Oğuz Çetinoğlu ve Mehmet Şâdi Polat Sordu; Fikir Adamı ve Yazar Mehmed Niyazi Özdemir Samîmiyetle Cevap Verdi:
(RÖPORTAJIN ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜMÜ)
Kürtler Hakkında Çok Kimsenin Bilmediği Derin Bilgiler
Kürtler hakkında farklı ve derin bilgilere sâhip olduğunuzu biliyoruz. Okuyucularımız için lütfeder misiniz?
Mehmed Niyazi: Benim Kürtler hakkındaki düşüncem aktüel görüşlerden farklıdır. Daha önce şöyle özetlemiştim; burada tekrarlamayı da faydalı buluyorum. Milletin tayininde iki etken önemli rol oynar; birisi psikolojik, diğeri sosyolojiktir. Bir insan kendisini bir milletten sayıyorsa, sosyolojik bakımdan ait olup olmadığına bakılmaksızın, o insanın o millete ait olduğu kabul edilir. Napolyon kesinlikle Fransız değildir; Korsikalıdır. Büyük bir ihtimalle İtalyan veya Arap asıllıdır. Ama kendini Fransız kabul etmiş, ömrünü Fransa’ya vermiştir. Kimsenin ona, ‘Sen Fransız değilsin‘ demeye hakkı olmadığı gibi, belki de ondan daha büyük bir Fransız gelip geçmemiştir. Stalin de aslen Rus değildir, fakat kendisini Rus kabul etmiş, ömrünü inandığı şekilde Rus milletinin emrine vermiştir. Oğuz Han’ın torunu, ‘Ben Türk değilim‘ diyorsa, hiç kimse ‘Sen Türksün‘ diye onu zorlayamaz. Ama genellikle psikolojik boyut, yâni aidiyet şuuru sosyolojik boyuta bağlı oluyor.
Hiç kimsenin de Kürtlerin milliyetini tâyin etmeye hakkı yoktur; kendileri hakkında kararı kendileri verirler. Başkaları ancak tarihleri, sosyal yapıları ve benzeri hususlarda araştırma yapabilirler.
Bugün Kürtlerin menşei hakkında iki teori vardır. Şeref Han-ı Bitlisi, Şerefnamesi’nde büyük ölçüde köklerinin Asyatik (Turanî) olduğunu, Buğduz soyundan geldiklerini daha 1590’lı yıllarda belirtmesine rağmen, bazıları da Anadolu’nun yerli halkı olduklarını ileri sürmektedirler. Eğer Kürtler, Anadolu’nun yerli halkı iseler, geçmişte Hıristiyan olmaları gerekirdi; çünkü Bizans’ın bünyesinde Hıristiyanlardan başka bir dinî topluluğun yaşamadığı dönemleri biliyoruz. Milletçe bir dinden diğer bir dine geçmek kolay değildir. Ne kadar gayret edilse, benimsedikleri yeni dinle yasaklanmayan, eski dinden kalan bazı hususlar devam ediyor. Meselâ Türkler bin yıldan fazla bir zamandan beri Müslüman’dırlar; fakat bazı gruplar su içtikleri pınarların başına bez bağlamak gibi Şâmanlıktan kalma bazı âdetleri yaşatıyorlar. Bin beş yüz yıldan daha eski dönemden beri Hıristiyan olan Almanların hayatında putperestlik devirlerinden kalma figürlere rastlanmaktadır. Çoğaltabileceğimiz bu örneklerin ışığında rahatça şu hükme varabiliriz: Kürtler geçmişte Hıristiyan olsalardı, günümüzde de bazı Hıristiyanî adetleri müşâhede edilirdi. Ne dikkat çekicidir ki, bir tane Hıristiyanî adetlerine şâhit olamıyoruz. Oysa Orta Asya’nın dışına taşmayan Şâmanlığa dair adetlerine rastlıyoruz. Kızını evlendiren aile, başına kırmızı bir bez (vâlâ) bağlar. (Bunun anlamı, ciğer paremi sana kurban veriyorum; bundan sonra canı, namusu dâhil, her şeyi sana aittir.) Ev halkı, hısım ve akrabaları cenazenin arkasından sayha atarlar, hâtıralarını dile getirirler ve sesli sesli ağlarlar. Cenaze çıkan evde birkaç gün yemek pişirilmez; komşuların ikramıyla yetinilir… Bunların hepsi Şamanî adetlerdir. Anadolu’da yaşayan yaşlı Kürtler, bugün dahi Orta Asya’da Türklerin kullandıkları hayvan takvimi ile mevsimleri değerlendirirler.
Kürtçede eski Türkçe (Türkmence)den pek çok kelime bulunduğunu Petersburg Akademisi’nin yayımladığı Kürtçe-Rusca-Almanca Lügatte görüyoruz. Kürtçeyi oluşturan 8307 kelimenin menşe dağılımı şöyledir: Pehlevice (eski) 370, Zinda 1240, Ermenice 220, Arapça (yeni dil) 2000, Farsça (yeni dil) 1030, Çerkezce (eski) 60, Gürcüce (eski dil) 20, Güldani 108, Türkçe (eski Türkmence) 3080, Kürtçe (asıl) 300’dür. (Dr. Fritz. Kürtlerin Tarihi, çev. Sinan Şanlıer, İstanbul. S. 15.)
Orta-Asya’da kullandıkları bazı kelimeleri Anadolu’da Türkler unutmuşlar, ama Kürtler kullanmaktadırlar. Meselâ kızının evleneceği aileden çeyiz karşılığı alınan paraya Anadolu’da Türkler ‘başlık parası‘ veya ‘süt parası‘ derler. Orta Asya’daki Türkler ve Anadolu’daki Kürtler bunu ‘kaling‘ kelimesiyle ifâde ederler. Benzer örnekler daha pek çok verilebileceği gibi, ‘kızım‘ karşılığında Macarlar ve Kürtler aynı ‘geçim‘ kelimesini kullanırlar. Macarlarla Kürtlerin daha pek çok ortak kelimeleri vardır. Macaristan’ı kuran boyların biri de ‘Tuna Kürtleri’dir. Tarihten ne Kürtlerin Macaristan’a, ne de Macarların, Kürtlerin yaşadıkları bölgelere sefer yapmadıklarını biliyoruz. Bu müşterek kelimeler ve ‘Tuna Kürtleri’ Macaristan’a Orta Asya’dan başka nerden gelmiş olabilirler?
Bazı isimler, bazı milletlere hastır; meselâ Kürşad, Timur, Yağmur gibi adlar Türklere aittir, ama aynı adları Kürtlerin de kullandığını, bu adlarda beylerinin olduğunu Emir Şerefhan’ın yazdığı ‘Şerefname‘den ve Dr. Fritz’in kaleme aldığı, ‘Kürtlerin Tarihi‘ isimli kitabından öğreniyoruz. Cengiz’in ‘Kürt‘ adında ünlü bir paşası bulunduğunu gene Dr. Fritz aynı kitabında belirtiyor. Nasıl ki Anadolu’da Günhan, Kayıhan gibi Türk boylarına adlarını veren Oğuz Han’ın torunlarının adları çocuklara veriliyorsa, Orta Asya’da ‘Kürt‘ de ad olarak kullanılmakta idi. Oğuz Han’ın yirmi dört torunundan birinin adı ‘Kürt‘ olduğu eski kaynaklarda mevcuttur; zaten ona izafeten sulbünden geldiğine inanılan boya ‘Kürt‘ denmiştir.
Kürtlere Türkler ‘Kürt‘ diyordu ve bu ad diğer dillere Türkçeden geçmiştir. Kürtler kendilerini ‘Kırmanç‘ olarak adlandırırlar. Kırmaç eski Türkçede ‘yay‘ demektir. Eski Türk kültüründe boylar kendilerini yay ve oka benzettiklerini, okun yaya tâbi olduğunu biliyoruz. Eski Türk kültüründeki bu figürü benimsemeleri ve yaşatmaları, kendileri Orta Asya’da kullanılan bir kelimeyle adlandırmaları bize ciddi ipuçları vermiyor mu?
Türkler parça parça daha önce de Anadolu’ya gelmişlerdi; ama son dönemlerde büyük bir zaferle girişleri Malazgirt Savaşı iledir. Kürtler Anadolu’nun yerli halkı ise, Malazgirt Savaşı’ndan önce tamamının Anadolu’da bulunmaları gerekirdi. Hâlbuki Sultan Alparslan’ın gazi ordusunun on altı bininin Kürt olduğunu biliyoruz. Yenisey Abideleri ‘Ey Kürt Beyleri, Alp Urungu‘ diye başladığı gibi ünlü İbni Haldun Mukaddimesi’nde uzun uzun Kürtlerden (O, ‘Gori‘ diyor; Şerefnâme’de de Gorilerin Kürt oldukları belirtiliyor) bahsediyor. İbni Haldun’un kullandığı ‘Gor’ tabiri de bizi Kürtlerin aslına götürüyor. Tarihten öğrendiğimize göre ‘Gor’lar Hunların bir koludur; ‘i’nde mensubiyeti ifâde edince, Kürtlerin Hunlardan geldiğini anlıyoruz. İbni Haldun da ‘Tûrânî bir kavim‘ olduklarım belirttikten sonra (Afganistan’ın kuzeyinde misafirleri olmuş) kaldığı beğlerinin çadırını ayrıntılarına kadar anlatılıyor. İdris-i Bitlisi Hazretleri de Kürtlerin Turanî olduğunu belirtiyor.
Bazı araştırmacılar (Sayın İsmail Beşikçi gibi) Kürtlerin atalarının Gutiler olduğunu yazmaktadırlar. Herhalde iddiaları sâdece isim benzerliğindeki fonetige dayanmaktadır. Ama ne dikkat çekicidir ki, Gutilerin uzmanı Benno Landberg’e göre Sümerleri çökerten Gutiler de Türk asıllıdır. Gutilerin menşelerine dair bir başka iddia da ileriye sürülmemektedir.
Yakın dönemde yapılan araştırmalardan sonra Kürtlerin menşei, ata yurtları hakkında fazla tartışmalı husus kalmamasına rağmen, zamanla ayrı kimlik kazandıkları, dillerinin ayrı oluştuğu, dolayısıyla Turanî olan bu kavmin Türklerden ayrı bir millet hâline geldiği savunuluyor.
Fakat bilimin ve olayların ışığında meseleye bakınca, bu iddianın da doğru olmadığına kaniyiz. Kimliğin din, tarih, coğrafya gibi üç ana unsuru vardır. Türklerle Kürtler, ayrı menşelerden gelseler dahi bin yıldan beri Kürtlerin hayat akışlarının nasıl bir seyir takip ettiğini açık bir şekilde biliyoruz. Bin yıldan beri Türkler ve Kürtler aynı dini, aynı tarihi, aynı coğrafyayı paylaşıyorlar. Kimliklerinin unsurları bir olduğu gibi, kimliklerin görüldükleri mabetleri, mezarlıkları da aynıdır; evlilik, cenaze törenleri ve hayatta önemli kabul edilen diğer zamanlardaki seromonileri birbirinden farksızdır. Yani Türklerin kimliği ne ise, Kürtlerin kimliği de odur. Müslüman olan Araplarla Türklerin hem mâbetleri, hem de mâbeddeki tavırları farklıdır. Meselâ Şam’daki Emeviye Camii ile Selimiye Camii’nin mimarisi bir değildir. Güney Doğu’daki bir Kürt köyündeki cami ile Edirne’nin bir köyündeki cami mimarî bakımdan aynıdır. Araplar yazın serin camilerde istirahat ederler, uyurlar; ama ne Türkler, ne de Kürtler camilerde istirahat etmezler, uyumazlar. Camilerde istirahat etmek, uyumak belki İslâmiyet’e aykırı değildir, fakat Kürtlerin ve Türklerin edep anlayışlarına aykırıdır. Arabın mezarlığı ile Türk’ün ve Kürt’ün mezarlıkları farklıdır. Türk ile Kürdün mezarlıklarını ise birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Farklı milletlerden evlilikleri, o milletlerin arasındaki anlaşmazlıklar genellikle etkiler. Jivkov Bulgaristan’da Türklerin adlarını değiştirmeye kalkınca, Türklerle Bulgarların evlenip, kurdukları ailelerin çoğunluğu boşanmayla sona erdi. Uzun zamandan beri Türk kimliği ile Kürt kimliğinin ayrılığı çeşitli çevrelerde söyleniyor, gazeteler ve dergilerde yazılıyor, kitaplar yayımlanıyor. Bugüne kadar daha Türk ile Kürdün evliliğiyle kurulan ailelerden herhangi birisi tarafından millet ayrılığına dayanılarak, boşanma dâvâsının açılmaması, bütün bu kimlik iddialarının sun’î olduğunu göstermektedir.
Türklerin ve Kürtlerin farklı menşelerden geldiklerine kimliklerin değil, dillerinin ayrı olmasının delâlet ettiği ileri sürülmektedir. Her dil, diğer dilden kelime alır; ama kendine mahsus orijinalitesi bulunan dillerde rakamlar, renkler, yemek ve içmek gibi fiiller kendilerine aittir. Kürtçede bunları göremiyoruz. Bulgarca ve benzeri kırma dillerde de rakamların, ana kelimelerin başka dillerden alındığını biliyoruz. Çünkü o dillerin de kendilerine mahsus kökleri yoktur. Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebini benimseyen Bulgarlarla Türklerin menşe birliği kesindir; fakat dilleri farklılaşmıştır. Demek ki dillerin farklılığı, menşelerin farklılığına delâlet etmez.
Büyük Selçuklular zamanında, devlet kayıtları kısa bir süre Arapça, sonra Farsça tutulmuştur. Farsça konuşup yazan bürokratların dinî hayatları Arapça düzenleniyordu. Evlerde de Türkçe konuşuluyordu. Farklı üç dilden oluşan kırma bir dil teşekkül etmişti. Bu dilin konuşulduğu bölgelere bakarsak, bu üç milletin kesiştiği noktalarda yoğunlaştığını müşâhede ederiz. (Günümüzde televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap yaygınlaşmasına rağmen Almanya’da yaşayan yabancı işçilerin dillerine yüzlerce kelime girmesi de buna güzel bir örnektir.)
Sonra bazı Kürt aşiretleri Türkçe konuşmaya başlamışlar; bazıları da Türkçeyi bırakıp, Kürtçe konuşmayı tercih etmişler. Meselâ Targuş, Avşar aşiretleri Oğuz boyuna mensup olmalarına rağmen Kürtçe konuşmaktadırlar. Urfa’da en kalabalık aşiretlerden biri Karakeçili’dir; Osmanlı da Karakeçilidir. Urfa’daki Kürtçe, Söğüt’teki Türkçe konuşmaktadır. Çünkü dil farkına rağmen, birbirlerini ayrı milletten görmedikleri için rahatça birbirlerinin dillerini benimsiyorlardı.
On beşinci yüzyıldan itibaren arşiv geleneği oluşmaya başlamıştır. Buralarda Kürt-Türk tâbirleri öylesine iç içe girmişlerdir ki, Türkmen Kürtleri ve Kürt Türkmenleri tâbirlerine rastlanılmaktadır. Dünyada hiçbir millet, hiçbir sosyal grup saf olmadığı gibi Türkler de, Kürtler de saf değildir. Nasıl diğer Türk boylarından gelip de Kürtleşen olmuşsa, Belücüstlerden Kürtleşen de olmuştur. Aralarında Mervani kökenli olanlar da vardır.
1990’lı yıllara kadar Avrupa’nın çeşitli üniversitelerinde Kürtlerin tarihi, sosyal yapısı, dili hakkında dokuz yüz civarında doktora tezi yapılmıştır. Bu tezlerin % 93’den fazlasının Rus ve Ermeniler tarafından yapılması bizlere ışık tutmaktadır. Akdeniz’e inmek isteyen Sovyet Rusya, önünde duvar misali duran Türkiye’yi parçalamak için her yolu deniyordu. Ermenilerin Doğu Anadolu’ya dair iddiaları herkesçe bilinmektedir. Sovyet Rusya çatırdamaya başlayınca, rahat bir nefes alan Avrupa ülkeleri Orta Doğu’ya yerleşmenin hesabını yapmaya başladılar. Önlerinde en büyük engel Türkiye idi. Tehir edilmiş mesele kabul ettikleri Türkiye’ye dair hesaplarını bu kere onlar öne çıkardılar.
Dünyanın ünlü ansiklopedileri kabul edilen La Rausse, Britanniea, Broekhaus’a bakınca da Türk-Kürt ayırımının politik olduğunu görürüz. Bu ansiklopedilerin 1950 yıllarına kadarki baskılarında Kürtlerin ya Turanî bir kavim yahut da Türklerin bir boyu olduğunu okuyoruz. Fakat daha sonraki baskılarında ayrı bir millet oldukları yazılmış. Bu da Türklerin boyculuğundan batılı milletlerin yararlanmak istediklerini göstermektedir. Bunun sebebi gayet açıktır, 1768-1774 Savaşı’nda Rusya’ya yenilince Küçük Kaynarca Andlaşması’yla Kırım ve çevresini Rusya’ya, Eflâk ve Boğdan’ı, Avusturya’ya bırakmak mecburiyetinde kaldık. Bizim yerimize İngiltere’nin karşısına süper güç Rusya oldu. O zamandan beri iki süper güç Hıristiyan’dır. Dünyayı diledikleri şekilde yönetiyorlar.
‘Süper güç olacağım‘ demekle süper güç olunmaz. Bu önce nüfus ve coğrafya meselesidir. Sonra da milletin mantalitesi, sosyal psikolojisi, tarihî birikimi müsait ve çağın bilimlerine sahip, onları hayatına yansıtmış olmalıdır. İslâm âlemi göz önüne getirilince, bu şartların pek çoğu sadece Türkiye’de müşâhede edilmektedir. Onun da nüfusu, coğrafî bütünlüğü, ilim seviyesi buna elverişli değildir. Üniversiteleri, yüksek okulları, ilim insanları gerekli gayreti gösterirse, ilmî geriliğini gidermesi mümkündür. Nüfus ve coğrafyadaki eksikliğini Türk dünyası ve İslâm âlemiyle ilişkilerini iyi ayarlamakla giderebilir. Bunun da biricik şartı mevcut çekirdeği muhafaza etmektir. Türkiye bölünürse, doğuda kalan parçası hiçbir işe yaramaz hâle gelir. Oralardaki kıraç dağların arasında yaşayan insanlar çağdan iyice koparlar. Batısı da Avrupa’ya yamanır. Böylece süper güç olmak imkânını ebediyen kaybeder. Hıristiyan âlemi de kendi dışında oluşacak bir süper güçten kurtulmuş olur.
Zat-ı âlinize müteşekkiriz; hacimli, derinlikli, kapsayıcı, aydınlatıcı, yönlendirici bilgiler sundunuz.
Mehmed Niyazi: Bana bu imkânı verdiğiniz için asıl ben müteşekkirim.
MEHMET NİYAZİ ÖZDEMİR: İlk ve ortaokulu Akyazı’da okudu. Liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde bitirdi. Sonra Hukuk Fakültesi’ne girdi; 1967’de oradan mezun oldu. O dönemde hukuk fakültesinde takıntısız olarak üçüncü sınıfa geçenler, dekanlığa müracaat edip, izin alarak Edebiyat Fakültesi’nin herhangi bir bölümüne devam edebiliyorlardı. Bu imkândan faydalanarak Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden sertifika aldı. Mezuniyetini takiben devlet felsefesi sahasında doktora yapmak için Almanya’ya gitti. Brilon’daki Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrendi. Marburg Üniversitesi’ne intisap ederek burada Prof. Dr. Ditrich Pirson’un yanında ‘Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler‘ konulu tez ile ‘Doktor’ unvânı aldı. Uzun yıllar Almanya’da oturdu. 1988 yılından beri Türkiye’de ikamet etmektedir. Tercüman ve Zaman gazetelerinde yazdı. 1987’den beri başlangıçta haftada üç gün, sonraları haftada bir gün Zaman Gazetesi’nde yazmaktadır. Ayrıca; Genç Akademi, Nizâm-ı Âlem, Türk Yurdu, Ufuk Çizgisi gibi dergilerde makaleleri yayınlanıyor. Mehmet Niyazi Özdemir, tezli romanlarıyla tanınan bir yazar ve düşünürdür. Eserlerinde millî konuları işlemeyi şiar edinmiştir. Fikrî eserlerinde ise Türkiye’nin sosyal yapısı üzerine görüşlerini açıklar. YAYINLANMIŞ ESERLERİ: Edebî Eserler: Varolmak Kavgası: (1970), Bayram Hediyesi Hikâyeleri: (1971), İki Dünya Arasında: (1977), Ölüm Daha Güzeldi: (1982.Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü kazandı.) Yazılamamış Destanlar: 1980), Çanakkale Mahşeri: (1998 Türkiye Yazarlar Birliği armağanını kazandı.) Dâhiler ve Deliler: (2001), Daha Dün Yaşadılar: (2006), Yemen Ah Yemen (2004), Doğunun Ölümsüz Çocuğu (2009). Plevne (2012) Fikrî Eserleri: İslam Devlet Felsefesi: (1988), Millet ve Milliyetçilik (1979), Türk Devlet Felsefesi (1989), Türkiye’nin Meseleleri: (İki Cilt 1992), Medeniyet Ülkesini Arıyor: (1999), Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği: (2000), Millet ve Türk Milliyetçiliği: (2000).
|
(BİTTİ)