Yaşanmış Anekdotlar

111

 

* Bizim sağlam insan görmeye hakkımız yok mu?

Yıllar önceydi…

Rahmetli dayım Hacı Ali Koyuncu‘nun oğlu olan Prof. Dr. Halil Koyuncu’yu, çalıştığı yer olan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniği‘nde ziyaret gittim.

Niyetim, epeyce görüşmediğimiz için beş-on dakika hâl hatır sorup ayrılmaktı. Biliyorum ki doktorlarımızı, muayenehanelerde, klinik ve polikliniklerde her zaman yoğun bir hasta topluluğu bekler.

Odasında bir çay içip hal hatır sorduktan sonra müsaade istedim. Bırakmadı. Bir çay daha söyledi. Onu da içtim, ama baktım, bırakmaya yine niyeti yok.

– Halilciğim, ben doktorları muayenehanelerinde ve çalışma ofislerinde ziyareti hiç sevmiyorum. Şimdi mecburen geldim, öyle uygun düştü, dedim.

Neden Ağabey? Diye sordu.

Ben de:

– Bak, ben kırk yılda bir kere ziyarete geldim. Selâmlaştık, görüştük. Şimdi gitmeme müsaade etmiyorsun. Ben biliyorum ki şu anda kapının onunda onlarca hastanız var. Adı üzerinde hasta… Rahatsızlar… Sen beni burada tuttukça, onların beklemeden dolayı hastalığı daha da artıyor ve ‘bu adam da amma çıkmazmış’ diye beddua ediyorlardır içlerinden bana, dedim.

Ne dese beğenirsiniz?

– Abi gözünü seveyim, yapma! Bizim hiç normal insan görmeye hakkımız yok mu? Biraz daha otur ve bir çay daha içelim.

***

* Ziyaretçilerin hastaya eziyeti:

1990’lı yıllarda Sakarya Meslek Yüksekokulu‘nda görev yapıyordum.

Yüksekokulumuzun sözleşmeli hekimi Uzman Dr. İsmail Safayhi Beydi. Adapazarı merkezde muayenehanesi vardı. Bizler okuldan sevk kâğıdımızı alır onun muayenehanesine muayene ve tedavi olmaya giderdik. Bir ara ameliyat olduğunu duydum. Daha sonra da iyileşince muayenehanesine ‘geçmiş olsun’ demeye gittim. O sempatik ve sevecen haliyle karşıladı. Hoş beş ettik ve kendisine sordum:

– Abi, siz doktorlar da meğer hasta oluyor, ameliyat oluyormuşsunuz. Nasıl geçti ameliyatınız? Şu anda nasılsınız?

Verdiği cevabı hiç unutmuyorum:

– Salih Beyciğim, ameliyat hiçbir şey değil. Ama gelip giden ve arayıp soran ziyaretçilerden mahvoldum!

***

* Tek kişinin atanmasıyla yıkılacak üniversite:

İşte size, ‘28 Şubat Klâsiği’ bir vaka:

Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Rektörü Prof. Dr. Mehmet Durman’ın hocanın dönemi idi.

Şimdi milletvekili olan sevdiğim bir Profesör arkadaşım, doktorasını yapmış bir delikanlıyı Fakültemizin İktisat Bölümü‘ne almamız için, Bölüm Başkanı olarak benim yardımcı olmamı istedi. Delikanlı bana da geldi görüştük. Rektör Bey de görüştürdüm. Akademik olarak başarılı bir çalışma yapmıştı.

Rektör Bey:

Tamam, alalım. İlâna çıkacağız, dedi.

Gerçekten kısa bir zaman sonra akademik personel alım ilânı çıktı. Aday, Fakülteye dosyalarını teslim etti. Dekanlık, jürisini kurdu. Kanunî süresi içinde değişik üniversitelerden ve Fakülte’den seçilen jüri üyelerinin raporları geldi.

Jüri üyelerinin hepsi, ittifakla, adayı ‘olumlu’ ve ‘yeterli’ buldu. Jüri üyelerinin raporları Fakülte Yönetim Kurulu’ndan onaylanarak Rektör Bey‘in imzasına gitti.

‘Atama yazısı imzadan çıkıp göreve başlatacağız’ diye bekliyoruz. Ama onay Rektörlük’ten bir türlü gelmiyor. Sonra öğrendim ki imza hiç atılmayacak… Bir gün, o günün Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Rıza Güven‘in çalışma ofisinde Rektör Bey‘le karşılaştım ve atama yazısını niçin imzalamadığını sordum.

– ‘Sakıncalı‘ imiş, imzalayamam, dedi?

Kim söyledi ‘sakıncalı’ olduğunu, dedim.

Söyleyemem, dedi.

Ben de kızdım:

– Bir kişinin atamasının yapılmasıyla bu üniversite yıkılacaksa, boş yere rektörlükte oturmayın. Kendinizi ‘Rektörüm‘ diye de avutmayın. Tek kişinin yıkabileceği bir üniversitede, ben rektör olmak istemem, dedim.

Odayı terk etti.

Uzun süre konuşmadık.

Aday öğrencimize, konuyu mahkemeye taşımasını, mahkemede kesinlikle haklı olacağını ve atamanın mahkeme kararıyla yapılacağını söyledim, ama ikna edemedim.

O kadar anlayışlı bir delikanlı idi ki:

– Hocam, biliyorum. Mahkeme kesinlikle benim lehimde karar verir. Ama ben, benim yüzünden sizin bir kısım insanlarla kötü olup aranızda husumet doğmasını istemem, dedi.

Hâsıl-ı Kelâm:

Zaman hızla geçiyor. Geçen her şey ‘hâtıra’ oluyor.

Zaman geçerken ömür de sonsuza yaklaşıyor.

Bilinir ki ‘sonsuzun da bir sonu’ var.

Selâm olsun “o sonlu sonsuza” güzel anılarla gidenlere…