Geride bıraktığımız 2010 yılının bana göre en önemli iki gelişmesi, Türkiye’de kuvvetler dengesinin bozulması ve “ülke üzerinde ameliyat yapılmasının” alenen tartışılıyor hale gelmesi oldu.
Anayasa referandumunda yüzde 58 oyla kabul edilen değişiklikler sonucu, yürütme gücünü elinde bulunduran AKP’nin, yüksek yargı (özellikle Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu) üzerinde de hâkimiyet kurması çok önemli, hatta bazı yandaş medyaya göre asrın en önemli gelişmesi olarak nitelendirilmekte.
Hükümeti, TBMM çoğunluğunu ve Cumhurbaşkanlığı‘nı elinde bulunduran AKP, böylece yasama ve yürütmeden sonra yargı üzerinde de tam bir hâkimiyet kurma imkânını elde etti.
Buna 4. Kuvvet olan basının/ medyanın yarısının yandaş hale getirildiği, diğer yarısının vergi vd yollarla baskı altına alındığını ilave ediniz. Dahası geçtiğimiz yıllarda devlet idaresine müdahaleyi bir gelenek haline getiren TSK‘nın, “Ergenekon”, “Balyoz” gibi davalarla sindirildiğini, YÖK dâhil özerk kurumların yandaş hale getirildiğini düşününüz. Zaten mahalli idarelerin (belediyeler) büyük çoğunluğu (mesela İstanbul 1994’den beri) aynı zihniyetin elinde. Bu durumun son 60 yılda hiçbir partiye ve hükümete nasip olmayan bir güç kullanma imkânı olduğu sonucuna varacaksınız.
Fransız düşünür Montesquieu tarafından ortaya atılan ve demokratik devlet yönetimini düzenleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi, demokrasiyi koruyan ve diktatör, zorba yönetimlere engel olan bir ilkedir. Bu ilkenin mahzuru olarak kuvvetler ayrılığının yönetimi yavaşlatmakta olduğu dile getirilir.
Türkiye uzun yıllar tek parti iktidarına imkân vermeyen bir siyasi atmosfer yaşamıştı. Koalisyonlu dönemlerde, gerçekten zor karar alınabiliyor, yönetim yavaş çalışıyordu.
AKP’nin sekiz yıldır devam eden iktidarı sonucunda yasama, yürütme ve yargıya (ve de medyaya) hâkim olması, bu defa kuvvetler birliğine gidiş, diktatörlük veya “tek adamın despot yönetiminde yaşamak” endişelerinin gündeme gelmesine yol açtı.
Kuvvetler ayrılığının kabul edildiği demokratik sistemlerde (ister parlamenter sistem, ister Başkanlık sistemi olsun) bir birimin diğerlerinden üstün olmasını engellemek ve birimleri birlikte çalışmaya teşvik etmek için, “frenler ve dengeler” geliştirilmiştir. Böylece gücün tek elde toplanması ve gücün kötüye kullanımının caydırılması mümkün olabilmektedir.
Türkiye’nin kabul ettiği parlamenter sistem, ılımlı bir kuvvetler ayrılığı yapısı öngörmektedir. Bu sistemin bugün frenleri ve dengeleri ortadan kalkmıştır. Parlamenter sistem ile kuvvetler birliği kesinlikle bir arada bulunamaz. Bu bakımdan Türkiye bir sistemin devamı veya sona ermesi yönünde bir karar dönemecine girmiştir.
2011 Haziran ayında yapılacak seçimler sonrası, (eğer bu seçimden AKP yeni Anayasa yapacak güçte çıkarsa) yapılacak Anayasa ile bir sistem değişikliğine gidilme ihtimali büyüktür.
***
UÇLARA SAVRULMA: Türkiye’de iş hayatı 1980 öncesi sendikaların çok güçlü olduğu, patronların zayıf ve çaresiz kaldığı bir dönem yaşamıştı. İşverenin yatırım yapmaya korktuğu, işçi haklarının istismar edilip “siyasi sendikacılık” yapılması bu dönemde Türk ekonomisinin gelişmesini yavaşlatan önemli bir faktör olmuştu.
1980 sonrası Turgut Özal ile başlayan süreçte ise sendikaların gücü kırıldı, sendikalı işçi oranı azaltıldı. Yapılan yasal düzenlemeler işçi haklarında gerilemelere yol açtı. İşsizlik oranının yükseldiği şartlarda sendikalar, eski anlayışla ve kelle hesabına dayalı politikalarını terk edemediler. İşverenle birlikte verimliliği ve kârlılığı artırma anlayışıyla hareket edecek zihniyet değişikliği gerçekleştiremediler. Bugün Türk işçisi/emekçisi örgütsüz ve çaresiz durumda. Tamamen işverenin insafına terk edilmiş ve hayat standartları gerilemiş halde.
İş hayatını düzenleyen birçok kural sadece kâğıt üstünde kalmakta, iş güvencesi getiren düzenlemeler bile işletilememekte.
İş hayatımızda da, siyasi hayatımızda da bir uçtan diğer uca savrulmaktayız. İnşallah, uçlarda gezinen Türk toplumu bundan sonra seçimlerini doğru yapar, neyi istediğini iyi bilir ve bu isteklerine uygun kararlı duruşlar sergiler. Ümit ederiz ki, ülkemizin huzuru ve refahı için makul ve faydalı noktalarda kalmayı beceririz.
***
PAYDAŞLARIN MUTLULUĞU: Kalite ödülü veren kuruluşların, Şirketlerin/ Kurumların kalite ölçümünü yaparken, değerlendirmelerinde esas aldıkları temel husus, “paydaşların dengeli mutluluğudur.” Burada paydaş olarak adlandırılan kişi veya grupların kim olduğunu açıkladığım zaman bu kıstasın ne kadar doğru olduğuna hak vereceksiniz.
- 1- Şirketin hissedarları (patronlar). Patronlar kâr etmelidir. Şirket ne kadar çok kâr elde ederse hissedarlar o kadar çok mutlu olurlar.
- 2- Şirketin çalışanları. Çalışanlar o şirkette çalışmaktan mutlu olacağı şartları kazanmış olmalıdır. Maaş, sağlık harcamalarına katkı, servis imkânı, sosyal faaliyetler, ödül sistemi vd konularda yaptıklarıyla o şirkette çalışmaktan gurur duymalı, severek çalışmalıdır.
- 3- Şirketin müşterileri. O şirketin üretimi olan ürünü kullanmaktan, O’nun marka değerini taşımaktan, fiyatlarından, satış sonrası hizmetlerinden, görüşlerine değer verilmesinden memnun olmalıdır.
- 4- Şirketin tedarikçileri. Şirketin üretim veya hizmetinin devamlılığını sağlayan tedarikçiler, yan hizmetlerini veren kişi ve kurumlar bu alışverişlerinden kar etmeli, birlikte gelişimi sağlayacak işbirlikleri içinde olmalı, müşteri şikâyetlerini azaltılmasına sağladığı katkının karşılığını almalıdır.
- 5- Şirketin bulunduğu mahaldeki komşuları, Kuruluş faaliyetleriyle ilişkisi olan resmi ve özel kuruluşlar. Şirket faaliyetleriyle çevreye ve çevre insanına zarar vermemeli, komşularına iş imkânı, sosyal sorumluluk projeleri gibi sağladığı imkânlarla bu kişi ve kuruluşların da mutlu olmasını sağlamalıdır.
İşte kaliteli şirket/kurum deyince bu beş paydaş grubu mutlu etmesini başaran müesseseler akla gelmelidir.
Siyaset kurumunun görevi de, bütün vatandaşları hem birey olarak ve hem de kendilerini mensup hissettikleri etnik, inanç, dünya görüşü, sosyal statü gibi alanlarda ifade ettiği sosyal kimlikleriyle de mutluluğunu sağlamaktır.
Siyasi partiler Haziran 2011 seçimlerine hazırlanırken, işte bu paydaşların öncelik sıralamasını yapması ve bütün paydaşların dengeli mutluluğunu gözettiklerini gösteren, çok kapsamlı görüş ve projelerini ortaya koymalıdır.