a vekil tayin ediyorum!”

            Bu söz, başta Kadı Efendi olmak üzere duyan herkesi şaşkınlığa uğratır. Çünkü bir kişinin, yargılaması yapılan bir kişiye vekil olması o güne kadar görülmüş bir iş değildir. Ancak Molla Ahmet’in ilmî şöhreti kendisine itiraz edilmesine mani olur. Kadı Efendi, Molla Ahmet’in bu teklifini çaresizce kabul eder ve Molla Ahmet, o güne kadar hiçbir mahkemede görülmemiş bir şekilde Hayriye Hanım’ın savunmasına başlar.

            “Sözlerime Cenab-ı Mevla’ya hamd, iki cihan serveri Resûlüne salâvat ve pîrim üstadım Uzun İhsan Efendi’ye selam ederek başlarım”

            Arzuhalcizâde Salih Efendi’nin Adliye katibi Rüstem Efendi’den, O’nun da Şeyh-ül Mübaşirîn Davudî Kazım Efendi’den naklettiğine göre Ahmet Vekilî Hazretleri “Uzun İhsan Efendi’ye selam ederek başlarım” dediği anda gaipten bir ses “Ve aleyküm selam” diye cevap vermiş ve hazirûn tastamam bu sesi hayretler içinde işitmişlerdir.

            Yedikule Zindanları’nın müdavimlerinden İt Hurşîd ile Galata Kadısı Muhittin Efendi tarafından lâakal ayda bir elli değneğe mahkûm edilen Ayyaş Rezâ ise sadece gaipten ses işitilmekle kalınmadığını, aynı anda insan suretinde bir nurun da zuhur ederek “Ve aleyküm selam” derken sağ elini kalbinin üzerine doğru götürdüğünü rivayet ederler. Vel gaybe illa al-Allah.

            “Kadı Efendi, şahitlerin ifadeleri alınırken her ikisi de burada huzurda idiler ve birbirlerinin ifadelerini duyarak bilerek ifade verdiler. Müsaade ederseniz, şahitlerden birinin mahkeme dışına çıkartılmasını ve her iki şahide de birbirlerinin yokluğunda soru sormama müsaade edilmesini talep ve istirham ediyorum.”

            Kadı Efendi bu teklifi de kabul eder ve önce Kerpiç Ziya dışarı çıkartılır, Külhani Cevdet içerde kalır. Molla Ahmet, tanığa dönüp sorar; “Söyle bakalım Cevdet Efendi, Hayriye Hanım bu Arnavut ciğerciyi evine aldığı zaman günlerden ne idi?” Külhani Cevdet bir an bocalar, ne cevap vereceğini bilemez. “Pazartesiydi” diye kestirip atar. “Söyle bakalım Cevdet Efendi, Hayriye Hanım bu Arnavut ciğerciyi pazartesi gününün hangi vaktinde evine aldı?” Cevdet yine bir an duraksar ve “İkindi vaktiydi” diye cevap verir. “Söyle bakalım Cevdet Efendi, bu Arnavut ciğerci Hayriye Hanım’ın evinden çıktığında vakit ne idi?” Cevdet yine bir an duraksayıp “Yatsı ezanı okunurken çıktı” der. “Söyle bakalım Cevdet Efendi, ikindi vaktinden yatsı ezanına kadar Hayriye Hanım’ın evinin orada ne işin vardı?” Cevdet bu soru üzerine tamamen dumura uğrar. Kem küm eder ama hiçbir cevap veremez.

            Cevdet dışarı, Kerpiç Ziya içeri alınır. Molla Ahmet aynı soruları bu defa Ziya’ya sorar. “Söyle bakalım Ziya Efendi, Hayriye Hanım bu Arnavut ciğerciyi evine aldığı zaman günlerden ne idi?” Ziya da bir an bocalar, ne cevap vereceğini bilemez. “Perşembe” diye kestirip atar. “Söyle bakalım Ziya Efendi, Hayriye Hanım bu Arnavut ciğerciyi Perşembe gününün hangi vaktinde evine aldı?” Ziya yine bir an duraksar ve “Cuma namazından önceydi, Ayasofya’dan Cuma namazı için sala okunuyordu” diye cevap verir. Bu cevap üzerine Kadı Efendi “Bre zındık! Cuma namazları ne zamandır Perşembeleri kılınıyor!” diye gürler. Molla Ahmet tebessüm ederek ve artık alaycı bir tonla “Söyle bakalım Ziya Efendi, bu Arnavut ciğerci Hayriye Hanım’ın evinden çıktığında vakit ne idi?” Ziya yine bir an duraksayıp “Güneşin batmasına yakın çıktı” der. “Söyle bakalım Ziya Efendi, öğle vaktinden gün batımına kadar Hayriye Hanım’ın evinin orada ne işin vardı?” Yalanlarının ortaya çıktığını anlayan Kerpiç Ziya hemen Molla Ahmet’in ayaklarına kapanır, “Hocaefendi kurban olayım ben ettim siz etmeyin. Bu Cevdet denen dürzü bana geldi, Hayriye Hanım’a kesikmiş ama hanım buna yüz vermiyormuş. ‘Bana yar olmayan kimseye yar olmasın’ dedi. Bana da yalancı şahitlik etmem için 10 akçe verdi!”

            Olay aydınlanmıştı. Kadı Efendi tam hükmünü verecekti ki Molla Ahmet itiraz eder bir tarzda elini kaldırıp Kadı Efendi’yi durdurdu. “Kadı Efendi, bu zatların yalancı şehadet ettikleri ve bundan da öte Hayriye Hanım’a iftira ettikleri belli. Ancak, velev ki bu iki zat doğru bile söylüyor olsalardı Hayriye Hanım’a yine ceza verilmemesi ve bu iki zata iftira suçundan ceza verilmesi gerekirdi. Zira bildiğiniz üzere şeriata göre zina suçu ancak dört şahitle ispat edilebilir. Şahitlerin tenasül uzvunun sokulduğunu açıkça görüp belirtmiş olmaları gerekmektedir. Yoksa zan üzerine şehadet olamaz. Yine şayet şahit sayısı dörtten az ise zina suçundan dolayı ceza verilemez ve bu defa şahitlere iftira suçundan dolayı ceza verilmesi gerekir. Mamafih, bu hanıma iftira attıkları sarih olan bu iki serseri doğru bile söylüyor olsalardı yine bu hanıma ceza verilmemesi ve bu serserilere iftira suçundan ceza verilmesi gerekirdi.”

            Bu sözleri duyan Hayriye Hanım bu defa sevinç gözyaşları dökerek ve minnet duygusuyla az önce kendisini kurtaran Molla Ahmet’in ellerine kapanır ve Molla Ahmet’in ellerini öpmeye başlar.

            O günden sonra Molla Ahmet, Ahmet Vekilî namıyla anılmaya başlar. Bir şekilde yolu mahkemeye düşen suçlu ya da suçsuz herkes önce Ahmet Vekilî’nin kapısını aşındırır ve mahkemede kendisinin vekili olmasını ister. Ahmet Vekilî ise parası olanın parasını, olmayanın duasını alarak vekillik görevini ömrünün sonuna kadar layıkıyla ifa eder.

            İşte Hayriye Hanım’ın iffetine sürülen çamurun temizlendiği günden beri avukatların pirî ve halaskârı Ahmet Vekilî Hazretleri’dir. Kabri Eyüp Sultan Camii civarındadır. Kabri başında kurban kesip etini fakir fukaraya dağıtan avukatların müvekkillerinin her türlü suçtan beraat ettikleri ve yine kabri başında dua eden avukatların her türlü taleplerinin mahkemelerce kabul edildiği rivayet edilir. İlm-ü irfanının yanında keşif ve keramet sahibi bir zâttır. Toprağı bol, kabri pür nûr, ruhu şad, mekanı Cennet olsun. Ruhuna el-Fatiha!

Özgür Özel Nereye Koşuyor-2

Sn. Özel, siz Kürt etnik kökenli yurttaşlarımızın oylarına talipseniz bunu DEM den istemeyin.

DEM seçmeni diye bir tanımlama zaten olmaz ve zaten Kürt etnik kökenli yurttaşımız da DEM’ in tapulu malı olamaz. Bu durumda aracısız, doğrudan Kürt etnik kökenli yurttaşımıza ŞÖYLE seslenin.

Onlara, her Türk vatandaşı için olduğu üzere, Anayasamızda mevcut yurttaşlık haklarını daha da yükselteceğinizi,, ABD den bağımsız doğru dış politika ile çocuklarımızın Suriye belasında, hayın pusularda telef olmayacağını

vaat edin.

Kürt etnik kökenli yurttaşlarımıza şunları da söyleyin.

“Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının, tüm şehit ve gazilerimizin kahramanlıkları ve büyük bir zaferle taçlandırdıkları dünyanın ilk antiemperyalist savaşının ve devamında Cumhuriyet ve Aydınlanma Devrimimizin eseridir. Bu nedenle Ulus birliğimizin çimentosu, tarihi, sosyal ve manevi açıdan başka hiçbir ulus devletle kıyaslanamayacak ölçüde, çok güçlüdür. Bu çimentonun harcı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün eseridir. Bu güçlü Ulus Devlet kalesi, Ulus birliğimizdeki tüm halklar için bir şans olarak hepsinin güven içinde yaşayabileceği, neslini ve üretici güçlerini geliştirebileceği, aynı zamanda hep birlikte bunu daha üst düzeye yüceltmek için hep birlikte demokratik bir cumhuriyet mücadelesi verebileceği temelleri aydınlık bir kale olmuştur.  İşte bu nedenle, PKK, DEM, kırk yıldır bu kaleyi yıkmaya çalışmaktadır.

Önce ekonomimizi mahvetmiş, sonra da ülkemizi en gerici iktidarlara mahkum etmiştir.

Gelin bu Cumhuriyetimizi koruyalım, kollayalım, güçlendirelim ve bu kalemizin yıkılmasına asla izin vermeyelim. Bu hepimizin kalesini yıkmaya çalışan, PKK ve DEM e karşı hep birlikte mücadele edelim”.

Şunları da ekleyin: CHP; büyük Atamızın, sıfırdan, güçlü, modern bir ülke yaratan, kamucu ekonomik modeline bakarak “planlı bir kalkınma modeli” üretecektir. Bunun sonucunda, ham malzeme, tohum, toprak, su ile teknik ve emek, bütün yurt sathında buluşacaktır. Tüm yurt sathında sınai üretim ve yine kamu planlamasıyla, Kooperatifler eliyle, Tarım üretimimiz şahlandırılacaktır, köylerimize bolluk ve bereket gelecektir.

CHP; Vahşi ve ilkel sermeyenin ortağı, emekçi sınıf ve tabakaların düşmanı olan bu iktidara karşı, kömür ocaklarında ölen, İstanbul Havalimanı inşaatında gayri insani koşullarda çalışarak katledilen, 6 Şubat’taki depremde yaşamını yitiren insanlarımızın, yoksulların, ezilenlerin, feodal gericilik eseri katledilen tüm Narin’lerin,

yani halkın partisi olarak öne çıkacaktır.

CHP, bundan sonra, iktidarın eziyetlerine karşı, halkla ve özellikle gençlikle birlikte örgütlü, devrimci bir mücadele verecek ve her türlü seçim hilesine karşı, kora kor bir devrimci mücadele vererek iktidarı seçimle alacaktır. Bunun başka yolu yoktur.

Bir sorum da şu, Sn. Özel.

Bence CHP seçmenleri içinde olup da CHP ye oy vermeyen en az yüzde yedi, CHP dışındaki en az  yüzde on- on beş  dolaylarında Atatürk çizgisinde Türk Milliyetçilerinin oylarına niye talip değilsiniz.

2024 Yerel Seçimlerinde, hepsi katıksız Atatürk çizgisinde Türk Milliyetçileri olan, Mansur Yavaş’ın (%60), Tanju Özcan’ın (%53), Burcu Köksal’ın %51 oranında oyları hakkında ne düşünüyorsunuz.

Bu ve yurt sathındaki benzeri oylar, bu seçimlerde CHP yi birinci parti yapmış olamaz mı acaba.

Ben bir mühendis olarak basit bir interpolasyon tahminimle, bu ihtimalin kuvvetli olduğunu düşünüyorum.

Siz de uzmanlarınızla bunu tartışın lütfen..

Peki ama, bütün bu matematiğe rağmen, niye illaki DEM de, DEM diyorsunuz.

Niye elinizi kolunuzu bu kadar bağladınız, niye bu kadar angaje oldunuz, nedir bunun sebebi.

Ya da, acaba yetersiz sosyal ve tarih bilinciniz nedeniyle mı, gerçeklerle buluşamıyorsunuz.                        

 O halde alın size, somut bir gerçeğin sorusu.

6 Şubat 2023 deprem faciasının henüz dumanı tüterken ve siyasi iktidarın ihmalleriyle, toplumda açılan yaralar kanamaya devam ederken ve halkın, işçinin emeklinin onca yoksulluğu sürerken, üç buçuk ay sonra yapılan, 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde, AKP ye büyük fark atacağınıza,  AKP yi, yine birinci parti yapmayı nasıl başardınız. Bir de bunu düşünün lütfen. Benim yanıtım aşağıdaki denememde.

Saygılarımla.

…………………………………………………………………………………………………………….

CHP Genel Başkanı Sn. Özgür Özel’e açık mektup. Yazar  Levent Ünsal  17 Haziran 2024

Büyük Ata’mızın, 10. yıl Nutku’ nun sonunda, çok büyük bir öngörüyle dile getirdiği ve Cumhuriyetimizi yıkılmaz sağlam bir temele oturtan “Ne mutlu Türküm diyene”  ifadesindeki  “Türk” kelimesi,

Türk ırkını değil, Ulus Birliğimizin adını tanımlamaktadır.

1. Bu durumda, ikide birde, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar vb diye Türk Ulus Birliğindeki halkları sıralarken,

Türk Milletini de sık sık vurgulamanız gerekmez mi?.

2. Türkiye Cumhuriyeti Ulus Birliğinin yüzüncü yılında, son yirmi yılın büyük tahribatlarına ve kırk yıldır PKK saldırılarına rağmen, nüfus kimliklerinde etnik kökeni yazmayan ve bu nedenle en ideal anayasal yurttaşlık eşitliği içindeki tüm yurttaşları eşit şekilde hukukun üstünlüğü ile kapsayan, komşularıyla barış içinde yaşayan, modern sanayi toplumu eşiğinden içeri girmiş bir Ulus Devletimize ulaşmış bulunuyoruz.

İnsanoğlu kadim tarih boyunca, savaşmadan barış içinde yaşama, üretici güçlerini ve neslini çoğaltma amacıyla daha geniş bir havzada birlikler kurma çabasında iken, kimi prens veya aşiret sahipleri, derebeyliklerini sürdürmek için birliğe şiddetle, karşı koymuşlardır. Sonuçta bu birlikler güle oynaya oluşmamıştır.

İtalya birliği buna en çarpıcı bir örnektir. Sn. Özgür Özel. Cumhuriyetimizin kurucusu CHP Genel Başkanı sıfatınızla, Ulus Birliğimizi ve Cumhuriyetimizi yıkmak üzere ordulaşarak silahlı isyana kalkışan Şeyh Sait’e, hain demek zorundasınız. Başka bir lüksünüz yok.

3. Güneydoğumuzda görev yapan güvenlik güçlerimizi, mesela oraları işgal etmiş olan Yunan güçleri gibi gören PKK, askerlerimizi, polislerimizi katletmeyi meşru olarak görmektedir. HDP, DEM vb ise, şehitlerimiz ile ilgili hiçbir taziyede bulunmamaktadır. Ben, HDP ve türevi siyasi parti yetkililerinin ve yandaşları kanaat satıcılarının, barış ve demokrasi söylemlerini, milleti keriz yerine koymak istemek olarak görmekteyim.

Ama, bazı siyasiler, kanaat satıcıları, maksatlı olarak, üst beyinlerinin, yani insanlara has bir yapılanma olan beyin kabuğunun uydurduğu kavramlarla, kendilerine yalanlar söyleyerek, yani limbik sistemlerini kandırarak, buradan, bu partilerin barışçı, demokrat olduğuna dair bir yanıt alabilir ve buna inanabilirler de. Ama her mahallesinden, çocuğunun, komşusun çocuğunun ve bir yakınının cenazesini elleriyle toprağa vermiş Anadolu halkının, en alt beynimizde bulunan, sadece savunma ve emniyet referansları ile donanmış olan “Amigdala” sı aldanmaz ve çocuklarını katleden PKK, HDP, DEM i de düşmanı olarak görür.

Bunu AKP de çok isabetli olarak gördü aslında. Bunu uzman sosyologlarınızla bir değerlendirin lütfen.

4. Seçim konuşmalarınızda dile getirdiğiniz gibi “Kürt seçmeni” yoktur. Seçmenlerin  “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni” gibi etnik ve dinsel kökenleriyle birlikte tanımlanması doğrumu dur.

Siyasi partilerin kayıtlı üyeleri tabi ki vardır ama kayıtlı seçmenleri olamaz değil mi? Seçmen bu gün bir  partiye oy vermiştir, yarın başka bir partiye oy verebilir. Seçmen hiçbir partinin tapulu malı değildir.

5. Yine seçim konuşmalarınızdan birinde aynen şunları demiştiniz.

“Senin Rize ‘li hemşerilerin kendilerine, kendi belediye başkanlarını seçebiliyorlar.

Elli dört yerleşim yerinde ise Kürtler, kendi belediye başkanlarını seçince kayyum atıyorsun.”

Yukarıdaki söyleminize göre, Rize’ lilere de bir alt kimlik yapıştırmanız gerekmez miydi, bunu niye yapamadınız. Çünkü mantıklı bir temeli yoktu.

6. Kürt sorununu TBMM de çözeceğiz diye vaat ediyorsunuz. Ulus birliğimizdeki yurttaşlarımızın tanımlamasını da yapan Lozan anlaşması değil midir. Bu durumda, Lozan anlaşmasını TBMM de tartışmaya açıyor olmayacak mısınız. Bunun sonucunda TBMM de, Yeni CHP sayesinde de oluşmuş olan gerici bir blokla kol kola, Ulus – Yurttaş kimliğimizin yok edilerek, ümmet kimlikli, imtiyazlı ruhban, burjuvazi ve bürokrat sınıfın egemen olduğu faşist bir İslam Cumhuriyetine doğru gidişin kapısını açmış olmayacak mısınız.

7. Son olarak 15 Haziran 2024 tarihinde, T24 yayın organına verdiğiniz yanıtlarda şöyle diyorsunuz.

“Türkler için de bir normalleşme yok, Kürtler için de bir normalleşme yok”

Sn. Özgür Özel bu söyleminizle, sanki iki milletli bir yapıya dönüşmüş gibi olmuyor muyuz?

8. Bütün bu söylemlerinizin bir sonucu olarak, Diyarbakır da bulunan bir kafede Kürtçe dışında hiçbir dilde konuşanlara hizmet verilmemesini, iletişimin sadece Kürtçe yapılmasını nasıl değerlendireceksiniz.

Nereye koşuyorsunuz, Sn. Özgür Özel.

İbni Haldun’un Mukaddime eserinde konu ettiği gibi, Ulus Birliğimizin Asabiye bağını zedelediğinizin ve Cumhuriyetimize darbeler vurduğunuzun farkında bile değil misiniz yoksa.

Son olarak size şunu söyleyeyim, Sn. Özgür Özel.

“Ben, bir toz zerresi kadar bile ırkçı milliyetçi değilim.

Kendimi Kürt halkının dostu olarak görürüm. ABD, AB taşeronu, PKK, HDP ve türevi siyasi oluşumları ise,

Kürt halkının neslinin gelişmesini engelleyen hatta neslini kıran bir düşmanı olarak görürüm.”

  Sivil İtaatsizlik

İstanbul Büyükşehir Belediyesinin CHP’li Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan mitingler, CHP’nin öncülüğünde ve fakat CHP dışında diğer partilere oy veren vatandaşların da katıldığı güçlü eylemler oldu.

İstanbul ve vatandaşların sokağa çıktığı diğer şehirlerde, valiliklerin toplantı ve gösterileri yasaklama kararlarına rağmen, büyük kitlelerin sokaklar, caddeler ve meydanlara sığmaz halde toplantılar yapması yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.

CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yaptığı “Adalet Yürüyüşü” bir “pasif direniş” olarak dikkat çekiciydi. Fakat toplumda sürdürülebilir bir etkisi olmadı.

Kılıçdaroğlu’nun eylemi bireyseldi. CHP öncülüğünde İmamoğlu’na destek eylemleri ise milyonların katıldığı kitlesel hareketlerdi.

Saraçhane’de 7 gün sürdükten sonra Maltepe’de büyük bir mitingle devam etti. Bayram sonrası bu eylemler sürecek mi bilemiyoruz. Ancak bu eylemlerin “sivil itaatsizlik” tanımına uyup uymadığını sorgulamak istiyorum.

****

Hukuk sistemleri ve öğretide DİRENME HAKKI diye bir kavram yer alıyor. Bireylere baskı ve zulüm karşısında özgürlüklerini korumak için son çare olarak “direnme hakkı” tanınmaktadır.

Baskıya karşı direnmenin “Pasif Direnme” ve “Aktif Direnme” olarak iki türü var.

Zora ve şiddete başvurmaksızın baskıya karşı koyma yolu “pasif direnmedir.”

“Aktif direnme” ile kuvvet ve gerekirse şiddet kullanan isyan ya da ihtilal hareketleri kastediliyor.

Sivil itaatsizlik, zulüm ve haksızlıklara karşı bütün yasal yolların tükendiği noktada, kamu vicdanına çağrıyı amaçlayan ve şiddet kullanmayan bir eylem türüdür. “Daha vahim toplumsal felaketlerin önüne geçmek için başvurabilecekleri bir çare” olarak kabul edilir.

“Politik ve hukuki sorumluluk üstlenilerek kamu vicdanını etkilemeyi hedefleyen, şiddet içermeyen, mevcut yasal yolların çare olamayacağı anlaşıldığı için başvurmak zorunda kalınan, bu nedenle yasadışı, ama meşru bir eylem biçimidir.”

Sivil itaatsizlik şiddet içermediği için, bir pasif direnme yöntemi olarak nitelendirilebilir.

****

“Sivil itaatsizlik” terimini literatüre kazandıran Henry David Thoreau’dur. O’nun “Sivil İtaatsizlik” kitabı Mahatma Gandhi’de, Martin Luther King’de ve onları izleyen binlerce adalet yanlısında yankı bulmuştur.

Thoreau, “kanunlara karşı açık ve maksatlı bir itaatsizlik noktasına da varsa, vatandaşın görevinin haksızlıklara karşı koymak olduğunu” söylemiştir.

Gandhi sivil itaatsizliği, “şiddete başvurmadan direnme, gerçeğe ve adalete derin bağlılık” olarak tarif ediyordu.

Martin Luther King “Eğer adaletsizlik yöneticiler için pek önem taşımıyorsa, kural ve kanunlara karşı itaatsizlikte ısrar etmek gerekir” düşüncesiyle siyahlara karşı yapılan sistematik ayrımcılığa meydan okumuştur.

********************************

Saraçhane Mitingleri Sivil İtaatsizlik Eylemleri midir?

Yukarıda anlatılanlardan özetle, sivil itaatsizlik eylemlerinin temel unsurlarını a) Yasaya aykırılık, b) Şiddetsizlik, c) Kamuya açıklık, d) Çiğnenen Pozitif Hukuk Normundan Doğacak Yaptırıma Katlanma olarak sayabiliriz.

Eylemlerin sebebi hukukun ve idarenin siyasallaşması ve bu yolla seçilmiş siyasetçilerin sistemden tasfiye edildiği inancıdır.

Milyonlarca insan İmamoğlu’nun diplomasının iptalinin de tutuklanmasının da hukuki olmadığı, yapılanların “Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’nun tasfiyesi ve iktidarın CHP’li belediyeleri ele geçirme operasyonu” olduğu kanaatindedir.

“Tek adam yönetiminde”, “kuvvetler birliği sistemi” içinde, bu “zulüm ve haksızlıklara” karşı “tek çare” olarak “kamu vicdanına” seslenmek kaldığı görülmüştür.

Yani amacı itibarıyla sivil itaatsizlik şartları oluşmuştur.

Saraçhane’de ve Türkiye’nin birçok ilinde, valilikler tarafından toplantı ve gösteriler yasaklanmış olmasına rağmen, izinsiz yapılan eylemler “sivil itaatsizlik” unsurlarını taşımaktadır.

“Toplantı ve gösteri yapma hakkı” anayasal bir haktır. Ancak bu hak valiler tarafından belli tarihler arasında ve belli yerlerde çeşitli gerekçelerle yasaklanmıştır. İdarenin bu kararı kitleler tarafından yok sayılarak sokaklar, caddeler, meydanlar doldurulmuş, konuşmalarla gösterilerin amacı kamuya açıklanmıştır.

Bu izinsiz gösterilere katılanlar iktidarın yaptırımlarını göze alarak geldiler. Nitekim 2 binden fazla kişi gözaltına alındı, bunlardan 301 kişi tutuklandı.

Bu bakımdan yasağa rağmen yapılan Saraçhane mitingleri ile Valiliğin yasaklamadığı Maltepe Meydanında yapılan siyasi mitingin vasfı farklıdır.

********************************

Maltepe Mitingi ile Sivil İtaatsizlik Eylemleri Sona Erdi

İzinsiz gösterilerde kitlesel taşkınlıklar ve şiddet olmamış, son derece medeni kitlesel eylemler gerçekleşmiştir. İktidar kanadının “vandallar, yağmacılar Saraçhane’de toplanarak taş, sopa ve havai fişeklerle polis ekiplerine saldırdı” gibi ifadeleri tesadüf değil.

Olaylarda “şiddetsizlik” unsurunun olmadığı yani bunun bir “sivil itaatsizlik” değil, bir “isyan veya ihtilal hareketi” olduğu şeklinde değerlendirmeye hazırlanıyor.

Son derece barışçıl “sivil itaatsizlik eylemleri” olarak başlayan “Gezi olaylarının” sonradan şiddet kullanan marjinal gruplar bahane edilerek bir “isyan veya ihtilal hareketi” olarak değerlendirildiğini unutmayalım.

Ancak “Gezi Olayları” spontane/ kendiliğinden gelişmişti. Eylemleri yönlendiren bir siyasi parti, dernek, sendika gibi bir organizasyon yoktu. Bu sebeple ilerleyen günlerde marjinal gruplar öne çıkmıştı. Bu defa Saraçhane mitinglerini düzenleyen CHP ve diğer destek veren partiler şiddet kullanmaya meyilli kişi ve grupları uzaklaştırdılar. İktidara bu kozu verecek bir olay yaşanmadı.

Sivil itaatsizlik eylemleri özü itibariyle otoriteye rağmen yapıldığı için eylemlere katılanları kısa sürede motive eder hatta militanlaştırır.

Bu yüzden iktidar akıllı davrandı. Valilik Maltepe mitingi için herhangi bir yasaklama kararı vermedi. Ülke bazına yayılması muhtemel bir sivil itaatsizlik eylemi normal bir siyasi mitinge dönüştürüldü.

Özgürlüğün Değeri…

    Kaybettiğinde anlarsın özgürlüğün değerini. An gelir yere göğe sığdıramazsın kendini! Düşüncelerin duygularına yenik düşer, uçar gidersin başka diyarlara…    

     İnsanın gönül sesi bir kez çağıldamaya görsün!  Önünde ne engel kalır, ne de sınırlar.  O ses ki, duygu yumaklarının armonisi ile zenginleşir,  bir bakarsın uçsuz bucaksız ovalarda, bir bakarsın mor renkli dağlarda, bir bakarsın evrenin derinliklerinde bulursun kendini…

     İnsanoğlu özgürlüğüne tutkundur, doğasından gelir. Kimi zaman özgürlüklerimize gem vururlar sersemleriz; kimi zamansa özgürlüklerimizin kaybıyla, hayata küseriz…

     Doğamızda vardır neticede insanız. Elimizden alındığı anda özgürlüklerimiz; tuzla, buz olur duygularımız. Sıcaklığını arar, onu çok özleriz…

      Kaybetmedikçe özgürlüğümüzün bedelini soran olmaz! Kimi zaman soran bulunsa bile verecek bedel kalmaz!

     Özgürce yaşamın bedeli nedir diye sorun bakalım değerini unutanlara?  Özgürlük uğruna yemin edenlerin; canını, malını feda etmekten kaçınmayanların bu tutkusuna değer biçsinler.   İsterlerse bu onların yeminidir, bizi ilgilendirmez desinler!

     Edilen her yeminin bir değeri vardır. Ama en değerlisi özgürlük tutkusu ile yoğrulandır.  Bağımsızlık en değerli tutkudur. Ne vatan sevgisi, ne de uğruna hayatını feda edenler unutulur?

    Vatanım isimli destanın güftesini kahramanlar yazar. Özgürce yaşamak yoksa bu neye yarar?   Vatan bellediğimiz topraklarda bir düşünün bakalım özgürlük olmazsa,  Tadı olur mu hayatın?  İnancına, sevdana, acına, hüznüne, sevincine, kısacası her şeyine tat verendir özgürce yaşam…

    Her şeyin olabilir!  

   Üzerinde yaşadığın topraklar,  malın, mülkün, tüm sevdiklerin; her ne varsa hayatına anlam katan… Ama özgürlüğün yoksa neye yarar bunlar?  Bir gün gelir de kaybedersen özgürlüğün o tılsımlı gücünü.    Düşün bir bak! Hayat seni nasıl karşılar?

  Özgürce yaşamak sadece senin hakkın mıdır?  Sana mı haktır sanırsın?   Çevrende yaşayan diğer canlılara bir bak!  Bunu daha iyi anlarsın.

  Özgürce yaşam, tüm canlılar için vazgeçilmez olanıdır hayatın. Sadece insanoğlu beyin gücüyle, vicdanıyla yaşar özgürlüklerin hazzını,  Diğer canlılar güdüleriyle tadar özgürlük kavramını!

   Kelebeklere bir bak!  Kozasından çıktığı anda özgürlüğe kanat çırpar.

   Ya yavru kuşlar? İlk kanat çırpışıyla tadar, özgürce yaşamı…

   Güneşin doğuşunu izle!

   Özgürlük pırıltılarıyla aydınlatır dağları, ovaları, ormanları.  Kimi zamansa insanoğlundan gelen tüm acımasızlıkları!

   Özgürlüğün tanımına en çok yakışan nedir sence?

    İnsanca yaşamanın tüm güzellikleri mi? Yaşamına heyecan katan aşkların, sevdiklerin mi? Hayatında elde ettiğin varlıklar, ya da zenginlikler mi?

   Nedir sence?  Bir düşün!

   Vatanı olmayana özgürlük nedir diye sorulur mu?  İstiklali olmayan bir millet, vatanında yaşam hakkı bulur mu?

  Düşün, bir bak ardına!  

  Ardımızda kalan yaşanmışlıklara, tarihe kazınan zaferlere, bu vatan için ödenen bedellere…

  Minarelerden taşan ezan sesleriyle coşar bu millet.  Göğsümüzdeki imanın görüntüsüdür şahadet.

  Asırlık çınar oldu bu Cumhuriyet.

  Sonsuza kadar var olacak atalarımızdan yadigârdır bu Gazi Topraklar:

  “O benim milletimin yıldızıdır parlayacak. O benimdir, O benim milletimindir ancak.” 

Özgür Özel Nereye Koşuyor-1

Önce hemen şunu belirtmek isterim.

Bu denemem, Büyük Ata’mızın yadigarı, asırlık çınarımız CHP nin kurumsal kimliğine karşı yazılmamıştır.

17 Haziran 2024 te Kocaeli Aydınlar Ocağı web sitesinde yayınlanmış olan

“CHP Genel Başkanı Sn. Özgür Özel’e açık mektup” başlıklı denememin devamı niteliğindedir.

Buradan alıntılar yapmak yerine, özenle inşa ettiğim bütünlüğünü bozmamak için, olduğu gibi aşağıya ekledim.

Tam da bu ortamda, milletin coşkusu tavan yapmışken, ne lüzum vardı ki bu denemeyi yazdın diye sorulabilir bana. Ve benim de açıklamam gerekir. CHP, yirmi iki yıldır, bu iktidarın değirmenine su taşımaktadır. Kılıçdaroğlu, seçim kaybede kaybede, seçimler yoluyla, güzel ülkemizi faşizan bir diktatörlüğün eşiğine getirmiştir. Kılıçdaroğlu’ da, vaktiyle, bu meydanları doldurmuştu, ama elde ne kaldı ki.

Muradım yine böyle olmamasıdır.

Şimdi lafı eğip bükmeden, söze doğrudan girişeyim.

Saraçhane mitinginde yaptığı konuşmayla PKK ve DEM e haddini bildiren, Mansur Başkanı alkışlıyorum,

Bu nedenle, bir sonraki mitingde, PKK, DEM den özür dileyen Özgür Özel’i kınıyorum.

Sn. Özel; biliyorsunuz, Ekrem başkan beş gün boyunca nezarette uykusuz çile çekerken, DEM liler Sarayla,

SEVR pazarlığı içindeydi, siz bu DEM den özür dileyip Mansur Başkanı harcadınız.

Siz bu tutumunuzla, partinizdeki ve partiniz dışındaki, Atatürk çizgisindeki Türk Milliyetçilerini,

Ekrem Başkanı zindandan kurtarmak için yaptığınız ve yapacağınız, gerçek rakamlarla birkaç milyonluk büyük mitinglere davet etmemiş oluyorsunuz, bunun farkında mısınız ?

Tam yeri gelmişken, hangi kültürel kotlarla konuştuğumu belirteyim.

Atatürk çizgisinde Türk Milliyetçisi bir sosyalistim.

Bir toz zerresi kadar bile ırkçı milliyetçi değilim.

Kendimi Kürt halkının dostu olarak görürüm. ABD, AB taşeronu, PKK, DEM ve türevi siyasi oluşumları ise,

Kürt halkının neslinin gelişmesini engelleyen hatta neslini kıran bir düşmanı olarak görürüm.”

Hemen buradan “Milliyetçilik nedir” konusuna açıklık getirmek isterim.

“Milliyetin ne” sorusu ile “Hangi millettensin” sorusu eş anlamlıdır.

Her ikisinin de yanıtı “Türk Milletindenim” yani “Türk’ümdür”

Bu durumda “Milliyetçilik”; Millicilik ya da Ulusçuluk ifadesiyle eş anlamda olmaktadır.

Buraya kadar ırkçı bir anlamla karşılaştık mı, hayır.

Çünkü zaten, imparatorlukların yıkılmasından sonra kurulan Ulus Devletler etnisite temelli olarak kurulmamıştır.

Ernest Renan’ın ((1823-1892) Fransız filozof, tarih-sosyal bilimci, yazar, Dr. 1878 de Fransız Akademisi üyesi.)

Ulus Nedir kitabından ;

S42:* Demek ki etnografık tasavvurların modern ulusların kuruluşunda hiç bir önemi yoktur.  Fransa Kelt, İber ve Cermendir. Almanya Cermen, Kelt ve Slavdır. İtalya etnografyanın en kararsız olduğu bir ülkedir. Britanya adaları Kelt ve Cermendir.

Ulus Devletlerin kuruluş süreci, bir momentumla başlar ve  tarihi diyalektik bir süreç sonucu kurulur.

Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devletinin kuruluş sürecinin, başlangıç momentumu Milli Kurtuluş Savaşımız olup,

11 Kasım 1922 de başlayıp 24 Temmuz 1923 te sonlanan Lozan Barış Konferansıyla bu süreç tamamlanmıştır.

Tabi ki bütün ulus devletlerin kuruluş süreçleri sancılı olmuştur.

Mesela, Kurtuluş savaşımızın en çetin dönemlerinde Kürt Etnik ayrılıkçıların başlattığı “Koçgiri” isyanını da unutmayın, Sn. Özel. Bknz alttaki denemem.

Millet üzerine, devam edeyim:

Bünyesinde bir çok halkları barındıran bizim Ulus Birliğimizin yani milletimizin adı niye “Türk” tür.

Ulus birliği; adını, Coğrafyasındaki, tarihi, belirleyici ve sürükleyici bir halktan, kavimden alır.

Mesela Franklar, Cermenler, Anglo lar gibi.

Türk Ulus birliğinin adı Türk’tür ve bu ad Türklere anasının ak sütü gibi helaldir.  Çünkü bu topraklarda tarihi belirleyici ve sürükleyici halk, kavim Türkler olmuştur. Bakınız, İbni Haldun, Mukaddime adlı eserinde ne diyor. Kaynak Yayınları sayfa 22.“Türkler, savaşçı karakterleri ve kahramanlıkları nedeniyle İslam’ın kurtarıcısı olmuşlardır”

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ”İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş İngiltere adlı eserinde,(Diyalektik Yayınları)  Fransız tarihçi, Foucher de Chartres’in (1058-1127) Haçlı Savaşlarını anlatan kitabından alıntı yapıyor, bakalım ne var? Tarihçimiz de, yakın tanık tarihçisi Guibert de Novagent’ ten alıntı yapıyor:

 S51,52; “”” Daha ilk karşılaşmalarında, Türklerle Franklar birbirlerinin kıymetini anlamayı öğrendiler. Frankların kendileri, ruh inceliği ve savaşta yiğitlik bakımından, Türklerinkiyle kıyaslanabilecek, hiçbir insan ırkı tanımadıklarını teslim ettiler.

 Hele, Türkler, Franklarla dövüşmeye başladıkları zaman, hasımlarına karşı kullandıkları ve bizimkilerin hiç tanımadıkları silahların verdiği şaşkınlıklar, hemen hemen umutsuzluğa düşmelerine sebep oldu.

 Franklar, hasımlarının atlara yaptırdıkları manevralardaki olağanüstü beceriklileri, bir taarruza uğrayınca ondan sakınışlarındaki çabuklukları ve kaçarken ok atarak savaşmaya alışkın vuruşları üzerine, en ufak bir bilgi olsun edinemiyorlardı. Kendi yönlerinden Türkler de, kendilerini, Franklarla aynı kökten gelmiş sayıyorlar ve bütün milletler arasında askerce üstünlüğün, hak olarak, bu iki ulusa düştüğünü düşünüyorlardı “””

Bu anlamda Kürt etnik ayrılıkçıları ve yandaşlarının ileri sürdüğü gibi, Kurtuluş Savaşımızı Türkler ve Kürtler birlikte başarmıştır tezi yanlıştır. Emperyalizmin tehdidi karşısında bir kısım kürt nüfusu, diğer halklar gibi, müstakbel Ulus devlet kalesi içinde kalmak istemiş ve bir nefer olarak savaşmış olabilir. Ama bu birlikte yapmış olmaya yetmez. Kurtuluş savaşımızı başarıya götüren güç, Orta Asya’dan başlayıp bu günlere kadar, Türklerin biriktirdiği, Askeri-Teknik Üretici güçtür. Dünyada sayılı meydan savaşlarının bir kaçı bu topraklarda verilmiş olup, ders olarak Harp Akademilerinde okutulmaktadır.  

Milliyetçilik üzerine biraz daha devam edeyim.

Eğer bir ülkede o ülkenin millet ya da ulus birliğini tehdit eden bir durum yoksa, o ülkedeki milliyetçilik,

yine ırkçı bir milliyetçilik olamaz ama kendini başka milletlerden üstün gören şoven bir milliyetçilik tanımlamasını hak edebilir.

Ancak imzalandığı günden bu yana, Lozan’ın rövanşını alıp Sevr’i geri dayatmak isteyen

ABD, AB ülkeleri nam ve hesabına;  PKK ve şimdiki türevi DEM eliyle, Türkiye’miz kırk yıldır bölünmek, parçalanmak tehdidi altında ise Milliyetçilik anamızın ak sütü gibi helaldir.

İşte ben, bu nedenle Atatürk çizgisinde Türk Milliyetçisiyim.

Şunu da ekleyeyim,

Güneydoğumuzda görev yapan güvenlik güçlerimizi, mesela oraları işgal etmiş olan Yunan güçleri gibi gören PKK, askerlerimizi, polislerimizi katletmeyi meşru olarak görmektedir

Bu nedenle, 23 Mart’ta Yenikapı da, Nevroz kutlamasında, dev  ekranlarda bebek katili Apo’nun görüntüsünü, konuşmalarını yayınlayan PKK – DEM partili siyasetçilerin,  üyelerin, belediye başkanlarının,

Sn. Özel’in iki de bir de adını andığı ve benim de buradan kendisine, “bu Kürt Demokratları kimlerdir, bilmediğimiz vasıfları nedir”  diye sorduğum, PKK – DEM i kınamayan bu isimsiz Kürt Demokratlarının ,

DEM sempatizanı akademisyenlerin, hukukçuların, PKK, DEM, SOROS Habitatından beslenen asalak sanatçıların, Tv lerde hileli kanaat satan, sözde muhalif yorumcuların, DEM e sempati duyan, DEM le uzlaşıp siyasi çıkar sağlamaya çalışan her kim kişi, kuruluş ve Siyasi Parti var ise, bunların alayının eline, Mehmetçiklerimizin kanı bulaşmıştır.

Ne olacaktı yani, sizce de kalleş hayin pusularda katledilen (başka bir yol bilmezler şerefsizler)

şehitlerimiz birer kelle midir. Onları analar doğurmadı mı, onlar taş yarığından mı çıktılar.

Sn. Özel. Siz şimdi, DEM le gayri ahlaki bir pazarlık uğruna şehit analarından helallik istenmesini öneriyorsunuz ya.  Bu, öyle meydan mikrofonlarından olmaz. Lütfen bir şehit ailesinin evinin taaa içine girip, onların gözünün içine baka baka, “PKK yı, bebek katili Apoyu ve sabıkalı silahlı militanlarını affedeceğiz, helallik istiyorum sizden”  deyin de göreyim

“Demokrasi Güvene, Diktatörlük Teröre Dayanır”

Sevgili okuyucum: Bir bakın bakalım bu yazımın Türkiye’nin bugünleri ile bir ilgisi var mı?

Sosyal sermaye o kadar unsura birden etki ediyor ki… Bu hüküm bir “cici cici” nutku, bir “kendinizi iyi hissedin” diskuru değil. Bir dizi araştırma art arda aynı sonucu gösterdi. Bu arada şu notu da ekleyeyim: Bir toplumun sosyal sermayesini ölçmenin birden fazla yöntemi var. Fakat en basiti, insanların birbirine ne kadar güvendiklerini ölçmek. Bir bakıma sosyal sermaye = Güven.

Bildiğim kadarıyla ilk inceleme Robert D. Putnam’ın 1993 tarihli Demokrasiyi Çalıştırmak kitabıydı. Onu 1995’te Fukuyama’nın Güven-Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması izledi. Sonra ekonomi dergilerinde sonucu teyit eden makaleler çıkmaya başladı. (Mesela “Does Culture Affect Economic Outcomes?” Luigi Guiso ve arkadaşları, Journal of Economic Perspectives, 20, 2—Bahar 2006—s. 23–48 ve oradaki atıflar).

Bütün çalışmalar aynı noktayı gösteriyordu. Güven, sosyal sermayeyi, sosyal sermaye ekonomiyi ayağa kaldırıyordu. Bunun tersi de doğruydu, insanların birbirine güvensizliği sosyal sermaye kaybına, sosyal sermayenin düşüşü de fakirliğe götürüyordu. Beşerî bilimler artık deneyle, gözlemle yürüyor. Deneylerden toplanan veri ilgileşim veya regresyon denilen istatistik tekniklerle incelenip matematiğe dayanan sonuçlar hâline geliyor. Bu ne demek? Mesela şu demek: Dünyada iki yüz civarında ülke var. Her birinin güven indeksini ölçüyorsunuz. Kişi başına gayrı safi yurt içi hasıla da belli. Sonra şu soruyu soruyorsunuz: Güvenle refah arasında ilgi var mı? Büyük bir evet çıkıyor.

Güven, güvensizlik ve dikta

Bunlar bilinen sonuçlar. Alt Akıl-Aptallar ve Diktatörler kitabımda güven, sosyal sermaye ve ekonomi konularını daha derinlemesine incelemiştim. Kitabın ismi meğer öngörüye dayanıyormuş. Güvenle demokrasi arasında da güçlü bir ilgileşim varmış. Birkaç gün önce Harari’nin iki ayrı konuşmasından aşağıdaki pasajları buldum.

İkisinin de başlığı şu olabilir: Demokrasi güvene, diktatörlük teröre dayanır. Okuyucularım için metni çevirdim ve tercüme ettim. Buyurun:

Harari:

“Buradaki kilit mesele demokrasinin güvene, diktatörlüğün ise teröre dayanmasıdır. [Alkışlar] Eğer siz, kurumlara olan güveni sistematik olarak yok ederseniz, medyaya, akademiye, mahkemelere ve benzerlerine olan güveni yok ederseniz, bazı insanlar bunun insanları bu kurumlardan özgürleştirmek olduğunu düşünür. Ama öyle değil. Tüm güveni yok ettiğinizde hala işe yarayabilecek tek şey diktatörlüktür. Diktatör olmak isteyenlerin yaptığı da budur: sistematik olarak güveni yok ederler…” 

Onlar kötü! Ben iyiyim!

Kaynak: 4 News

Sunucu: “Peki tarih bize popülistleri neden iktidar mevkilerinde tuttuğumuza dair ne söylüyor?”

Harari:

“Bu kitaptaki en eski numaradır. Böl ve yönet. Bir diktatör için iktidara giden yol toplumu bölmek, vatandaşlar arasında güvensizlik yaratmaktır, demokrasinin işleyebilmesi için vatandaşlar arasında güvene ihtiyaç vardır. Diğer partiye, siyasi rakiplerime güvenmeliyim, onlarla aynı fikirde değilim, belki aptal olduklarını bile düşünüyorum ama kötü olduklarını düşünmüyorum. Bana zarar vermek istediklerini düşünmüyorum. Demokrasinin temeli budur. O hâlde seçimi kaybetsem bile, vatandaşların çoğunluğunun kararını kabul etmeye hazırım. Ama eğer diğer partinin benim rakibim değil, düşmanım olduğunu düşünürsem, onlar benim yaşam tarzımı yok etmek istiyorlar. Beni köleleştirmek istiyorlar. Seçimleri kazanmak için yasal ya da yasadışı her şeyi yaparım. Kaybedersem de kararı kabul etmeyeceğim.”

Toplum yok kabile var

“Bu durumda ya iç savaş çıkar ya da diktatör olursunuz. Bir diktatörün vatandaşlar arasında güvene ihtiyacı yoktur. Aslında, insanların birbirlerinden korkması ve nefret etmesi bir diktatör için daha iyidir; o zaman diktatörü zorlamak için birleşemezler. Diktatörlük bu anlamda ayrık otu gibidir. Her yerde yetişebilir ama demokrasi narin bir çiçek gibidir. Başarılı olmak için ön koşullara ihtiyaç duyar. Kilit ön koşullardan biri de toplumun farklı kesimleri arasındaki güvendir. Dünyanın her yerinde popülistlerin yaptığı da aynı numaradır. Toplumda önceden var olan yaraları, insanların anlaşamadığı yerleri bulurlar. Ve yaraları iyileştirmeye çalışmak yerine parmaklarını yaraya sokup büyütmeye ve vatandaşlar arasındaki güveni yok etmek için mümkün olduğunca alevlendirmeye çalışırlar. Sonra da kendilerini bir kabilenin lideri olarak sunarlar. Bu artık bir toplum değildir. Artık savaşan kabilelerdir ve kendilerini bir kabilenin başına geçirerek diğerini yenme sözü verirler. “

İnsanın Serüveni

     İnsanın vücûduna / bedenine bakacak olursak:

     Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfe / meniden alaka / kan pıhtısına, alakadan mudga / et parçasına, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan sûretine bir kasd, bir irade ve bir ihtiyar / bir seçiş altında, mahsus / özel kanunlarla, muayyen / belli nizamlarla, muntazam / düzgün hareketlerle intikal edip geçtiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını görürüz.

     Sonra insanın bekasına / sonrasına dikkat edecek olursak:

     İnsan, bu vücûd / beden libası / elbisesini, bir bakıma kabuğunu her sene değiştirir. Bu vücûd / beden  değişmesi, bedendeki hüceyrat / hücreciklerin yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün âzâ / uzuvların erzak / rızıklarının mahzeni hükmünde olan Cenab-ı Hakkın özel bir kanunuyla ihzar ettiği / hazırladığı, o madde-i latifeden / o lâtif / yumuşak maddeden alınan ecza / cüz ve parçacıklar ile yapılır. Sonra o madde-i latîfenin; o lâtîf / yumuşak maddenin ahval / hâllerine bakacak olursak:

     Nasıl âzâ ve uzuvların ihtiyaçlarına göre, muayyen / tayin ve tespit olunmuş belli bir kanunla taksim edilir. Bedenin her tarafına mahsus ve hususî bir nizam ve düzenle muntazaman / düzgünce dağıtılır.

     Yine dikkate değer bir husustur ki:

      O latîf madde, dört mutfakta pişirildikten sonra ve dört inkılâp / değişimden geçtikten ve dört süzgeçten tasfiye edildikten / saflaştırıldıktan sonra, rızık olarak taksim edilir / paylaştırılır.

      Yine dikkate değer bir husustur ki, o latîf madde, yemeklerin rûhu ve hülâsasıdır. O yemekler, unsurlar âleminde dağınık menba ve kaynaklardan muntazam / düzgün bir düstur ve kanun ile, mahsûs / özel bir nizamla cem edilir, toplanır.

     İşte bütün bu nizam, bu kanun, bu intizam ve düzenler; hep bir kasıd / maksat ve bir irade / istek ve bir hikmet / bu sonucu gaye ve amaç edinen Yüksek Karar Sahibi Allah’ın muradıdır.

     Evet; fennî, ilmî ve bilimsel bir nazar ve gözle dikkat edilecek olunursa, anlaşılır ki:

     O zerre / pek ufak parça olan atomun hareketi; körü körüne yapılan bir tesadüf ve bir rastlantının eseri değildir.

     Hülâsa: Özet olarak denilecek olursa:

     Neş’e-i ulâya / ilk zuhûra dikkat edenin, neş’e-i uhrâ / sonraki meydana geliş ve yaratılış hakkında tereddüt ve kararsızlığı kalmaz. Hz. Peygamber’in söylediği gibi, “Neş’e-i ulâyı / ilk hayâtı gören adam, neş’e-i uhra’yı / ölümden sonra mahşerde yenide dirilmeyi inkâr edebilir mi?”

     Çünkü ikinci teşekkül / meydana geliş, yani ikinci yapılış; birinci teşekkül ve oluştan daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.

EBEDΠ SAADET

     Kâinat / Evren’in San’atkârca Yaratanı, insanların Rahîm olan Hâlık’ı / Yaratıcısı; tüm semavî kitapları ve fermanlarıyla; Cenneti ve ebedî saadeti, iman ve inanç sahiplerine vaad etmiştir. Madem vaad etmiştir; elbette yapacaktır. Çünkü vaad / sözünde; hulf etmek / durmamak O’nun için, muhal / imkânsızdır. Zira, vaadini / verdiği sözü, ifa etmemek / yerine getirmemek, gayet / son derece çirkin bir noksanlıktır.

     Mutlak Kâmil olan Yüce Allah ise, noksandan münezzeh / uzak ve mukaddes / temizdir. Çünkü vaad ettiğini yapmamak, ya cehilden veya aczden ileri gelir. Halbuki o Mutlak Kaadir ve her şeyi bilen Yüce Allah hakkında; cehil ve acz muhal / imkânsız olduğundan, hulf-i vaad / sözünde durmamak dahi muhal ve imkânsızdır.

     Üstelik başta Âlem’in Fahri Hz. Peygamber olmak üzere; bütün enbiya / nebiler, evliya / veliler, takvâ ve iman sahipleri; mütemadiyen / devamlı olarak; o Kerîm ve Rahîm olan Allah’ın; vaad ettiği / söz verdiği; ebedî saadet ve mutluluğu vermesi için yalvarıyorlar. Niyaz edip, bütün Esma-i Hüsna ile beraber istiyorlar.

     Çünkü başta şefkati, rahmeti, adaleti, hikmeti, Rahman ve Rahîm oluş keyfiyeti; Âdil, Hakîm isimleri gibi ekser Esma-i Hüsnası / Güzel isimleri; ahireti ve ebedî saadeti gerektiriyor, lüzumunu hissettiriyor. Gerçekleşeceğine, şehadet ve delâlet ediyor.

Milleti Germe Hakkınız Yok!

Mademki millet asıl, seçilen siyasiler vekildir; milletin bir ferdi olarak siyasetle uğraşanlardan ve parti yöneticilerinden emir kuvvetinde bir talepte bulunuyorum: “Milleti daha fazla bölmeyin, germeyin; buna hakkınız yok.”

Huzur, bulunduğumuz coğrafyayı birkaç asır önce terk etti. Gazze, Filistin; insanlığın iflas ettiği yer. Bu Ramazan ayında huzur meltemi biraz esmeye başlamıştı ki içimizdeki siyasi figürler bunu bize çok gördü, Ramazan’ın son haftasında çıngırak çalmaya başladı.

Bir yalan makinesi memleketimin güzel insanlarını esir almış görünüyor. Psikologlar, modern ve klasik olmak üzere, yalanı ikiye ayırıyor. Asıl tehlikeli olan, modern yalanmış. Modern yalanın özelliği, örgütlü olması, küresel manipülasyon içermesiymiş. Klasik yalanda, yalan tamamen her alana yayılmamıştır, yalancı da yalanının farkındadır. Bu durum, yalancıyı kemirir; klasik yalanı modern yalana göre daha zararsız yapar. Modern yalanda ise yalan, tüm alana yayılır; yalan söyleyen bile artık neyin hakikat olduğunu bilemez. Bunun nedeni, modern yalandaki manipülasyondur.

“Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır.” atasözündeki yalan maharetinin insanlarda yarattığı trajediyi seyrediyoruz.

Bremen Mızıkacıları, Grimm Kardeşler‘in yazdığı masallardan biridir. Fabl üslubunda yazılmıştır. Sahiplerinin kendilerine olan kötü tutumundan dolayı evden kaçan bir eşek, bir köpek, bir kedi ve bir horozunBremen‘e gidip orada müzisyenlik yapma düşleri ana konudur. Yola çıkarak iyi arkadaş olurlar. Bir kızıyla yaşayan annenin evine giren eşkıyalar, girdikleri evde eşek üstünde köpek, onun üstünde kedi, onun üstünde de horoz birlikteliğinin baskınına uğrarlar ve hepsinin bağırması sonucu ortaya çıkan kakofoni eşkıyaları korkutur. Bu gürültüden korkan eşkıyalar bir daha asla geri dönmezler. Dört kafadar da bu evde yaşar.

Bremen Mızıkacıları masalı, hayvanların insanlar tarafından kötü muamele görmesi hakkında bir mesaj verir. Masal ayrıca dayanışma, arkadaşlık ve müzik gibi değerleri de vurgular. 

Ağzı olanın konuştuğu, gücü olanın ezdiği, sesi çıkanın bağırdığı, kavga ve kargaşanın hüküm ferma olduğu bir arenaya döndü ülkemiz. Bulanık havayı seven kurtlar, yayladan şehre, ovadan caddeye indi. Siyaset, eğitim, ticaret; olması gereken mecranın dışına taştı, taşırıldı. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, sahtekârlıklar, rüşvetler, kamu gücünü çıkar için kullanma cüretkarlığı yüksek insani değerlerle perdelenmeye çalışılıyor. Seçtiğimizi düşündüğümüz akıllı adamlardaki akıldışı hareketler, söylemler; milletin yazını kış, gündüzünü gece eyliyor. Sahada, bir tek Bremen mızıkacıları eksik. Sonsuz perdeden oluşan bir tiyatro oynanıyor ki her sahnesinde dozajı artan entrikalar sahneleniyor. Rüzgâr ekenler, bir gün fırtına biçeceklerini aklından bile geçirmiyorlar. “Havlamayı bilmeyen köpek, sürüye kurt düşürür.” denir. Bu gafiller, daha ileri giderek kurtla iş birliği yapmanın yüzsüzlüğüyle yeri göğü inletiyorlar.

Bu milletin sahibi kim? Rivayet odur ki iki kadın aynı çocuğa sahip çıkmak ister. Durum kadıya intikal eder, kadı çocuğun gerçek annesini belirlemek için günlerce düşünür, bir çözüm bulur.  Çocuğu getirtir, annelerden birine çocuğun iki elini, diğerine iki bacağını tutturur. Eline bir kılıç alır, çocuğu karnından ikiye bölme hareketi yapar. Annelerden biri çocuğu derhal bırakır. Kadı kararını verir: “Çocuk, çocuğun ellerini bırakan annenindir.”

Siyaset yapan sözde politikacılar, inin milletin tepesinden. Rahat bırakın bu milleti. Karışmayın bizim tercihlerimize. “Bu ülkenin gerçek sahibi yok, samimiyetsiz fedaileri pek çok.” dedirtmeyin bize. Sığınmayın birtakım dünyacı değerlerin arkasına. Bu millet, sizin süfli değerlerinizin, tatmin olmayan ihtiraslarınızın, dinmek bilmeyen öfkenizin, bir işe yaramayan tabularınızın, girdiği her ortama göre şekil alan soyut değerlerinizin payandası değil. Başınızdan giden aklınızı geri çağırın, dünya ne ile uğraşıyor siz ne yapıyorsunuz çevrenize bir bakın. Vatan coğrafyamızda, sizin aymazlığınız dolayısıyla, bir gün düşman çizmelerini görürsek bunun hesabını nasıl vereceksiniz? Bunun farkında mısınız?

Yüz yıldır beka meselesi olan ve bir kene gibi sırtımıza yapışan bu zihniyetin ektiği dikenler, el ve ayaklarımızı fazlasıyla kanatıyor.

Ben, gerçeklerin terk edilerek algılarla yönetilen; hırsızların özgürlük, adalet gibi yüce değerlerle perdelendiği, korunduğu bir ülkenin vatandaşı olmak istemiyorum. Ya bendensin ya hiçbir şey değilsin dayatmasının yapılarak vatandaşlarının değersizleştirildiği, hür aklın önemsizleştirildiği bir ülkede yaşamış olmak zorunda kaldığımı torunlarıma anlatmak istemiyorum. Ben,” bize gel” yerine “kendine gel” diyerek insanın merkeze alındığı ve bu anlayıştaki insanların kanaat önderi olduğu, yönetimi elinde bulundurduğu bir ülkenin saygın vatandaşı olmanın gururunu, özgüvenini duymak, bunu torunlarıma anlatmak, anlatarak da ecdadıma teşekkür ve dua etmek istiyorum. Buna hakkım ve hakkımız yok mu?

“Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış.” sözünün hikâyesini bilmeyen yoktur. Ortalık evi yanan yalancılarla dolu. Bir de yalancı pehlivanlar var ki hayal kırıklığına uğratıyor, peşinden gidenleri. Teklif getirmeyen tenkitçiler, toplumumuzun bütün enerjisini tüketiyor, ülkemizin geleceğine ilişkin sönmeyen kor halindeki ümitlerimizin üzerine kirli sularını boca ediyor. Bilerek veya bilmeyerek ezeli ve ebedi düşmanlarımızın borusunu öttürüyor, beşinci kol faaliyeti yürütüyor.

“Kol kırılır yen içinde kalır.” diye diye kolu kangren yaptık. Yen, artık yırtılmalı. Ak, kara belli olmalı. Ya herro ya merro!

Türk Milletine Hatırlatmalar…Yarım Elmayı Paylaşamazsak Nasıl Başarırız?

Toplumun ve o toplumun fertlerinin her birinin, ruhsal direnme seviyesini belirleyen noktaları vardır.

Ruh; bilgi ile beslenir ve olgunlaşır. Ya da tam tersi olur. Yani bilgisizlikle zayıflar ve basitleşir.

Her birimiz için, insan hayatı kolay değildir. Acılar, sevinçler, hüzünler, duygu yoğunlukları hepimizin hayatında önemli yer tutar.

Bu açılardan bakınca, insan ruhunu doğru bilgi ile besleyip duygusal yakınlıklarla olgunlaştırmamız, ardından da her bir acıda, sevinçte, tasada birbirimizi yalnız bırakmamamız gerekir.

Bunun önemini bilip anlayanlar, yaşama kendi renklerini vururlar. Bunu bilseler de yapamayanlar ya da bilmeyenler; toplumu etkileyemezler ve de dolaylı olarak da olsa, topluma ve toplumu oluşturan her bir ferde zarar verirler.

Böyle bir olgunun, ülkemizde yaşananlarla doğrudan ilgisi vardır.

Türkiye’nin üzerine oturduğu topraklar ile çevresindeki coğrafya, binlerce yıldır amansız kanlı bir mücadelenin sürdüğü alandır.

Türk Milleti, bu süreç zarfında bahsettiğimiz coğrafya da olabildiğince mertçe, yiğitçe, kahramanca ve insan haklarına saygı içinde, adaletli bir yaşam sürmeye çalışmaktadır.

Karşısındaki güçler de, bunu akamete uğratmak için elinden geleni yapmaktadır.

Bu amansız mücadelenin sadece savaş alanlarında olduğunu zannederseniz, büyük bir yanılgıya düşersiniz.

Bahsettiğimiz mücadelenin bir de insani ve insani olduğu kadar cemiyet hayatını da oldukça yakından ilgilendiren bir yönü vardır.

Siz ne kadar bilgi ile donanımlı olursanız olun, ne kadar doğru fikirleri ifade ederseniz edin, bunların insan ve toplum nezdinde vücut bulmasına sebep olmadığınız sürece, etkiniz sınırlı kalacaktır.

Günümüzde Türk Milleti ve Türk Devleti, çok haklı bir varlık mücadelesi vermektedir. Ancak bu mücadelenin, toplumca ve toplumu oluşturan insanların büyük çoğunluğunca anlaşılabildiğini görmek mümkün değildir.

Ancak burada topluma bir kabahat bulmak, çok anlamsız olur. Çünkü Türk Milletine karşı mücadele veren güçlerin, insanımızı ruhen ve fikren kazanmak için yürüttüğü, çok kuvvetli faaliyetler vardır ve bunda da başarılı olmaktadırlar.

İnsan, doğumundan ölümüne kadar, her birimiz için büyük benzerlikler taşıyan, birçok olay yaşar. Bu olaylar sırasında birlikte olmak; sevgi, saygı, vefa, fedakârlık, samimiyet, feragat gibi insani duyguların fertler arasında oluşmasına ve kökleşmesine neden olur.

Böylelikle insan hayatında, birtakım şeyler kendiliğinden inşa olur. Bunlar iyi mana da kullanılırsa fayda, kötü mana da kullanılırsa zarar verir. Ülkemiz de ise bu terazi daima, Türk Milletinin aleyhine tartar vaziyettedir!

Siz ne kadar ruhunuzu bilgi ile donatıp olgunlaştırsanız ve de toplum için faydalı fikirleriniz olsa bile, toplumsal yaşamın içinde fertlere dokunmuyorsanız, etkiniz sınırlı olmaya mahkumdur!

Hani hep diyoruz ya: “anlatıyoruz, anlatıyoruz hep gidip yine bildiklerini okuyorlar” diye! İşte bunun nedeni, ruha dokunamamaktan ileri geliyor. Yoksa insanımıza “çalıyorlar ama çalışıyorlar” dedirtmek mümkün olur muydu? Ya da başımıza gelen onca felakete rağmen, felaketlere sebep olanlara bunca destek verilir miydi?

Vatandaşa elmanın bütününün paylaşılabileceğini hissettirerek, yüzde birle yetinmelerini sağlamak, emin olun büyük bir insani operasyondur. Çünkü geçmiştekiler bunu bile yapmamışlardır…

Onun için bir çocuk doğduğunda, okuldan mezuniyet olduğunda, kazalar yaşandığında, ölümle karşılaşıldığında, evlilikler oluştuğunda, gençlere burs-yurt-iş arandığında, askere gidildiğinde ve buna benzer olaylarda, sıcak bir dost eli arandığını unutmadan yaşamak gerekir.

Bugün Türk toplumunda, yanlışların vatandaş eli ile yapıldığını, desteklendiğini ve övüldüğünü görüyoruz. Çünkü insanlarımız bunların doğru olduğuna inandırılmış durumda. Aksini ona ispat edemediğiniz ve yaşamda onun yanında olmadığınız sürece de, bu durum değişmeden devam edecek.

Maalesef Türk Milletinden yana olduğunu söyleyenler, toplumsal yaşamın içinde değiller. İnsanlarımıza dost yüreği ve şefkat eli ile dokunmuyorlar. Biz Türkler, cephe gerisindeki bu ruhsal ve psikolojik savaşın farkında değiliz ki: farkında olmadığımız için bu savaşta da, hep yenik düşüyoruz.

Oysa kandıranların ve kandırılmış olanların, bıkmadan yılmadan yaptıkları insani mücadeleyi (!) görsek, emin olun ya utanır ya da kara kara düşünürüz.

Benim bir Türk olarak, en büyük eksikliğim, gerektiği kadar toplumun içinde yaşamamak, insanlarımızla hayatı paylaşmamak ve samimi bir insan yüreği ile onlara elimi uzatmamak… Ya sizin?

“Dokuz yıl önce yazılmış ama hala aynı yerde patinaj yapıyoruz! Bir türlü doğruları kabullenemeyenlere ithaf olsun…”

Umutsuz Anlarda Doğar Atatürk

Öncelikle vurgulayalım;
Sosyal yapı bakımından Türkiye Cumhuriyeti bir kavimler ittifakı değildir. Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen mevcut Anayasamız…” “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda…”. Daha girişinde kimleri rahatsız ediyor dersiniz?
Devamla ; Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı : “…fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”
*
Değişime karşı çıkmanın bir gerekçesi olmalı, işte bu metnin ruhu ve Cumhur İttifakı’nın eski yeni üyelerinin sözleri ve istekleri bize anayasanın ruhuna dokunulacağı ve de bu ruhun gereği malum maddelerin ortadan kaldırılacağını gösteriyor. Haklı olarak insanlar yeni anayasa denilince mevcut anayasanın ilk dört maddesi, altıncı madde, 42 ve 66’ncı maddeler üzerinden tartışmaya başladılar. Cumhuriyet ve nitelikleri yanında Türk kimliğinin korunması üzerinden endişelerini dile getirdiler ki bunlara katılmamak mümkün değil.
*
Maalesef Türkiye gibi önü açılmış milli devletlerin üniter ve milli devlet yapılarına saldırıların olduğu dıştan dayatılan çoğulculuk merakının ortaya çıktığı, milli kimlikle uğraşıldığı, Cumhuriyetin kurucu değerlerini tartışmaya açmaya hazır işgüzarların siyasette önünün açıldığı bir dönemden mi geçiyoruz? Ne dersiniz.?
*
Siyasileri halk seçmektedir. Bu seçimler yapılırken siyasilerden beklenilen, vatandaşların huzur içerisinde, müreffeh bir vaziyette yaşamalarının teminidir. İnsanlarımız daha iyi imkânlar içerisinde birlik ve bütünlük içerisinde yaşamayı istiyor ve onun için oy veriyor.
Siyaset milletin kendisinden beklediği bu isteklerinin yerine kargaşa ve karmaşadan istifade ile oluşan huzursuzluk ortamında Türk milletine ayrımcılık dayatıyor. Türkiye’de sanki Türkler değil de bir sürü karışık toplumlar yaşamakta olduğu dayatılmaktadır.
TBMM’nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele Kurtuluş Savaşı, Türk Milleti ve devletinin içinden başka millet ve devletler çıkarmak için yapılmamış, kimsenin ön izni ile de gerçekleştirilmemiştir.
Ulusal Bağımsızlık Savaşımız ve onun tacı olan Cumhuriyet, Türkler ve Ulusal kimlik olarak kendilerini Türk olarak hisseden ve Türk Milletine mensup sayanlarca gerçekleştirilmiştir. O bir sınıf veya zümre hareketi değil, şerefli bir Ulusal Hareket olarak emperyalizme karşı bir mücadeledir.
Biz Büyük Önder Atatürk’ün Türk Gençliğine hitabının ilke ve devrimlerinin idrakinde olan vatansever Türk Milleti olarak onun gösterdiği yolda yürümeye devam edecek, yüreğinde tüm çıkarlardan uzak samimiyetle vatan sevgisi taşıyan insanımızla el ele verecek Emperyal güçlerin ve iç uzantılarının oyunlarını tüm kurumlarımızla görmeliyiz tasfiye edilmeleri adına ne gerekiyor ise yürürlüğe sokmak zorundayız.
Mustafa kemal in açtığı yolda, kurduğu ülküde, gösterdiği amaçta yol göstericimiz dir. Aziz milletimizi hep diri tutacak. Ondan aldığımız eşsiz mücadele gücümüz ve kararlılığımızla, her sendelediğimizde yeniden kendimize gelmeliyiz, her yorulduğumuzda ondan aldığımız güçle yeniden yola devam edeceğiz…
O, yok sayılmaya ya da unutturulmaya çalışıldığında ya da vatan, devlet, bayrak üzerinde kara bulutlar toplandığında her birimizin bir Atatürk olduğunu unutmayalım.
Bunun için de Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “ Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızda akan asil kanda mevcuttur!
*
Bilinen emperyal dış güçlerin iç uzantılarını da destekleyerek Türk Milletini bölme adına ‘’Kürt sorunu ‘’varmışçasına değişik adlarla çalışma içerisindeler.
Konuşma dili Kürtçe olan halkımızla yüzyıllardır Türk milleti iç içedir; aynı inanç ve kültürün insanlarıdır; birbirleriyle evlendiler çocuklar oldu milyonlarca. Konuşma dili itibarıyla Kürtleşen Türkler oldu; Türkleşen Kürtler oldu.
*
Yaşar Kemal’in Ağzından; izleyelim;
Diyarbakır ovasını dolaşırken tuhaf bir olayla karşılaştım: Diyarbakır’ın Köprü köyünde bir öğretmenle tanıştım. Öğretmen 1920’lerde Balkanlardan göç etmiş, Köprü köyünü kurmuş, köyünün öğretmeniydi. Çok güzel Kürtçe konuşuyordu. “Kürt müsün?” diye sordum. “Yok, göçmenim” dedi. Köye girdik, hep Kürtçe konuşuyorlardı. Türkçe biliyorlardı da yarım yamalak.
1865 Kozanoğlu başkaldırısında, yenilgiden sonra Türkmenler, dediklerine göre binlerce çadır Diyarbakır’a sürülmüşlerdi. “Nerede bunlar?” diye öğretmene sordum. “Var, dedi, istersen gidelim, bunlar sekiz köy hiç Kürtçe bilmezler.” Öğretmenle birlikte Büyük Kadıköyü’ne gittik. Gerçekten büyük bir köydü. Köylüler başımıza biriktiler. Bunlar Avşar Türkmenleriydi. Ağızları da tıpkı bizim Torosların Avşarlarının ağızlarıydı. Sekiz köydüler, Kürtçe bilip bilmediklerini sordum, bilmiyorlardı. Başkaldırıdan sonra binlerce Avşar sürülmüştü Diyarbakır’a. “Bize Çukurova’da söylediklerine göre Otuz bin çadır gönderilmişti buralara. Haydi, On bin çadır olsun, en aşağı yirmi köy eder, ötekiler nerede?” dedim. Bir yaşlı adam, “Onların hepsi Kürt oldu” dedi. “Siz niçin olmadınız?” diye sordum. “Bizler Aleviyiz” dedi yaşlı adam. “Ne var bunda?” dedim. “Şu var ki, dedi yaşlı adam, biz Sünni Kürtlerden kız alıp vermeyiz. Öteki Kürt olan Avşarların hepsi Sünniydi. Kürtlerden kız alıp verdiler, şimdi sorarsan hiçbirisi Avşar olduğunu söyleyemez, Türkçe de bilmezler. “Bize söylediklerine göre Sünni Avşarlar büyük çoğunlukmuş, belki bizim on mislimiz kadar” dedi.
Ve sekiz Avşar köyünü öğretmenle dolaştık. Birkaç Avşar ağıdı derledim oralardan. Tıpkı Toros Avşarlarının ağıtlarıydı.
Kaynak: YaşarKemal’in 1996 senesinde Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlanan mülakatı.
*
Unutma ve dört elle sarıl! Kuvayı Milliye kadrosuyla kurduğu Laik Türkiye Cumhuriyetinin temel yapısı adına koyduğu ilke ve inkılâplarıyla dünyada benzeri olmayan o büyük insan ebedi istiratgahı ANITKABİR’DEN ülkesini yönetmeyi sürdürmektedir.
*
Türk Genci şu ya da bu cemaatlerin, tarikatların ibadet adı altında uyuşturucu tuzağına düşerek kendini kullandırmadan, çağımızın artık özgürlük, çeşitlilik, liberal demokrasi, hukuk güvenliği gibi değerler olmadan ‘’orta gelir tuzağını’’ aşamayacağı noktasında bilinçlenmelidir.
Böyle bir çağda insanlarımıza, özellikle yeni nesillere ‘’falancaya’’ değil, ‘’filancaya’’ bağlanmalarını değil, bağımsız kişilik sahibi olmalarını, vicdanlarını geliştirerek hayatını kendilerinin tanzim etmelerini öğretmek ve ATATÜRK ilke ve inkılâplarına sadık KURT gibi yetişmelerini sağlamak Eğitim Sistemimizde bir zorunluluk olmalıdır.