İtleri Salmışlar, Taşları Bağlamışlar

91

Adamın biri eski zamanda yaya olarak bir köyden diğerine gider. Tam köye yaklaşmıştır ki uzaktan köpek havlamaları gelmeye başlar. Nasılsa bağlıdırlar deyip, kendini teskin eder.

Biraz daha ilerler, bir de bakar ki gayet muntazam bir köy. Yolları arnavut kaldırımı kaplı, kenarlarda kaldırımlar var. Kendi kendine, “Ne güzel köymüş” derken bir de ne görsün, köyün köpekleri etrafını sarmış…

Kimisi havlıyor, kimisi hırlıyor…

Can havliyle eğilir yerden bir taş alıp, köpeklere atayım der…

Fakat o da ne?

Elini attığı taş, sanki yere mıhlanmıştır. Bir diğerini almaya kalkar, o da aynı. Yanındaki; o da öyle… Bırak eline alıp köpeklere atmayı, yerinden oynatamaz bile; mırıldanır: “Ulaaan, bu köyde itleri salmışlar, taşları bağlamışlar…”

 * * *

İki gün önce İstanbul Sefaköy’de çoluk çocuk otomobile atladık, bir yere seyahat etmeye çalışıyoruz.

Çalışıyoruz diyorum, elbette İstanbul’un trafiği malum…

Sefaköy’ün ana caddesine girdik. Önümüze bir seçim minibüsü düştü. Aracın arkası sanki gök kuşağı. Her renkten, her dilden yazı var. Ermenice, Süryanice, Arapça, İbranice, Rumca, Bulgarca, İstanbul Türkçesi ve çeşitli lehçeler, şiveler, ağızlar ve de daha ne olduğunu çözemediğim bir sürü alfabe ile yazılar…

Mübarek sanki Birleşmiş Milletler’de seçim yapılacak, oraya aday olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin propagandasını yapıyor sanırsınız.

Aracın sağ ve sol yanlarından boynuna poşu bağlamış 20 yaşlarında iki genç ise çıkmış, sağa sola gülücükler atarak zafer işareti yapıyorlar. Sanki seçim sonuçları belli olmuş da, kutlama yapıyor gariplerim…

Hoparlöründen ise anlamadığım bir dilde, şarkı çığırıyorlar. Anlamadığım dil diyorum, çünkü ne kırmançi, ne sorani, ne gorani ne de zazaca…

Arkadaşlar uçmuş, Sefaköy gibi neredeyse tamamı Rumeli – Balkan göçmenlerinden oluşan bir semtte, açıkça provokasyon gerçekleştiriyorlar. Neyse Allah’tan millet, sağ duyulu da onlara prim vermiyor.

Tabi bu, daha bir şey değil(miş)…

Biz böyle çalgılı, gülücüklü, zafer işaretli giderken, ışıklarda duruyoruz.

Kızım soruyor, “Baba bu Türkü’de ne söylüyor, ben anlamıyorum…”

Dedik ya sanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ni seçeceğiz. “Valla kızım ben de anlamıyorum(!)” diyorum.

Neyse, yanımıza bir polis otosu yanaşıyor. Seçim minibüsünün yanına gelip; o da kırmız ışıkta beklemeye başlıyor. İçinde orta yaşlarda iki polis memuru var.

Bizim gülücükler atan poşulu genç polisleri görür görmez, elini polis otosunun camına dayayıp zafer işaretlerine devam ediyor. Yüzünde ise çok pis ve hain bir bakış beliriyor. Gülücüklerden, zafer kazanan komutan edalarından eser kalmıyor. O nefret dolu bakışı unutmam, mümkün değil…

Bu da yetmiyor, hepimizin bildiği malum “3’ün 1’i işaretini” polisi otosunun camına dayayıp, polislerin gözünün içine bakarak yapmaya başlıyor. 1 dakikaya yakın; ha şimdi silahlar patladı, ha patlayacak diye bizim ufaklıkları nasıl oradan kaçırırımı, düşünüyorum. Bir yandan da öndeki provokasyon hâlâ devam ediyor.

 * * *

Allah’tan yeşil ışık yanıyor da, BM Seçim minibüsü tekrar hareket ediyor.

Polis aracı ise, hala duruyor…

Yanına yanaşıyoruz. Polislerin yüzüne bakıyorum, kıpkırmızı olmuş. Şoktalar…

Öndeki araçta ise gençler, yine zafer işareti ile gülücükler saçıyorlar.

O polislerin yerinde olmayı, asla istemezdim.

Düşünün; aslında o kadar çok söyleyecek söz var ki, ama adı “demokrasi” ya…

(Not: Bu anlattığım olay, tamamıyla gerçektir)