Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kalan Miras

154

Cumhuriyet, fazilettir…

Cumhuriyet, adam olmaktır…

Bu kısa, fakat derin anlam yüklü sloganımsı ifadeleri duymuşsunuzdur, eminim… Yine de tekrar etmekten beis görmedim. Cumhuriyet Bayramını kutladık. Resmi törenimsi “yasak savma” türünden kutlamaların dışında, her vatandaşın kendine sorması gereken bir soru var; “Cumhuriyet bana ne verdi; ben ne kazandım; ben ona sahip çıkıyor muyum?”

Bu girişten sonra genel anlamda belli sorularla yaklaşımı genişletelim; Cumhuriyet Türk milletine ne / neyi getirdi, neyi sağladı? Ya da Cumhuriyet Osmanlıdan neyi devraldı, önünde neyi buldu?

Bu sorulara doğru ve net yanıt bulmak ve vermek bir akademisyenin temel görevidir, namus borcudur.

**

Devlet, millet, vatan, vatandaş…

Derin anlam yüklü bu ifadelerin Osmanlıda ne anlama geldiği, Cumhuriyetle ne anlam kazandığını iyi anlamak ve anlatmak gerekir. Osmanlıda “devlet” demek saltanat, hanedanlık demekti, o da bir aileye aitti… Hal böyle iken Cumhuriyetle birlikte devlet, bütün bir milletin oldu. Evet, yanlış okumadınız, Cumhuriyetle birlikte devletin sahibi Türk Milleti oldu.

Devlet öyleydi de “vatan” kimindi? Vatan toprağı da bütünüyle bir ailenin mülküydü. İmparatorluk sınırları içinde var olan toprak parçaları “padişahın mülkü” diye anılır ve tüm kayıtlara öyle geçerdi, bireye ait mülk olmazdı, ancak saltanatın izin verdiği kadar “tımar” sistemi içine alınan belli zümrelere kullanım hakkı verilirdi. Cumhuriyetle birlikte “vatan toprağı” milletin malı oldu. Kişisel boyutta mülkiyet oluştu, bireyin malı-mülkü oldu…

Osmanlı tebaası ümmetti, henüz “millet” değildi. Halk, yani herkes padişahın “kulu” sayılırdı; bu toplumu “millet” yapmak, padişahın “kulu” olan halkı “yurttaş” yapmak, “birey” yapmak Cumhuriyetle mümkün oldu… İşte Cumhuriyetle değişen, yeni anlam yüklenen ifadeler…

Atatürk’ü ve Cumhuriyeti iyi anlamak için önceki sistemi iyi bilmek gerekir. Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı maddi ve manevi miras iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Anlatılmalıdır ki gelecekteki nesillere iyi bir miras bırakıldığı anlaşılsın.

Osmanlıdan Cumhuriyete kalan mirasın ne olduğu iyi anlatılmadığı takdirde, gelecek için kurgulanan devlet ve millet yönetimleri yanlış hedefe yönelebilir, yönetimler zora girerler. O takdirde de devlet idaresinde bulunacak olanlar da bizleri iyilikle yâd etmez…

O zaman görev kime düşüyor? Cumhuriyet devrimlerini, onların gerekçelerini doğru anlatmak için görev kimin?

Eğer Cumhuriyet devrimlerinin gerekçeleri doğru anlatılmazsa, düşmanı daha da çoğalır..! Bunu anlatacak olan da öncelikli olarak gençliğin ailesi, gittiği okulu, okuduğu basın-yayını, kısaca medya olacaktır… Hiç başka sorumlu aranmamalıdır…

**

Osmanlıdan kalan maddi miras!

Osmanlıdan Cumhuriyete kalan maddi ve manevi miraslar hem ayrı hem de iç içe değerler olarak algılanmalıdır. Her yönüyle büyük fakat o kadar da ağır bir miras devraldı Cumhuriyet. Maddi borca batık bir miras kaldı Cumhuriyete…

Anadolu’nun ne yer üstü ne de yeraltı zenginlikleri Türk milletine aitti. Örneğin Anadolu’da 4 bin km demiryolu vardı, fakat bunun bir metresi dahi bizim değildi. İşletmeleri yabancıların elindeydi. Kazançları da yabancılarındı. Harcamalarıyla nam salmış padişahlara para yetiştirmek için sürekli borçlanmıştı devlet… Borçları ödeme vadesinde olmayınca, yabancıların borçları ödemeyince gelsin kapitülasyonlar dendi ve geldi…

Toprak satışları başladı…

Maden ocakları hisselerle yabancılara devredildi…

Arkeolojik kazıların tüm değerleri yabancılara “bedelsiz” verildi…

Tüm bunlar devletin müsrifliklerini karşılamak içindi…

Anlaşılacağı üzere “el kesesinden hovardalık” örneği yaşanmıştı…

Sonuçta, Osmanlı Devletinden çok yüklü bir borç kaldı Cumhuriyete…

Teknoloji zaten yok, hiç gelişmemiş…

Böyle bir mirası devralan Cumhuriyet ne yapmalıydı?

Çıldırması gerekiyordu normal şartlarda, ama çıldırmadı…

Osmanlıdan böylece sosyal bilimcilere de epey bir iş kalmıştı…

Ne psikoloji ne de sosyoloji kuralları geçerliydi Türk toplumunda…

**

Anadolu’da halkın sadece %7 si kadarı eski Türkçe harflerle okur-yazar durumundaydı. Bu oran iyimser varsayımla verilen bir oran. Çünkü bu oranın yarısı okur, fakat yazar durumda değildi. Böylesine felaket bir manzara vardı Anadolu’da… Bunların bir kısmı okur olabilir fakat yazar olduğu şüpheliydi, çünkü o eski yazı ile hem okuyup hem de yazmak pek mümkün değildi. Toplumun yarısını oluşturan kadınlarda okur-yazar oranı ise sadece binde 4 tu (%0.4), yani neredeyse sıfır…

**

Dünyada 17.yy, bilimin doruğa çıktığı bir zafer yüzyılıdır. Aydınlanma ve sanayileşme çağlarının ardı ardına sürdüğü bir dönemdir. Batıda müthiş keşifler yapılırken Osmanlı coğrafyasında elle tutulur bir gelişme, ilerleme görülmüyordu… Batılılar bizdeki medrese niteliğindeki okullarını üniversiteye çevirdiler; müspet bilimler dediğimiz matematik, fizik, kimya, biyoloji ve astronomiye önem verdiler. Tüm fen bilimlerinde hızlı değişim ve ilerlemeler oldu. Batılı insan, doğayı araştırırken biz medreselerde bu saydığımız müspet (pozitif) bilimleri kapının dışına koyduk; ders programlarından çıkardık. İşte ondan sonra da gerileme başladı, çöküntüye doğru hızla yol aldık…

**

Manevi miras…

Osmanlıdan Cumhuriyete bırakılan manevi miras; çok yönlü ve çok boyutluydu… Adeta her yönden sarmala dolanmış bir kuşatma altında kalınmış bir durumdaydı… Dünyadaki gelişme, kalkınma, çağdaşlaşma o kadar mesafe almıştı ki ona yetişme şaşkınlığı yaşanıyordu; öylesine hızlı bir gidiş vardı ki Dünyada, durmak bile batmak anlamına gelirdi ki nitekim battık da…

**

Manevi olarak çok zor bir miras devraldı Cumhuriyet… Devralınan maddi borç dışında, manevi yüklemle yoğun yoksulluk devraldı, gerilik devraldı, ilkellik devraldı… Bunlardan “maddi” anlam yüklenenler hariç gerisi tamamen ağır manevi miras yüküdür. Bunun tam karşılığı ortaçağı devir almaktı…

Tarihte her ne kadar Ortaçağın kapanışı Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle başladığını yazsalar da bu tartışılabilir bir değerlendirmedir; bana göre… İstanbul’un fethiyle Yeniçağın başladığı kitaplarda yazılıdır; fakat bu, teorik olarak belki doğru olabilir, pratikte doğru değildir; çünkü Batı bile birkaç yüzyıldan sonra, yani birkaç yüzyıl geçirdikten sonra, ancak Yeniçağa girebildi. Anadolu’daki tüm taşra şehirleri Ortaçağı yaşıyordu. Dahası, İstanbul’un Beyoğlu ve Şişli ile İzmir’in Kordon-Konak semtlerinden başka hiçbir yer Yeniçağa girmemişti…

Anadolu’daki tüm kent ve kasabalar tam anlamıyla Ortaçağı yaşıyordu. Yaklaşık 42 bin köyümüz vardı, bunların hiç birinde değil ki Yeniçağın nimetlerini yaşamak, kuru bir ifade olan “yeniçağ” lafı bile söylenemezdi. Böyle bir ifadeyi akla getirecek hiçbir gelişme, görüntü, değer, hizmet, anlayış, kültür, eğitim ve değişim yoktu… Bunu akla getiren kimse de olmazdı. Kısaca ve özetle Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı maddi ve manevi miras yüklü bir ortaçağdı…

**
Böylesine ağır bir miras karşısında Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bekleyen iki önemli iş vardı; 1-Vatanı kurtarmak, 2-Sonra milleti kurtarmak… Vatanı kurtarmak, hemen hemen imkânsız bir olaydı; paylaşılmış Osmanlı coğrafyasından geriye kalan ana yurt Anadolu da işgal altındaydı… İç ve dış düşmanlar seferber olmuşlardı; Türk varlığını Anadolu’dan silmekti hedefleri!

Mustafa Kemal ve arkadaşları bunun farkındaydılar; en yakın mesai arkadaşlarından gelen “yabancı manda” tekliflerin hiç birini kabul etmedi; kendine ve milletine inandı, güvendi, iman etti ve imkânsızı başardılar; milletin desteği Allahın yardımı ile başardılar… Bu, dünyada görülmemiş, görülemeyecek bir mucizeydi…  Tanrıdan İsa ve Musa Peygamberlere lütuf olarak verilmiş olduğu pek çok mucizeden tarih bahseder; ama hiç böylesinden bahsetmemişti… Bu mucizeyi Türk halkı ve onun önderi Gazi Paşa göstermişti… Yine tabii ki Allahın yardımıyla… Başka anlamda bunu izah edecek olabilir; inancımız odur ki önce inanmak ve güvenmek, sonra da olağan üstü derecede çalışmak ve özveride bulunmak… Bunların hepsi Atatürk ve onun kuşağındaki kadrolarda fazlasıyla vardı. Bu özellikleri millete anlattılar, aktardılar ve sonuçta en belirgin olarak görülen bir mucizeyi yarattılar… Vatanı kurtardılar…

Ama milleti kurtarmak, yani Ortaçağdan Yeniçağa çıkarmak, aydınlanma dönemini başlatmak, oku-yazar yapmak kolay değildi… Hele “ümmet” olan toplumu “millet” yapmak, padişahın “kulu” olan halkı “yurttaş” yapmak, “birey” yapmak çok zor bir işti… Bunun zorluğu ancak şu örnekle anlatılabilir; “kuştan vatandaş yaratmak…” Bu örneği, işin ne denli zor ve imkânsız olduğunu anlatmak için verdim… Yoksa başka anlam yüklemek için değil…

Devlet bir ailenindi, milletin oldu…

Vatan bir aileye aitti, milletin oldu…

Millet “tebaa” idi “birey” oldu, “yurttaş” oldu…

Bunları bir satırda ifade etmek kadar kolay olmadığını herkes anlamalı, özellikle siz gençler çok iyi anlamalısınız… Bunlar size “abes” gelebilir, gelmemeli; Cumhuriyetin devraldıklarını ve size-bizlere kazandırdıklarını bilmeye mahkûmuz; gerçeği bilmek ve öğrenmek gerek; bu, sizin-herkesin ilk vazifesidir… Bunların nereden sağlandığını iyi anlamak gerek, bunların başarılması için kendi içinden pek çok devrim yapıldı. Cumhuriyet zaten başlı başına bir devrimdir.

Her devrimin kendi içinde ayrı bir devrimi vardır.  Kuldan vatandaş, yurttaş çıkarmak kolay iş midir!?  Dünyada örneği yoktur. Bunu başarabilmek için en azından 2-3 neslin geçmesi gerekir. Normal şartlarda böyle bir devrimi gerçekleştirmek için toplumun kendi içinde kuşak değişimine uğraması gerekir. Fakat Mustafa Kemal bunu tek dönmede başardı… İşte size bir mucize daha…

**
Ekonomik devrim…

Unutulmaması gereken bir hususu var; Cumhuriyetin kuruluşundan 1938 yılına gelinceye kadar geçen zaman sadece 15 yıldır. Gazi Paşa’nın gerçekleştirdiği devrimlerin hepsi bu kısacık bir döneme sığdırılmıştır. Kalkınma hızı %9, sanayileşme hızı %20 civarındadır. Böyle bir oran dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmamıştır bugüne kadar…

Cumhuriyet döneminde kurulmuş ne kadar kamu fabrikası-kuruluşu varsa, hepsi bu dönemde yapılmış ve üretime geçirilmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda Anadolu’da tek bir kiremit-tuğla fabrikası dahi yoktu… Sadece marangozhaneler ve soğuk demirciler var işletme olarak… Onlar da at nalı ve mıhı yapmak, sürü çıngırağı, pala, dehre, yaba, orak, tırpan, köşkere, tabut yapmakla meşguller…

Cumhuriyetin bu ilk 15 yılında kurulan iktisadi devlet teşekküllerin hepsi ekonomik bir devrimdi… O işletmeler ki Türkiye’yi bugünlere taşımıştır; fakat şimdilerde birileri onları satıp yine birilerine “peşkeş” çekiyor; ikbalini ve iktidarını sürdürmek için… Dikkate değer bir husus ise, Cumhuriyetin ilk bütçesi 118 milyon lira… Bütçe görüşmeleri sırasında TBMM de gelen eleştirilere karşılık bakınız Atatürk ne diyor; “…bütçesi bir ABD ailesinin bir yıllık bütçesi kadar olan bir devletin hükümetini eleştirirken, ne olur biraz insaflı olunuz…” Evet bundan başka söylenecek söz olabilir mi?!

**
Cumhuriyet kadını…

Yukarıda ne dedik; Mustafa Kemal’in iki ana görevinden ilki vatanı kurtarmaktı. Kurtardı dedik. Bu kurtarışta Türk kadınının rolü neydi, katkısı var mıydı?
Bu soruların çok net bir yanıtı vardır; Anadolu kadını şehit-gazi Mehmetçik doğurarak evlat cömertliğiyle yetinmemiştir. Vatan savunmasına kendisi emeğiyle, alın teriyle, fiziksel gücüyle fiilen katılmıştır. Kurtuluş savaşında Türk kadının yaptığı fedakârlığı iyi anlamak ve anlatmak gerek.

İstiklâl Mücadelesi için oluşturulan 100 bin kişilik ordunun arkasında en az 100 bin kişilik ikmal ordusu lazım ki savaş kazanılabilsin. Moda deyimle “lojistik güç” dediğimiz ikmal ordusunun en az yarısı kadınlardan oluşuyordu. Onların desteği ile kurtuluş oldu, vatan kurtarıldı… Anadolu’nun vefakâr ve de cefakâr kadınlarımızı, analarımızı, ninelerimizi burada minnet, şükranla anmak, rahmet dilemek görevimiz. Onların hakkını teslim etmek gerek, onu geç yaptık…

Türk kadını hakkında Gazi Paşa’nın şu söylemleri son derece dikkat çekicidir; “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştamal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası neye delalet eder? Medeni bir millet anası, bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır”.  (M.K. Atatürk. İkdam Gazetesi’ne beyanat, 1 Eylül 1925).

 “Türk kadını; dünyanın en aydın, en erdemli ve en vakur kadınıdır. Bizce, Türkiye Cumhuriyeti anlamında kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem yerde her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir. Zaman ilerledikçe, ilim ilerledikçe, medeniyet dev adımlarla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gerçeklerine göre evlat yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz… Bugünün anaları için gerekli özellikleri taşıyan evlatlar yetiştirmek, pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar.”  M.K. Atatürk

Kadınlarımızın birey sayılması için epey zaman kaybedildi. Onlara seçme ve seçilme hakkının geç verilmesi bir eksikliktir. O dereceye gelmek için yine Gazi Paşa çok gayret sarf etti. Çünkü millette egemen olan zihniyet Ortaçağ zihniyetiydi. Türkiye Büyük Milet Meclisi’nde de erkek egemenliği vardı… Kadını ikinci sınıf vatandaş olmaktan çıkaran, onların sosyal hayatta etken olmaları, devlet yönetimine katılmaları için gerekli devrimler Gazi Paşa’nın gayretleriyle olmuştur…

Kadınlarımız şu hususu hep hatırlamalılardır ki; eğitimli Türk kadını cumhuriyeti özümlemiş kadındır; benliğinde ve dimağında yer bulmuş bir Cumhuriyet kültürü ile yoğrulmuş kadındır… Cumhuriyetle kültürlenmiş insan birey olmuş insandır; bireyin kendi kendini yönetme bilincine erdiği doruk noktasında Cumhuriyet kültürü vardır. Türk kadınlarının bu zirveye ulaşması için Gazi Paşa gerekli rotayı göstermiştir. Gerisi tabii ki kadınlarımıza kalmış… Kadını “köle” anlamında istismar etmek isteyen Cumhuriyet düşmanlarına karşı en büyük mücadele tabii ki görev kadınlarındır.

Bunu anlamayanlar ya da anlamak istemeyenler, bugün kadını yeniden “peçelerin” içine hapsetmeye çalışmaktalar… Kadına “köle” muamelesi reva görülmektedir… Kadını yine kendilerinin hükmedebileceği bir “varlık” konumuna getirmek arzusundalar… Önce kadınlarımızın bunu fark etmesi gerekir; birey olduklarını hatırlamaları ve erkek egemenliğine başkaldırmaları gerekir… Cumhuriyetin kazanımlarına herkesten daha çok kadınların sahip çıkması gerekir…

**
İlginç gelebilir fakat gerçektir; Osmanlıda kadınlar nüfustan sayılmıyordu. Yani nüfus sayımı yapıldığı zaman, sadece erkekler sayılırdı. Kadınlar “varlık” olarak kabul edilmezdi. Yani kadın, Osmanlıya göre “insan” değildi, ondan dolayı nüfus sayımlarında dikkate alınmıyordu!!!… Böylesi bir zihniyeti devralıp kadını “eşit vatandaş” yapmak ve ona seçme ve seçilme hakkı vermek ne kadar zor bir iş olduğunu tahmin etmek gerek… İşte Gazi Paşa bu zorları teker teker başararak Cumhuriyetin devraldığı ağır mirasın yükünü atmaya çalışıyordu. Bunu anlamak gerek, anlamak… Bunun için de geçmişi, tarihi yeni nesillere doğru öğretmek gerek…

Milli eğitimde ve medyada öğretilen tarih eksik ve yanlış… Doğru tarih öğretilmediği için tarihsiz bir gençlik yetişiyor, gerçek tarihini bilmiyor; kuru tekrarlarla gençlerin beyni meşgul ediliyor. Gençlik, Cumhuriyet tarihini bilmiyor. Tarihini bilmeyen bir millet olur mu?  Olursa sonu hüsran olur… Milletin gerçekleri yerine kuru ifadelerle doldurulmuş kuru bilgiler tarih diye veriliyor okullarda… Cumhuriyet mucizesini, Kurtuluş Savaşını, devrimleri, başarılan çağdaşlaşma hamlelerini anlatmak gerek.

Gazi Paşa ve arkadaşlarının başardıklarıyla, yapılanlarla övünmeyi bilmeliyiz. Milli değerleri yansıtan milli tarih yazmak ve öğretmek gerek gençliğe… Tarihe susamış bir genç ve orta kuşak var Türkiye’de… Geçmişi bilmek gerek; bugünü anlamak ve geleceği planlamak için…

**

Atatürk’ün dindarlığı…

Atatürk’ün din konusundaki ilkeleri bellidir. Taassuba dayalı yanlış din bilgileriyle milletin sömürülmesine karşıydı. Dinle ve gerçek samimi dindarlarla hiçbir zaman sorunu olmadı. Annesi-babası ne kadar dindar ise, yani mütedeyyin ise, Gazi Paşa da o kadar dindardı. Dindar bir anne ve babanın çocuğudur. Dinsizliği ret ederdi. Onun yaptıklarını kötülemek, yermek için birçok yalan yanlış uydurmalar yaratıldı ve yayıldı. Çünkü Cumhuriyet kurulduğu günden itibaren karşı devrim tohumları ekilmeye başlandı… Çünkü Cumhuriyet faziletti… Cumhuriyet insan olmaktı, yurttaş olmaktı… Düşünen, irdeleyen, sorgulayan birey olmaktı… Bu özellikler çağdışı düşüncelere, hurafelere, taassuba, inanç ticaretine ters şeylerdi, onun için de kurulduğu günden beri Cumhuriyet düşmanları da oldu; çoğaldı ve yöresel olarak egemen güç olmaya başladılar…

Atatürk bu yanlışlara karşı geldiği için “dinci” yobazlarca hiçbir zaman sevilmedi… Osmanlı subayı olan bir insan; vatan, millet, bayrak ve hürriyet aşkıyla yetişmiş bir asker… Hayatını milleti ve vatanı için feda etmeye her an hazır bir insanda manevi güç, inanç olmazsa bunları yapabilir mi?

Milletin kutsallıklarının, iffetinin, namusunun korunmasının ancak “özgür” olmakla mümkün olabileceğine inanmış ve bunun için hiçbir emperyalist gücü “engel” olarak tanımamış bir kahraman…

Osmanlı terbiyesiyle ve mekteplerinin disiplini ile yetişmiş bir asker… Kuran’ın kolay anlaşılması için, ücretini kendi şahsi bütçesinden karşılayarak, işin ehli olan kişilere Kur’an tercümeleri yaptıran, kendisine hediye edilen Çanakkale haritası çizili seccade üzerinde tefekküre dalıp gizlice dua eden, Kur’an okuyan, okutan bir Gazi Paşa…

Ramazan aylarında hatim indirip okuyanı “huşu” içinde dinleyen ve sevabını hep Çanakkale şehitlerine armağan eden bir kahraman nasıl olur da dine karşı olabilir, “dinsiz” olabilir?!

Böyle bir insan dine, dindara karşı olabilir mi? Atanın da, Cumhuriyetin de dinle sorunu hiç olmadı, yoktur da… Fakat din diktatörlerine, din tüccarlarına, dincilere karşıdır. Bunu her zaman söylemiştir; gizli değildir…

Bugünümüzde “dindar” geçinip aslında “dincilik” yapan naylon Müslümanların yaptığı haksızlığın, yedikleri yetim-kul hakkının, tek ayak üzerinde söyledikleri onlarca yalanların, yaptıkları iftiraların, devlet-millet-bayrak aleyhtarı davranışların hangisini yaptı?

Bu naylon Müslümanlar mı dindar da, Gazi Paşa “dinsiz” öğle mi?

Haydi canım sende, Allahın soytarısı!…

**

Atatürk ve kuşağı olağanüstü idealist, vatan ve millet aşığı bir kadroydu… Cepheden cepheye koşmakla geçmiş hayatları. Vatan savunması için her türlü fedakârlıkta bulunmuş bir nesil… Böylesine idealist, milleti için, vatanı için canını feda eden insanlara karşı “ölüm fermanı” çıkaran, imzalayanları bu millet hayırla anmayacaktır hiçbir zaman… Atatürk’ü “din düşmanı” diye ilan edip bildirileri halka Yunan ve İngiliz uçaklarıyla dağıttıranlar mı dindar?… Türk halkına; Yunan ordusunu “kurtarıcı”, halifeliğin, padişahlığın “koruyucu” ilan eden bildirileri düşmanla işbirliği yaparak uçaklarla halka dağıtanlar mı vatansever, milletsever?!

Bunların tamamı Cumhuriyete karşı olanlardır. Bunların hepsi, bir “karşı devrimin” süreciydi… Bu karşı devrim yıllarca devam etti… Bir süre yeraltına saklandılar korkusundan… Bu gafillere Gazi Paşa’nın bir hatırlatması var; okuyalım: “Beni inkâr edeceksiniz. hatta bühtanla yadedeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Misir’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktir.” Mareşal Gazi Mustafa Kemal.

**

Uydurma tarih öğretisi…

Bu arada sahte tarihler, havadisler, olaylar anlatılarak vatandaşın beyni yıkandı; yeni neslin doğruyu öğrenmeleri engellendi… Doğru tarih yazılımı ve tarih araştırmaları Atatürk’ten sonra durdu. Örneğin Osmanlı tarihini yabancılardan, Hammer’den öğrendiğimiz gibi…

Tarih diye anlatılan şeyler, sadece padişah ve ailesiyle ilgili hikâyeler ve bir de yapılan savaşları kapsamış…  Üstelik savaşlarda alınan yenilgilerden hiç bahsedilmemiş, anlatılmamış. Hep galibiyetler söylenmiş… İşin methiye tarafına kaçılmış… Kahramanlık tarafı anlatılmış, yenilgiler, bunların sebeplerine hiç dokunulmamış…

Gerçekler dostun hatırı için saklanmaz; onlar dosttan daha değerlidir… Eğer birilerinin hatırı için tarihi doğru anlatmazsanız, yanlışı aktarırsanız varacağınız menzil kısa olur; giderken de tökezler uçuruma düşmek içten bile olmaz…

Günümüzde benzer fakat ibret verici bir olayı birlikte yaşıyoruz. Bugünkü tahakkuk edilen yalan şekliyle tarihe geçti çünkü…

Nedir bu yepyeni olay?

2009 yılı Nobel Barış Ödülü…

Çok ilginçtir; Nobel barış ödülü, insan öldürene veriliyor… Irakta 2 milyon sivilin ölümü, 3 milyon yetimin, 1.5 milyon dul ve sakatın “onuruna” barış ödülü!… Böyle bir şey “tarih” olarak yazıldı… Batı emperyalizmin işine nasıl geliyorsa işler öğle organize ediliyor… Bırakalım devam etsinler, barış düşmanı bir zihniyete Nobel Barış Ödülü de nasıl yakışıyor ama!…

“Demokrasi getirecekler” denildi, ne geldiği ortada… Paramparça bir Afganistan ve Irak… Bunlar güya demokrasi adına yapılmaktaydı… Öldürme ve işgal işlevi ne zamandan beri “demokrasi” oldu? İşte yalan tarih böyle yazılıyor…

Yapılan yeni işin özelliği; öldürme ve işgal işinin daha zarif, yaldızlı, fiyakalı kostümlerle dolaşan “sempati yüklenmiş” kişiler tarafından gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bu katliamları yürütenlere de barış ödülü veriliyor… Ne güzel dünya, değil mi?

**

Yalan, yanlış, eksik tarih her zaman bir millet için ve tabii ki dünya için felaketlerin hazırlayıcısı olur. Türk milleti geçmişini, en azından yakın geçmişini tüm incelikleriyle öğrenmek ve bilmek zorundadır… Başka türlü Cumhuriyetin yaptıklarını ve kazanımlarını anlamak mümkün olmaz…

Sonuç cümlesini yazmadan Gazi Paşa’dan bir alıntı yapmak istiyorum; işte Onun Cumhuriyet hakkındaki öz ifadeleri: “Cumhuriyet, ahlâki erdeme dayalı bir idaredir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Cumhuriyet erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayalı olduğu için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aralarındaki fark bundan ibarettir” (M.K. Atatürk 14. 10. 1925).

Bu farkı fark etmektir bütün mesel…

Sonuç olarak, bir milletin tarih bilgisi yoksa dünü iyi bilmediği için bugünü iyi değerlendiremez. Yarını hiç kestiremez, günübirlik yaşayan bir millet olmaktan çıkamaz. İşte o zaman sizin için demokrasi de, Cumhuriyet de göğe bakan durak oluverir…