“İş İşten Geçmeden”

89

“Tarihî tecrübelerin de gösterdiği gibi, bir şehzadenin cezalandırılması için ayaklanmasını beklemek, düşman ülkelerle anlaşıp, arkasına silahlı binlerce kişi alarak, âsâyişi esaslı tehdit eden bir kimseyle karşı karşıya kalmak demektir. Böyle bir vaziyette artık cezalandırmaktan söz edilemez. Günümüzde terörle mücadele çerçevesinde Amerikalı üst rütbeliler, ‘Terör faaliyeti düzenlenmeden önce tedbir almak zorundayız. Bir kişiyi tutuklamak için suç işlemesini bekleyemeyiz. Çünkü suç işlenirse, binlerce kişinin ölmesi söz konusudur’ diyor. Kaldı ki bu şehzadeler öldürülmedikleri zaman, diğerlerini öldüreceklerdir. Kur’an-ı Kerîm’de Hazret-i Musa ile Hızır arasında geçen bir kıssa anlatılır. Hazret-i Musa, kendisine masum bir çocuğu niye öldürdüğünü sorunca, ‘Bu çocuğun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bu çocuk ileride onları fesada ve küfre sevk edecekti. Ümid ederim ki Allah onlara daha iyisini verecektir’ demiştir.

“Kur’an-ı Kerim, fitnenin adam öldürmekten daha şiddetli ve büyük olduğunu söyler. Şeyhülislam İbni Kemal, Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi, Kazasker Nişancızade Mehmed Efendi, Kazasker Bostanzade Yahya Efendi ve Kazasker Bosnevî Hüseyn Efendi gibi âlimler, şehzade idamlarını bu ayetlere dayandırır ve meşru görür. Gerektiğinde umumî  menfaat için hususî zararın tercih edileceği, bir hukuk kaidesidir. Fıkıh kitaplarında konuyla alâkalı bir de misâl anlatılır: Düşman, Müslümanların  üzerine taarruz etmiş ve birtakım Müslüman esirleri de siper yapmıştır. Atış yapılmadığı takdirde ülke düşman eline geçecektir. Bu sebeple, siper edilen esirlere, düşmana niyetle atış yapılır. Bunda umumun menfaati vardır. Eğer bu esirler ölmesin diye atış yapılmazsa, düşman ülkeyi işgal eder; ülke halkıyla beraber neticede bu esirleri de öldürür.

“Şeyhülislam Hâherzâde fesatçıların ortalık sakin iken bile öldürülebileceğine fetvâ vermiş; zarureten geçici olarak fesatçılığı bırakıp gizlendiklerini söyleyerek, ‘Geri gönderilseler bile kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir’ mealindeki âyet-i kerimeyi delil göstermiştir. Hazret-i Ömer, fitne ve fesada sebebiyet vermesinden endişe ettiği Nasr bin Haccac’ı henüz suç işlemediği hâlde Medine’den Basra’ya sürgüne göndermiş; ‘Senin suçun yoktur. Ama ilerde senin yüzünden burada bir fitne doğarsa, o zaman ben suçlu olurum’ demiştir. Râşid halifelerin tatbikatı, İslâm hukukunda delildir.

“Osmanlı kanunu Mecelle’nin bazı maddeleri, bu tatbikata ışık tutucu mahiyettedir: ‘Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olunur.’ (Umumî zararı gidermek, kamunun, çoğunluğun zarara uğramasını önlemek için hususî zarar tercih edilir. M 26); ‘Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale olunur.’ (Şiddetli bir zararı gidermek için daha hafif bir zarara başvurulabilir. M 27); ‘İki fesad teâruz etdikde ehaffi irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.’ (İki kötülükle karşı karşıya gelindiğinde, hafif olanı işlenerek büyük olanının giderilmesine çalışılır. M 28). ‘Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.’ (İki kötülükten birini işlemek zorunda kalındığı zaman, hafif olanı tercih edilir. M 29). ‘Def’-i mefasid, celb-i menâfiden evlâdır.’ (Kötülüklerin giderilmesi, iyiliklerin elde edilmesinden önde gelir. M 29).” (Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Ama Hangi Osmanlı?, İstanbul – 2013, s. 73-74)

X

Nitekim, kangren olmuş kol veya bacak kesilir. Görev ve işlevini yerine getirmeyen böbrek alınır. Çürüyen diş çekilir. Yoksa, parça için bütünden oluruz.

Suç işleyen hapse konur. Çünkü toplumun selâmeti bunu gerektirir.

3621

Tabii bütün bunlar istemeyerek ve üzülerek yapılmak zorunda kalınan şeylerdir.

Hattâ polis; potansiyel suç deposu olanları, bâzan herhangi bir hâdiseye meydan vermesinler diye,bir müddet için tedbir olarak tutuklar ve nezarete alır.

X

Zaten hiçbir devlet hukuken ayakta kalamaz. Mevcut hukuk; sıradan vatandaşlar içindir. Yıkıcılar, bölücüler, devletin temeline dinamit koyanlar ve koymak isteyenlerle hukuken mücadele etmek mümkün değildir. Çünkü onlar suret-i haktan görünür. Normal bir vatandaş gibi davranır. Mel’anetlerini hukuk kılıfına uydurarak yürütürler. Zâhiren hukuk dairesinde olduklarını aksettirir bir görüntü verirler. Görünüşte  masumdurlar. Fakat kıllarına dokunmaya görülsün, öyle bir vaveylâ koparırlar ki, dokunanın vay hâline! Herşeylerini kanunlara uydurdukları için, kanunen yakalarına yapışmak imkânsızdır! Tıpkı minareyi çalacak olanın kılıfı hazırladığı gibi.

İşte bu gibi sinsi ve gizli, yer altı faaliyetleri yürütenlerin hakkından; ancak her devletin CIA, KGB, MOSSAD gibi teşkilat ve örgütleri gelir. Türkiye’de ise, bu gibi casus ve hainlerin izini MiT sürer. Yakalar. Gereğini yapar. Doktor’un  vücuttaki mikropları keşfederek; izalesi için, zarar ve tahriplerini  gidermek üzere  tedaviye erken başlaması gibi.

MİT, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, Türk vatanı’na ve Türk Milleti’ne karşı mutasavver / yapılması tasavvur edilen veya edilecek olan ihanet ve sabotaj gibi teşebbüs ve girişimlerden vaktinden evvel haberdar olarak, bunları göğüsler. Halkın haberi olmadan, onun korku ve paniğe kapılmasına fırsat vermeden, koruma ve gözetme görevini sessizce yerine getirir. Vukua gelmesi muhtemel öyle tehlikelerden korur,öyle felâketlerin önünü alır ki, halkın rûhu  duymaz. Haberi bile olmaz. Zaten asıl olanda budur. Ve böyle olması gerekir.

X

 Elbette, bilerek bilmeyerek devlet aleyhtarı faaliyetlere girenlere, girişenlere ve bunun için dağa çıkıp silâha sarılanlara, çatışmalara girenlere, bu yolda ölenlere, öldürülenlere  sevinilmez. Ancak acınır. Ama bu hissiyat; onlara karşı gelmekten yâni vatanı, milleti ve devleti savunmaktan kimseyi alıkoymamalı. Zaten alıkonulmuyor. Gereken yapılmalı. Nitekim yapılıyor. Çünkü Şeriatin kestiği parmak acımaz.

Fakat nasıl ki, Hâkim’in suçluyu cezaya çarptırırırken sevinmesi, onu mânen mes’ul kılar.Yâni hak edilen cezayı vermekten asla çekinmeyecek; fakat  bu karardan ötürü de üzülmekten kendini alamayacak. Aynen bunun gibi, vatan  müdafaası  yapılırken, öldürülenlere  -üstelik bunlar kendi vatandaşları ise-  sevinmenin, o kişiyi indallah / Allah katında günahkâr edeceği de bilinmeli.

Önceki İçerikKüresel Düzen Çanakkale’yi Unutmamalıdır!
Sonraki İçerikMütareke Aydınları mı, Müzakere Aydınları mı?
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.